Bu makale, 12 Mayıs 2009 tarihinde yapılan Avrasya İslam Şurası'na sunulan bir tebliğdir.
AVRASYA COĞRAFYASINDA KADİM DİNİ BİLGİNİN KAYNAKLARI VE YENİDEN ÜRETİLMESİ SORUNU
Prof.Dr. Sönmez KUTLU
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
İLAHİYAT
FAKÜLTESİ
Orta Asya ve İdil-Volga Boyu, oldukça erken dönemlerden itibaren İslam ve
İslam kültürüyle tanışmıştır. Bu bölgedeki
İslamlaşma sürecinin başlangıcı ve hangi yollarla olduğu henüz tam olarak
aydınlatılamamıştır. İslamın bölgede
yayılmasından kısa süre sonra Horasan-Maveraünnehir-Horezm (Fergana, Mergınan,
Serahs, Semerkand, Buhara, Belh, Merv, Balasagun, Şaş) İslam medeniyetinin önemli kültür merkezi ve
havzası haline gelmiştir. Bu kültür havzası, Avrasya’nın İslamlaşma sürecinde
ve sonrasında son derece etkili olmuştur. İslam’ın ve bilimin ışığını
kendilerine rehber edinin Türkler, kendilerine özgü ürettikleri dindarlık
sayesinde pek çok milletin İslam’la tanışmasına ve İslam medeniyetinin
şemsiyesi altına girmesine yardımcı olmuşlardır.
Avrasya coğrafyası, kadim dini bilginin
kaynaklarının oluşturulmasında önemli bir yere sahiptir. Bu bölgede İslam’ın inanç,
ibadet-muamelat ve ahlak alanları
bölgenin toplumsal, dini ve kültürel yapısına, toplumsal ihtiyaçlarına
uygun olarak yeniden yorumlanmış ve her üç alanda bilgi gelenekleri
oluşturulmuştur. Birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili olan ve iç içe geçen bu gelenekler
Avrasya’da dindarlığın itikadî, amelî ve ahlakî cepheleri olmak üzere üç
boyutunu oluşturmuştur. Bu dindarlığın amelî cephesi Hanefîlik, itikadî cephesi
Maturidilik ve Tasavvufî-ahlakî cephesi Yesevilik olarak kurumsallaşmıştır.
Türk dindarlığının üç boyutu temsil eden bu kimlikler, birbirini tamamlayan tek bir kimlik haline
gelmiştir. Maveaünnehir’den başlayıp Avrupa’ya ve Afrika’nın en ücra köşelerine
kadar Allah’ın kelamını yaymayı amaç edinen bu akılcı din anlayışı, bin yılı
aşkın bir süre İslam medeniyetinin gelişmesinde ve İslam’ın dünyaya
tanıtılmasında başat rol oynamıştır. Bu
geleneğin önde gelen temsilcileri arasında
Mâturîdî, Ebû’l-Muîn en-Nesefî, Serahsî, Merğınanî ve Ahmed Yesevî’yi
sayabiliriz. Orta Asya’dan başlayan
büyük göçle birlikte bu gelenek, güneyden Anadolu’ya, Kuzey’den İdil-Volga
boyunca Balkanlar ve Kafkaslara, oradan da Avrupa’nın içlerine kadar uzanmıştır.
Avrasya coğrafyasının fıkhî-amelî cephesini
oluşturan Hanefilik, altın çağını bu coğrafyanın Türkistan bölgesinde yaşamıştı. Hatta başta Türkler olmak üzere diğer milletler, Hanefiliğe o kadar sıkı
sıkıya bağlandı ki bazı tarihçiler onların İslam’a girişinden “Hanefî
dinine girme”[1] olarak söz etmişlerdir. Maveraünnehir kültür
havzası, genelde İslam fıkhının, özelde
Hanefî fıkhının gelişmesine önemli bir görev üstlenmiştir. Örneğin Karahanlılar
döneminde toplam üçyüze yakın fakih çıkmış ve bunların büyük bölümü bu
topraklardaki eğitim kurumlarında yetişmişti. Karahanlılar döneminde ilim merkezleri
durumunda olan elliyi aşkın şehir vardı. Bunların en önemlileri Buhara,
Semerkand, Nesef, Kâş, Uşrusana, Ferğana’dır. Karahanlılar döneminde elliye
yakın ilim merkezinde 125 kadar fakih yetişmiştir. Bunların 32’si Buhara, 12’si
Semerkand, 10’u Merğinân, 10’u Nesef, 4’ü Oş’ludur. Müslüman olduktan sonra
İslam’a çok çabuk intibak
“Müslüman Türklerin ilim
ve irfanıyla İslâm’a ve hususiyle İslâm
Hukukuna intibakları ve 300’e varan İslam hukukçusu yetiştirmeleri, hatta
onların fıkha dair eserlerinin 350’den fazla oluşu fevkalâde calib-i dikkattır.
Bu hal onların ileride kuracakları Türk-İslam İmparatorluklarına ne derece
layık olduklarını göstermekte idi. Fetva
kitaplarının 20 kadar olduğu 350’den fazla Fıkıh eserinin % 98’i Hanefî Fıkhına
dâirdir. Filhakika, Mâvarâ’ al-Nahr, Hanefî mezhebinin kal’ası olmuştur. Öyle
ki, bu mezhebi, hususiyle Hanefî Fıkhını Mâvarâ’ al-Nahr mezhebi ve Fıkhı
saymak mümkün olsa gerektir. ….”
