ALEVÎ KAYNAKLARININ NEŞRİ MESELESİ İLE İLGİLİ MÜZAKERE METNİ
Şimdiye kadar bazı Alevî-Bektâşî çevreler, muhtemelen klasik kaynaklara inebilecek yeterli donanıma sahip olmadıklarından; bazıları da özgün Aleviliğin dışında bir Alevilik üretmek istediklerinden Alevî kaynaklar denildiğinde devamlı bir şekilde sözlü kültüre atıfta bulunuluyor. Ancak, son zamanlarda, ülkemizde konuyla ilgilenen bazı araştırmacıların arşivlere ve kütüphanelere inmeleri sebebiyle artık –zaten bilinen bir şeydi ama çok yaygın değildi- Alevîliğin ve Bektâşîliğin kendine has yazılı kaynaklarının olduğunu ve bunlar üzerinden özgün bir Alevîlik tasavvurunun oluşturulabileceğine ve böyle bir şeyi başarabilmenin bugün için son derece önemli olduğuna dikkat çekmeye başladılar.
Sayın Başkan, saygıdeğer bilimadamları, kıymetli misafirler!
Konuşmama başlamadan önce hepinize saygılar sunuyorum. Son derece önemli önemli gördüğüm böyle bir konuyu gündeme getirmesi dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığını ve kongre tertip heyetini kutluyorum. Ayrıca böyle bir konuyu tebliğ olarak sunma cesaretini gösteren sayın tebliğci, Osman Eğri Bey’i de kutluyorum. Müzakere etmek istediğim pek çok nokta var, ancak daha önemli olanları öne alarak sınırlı bir süre içerisinde sunmak istiyorum. Şimdiye kadar bazı Alevî-Bektâşî çevreler, muhtemelen klasik kaynaklara inebilecek yeterli donanıma sahip olmadıklarından; bazıları da özgün Aleviliğin dışında bir Alevilik üretmek istediklerinden Alevî kaynaklar denildiğinde devamlı bir şekilde sözlü kültüre atıfta bulunuluyor. Ancak, son zamanlarda, ülkemizde konuyla ilgilenen bazı araştırmacıların arşivlere ve kütüphanelere inmeleri sebebiyle artık –zaten bilinen bir şeydi ama çok yaygın değildi- Alevîliğin ve Bektâşîliğin kendine has yazılı kaynaklarının olduğunu ve bunlar üzerinden özgün bir Alevîlik tasavvurunun oluşturulabileceğine ve böyle bir şeyi başarabilmenin bugün için son derece önemli olduğuna dikkat çekmeye başladılar. Bu konuyu özellikle son zamanlarda, en çok dillendirenlerden birisi de benim.
Alevîliğin yazılı kaynaklarına göre yeniden anlaşılması gerektiği üzerinde yapmış olduğum ve halen yapmakta olduğum çalışmalarda ulaştığım bazı bilimsel sonuçları dikkatlerinize sunmak istiyorum.Özellikle meseleyi sadece Alevîlik veya Bektâşîliğin kaynakları sorunu şeklinde algılamak da doğru sonuçlara uluşturmaz. Sorun ülkemiz insanının dini düşüncesinin arka planında önemli etkileri olan yazılı bilimsel güvenilir doğru bilgi veren kaynakların neşri sorunudur. Sadece Alevilik ve Bektaşiliğin değil diğer dini toplulukların kaynakları da bugün henüz bilimsel ölçütlere uygun bir şekilde neşredilmemiştir. Örneğin Türk dünyasının çoğunluğunun mezhebi olan Maturidîliğin temel kaynakları ile ilgili elle sayılabilecek kadar çok az kaynak vardır. Ancak bütün bu problemlere girmek istemiyorum. Konunun bir başka yönü de vardır. Alevîliğin yazılı kaynakları hakkında konuşmakla, Alevîlik