Bu bölgede yazılan fıkıh
kitaplar, Horasan, Anadolu, Balkanlar ve Kafkaslar’da dini-toplumsal hayatın
işlediği fıkıh zeminini oluşturmuştur. Maveraünnehir fıkıh havzasında yazılan
bu eserler, daha sonra bu bölgelerde yıllarca medreselerde okutulmuş, üzerine
yüzlerce şerh ve haşiye yazılmıştır. Bu eserlerden bazıları şunlardır: el-Hakîm
eş-Şehîd (334/945)’in el-Kâfî’si; Şemsüleimme es-Serahsî (483/1090)’nin bu eseri şerhetmek için yazdığı el-Mebsût’u; Kudûri (428/1037)’nin el-Muhtasar’ı; Ebû Muhammed
es-Sadurşşerîa ( 536/1141)’nın el-Fetâvâ el-Kübrâ’sı, Ebû Bekr
es-Semerkandî (538/1144)’nin Tuhfetu’l-Fukâhâ’sı, Ebû’l-Kâsım
es-Semerkanî(556/1161)’nin Multekâ fî’l-Fetâvâ’sı, Alâuddîn
el-Kâsânî(587/1191)’nin Bedâiu’s-Sanâ’î fî Tertîbi’ş-Şerâi’i, Kadıhan
Fahruddîn el-Ferğânî(592/1196)’nin Fetâvâ’sı, Burhanüddîn
el-Merğînânî(593/1197)’nin el-Hidâye’si,
Ali el-Pezdevî(482/1089-90)’nin Kenzü’l-Vusûl
ilâ Ma’rifeti’l-Usûl’ü ve Sadruşşerîa Ubeydullah b. Mes’ûd (747/1346-7)’un Tenkîhu’l-Usûl’ü.
Bu kültür havzasının en önemli başarılarından
birisi de, İslam inancını
sistemleştirerek ve aklî yollarla temellendirerek Maturidilik adıyla
bölgenin kültürel ve toplumsal yapısına uygun kelamî bir sistemi üretmesidir.
Bu sayede alimler, dini düşüncede çatışmaya sebep olacak dış kaynaklı
anlayışlara karşı koyabilmeyi başarmışlardır. İkinci önemli başarısı da, İmam
Mâturîdî tarafından, dini bilgi üretebilmek için gerekli olan bilgi kuramının oluşturulmasıdır.
Bu bilgi nazariyesinde akıl, duyular ve haber sağlam, güvenilir ve doğru
bilginin üretiminde esas olarak alınmıştır. Kadim dini bilginin üretilmesinde,
bu kuram Avrasya’da uzun süre işletilmiş, ancak daha sonra bu akılcı bilgi
kuramı terk edilmeye başlanmış ve gelenekçi-muhafazakar bir anlayış yer
edinmeye çalışmıştır. Avrasya coğrafyasının her tarafında Maturidîliği savunan
ve onun görüşlerini destekleyen çok sayıda eser, şerh ve haşiyeler yazılmıştır.
Bu eserlerin müelliflerinin % 90’nı Türk asıllıdır. Samanîler, Karahanlılar ve
Selçuklular döneminde Orta Asya ve Türkistan’da ortaya çıkan ve Mâturîdî
mütekellim olarak bilinenlerden bazıları şunlardır: İmâm Mâturidî, el-Hakîm
es-Semerkandî (342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (IV. Asrın ikinci yarısı),
Ebû İshak es-Safâr el-Buharî (534/1139), Ebû Yüsr el-Pezdevî (493/1099),
Ebû’l-Muîn en-Nesefî (508/1114), Nureddîn es-Sabûnî (580/1184), Ömer en-Nesefî
(537/1142), Sıracüddîn el-Oşî (575/1179), Menkübers b. Yalınkılıç et-Türkî
(652/1254), Ebû Hafs el-Gaznevî (593/1197); Ebû’l-Berekât en-Nesefî (710/1310),
Sadru’ş-Şerîa es-Sânî (747/1346). Hatta bazı aileler kelamcı yetiştirmekle ün
salmıştır. Bu ailelerden yetişen kelamcılar, Maturidî, Semerkandî, Nesefî,
Saffar el-Buhârî, Pezdevî gibi aile adlarıyla anılmaktaydı. Bu alimlerin her birinin günümüze kadar
ulaşmış önemli kelamî eserleri bulunmaktadır.
Osmanlı döneminde de Maturidî geleneğine mensup ve
onu savunan pek çok mütekellim yetişmiştir. İbnü’l-Hümâm (861/1456), Hızır Bey
(863/1458), Hayâlî Ahmed Efendi ( 1470), İbn Kemal Paşa(940/1534), Kemaledin el-Beyâzî
(1687), Mestcizade Abdullah Efendi (1148/1735), Akkirmanî Mehmed Efendi
(1174/1760), Gelenbevî İsmail Efendi(1205/1791) en çok bilinenleridir. Türk
kelamcıların yazdıkları eserler, genel kelamî eserler arasında önemli bir yekün
tutar. Türk bilginlerinin tamamına yakını Ehl-i
Sünnet’in Maturidî mezhebine mensuptur. Dolayısıyla bu eserler İslam akidesini
Mâturîdî mezhebinin kelamî yöntemiyle açıklamak veya muhaliflerine karşı
savunmak için yazılmışlardır. Türk
kelamcılar, sadece kelamla ilgili değil, diğer alanlarda da eserler
yazmışlardır.[3]
Osmanlı medreselerinde görev alan Hızır Bey, İbn Kemal Paşa, Hayali Ahmed
Efendi, Gelenbevî, Akkirmanî gibi pek çok alim Maturidiliği Eşariliğe karşı müdafaa
etmiştir. Aynı şekilde Tatar ceditçilerinden Mercanî, Kursavî, Rızauddîn b.
Fahreddin, Musa Carullah, Gaspıralı ve diğerleri de Maturidiliği savunan ve
onun görüşlerini yaymaya çalışanlar arasında yer almıştır. Balkanlarda da
Mâturîdî geleneği benimseyen alimler yetişmiştir. Kısaca Avrasya coğrafyasında
dindarlığın itikadi boyutu Maturidilik tarafından temsil edilmiştir. Öyle ki bu geleneğe ait kelamî eserler
Avrasya coğrafyasının her tarafında ilgi görmüş, sadece ilgi görmekle kalmamış
üzerine onlarca şerh ve haşiyeler yazılmıştır. Orta Asya, Balkanlar, Anadolu ve
Kafkaslar’da Ömer en-Nesefî (537/1142)’nin Akâid’ine bu coğrafyadaki dillerde
yazılan şerhler ve haşiyeler bunun açık göstergesidir. Hatta Nesefî’nin Akâid’inin şerhlerine
Avrasya coğrafyasının her köşesinden haşiyeler yazılmıştır. Bunlardan bazıları
şunlardır: Muslihuddîn Mustafa
el-Kastalânî ( 901/1495); Hakim Şah Muhammed b. Mübarek el-Kazvînî ( 920/1515);
Ramazan b. Abdülmuhsin Bihişti ( 975/1571); İsamüddîn İbrahim b. Muhammed
Semerkandî ( İsferayini) ( 951/1544); Abdülhakim b. Şemsüddîn Muhammed
Siyalkutî ( 1067/ 1667); Saçaklızade Muhammed Mar’aşî ( 1150/1737); Karabaş Ali
b. Muhammed el-Kastamonî ( 1097/1686) ve diğerleri.
Konar göçer hayat yaşayan Türk topluluklarının
manevî hayatında makes bulan, yabancı kültürlerin sızmasına belli ölçüde direnç
gösteren Yesevîlik de Maveraünnehir kültür havzasında üretilmiştir. Türklerin
İslâm’ı kabulleri ile beraber Orta
Asya’da başlayan en erken sufîlik geleneğini birinci temsilcileri, Yesevî
ocağında ve Hanefî-Mâturîdî medreselerde eğitim gören Türkistan Erenleri
olmuştur. Ahmed-i Yesevî (öl. 1167), Türk halk sufi geleneğinin kurucusu
sayılır ve bu yüzden de Pîr-i Türkistan diye nitelendirilir.[4] Yesevîlik, XIV. Yüzyılın sonlarına doğru Maveraünnehir’de teşekkül eden ve
Avrasya coğrafyasında etkili olan
Nakşibendiliğin ve XV. asırda Anadolu ve Balkanlarda teşkilatlanan Bektaşi
geleneğinin doğuşuna kaynaklık etmiştir. Ahmet Yesevî’nin bu etkisi sebebiyle Hâce-i
Türkistan ünvanı verilmiştir.[5] Yesevîlik, gerek Ahmed-i Yesevî’nin sağlığında, gerekse vefatından sonra,
halifeleri Hakîm Ata (öl.1186), yani Süleyman Bakırganî, Mansur Ata (öl. 1119),
Saîd Ata (öl. 1281), Hacı Bektaş Veli ve diğer Yesevî dervişler yoluyla
gelişerek bütün Türkistan’da, Harezm,
Horasan, Azerbaycan ve İran’da yayıldı[6] Moğol istilâsıyla birlikte, büyük göç dalgalarıyla Anadolu’ya girmekle
kalmadı Balkanları da etkisi altına aldı.[7] Yesevilik, sadece kendi milletine
mensup insanların Müslüman olmasını sağlamamış Avrasya coğrafyasında yaşayan
pek çok milletin de İslâmiyet’e girmesini kolaylaştırmıştır. Ticaret kervanlar
ile beraber seyahat eden Buhârâ ve Semerkand Medreselerinde yetişen dervişler
ve din adamları, ilgili topraklarda
yaşayan insanların gönüllerini fethederek ve akıllarını aydınlatarak bu
toprakları fetih için hazır hale getirmişlerdir.[8] Maveraünnehir’de üretilen Yesevilik, kendine özgü bir zühd anlayışı
geliştirerek Safevî tekkesi ve diğer bazı sufi oluşumlar gibi Şiiliğe ve aşırı
batınî yorumlara karşı kendini
korumasını bilmiştir.
Maveraünnehir’de oluşturulan ve bütün Avrasya
coğrafyasına hayatın her alanına nüfuz eden Hanefilik, Maturidilik ve
Yesevilik, kısa süre sonra birbirinin
ayrılmaz parçası haline gelmiştir. Bunun sonucunda Avrasya coğrafyasındaki İslam medeniyeti, bu üç gelenek yoluyla
gönülleri fethetmiştir. Bugün bu coğrafyada bize miras bırakılan yazılı dinî
edebiyat incelendiğinde, iç içe geçmiş bu üç geleneğin eserleriyle dolu olduğu
görülecektir.