hakkında yazılanlarla ilgili konuşmak, birbirinden farklı şeylerdir. Bu yüzden burada, sadece Alevîliğin yazılı kaynakları sorunu üzerinde önemli gördüğüm birkaç noktaya dikkat çekeceğim. Alevîlik, bugün olduğu gibi, geçmişte de çok karmaşık ve içinden çıkılması hakikaten zor problemlerden birisidir. Geniş bir coğrafyada yayılmış olması, 500 yılı aşkın uzun bir tarihsel süreci kapsaması dolayısıyla, onun hakkında konuşabilmek konuyu derinlemesine incelemiş olmayı ve bazı sosyal bilimlerin konuyla ilgili uluştığı sonuçları çok iyi analiz edebilmeyi gerektirir. Üstelik bugün Alevilik olarak tanımlanan zümrelerin, bu uzun süreçte çeşitli siyasi, toplumsal ve ekonomik dalgalanmalar sonucu büyük kırılmalara uğradığı ve önemli değişimler geçirerek günümüze kadar gelmiş olduğu da unutulmamalıdır. Aslında Alevîlik tanımlaması, Bektâşî, Hurufî, Babaî, Kızılbaş, Tahtacı ve benzeri zümreler için 19.’uncu asrın başlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Bu bakımdan, burada Alevî kaynaklarının neşri tartışmasına, hangi Alevî kaynakları sorusuyla başlamakta fayda vardır. Çünkü, Bektâşîlerce yazılan Âdap ve Erkannâme’ler – bir kısmını adlarıyla ve yazarlarıyla zikretti, Osman Bey- var, bunun dışında örneğin Tahtacılar ve diğer Kızılbaş zümreler arasında yaygın olarak başvurulan Buyruklar var. Ama maalesef bunların bütün nüshalarını bugün hâlâ tam olarak elde edebilme imkanına sahip değiliz. Burada sebepleri üzerinde durmak istemiyorum, ama başka bir toplantıda bunlar mutlaka tartışılmalıdır. Bazı nüshalarından yararlanılarak eksik bir şekilde veya aslından olmayan şeylerin ilavesiyle yayınlanmış olan buyruklar dışında Velâyetnameler, Menâkıplar, Kisvetnâme, Divânlar, Cenknameler ve diğer bir kısım yazma kitaplar vardır. Ayrıca, Safevî Şiîliğinin, Kızılbaş, Hurufî, Babayî veya Bektâşî çevreleri Şiîleştirmek üzere yazıp, Anadolu’ya göndermiş olduğu Kenzü’l-Mesâib (Kumru) ve Hüsniye gibi bazı kaynak vardır.
Alevîliğin yazılı kaynakları dediğimiz zaman, aklımıza gelen ilk araştırmacı Yusuf Ziya Yörükân’dır. Ben, Osman Bey’in tebliğinde bunlara işeret etmesini ve tartışmasını beklerdim; ama o daha çok Mürsel Öztürk ve onun tespitlerine çok az şey ilave eden Ali Yaman’ın konuyla ilgili bibliyografik çalışmalarındakileri bazı ilavelerle tekrarlamıştır. Yusuf Ziya, Tahtacılar arasında konuyla ilgili yaptığı ciddi saha araştırmaları sırasında Kızılbaş Tahtacılara ait çok kıymetli bazı yazılı kaynaklar tespit etmiş ve 1927 yılında bu konuda yazdığı makalelerde onlara dikkat çekmiştir. Onun bu konuda 70 yıl önce geldiği noktayı henüz öteye geçebilmiş değiliz. Aslında, Yusuf Ziya, bu tarihten sonra ölümüne kadar bu konuya yeni katkılarda bulunmamıştır. Onun ölümünden sonra Alevilik ve Bektaşilik tartışmaları yeniden alevlenmiş olmakla birlikte dikkat çektiği yazılı kaynaklar üzerine yeni bir bilgi ilave edilmemiştir. Keşke zaman olsa da o konuyu biraz uzunca burada tartışsabilseydik.