Bazı araştırmacılar, Avrasya coğrafyasında İslam’ın
yayılışını, sadece Türklerin savaşçı ruhuna ve kılıcına bağlamaktadır. Bu
başarıyı, tek bir sebeple izah etmek yanlıştır. Çünkü bu başarının arkasındaki
asıl etkenlerden birisi, İslam’a girişle kazanılan ilmi zihniyettir. Bu sebeple
Türkler, genelde bilime, özelde dini
bilimlere, tabii bilimlere ve felsefeye büyük önem vermişlerdir. Özellikle Semerkand ve Buhara, kaynaklarda
ilmin ve medeniyetin beşiği ve kubbesi olarak bilinir. İmam Mâturîdî döneminden
bahseden kaynaklar, Semerkand’daki medreselerde köylü çocuklarının eğitim
kurumlarında oldukça iyi bir eğitime tabi tutulduklarını kaydeder. Allah’ın
sözünü bütün insanlığa yaymak uğruna yapılan
bu yolculukta, en büyük güç ilim ve kalem olmuştur. Örneğin Semerkand’da
III./IX. asrın sonlarında kurulan ve İmam Mâturîdî’nin eğitim aldığı ve hocalık
yaptığı Cüzcaniyye Medresesi, kuruluşundan sonra döt yüz yılı aşkın belki daha
fazla İslam dünyasına hizmet vermiş ve binlerce alimin yetişmesini sağlamıştır.
İmam Mâturîdî, bir beldede, ilim tahsil eden öğrencilerin masraflarını o belde
halkının karşılaması gerektiği fetvası vermiştir.Hanefî-Maturidî-Yesevî
geleneğinde ilmin dini bir vecibe olarak görülmesi ve cehaletin haramlığı
konusunda bir örnek vermek istiyorum. Hepimiz biliriz, ilim öğrenmek her erkek
ve kadına farzdır. Bu bir hadistir, ama kadınların bu konuda işe ne kadar
katılabildiği tartışmalıdır. Bu hadisin anlamını alimler aynen benimsedi. Ancak Mâturîdî’nin Te’vilât’ını
şerh eden Semerkandî, Kur’an ve hedislerde ilme verilen önemden hareketle,
İslam ilim tarihi açısından son derece önemli ve belki de devrim denebilecek
şöyle bir ilavede bulundu. “İlim farz, cehalet haramdır.”[9]
Avrasya’da yaşayan milletlerin hemen hemen tamamı,
amelde Hanefî, itikatta Mâturîdî ve silsilede
Yesevî geleneğine mensuptur. Çarlık Rusya’nın bölgeyi işgaline kadar
durum böyle devam etti ve bu kimlik Çarlık Rusya döneminde yazılan ve
medreselerde okutulan eserlerde korunmaya devam etti. Bolşevik ihtilali öncesinde Avrasya, küçük
hanlıkların birbiriyle mücadelesinden büyük zarar gördü. Bu yüzden Rus
Çarlığının yayılmaya başlamasıyla pek çok bölgede büyük yenilgiler yaşandı.
Bunun ilk kurbanları, çok daha erken dönemlerde asimilasyon edilmek istenen
Tatarlar ve Karadeniz’in kuzeyindeki Müslüman milletler oldu. XVIII. ve XIX.
asırdan itibaren bu yenilginin sebepleri üzerine tartışmalar yaşandı. Sonunda
bundan kurtuluşun yolunun önce eğitim kurumlarının ve daha sonra dini
düşüncenin yenilenmesinden geçtiğine inanıldı. Bu sebeple temelde
Hanefî-Mâturîdî gelenekten hareketle,
Kursavi (öl. 1812), Mercani (öl. 1889), Abdullah Bubi (1922), Rızaüddin
b. Fahreddin (1936), Gaspırallı, Carullah (1949), Fıtrat gibi pek çok kimse
eserler yazdı. Bu kimselerin başlattığı bu yenilenme hareketine Ceditçilik
denildi. Bu hareket, aslında Hanefî-Maturidî kültürün kendi öz kaynaklarından
hareketle dini bilginin yeniden üretilmesi veya kadim dini bilginin
güncelleştirilmesi teşebbüsünden ibaretti. Bu fikir Semerkand-Buhara ve Fergana
havzasında da büyük etki yarattı. Ancak genelde Hanefî-Maturidî bilgi
kaynaklarını esas alan Ceditçilik zemanevi-modernist ilan edilerek mahkum
edildi. Bu harekete muhalif olarak yine Hanefî-Maturidî geleneğin içerisinden
Kadimciler adıyla tepkisel bir anlayış gelişti. Halk arasındaki dindarlığın
bazı tezahürlerini ve din anlayışlarını eleştirmeleri sebebiyle, birinciler
ikinciler tarafından, Vehhabîlikle itham edildiler. Bütün bunlara rağmen,
Ceditçiler kadim dini bilginin güncelleştirilmesi ile igili günümüze kadar
derin izler bırakan önemli bir literatür
bıraktı.[10] Kadimci-Ceditçi
çatışmasında Rus Çarlığı daha ziyade Kadimcilerden yana tavır koydu ve Ceditçi
olarak bilinen pek çok alim sürgün edildi veya öldürüldü[11].
Sovyetler Birliği döneminde, Avrasya
coğrafyasındaki milletlerin İslam’la ilişkileri
koparılmak suretiyle, benimsenen resmi ideoloji gereği ilmi ateizm adı altında genç kuşaklara Tanrıtanımazlık
(Ateizm) aşılanmaya çalışıldı. Bu sebeple 1916-1917 Bolşevik devrimi ve
ardından gelişen siyasi olaylar, sadece Orta Asya’da değil bütün, Rus
İmparatorluğundaki Müslümanlar arasında önemli kırılmalara sebep oldu. İlk anda
bu ortamı geleneksel din anlayışının baskıcı ortamından kurtulmak ve bu
değişimden kendi lehlerine sonuç çıkarmak isteyen bilginler ve politikacılar
oldu. Bunlar daha ziyade Ceditçiler çizgisinde yer alan kimselerdi. Ancak Rus
Bolşevik hükümeti, bu canlanmanın bir dini reform faaliyetine dönüşmesini
engelledi. Aslında Orta Asya’da, birisi Sovyetlere karşı cihadı seçen, diğeri
ise yeni hükümetle uzlaşıp inanç ve vicdan özgürlüğünden faydalanmak isteyenler
olmak üzere iki eğilim ortaya çıktı. Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi veren
ve işgale karşı direnen birincilere, Bolşevikler tarafından aşağılayıcı ve
kınayıcı anlamda “Basmacı Hareketi”[12]
adı verilerek, yok edilmek veya sürgün edilmek suretiyle sindirilmeye
çalışıldı. Bu kesim, Hanefî fıkıh geleneğine sıkı sıkıya bağlı Kadimcileri temsil etmekteydiler. Gelenekçi ulemanın
direnişinin başarısız olması, ikinci
kesimin öne çıkmasına sebep oldu ve bunlar Ceditçiler olarak anılmaya başlandı.
Ceditçiler, başlangıçta Kadimcilere karşı Bolşevikler tarafından desteklendi.
Bir süre sonra dinde yenilenme ve benzeri iddiaları gerekçe gösterilerek halkın
nazarından düşürülmeye ve tasfiye edilmeye çalışıldı. Bölgedeki tüm dini
kurumlar (cami, medrese, dini mahkeme, vakf v.d.) kapatıldı. Ulemanın ve Ceditçilerin çoğu idam edildi. Bununla
birlikte kalan ulema arasında, dini bilgi ve kaynakları üzerinde tartışmalar
sürdü. Belli bir süre bu tartışmalar, yerini din eğitiminin sürdürülmesi için
imkanların yaratılması tartışmasına bıraktı. Bunun için eğitim gayrı resmi
olarak “hücre” evlerinde sürdürüldü. Bu “hücre”lerin en ünlü hocalarının birisi
Muhammedcan Hindustani (1892-1989)
oldu.
Sovyetler birliği döneminde din eğitimi hücrelerde
yapılıyordu. Bu hücrelerden birisinde yetişmiş olan ve bu eğitimin canlı
tanıklarından birisi olan Camalov Muhammed Rafık adlı bir molla ile 1999
yılında yaptığım görüşmede bu eğitimle ilgili bugün için oldukça önemli şu
bilgileri verdi: " 70 yıllık dinsiz siyaset zamanında dindarlar çocuklarına
dini eğitimi hücrelerde veriyorlardı. İmkanı olan ailelerin kurduğu ayrı bir evin odalarında, yani hücrede, 1 ila 4 veya 6 ila 10 çocuğa Kur'an
ve dini bilgiler öğretiliyordu. Ben, beş arkadaşımla birlikte bir üstazın
evinde böyle bir eğitim aldım. Bir-iki kişilik hücrelerde kalıyorduk ve yeme ve
içmemiz ev sahibi tarafından karşılanıyordu. Beşten fazla çocuğun masrafları
aileleri tarafından karşılanıyordu. Hocamız her gün sabah namazından önce ve
yatsı namazından sonra gelip ders verirdi. Burada hafızlık da yapıyorduk.
Öğrenciler, her gün en az 1 sayfa ezber veriyorlardı. Her okunan sayfa
ezberlenirken tesbihe 300 kere okunuyordu ve bu suretle ezberleniyordu. Bir
senede on cüz ezberlemek suretiyle üç senede otuz cüzü ezberleyip hafız oluyorlardı.
İlmin sınırı yoktur. Her hoca sahip olduğu bilgi ve yeteneğine göre ders
verirdi. İlk önce Arapça kaideler. sarf-nahiv kitapları okutulurdu. Bu okutulan
kitaplar arasında, Avâmil, Hareke, Muziy (‘Izzî), Kâfiye, Lügat kitapları,
Mebdeu'l-Kırâa (3 kısım ), Şifâhiye (2 kısım ), Fıkıh kitapları Muhtasar, Şerhi
Vikâye, Hidâye, Tarih kitapları, İtmâmü'l-Vefâ, Nûrü'l-Yakîn, Unvân. O
zaman kitap çok az idi. Bir kitabı iki üç kişi birden okur ve yazarlardı. Hatta
bazan bir kitabı on kişi okurdu. Önce günlük dersleri yazar sonra okurlardı.
Dini eğitimin yasaklandığı bu zor zamanlarda, ders kitaplarının gizlice
tipografi usulünde fotokopisi yapılarak okunurdu. Kitapçılar, okutulan
kitaplardan ele geçirdiklerini gizlice hücreye alıp getirirlerdi. Buralarda
toplam, 10 senelik mecburi ilim alınıyordu. Müslüman çocuklar için en büyük
engel çocukların 18 yaşında askere alınmaları oluyordu. Elhamdülillah
bağımsızlığın neticesinde medreseler, dini fakülteler açıldı ve ilim alma
kolaylaştı.”
İslam reformu, “ İslamî düşüncenin yenilenmesi
veya bidatlerden temizlenmesi” fikri etrafındaki tartışmalar 1960’lı yılların
sonu ve 1970’li yılların başında tekrar alevlendi. Ancak bu tartışmalar,
Sovyetlerin ateizmin yerleşmesini kolaylaştıracak dini bilgi üretmeye yöneldi.