Alevilikle ilgili Cumhuriyet döneminde bu kaynakların sadece bir kısmı, eksik veya özetlenerek asıl nüshanın tertip ve içeriğine sadık kalmaksızın neşredilmeye başlanmıştır. Ne vadr ki, Buyruk veya Hüsniye gibi eserler yayınlanmak istenmiş, ancak bu eserler maalesef içerisindeki İslâm’la ilişkili bazı dini motifler çıkarılmak suretiyle neşredilmiştir. Meselâ Buyruk kitabından başlangıçta Besmele, Hamdele, Salvele; Peygamber’e, Âline, Ashabına ve Ehli Beyt’ine selam ve saygı ifade eden ifadeler ile son kısımlarda yer alan bazı bilgiler çıkarılmıştır. Bunlara en çok güvenilen kişiler tarafından hazırlanan Buyruk neşirlerinde de rastlanmaktadır. Buyruk adıyla yayınlanan diğer bazı neşirler ise, asıl Buyruk nüshalarıyla taban tabana zıt bilgilerle dolu olup daha çak neşredenin ideolojik fikirlerini Buyruk üzerinden sunma teşebbüsleridir. Benim elimde bulunan Caferi Sadık’a veya Şeyh Safi’ye ait gösterilen değişik bazı yazma Buyruk nüshalar var. Şu anda Buyruk adıyla neşredilenlerle asıl yazma nüshaları karşılaştırdığımızda gerçekten korkunç tahrifatla karşı karşıya olduğumuzun farkına varıyoruz. Bunun dışındaki eserlerde de bu tür eksikliklere ve tahriflere rastlamak–burada çok örnek verebilirim ama artırmak istemiyorum- mümkündür, sadece birisini, bir Hurufî eser olan Periştezâde’nin Işknâme’si (Cavidân’la birlikte yayınlandı). Bu eseri Nejat Birdoğan güzel bir şekilde Türkçe’ye sadeleştirdi ve neşretti. Kendisini saygıyla anıyorum. Bu neşri asıl metinle karşılaştırdığımızda, bazı ayetler ve bazı kısımların çıkarıldığını görüyoruz. Bunu kasıtlı olarak yapmamış da olabilir. Ancak bunların çıkarılmasıyla eser, İslami kültür bağlamından koparılmış, tamamen farklı amaçlar için yazılmış bir esere dönüşmektedir.
1980’li yıllardan sonra Alevilik ve Bektaşilik hakkında yapılan yeni yayınlardaki neşir problemlerine gelince, bu Aleviliğin kaynaklarının neşrinden çok günümüzde Alevilikle ilgili yazılan eserlerlerle ilgilidir. Başta da söylediğim gibi bu ayrı bir sorundur.Alevî kaynaklarının neşri ve Alevilik üzerinde yapılan araştırmalardaki sorunları aşma konusunda bazı önerilerim olacak.
Birincisi, Alevîlikle ilgili yayıncılığı, tamamen ticarî amaçlı olmaktan çıkarmamız gerekir. Yayımlanan özgün kaynakların –hiçbir yayınevini burada itham etmek istemiyorum, bir akademisyen olarak konuşuyorum- büyük bir kısmı aslına uygun olmayan bir şekilde neşredilmiştir. Birçok cümle, ayet ve Arapça ifadeler, aslından tamamen saptırılarak çevrilmiş veya sadeleştirilmiştir. Örneğin, Peygamber’in Ehl-i Beyti anlamına gelen “Hanedân-ı Risâlet”, eseri neşreden tarafından konulan bir notta kutsal yazıcı diye sadeleştirilmiştir. Bu tür yanlış sadeleştirmeler ve çevirilerle karşı karşıyayız. Onun için, öncelikle bu ticarî yayıncılığa – gerek Sünnîlik, gerekse Alevîlikle ilgili neşirlerde- karşı dikkatli olmalıyız.
İkincisi, siyasî nitelikli ve gazetecilik nitelikli yayınlara ihtiyatla yaklaşmamız gerekiyor. Bu yayınlar Aleviliği siyasallaştırmaktadır. Şunu da özellikle sizlerin dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Üçüncü olarak ideolojik yayıncılığa dikkat çekmek istiyorum. Alevîlikle ilgili son zamanlarda yapılan araştırmalarda, farklılıklar öne çıkarılmaya veya yapay farklılıklar üretilerek yeni bir Alevi kimliği oluşturulmaya çalışılmaktadır. Burada bu tür eserleri tek tek saymak istemiyorum.