Bu dönemde dini bilgi, Sovyetlerin ateist ve din düşmanlığı politikasının
gölgesinde üretildi. Dinin sosyal hayattaki tezahürleri, yani evliya
kabirlerinin ziyareti, düğün, merasimler vd. şer’î esaslara uygunluğu, bilgi ve
kaynak eksikliği ve din özgürlüğündeki kısıtlamalarla ilgili hususlar öne
çıktı.
Bu konuda yapılan bir araştırma[13]
bütün baskılara rağmen ve dış dünyaya kapalı olmasına rağmen Sovyet
Müslümanlarının diğer Müslüman ülkelerle bir şekilde irtibat kurmayı
başardıklarını ortaya koymaktadır. Bunun sonucunda Sovyet Cumhuriyetlerinde
İslam’la ilgili dinî bilginin üretimi üzerinde dış kaynakların etkisi artmaya
başladı. Türk Cumhuriyetleri, bu konuda başı çekmektedir. Örneğin Özbekistan
eğitim kurumlarında öğrenim gören Müslüman (Pakistan, Süriye, Mısır) ülkelerinden
gelen öğrencilerin etkisi görüldü. Genç ulema sınıfından olan Rahmetullah
Allame (1950-1981), Abduvali Kari Mirzayev (d. 1950) bu öğrenciler yoluyla bu
ülkelerdeki dini literatürle tanıştı. Bu da yeni genç ulema sınıfının
oluşmasına zemin hazırladı. Tespit edildiğine göre bu din adamlarının
kütüphanelerinde Mısır’lı Hasan el-Benna (1906-1949)’nın, Seyit
Kutup(1912-1966) ve Ebu’l-Ala el-Mevdudi(1903-1979)’nin eserleri bulunmuştur.
Bu yazarların bazı eserleri Rus diline çevrildi. Bir başka etkilenme yolu da
Arap dünyasından gelen resmi delegeler bölgeye getirdikleri dini veya
dini-siyasi literatür yoluyla gerçekleşti. Son olarak genç alimler kuşağı ve
onların yenilikçi anlayışları üzerinde etkili olan bir başka dış kaynak ise,
Batı Avrupa ve Orta Doğu (İran, Afganistan) bölgelerinin radyo yayınları
aracılığıyla gerçekleşti.[14]
Bu dönemde, geleneksel Hanefî-Maturidî-Yesevî kültürle ve Türk dünyasıyla
ilişkiler bütünüyle koparılmak istendi. Özellikle Yesevî tarikatının Sovyet
Rusya sınırları içerisindeki İşanlar, Nakşiler, Laçiler, Bektaşiler adıyla
bilinen tezahürleri takibata uğradı. Komünist Partisi’nin olağanüstü
toplantılarında bu konularda raporlar sunularak tedbirler alınmaya çalışıldı.
Bu tarikatların yok edilmesi için güvenlik tedbirleriyle yetinilmedi, yanısıra
aleyhte propaganda yapan ideolojik eserler yazdırıldı. [15]
Yeni nesil ulema, Ceditçilerden beslenmek yerine
dışarıdan gelen bilgi kaynaklarından etkilenerek kendi kaynaklarını ve mevcut
dini hayatı eleştirmeye yöneldi. Arap dünyasındaki Selefî ve Vehhabi görüşlerin
etkisinde kalarak “Saf İslam” ve “Selefîlik” söylemi üzerinde yoğunlaşmaya ve
bunu destekleyen eserler yazmaya başladılar. Bu harekete mensup olanlar, her ne
kadar kendilerini “müceddidler”, ya da “İslami Gençlik” olarak isimlendirmek
istediyse de, diğer Müslümanlar, muhtemelen Sovyet politikasının etkisinde
kalarak, bunları “Vahhabiler” olarak adlandırdı. Çünkü Vahhabilerin çıkışından
itibaren Hanefî-Maturidî çevrelerde Vehhabiliğe karşı çok sayıda reddiyeler
yazılmıştı ve bunların bir kısmı Orta Asya’daki alimlerin elinde de mevcuttu.
Sovyetler Birliği, İslamî canlılıkla ilgili tezahürlere Vehhabilik adını
vererek, insanların nazarında İslam’a ilgiyi yok etmek istiyordu. Ayrıca onlar,
Hanefî-Maturidî çevrelerdeki kadim dini bilginin güncelleştirilmesi yönünde
ortaya çıkan Ceditçiler ve Kadimcileri karşı karşıya getirmeyi hedeflemişti.
Yeni kuşak ulemaya (mücedditler ve İslamî Gençlik) göre, yerli örf ve adetlerin
İslam’a sokulması bid’at olarak nitelendirildi. Aslında halk arasında geleneksel
İslam anlayışını ve halk dindarlığını ortadan kaldırmak için Sovyet makamları
da buna destek verdi. Bir taraftan geleneksel anlayışı yıkmaya diğer taraftan
İslam’la ilgili yeni anlayışları, Vehhabilik damgası vururak gözden düşürmeye
çalıştı. Bu yüzden genç nesil ulema ile hocaları arasında fikir ayırılığı
ortaya çıktı. Çözümler ve uzlaşma
arayışlarının sürdüğü bu tartışmalar ve buradaki görüşler daha sonra eserlere
yansıdı.
Sovyetler Birliği döneminde Kadimci ve Ceditçiler
arasındaki çatışmalar ve onların yazdıkları toplam altı eser, yukarıda
zikrettiğim çalışmada bir araya getirildi ve yayımlandı. Bu çalışmada da ortaya çıktığı gibi bu tartışmalarda
Taşkent’te meşhur olan din bilgini Şami-Damulla
et-Tırablusi’nin de önemli bir
yeri vardır. Çünkü bu kişi Osmanlı’dan Vahhabi görüşleri yüzünden sürgün edilen
birisiydi. 1903-1932 yılları arasında
Orta Asya faaliyetlerde bulundu.[16]
Bölgedeki Kadimci ve Ceditçi farklılaşmasında ön saflarda yer aldı. Onun öne
sürdüğü fikirler, Hanefî-Maturidî gelenekten çıkan Ceditçiliğe Selefî ve
Vehhabî görüşlerin aşılanması ve daha sonra Vehhabiliğe yakınlaşmasına sebep
oldu. Sovyetler Birliği, bu yakınlaşmayı Hanefî-Maturidî gelenekten
uzaklaşılmasında, muhtemelen, gizliden gizliye destekledi. Böylece Avrasya’daki
dini bilginin, kadim gelenekle bağlarını kopararak Arap dünyasından
beslenmesini sağlamış oldu.
Kadimcileri temsil eden ve Ceditçilerin karşısında
yer alanların başında Muhammedcan
Hindustani’yi görmekteyiz.
Orta Asya’da geleneksel Hanefiliği Ceditçilere karşı savunan Hindustanî’nin
etkileri, öğrencileri yoluyla hala
sürmektedir. O, bazı eserlerini Tacikçe yazmıştır. Bu eser halktan gelen
sorulara verdiği cevaplardan oluşmaktadır. Örneğin, kabir ziyaretinde Fatiha okumak
gerekir mi? Anlamını bilmeksizin namazda süreleri okumak doğru mu? Hindustanî,
geleneksel Hanefiliğin çizgisinde hareket ederek bunların İslam’da makbul
olduğunu savunmuş, Ceditçilerin görüşlerinin ve dine zarar vermek isteyen dış
kaynaklı hareketlerin faaliyetlerini eleştirmiştir. Bu kutuplaşma onun
öğrencileri yoluyla devam etmiştir. 1999 yılında Kırgızistan’da kendisiyle
görüştüğüm Aravanlı Talibcan, Sovyetler Birliği döneminde Marginanlı
Hakimcan'dan ve Tacikistan'daki Kıpçak Kırgızlarından Hindustani'den gizli
dersler almıştı ve bu yüzden sorgulanmıştı. Elindeki 4000'e yakın kitap elinden
alınmıştı. Sovyet sonrası dönemde Pakistan ve Afganistan'da dini bilimler
tahsil etmişti. Talipcan, Kur'an-ı Özbekçe'ye çevirmiş ve çeviride Kril
harfleriyle yazmayı caiz görmediğinden Arap harfleriyle yazmayı tercih etmişti.
Orta Asya şartlarında iyi Arapça bilen Talibcan, Pakistan ulemasından övgüyle
bahsediyordu. Onun fikrine göre, geçmişte ulema her şeyi yazdı ve bunlar bize
yeter. Yeni bir şey, yeni problemler için yazılabilir. İslam’ı bu kitapları Kırgızca'ya
çevirerek öğretmek gerekir. Kur'an-ı Kerim, başka dillere çevrilebilir, ancak
sadece Arap harfleriyle yazılabilir. Bu sebeple o, Kur’an’ı Kırgızca’ya çeviren
ve Kril alfabesiyle bastıran Alaaddin Mansur'u eleştiriyordu. Kadim itikadi
bilginin kaynaklarından sayılan Oşi'nin Emâlî'sini övüyordu ve elinde bu
eserin Tatarca bir şerh ve tercümesi vardı. Talibcan, Kadimci-Ceditçi
çekişmesinde Kadimcilerin yanında yer almış görünüyordu.
Kadimcilerin etkisi Fergana vadisinde faaliyet
gösteren Tarikatler arasında da görülmekteydi. 1999 yılında kendisiyle
görüştüğüm Kırgız asıllı bir Nakşi şeyhi, dini görüşleri itibariyle çok
mutaasıb birisiydi. Başı açık namaz kılmayı eleştiriyordu ve böyle kılanları
Vahhabilikle suçluyordu. Ayrıca giyim kuşamı batılılar gibi olanları da sünnete
uygun olmamakla eleştiriyordu. Nakşilik, özellikle Özbekler arasında yaygındı.
Okuttuğu kitaplar arasında, Türki Kitaplar diye isimlendirdiği Siyer-i Şerif,
Kafiye, Bina, Maksûd, Avâmil gibi klasik Arapça kitaplar bulunmaktaydı.
Babasından ve diğer Özbek mollalardan okumuş olan bu kişiye, Müslümanlığın
Bolşevik ihtilali öncesinde, çok güçlü olduğunu, kadınların dışarıya
çıkmadıklarını, ancak Sovyetler Birliği döneminde kadınların sokaklara
çıktığını ve dinden uzaklaştıklarını söyleyerek bu durumu eleştirmekteydi.