Alevi-Bektaşilere has gösterilen bir nefes, örf-adet veya bir kültürel unsur, Alevi-Bektaşi olmayan Anadolu’daki diğer Türk topluluklardakilerle karşılaştırılmadığından, genellleme yapılarak sadece Aleviliğe has gösteriliyor. Aslı incelendiğinde, bütün bunların Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk boylarında yaşayan ortak kültürel-dini motifler olduğu görülmektedir. Örneğin Alevi-Bektaşilere ait gösterilen bir mani-nefesi, ninemin yatarken okuduğu maniyle aynıydı. Farklılıklar üzerine gitmek yoksa yapay farklılıklar üretmek, maalesef, bize Avrupa merkezli (eurosentrik) bir bakış açısıyla geldi. Avrupa ve oryantalizm, sürekli farklılıkları öne çıkararak mevcud dini toplulukları yeniden inşa etmeye ve kimliklendirmeyi amaç edinir. Bugün Türkiye’de Avrupa-merkezli bir Alevîlik yapılandırma teşebbüsüyle karşı karşıyayız. Buyruk’u kutsal bir kitap gibi algılama veya kutsal bir kitap hâline dönüştürme çabalarıbunun bir parçasıdır. Maalesef, 1993 yılında düzenlenen ve metinleri Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanan bir sempozyumda, M.A. Anke Otter-Beaujean isimli batılı –sanırım Alman-bir araştırmacının, sunmuş olduğu tebliğinin başlığını, “Tahtacıların Kutsal Kitabı-Buyruk Hakkında Bir Kaç Not” Buyruk olarak seçmiştir. Ben böyle bir şeyi görünce çok şaşırdım. Çünkü bu başlık son derece ideolojik bir başlıktı ve TC. Kültür Bakanlığı yayınlarında yer almıştı. Halbuki bir tane Buyruk kitabı yoktur, metinleri birbirinden tamamen farklı ve farklı adlarla bilinen birden fazla Buyruk, yani Buyruklar vardır. Buna özellikle dikkat çekmek istiyorum. Ben onun için Buyruk değil, Buyruklar diye ifade ediyorum ve bu Buyrukların bir kısmı, Safevi taraftarlığını Anadolu Kızılbaşları arasında yaymak amacıyla yazılmıştır. Bir kısmı ise, sembolik bir Cafiriliğin yer aldığı ve birden fazla nüshası bulunan bugün Tahtacılar arasında yazmalarına rastlanan Buyruklardır. Onun dışında, Necip Asım’ın yayınlamış olduğu ve son zamanlarda Bektâşî İlmihâli adıyla tekrar yayınlanan bir başka eser daha var ki bu eser başta abdesten olmak üzere pek çok konu, İmamî-Caferi fıkhına göre ele alınmaktadır.Alevî kaynaklar arasında sayabileceğimiz diger iki kaynak da Aleviler arasında çok okunan Hüsniye ve Kumru adlı eserlerdir. Aslında bunlar Şiiler tarafından yazılmıştır. Özellikle bu eserlerin tenkitli neşrinin yeniden yapılmasının şart olduğuna inanıyorum. Çünkü Aleviler arasında en çok okunan bir kitap olan –anketlerde en azından öyle çıkıyor- Kumru kitabının Türkçe’ye sadeleştirilmiş bir özeti vardır. Eseri aslıyla karşılaştırma imkânı buldum. İlk mısrada geçen “...butûn-i Âye-i Kur'ân..” ifade, “ ...bütün Kur'ân ayetleri” diye sadeleştirilmiştir. Bu eserin, dipnotlarla ve bazı açıklamalarla birlikte yeni ve tam sadeleştirmesinin yeniden yapılmasında fayda var. Bu bakımdan, benim bu eserleri yayınlayacak kurum ve kuruluşlara -Diyanet İşleri Başkanlığı veya başka bir kurum olabilir- bazı önerilerim olacak, hemen onlara geçmek istiyorum:
Bence bu sorunu aşmanın yolu, bizim ülkemizin çok kıymetli bilim adamı merhum Yusuf Ziya Yörükân ve Fuat Köprülü’nün kaldığı yerden bu işe devam etmekten geçer. Peki, bunlar ne yapmış? Özellikle Yusuf Ziya Yörükân, Tahtacı Aleviler arasında uzun süre alan araştırması yaparak ve kaynaklarını bizzat kendi ağızlarından dinleyerek tespit etme yoluna gitmişti. Ancak, kendisinin de üzülerek ifade ettiği gibi, muhterem Alevî dedeler ve bu eserlere sahip diğer kişiler, “ evrak-ı perişan” kendi arşivlerini ve eserlerini maalesef bugün de Türk araştırmacılara açmakta tereddüt gösteriyorlar. Ama, bir yabancı araştırmacıya, bütün evrakları, bütün arşivleri açıyorlar. Bu yüzden bugün pek çok Alevi yazma eseri yurt dışına, özellikle Almanya’ya taşınıyor veya kaçırılıyor. Bunun, özellikle Alevî çevrelerce dikkate alınması ve bu belgelerin, biz ilahiyatçı çevrelerin ve Türkiye’deki araştırmacıların dikkatlerine sunulması gerekiyor. Örneğin, ben kütüphanelerden birçok şey tespit etmeye çalışıyorum, bazı şeyler dedelerin elinde, alamıyorsunuz. Ama, bir Alman araştırmacı, Türkiye’de dolanıp hepsini alma imkânı bulabiliyor. Bunu sorgulamamız lâzım. Onun için, ben burada Fuat Köprülü’nün, Anadolu’nun Dinî Tarihi ve Etnografisini Tetkikat Merkezi diye İstanbul Üniversitesine bağlı olarak zamanında bir araştırma merkezi kurmuştu, Alevîlikle ilgili birkaç eser yayınladı, ancak devamı gelmedi. En azından böyle bir kurum kurarak, Kızılbaşlık ya da Alevîlikle birlikte, Anadolu’daki dini kültürü karşılaştırmalı olarak araştırmak durumundayız. Yoksa, her şeyi farklılık olarak görüyoruz, çünkü Alevîliği bilmiyoruz. Böyle bir kurumla, daha sonra Alevîlik, Bektâşîlik ve diğer sûfî oluşum ve mezheplerin temel kaynaklarını bir araya toplamak, ya da bugün İSAM gibi bir merkeze kurarak, Anadolu’nun dinî metinlerini buralarda toplamamız gerekmektedir. Ben, şahsen bir araştırmacı olarak, Alevî kaynaklara ulaşmakta çok güçlük çekiyorum. Millî Kütüphanede dahi çok yakında yayınlanmış bazı eserleri bulamıyorum. Böyle bir sıkıntıyla karşı karşıyayım. Benim önerim, kurulacak olan böyle bir araştırma merkezinde, bir kütüphane oluşturularak, Anadolu’daki Alevî, Bektâşî, Mevlevî, Halvetî, Nakşî ve sairesinin arşiv dokümantasyonlarının, belgelerinin, dedelerin elindekilerin mikrofilmlerinin bu merkezde toplanmasında büyük fayda var.
Muhterem dedeler, Alevîlerin saygın inanç önderleri olarak bilinen bu kişilerden, lütfen arşivlerini ve belgelerini biz araştırmacılara açmalarını ve bunları kullanmamıza imkan tanımalarını rica ediyorum.Bir başka konu da, Alevî ve Bektâşîlerin, bu eserleri okuyabilecek donanıma sahip, hatta okumanın da ötesinde, bu eserleri yayınlayabilecek düzeyde araştırmacı yetiştirmeleri kaçınılmazlığıdır. Bu donanımı edinebilmelerinin yolu, ya Edebiyat Fakültelerini ya da İlahiyat Fakültelerini bitirip Y. Lisans ve doktora yaparak- daha değişik birtakım çözüm önerileri belki bulunabilir- kendi kaynaklarını bilimsel usullerle ve tenkitli olarak kendileri tarafından neşredilmesinden geçer. Bu sorunun çözüme kavuşturulmasının son derece önemli olduğu inancındayım.
Günümüz Alevî-Bektâşîliğinin birçok boyutu olduğundan, az önce de söz etmiştim. Geleneksel ve özgün Aleviliğin sınırlarını zorlayan bu kadar dağınık bir yapının tekrar kendi köklerine döndürebilmek için ne yapabiliriz? Geleneksel Alevîlik ve Bektaşilikle ilgili bir kitap seti oluşturarak, bu sorunu çözemeyiz mi? Burada önemli olan kitap setininin hangi kitaplardan oluşacağıdır. Örneğin Kur’an-ı Kerim, Peygamberimizin hadisleri, Hazret-i Ali’ye nispet edilen hutbelerini ve önemli görüşlerini içeren Nehcül Belağa’dan seçmeler, Ahmet Yesevi’nin Hikmet’i, Yunus Emre’nin Divan’ı, Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât’ı, Buyruklar, Nefesler, Erkannâmeler, Cenknâmeler, Gülbanklar, Tercümanlar, ve az sonra adlarını ilave edeceğim bazı eserler bir set haline getirilebilir. Yalnız Buyruklar konusu çok özel projelerle çalışmayı gerektirir. Anke Otter, diye bahsettiğim araştırmacının, şu anda bir doktora tezi olarak bunu çalıştığını biliyorum; ama, bitirdi mi o konuda bir bilgi elde etmiş değilim. Bütün bu eserlerden seçme yaparak bir set oluşturup bu insanların, örneğin Alevî köylerinin kütüphanelerine, camisi varsa camilerine, okul varsa okula bıraksak, bunlar, daha sağlam ve sağlıklı kaynaklardan bilgi alsalar zararlı mı olur; herhâlde olmaz. Diğer taraftan Cönknâmeler, Fütüvvetnâmeler, Velâyetnâmeler, Menâkıplar, Tercümânlar-Gülbenkler konusunda nelerin yayınlanabileceğine dair de önerilerim var; ama, burada kısa kesiyorum.. Mesela, Alevî-Bektâşîlerin, sözlü ve yazılı kaynaklarında o kadar güzel dualar var ki, insanı hayran bırakıyor. Ben iki yıl Kırgızlar arasında kaldım, Kırgızlar arasında gördüğüm derunî dinî tecrübenin dışarıya dualarla yansımasının Alevîlerin Osmanlı döneminde yazılmış özel tercümanlarında benzer şekilde ortaya konulduğunu görüyorum. Bunlar çok kıymetli malzemelerdir. Bu sebeple bir an önce Alevî Müslüman kardeşlerimizin kolayca anlayabilecekleri bir hâle getirerek yayınlamamız gerekiyor.
Ayrıca Kumru, Cabbar Kulu, Ehl-i Beyt’le ilgili hadisleri toplayan Hutbetü’l -Beyan ve diğer bazı eserler var. Osman Bey’in yazma olarak zikrettiği Cabbar Kulu, şu ana kadar okuduğum halka yönelik yazılmış ahlâk kitapları içerisinde en anlaşılır ve harika olanıdır. Bu eserin elimde yayınlanmış bir nüshası var. Cabbar Kulu kitabını okuduğunuz zaman, yörük ve konar göçer bir hayat yaşayan Alevî insanın anlayacağı şekilde ahlakî konuları fizikî ve coğrafî çevre içerisinde dağlarla, taşlarla konuşarak sunduğunu çok iyi görebiliyorsunuz. Dağla konuşuyor, taşlarla konuşuyor, sularla konuşuyor, tahtalarla, ağaçlarla konuşuyor. Hele hele Alevî Tahtacı ve yörükler için son derece anlaşılır ve sade bir dil kullanmaktadır.Burada eserlerin yayınlanması durumunda doğabilecek bazı sorunlardan söz edilebilir. Sayın Başkan müsaade ederlerse son olarak bu hususa değinmek istiyorum. Biz bu yazılı kaynakları yayınladığımız takdirde, acaba bugün yaşayan Alevîlik veya çok yönlü, çok boyutlu Alevîlik ile, bu yazılı kaynaklar üzerinden ortaya çıkan gelenekçi, özgün Alevîlik, bir çatışma ya da çelişme içerisine girer mi? Bu Alevîler açısından birleştirici mi olur, yoksa bazı sakıncalar doğurabilir mi?
Aslına sadık kalınarak yapıldığı takdirde, böyle bir şeye sebep olacağı kanaatinde değilim. Bilakis Alevîlik kendi kimliğine, tarihsel kökleri itibariyle yeniden kavuşacaktır ve hem kendilerini daha iyi tanıma imkânı olacak, hem bizim onları daha iyi tanıma imkânımız olacaktır. Ancak gerek Aleviler gerekse Sünnilerin böyle bir parçalanmışlıktan kurtulabilmelerinin çaresi, Kur’ân’ı Kerim etrafında birleşmekte bulunabilir. Bunu bir kaç gün önce bir arkadaşımın elektronik postayla bana gönderdiği ve çok hoşuma giden bir hikaye ile örneklendirip bitirmek istiyorum. Renkler birbiriyle tartışıyorlar, kırmızı diyor ki “ben insanın kanıyım, çok önemliyim”, yeşil diyor ki “ben bütün tabiatın rengiyim, çok önemliyim” ve her bir renk kendi faziletini sayıp döküyor. O sırada anlaşmazlık çıkıyor, gök gürleyip şimşek çakıyor. Tam o sırada yağmur yağıyor. Yağmur, bu renklere hepiniz çok özgünsünüz ve farklısınız ancak bir araya gelip gökkuşağı oluşturursanız daha güzel olursunuz. Renklerin hepsi gök kuşağı olarak bir araya gelip güzel bir renk birlikteliği oluşturuyorar. Bu özgün ve farklı renklerin gökkuşağı oluşturması ise ancak yağmurun yağmasıyla olabilir. Bütün bu farklılıkların bir arada gökkuşağı oluşturması Kur’ân etrafında birlişmelerine bağlıdır. Ancak o zaman farklılıklar birer zenginliğe ve güzelliğe dönüşebilir. Bu durumda yağmur Kur’ân’ı, gökkuşağı da birlikte yaşama kültürünü temsil ediyor. Böyle bir oluşumun, böyle bir ortamın oluşabilmesi için, öncelikle yazılı kaynakların neşrinin şart olduğu kanaatindeyim.
Sonuç olarak, Alevilik-Bektaşilik, pek çoğu yayınlanmamış, kütüphane raflarında yayınlanmayı bekleyen zengin bir dini kültürel mirasa sahiptir. Bu bu eserlerin çok az bir kısmı yayınlanmıştır. Ancak bu tür yayınlarda özgün metne ve ilmi yayın kriterlerine bağlılık konusunda yeterli titizlik genelde gösterilmediği için toplum olarak önemli bir bilgi kirlenmesiyle karşı karşıyayız. Bu durum toplum katmanları arasında iletişimsizlik sorununun sürüp gitmesine, gereksiz gerginliklerin yaşanmasına ve karşılıklı dini hoşgörünün zayıflamasına sebep olmaktadır. Toplum katmanlarını arasında birbirini anlama sorununun giderilebilimesi, barış ve kaynaşmanın, milli birlik ve bütünlüğün sağlanması, doğru ve bilimsel bilgiyle bu konudaki bilgi boşluğunun doldurulması ve küreselleşen dünyamızda birlikte yaşama kültürünün gelişmesi açısından yurtiçi ve yurtdışı kütüphanelerde bulunan bu kıymetli eserlerin sahasında usman ilim adamlarınca ilmî neşirlerinin yapılarak, dinî-kültürel hayatımıza kazandırılması tarihi bir zorunluluktur. Diyanet İşleri Başkanlığı, İslam kültürüne dair Alevi ve Bektaşîlerce yazılan ve halk klasikleri haline gelmiş bu kıymetli eserlerden bir kitap seti oluşturarak halkın yararlanabileceği kütüphanelere ve ilgili yerlere dağıtması son derece faydalı olacaktır.Hepinize saygılar sunuyorum.