Ceditçilerle-Kadimciler arasındaki dini tartışmalarda yer alanlardan birisi de Nasriddin
Damulla Toyçiyev(1936-1990)’dır.[17]
1990’da Kokand şehrinde açılan cami’nin imamlığı için önerilir. Ancak kendi
öğrencisi tarafından imamlığa getirilmesi engellenir. Bunun üzerine üstadlara
saygıyla ilgili bir eser yazar. Bu ikisi arasındaki anlaşmazlığın temelinde iki
nesil ulemasının anlayışındaki farklılaşma bulunmaktadır. Özellikle
1989-1993’te Özbekistan baş Müftisi olan
Şeyh Muhammed Sadik Muhammed Yusuf’un bu tartışmalara, genç ulema
kesimine cevap vermek, Hanefiliği savunmak ve Vehhabiliği eleştirmek için
katılmıştır.[18] Şeyh Muhammed, Ehli
Sünnet ve Cemaat mezhebi akidesini benimsemek, saf İslam’ı, Kuran ve Sünnet’i
araştırmaya yönelmek; İslam eğitimini, büyük müçtehitlerin mezhebini takip
etmek, tolerans ve kardeşliği güçlendirmek; dinle ilgili cehaletle mücadele
etmek, tartışma ve çatışmaları engellemek, fanatizm ve hurafeleri yok etmek
gibi fikir ve hedefler üzerinde yoğunlaşmıştır.
Sovyetler Birliği döneminde üretilen dini bilgi,
derinlikli tartışmalardan uzak olup, bütünüyle Sovyet Rusya’nın ateizm
politikası ve dini baskı rejiminin oluşturduğu kendine özgü dini ortamı ve
dini-siyasi havayı yansıtmaktadır. Çünkü eserlerdeki arka plan bunu
göstermektedir. Bu dönemde dini bilgiyi temel kaynaklardan ulaşabilme imkanı
olmadığından, dinin yasaklandığı bir ortamda
halkın dini bilgisizliği (ya da bilgi ve kaynaklara ulaşamama),
insanların kafasında dönüp dolaşıp aynı soruların belirlemesine neden olmuş ve
tatminkar cevabın bulunması engellemiştir. 70 yıllık Sovyetler döneminde,
sadece Fergana’da değil Avrasya coğrafyasının tamamında din aleyhtarlığı yapılmıştır. İslamla
ilişkilerin kesilmeye çalışıldığı gibi, özellikle Türk dünyasında hakim olan
dindarlığın bu üç boyutu dumura uğratılmaya çalışılmıştır. Hatta kadim bilgi
kaynakları ve kültürel kaynaklar bütünüyle yok edilmek istenmiştir. Bu
eserlerden sadece St. Petersburg’da korunma şansını elde edenler
kurtulabilmiştir. Bu durum dini bilginin klasik kaynaklarından kopuş sürecini
başlatmıştır. Böylece geleneksel bilginin kurumsal yapısı çökmüş ve yeraltına
çekilmek zorunda kalmıştır. Hücre adı verilen gizli evlerde, klasik
eğitim verilmeye çalışılmıştır. Ancak bu eğitim yeterli olamadı. Belli bir süre
sonra Sovyet ideolojisine destek olacak resmi din adamları yetiştirmek üzere
çeşitli bölgelerde Medreseler açıldı. Bu dönemde Sovyetler Birliği, Arap
Cumhuriyetleriyle ilişkilerini güçlendirdi ve kendi sömürgesi altındaki cumhuriyetlerden
Arap ülkeleriyle eğitim ve kültürel
alanında işbirliğine gidildi. Açılan medreselerdeki dini eğitim de
Sovyetlerin politikasından etkilendi. Arap ülkelerindeki eğilimlere açık hale
geldi. Bunun sonucunda bu ülkelere
eğitim almaya gidip dönenler, oralardaki İslam anlayışıyla tanıştı ve onların
etkisinde kaldı.
Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından
işgaliyle ve geri çekilmek zorunda kalmasıyla birlikte bu bölgeye İslam
dünyasının her tarafından gelen ve farklı din anlayışlarının en aşırı uçlarını
oluşturan kesimleri Tacikistan ve Özbekistan üzerinde bölgeye girmeye başladı.
1980’li yılların sonunda bütün dünyada olduğu gibi, Türk Cumhuriyetlerinde de
dine karşı büyük bir ilgi oluşmaya başladı. Otorite boşluğundan hareketle
Mısır, Afganistan, Pakistan, Suudi Arabistan, Suriye, İran’dan İslam içi
akımların mensupları sızmaya başlamakla kalmadı, bu ülkelere öğrenciler gönderilerek dinî
eğitim veren Üniversitelerde veya medreselerde eğitim aldılar. Sovyetlerin
dağılmasıyla birlikte bunlar kendi ülkelerine döndüler ve dini bilgiye olan
ihtiyacı karşılamaya çalıştılar. Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan
etmesiyle beraber, Türkiye’ye de öğrenci gelmeye başladı. Bunun yanı sıra
Türkiye’den de buralara çeşitli dini cemaatler, ticari ilişkilerin desteğiyle
eğitim veya din hizmeti götürmeye çalıştı. Bunun sonucunda Orta Asya'da dini
bilginin yeniden üretiminde İran modeli, yani Şiiliğin güncelleştirilmesi; Arap
modeli, yani Selefilik veya Vehhabiliğin güncelleştirilmesi[19];
Avrasya veya Türk modeli, yani Hanefî-Maturidîliğin güncelleştirilmesi olarak
üç model arasında bir rekabet başladı. Ancak geleneksel dokuyla uyumlu olan
Hanefî-Maturidilik dışındaki bilgi üretme sistemleri dini bilginin üretimi ve
güncelleştirilmesinde yeni çatışma alanlarının oluşmasına sebep oldu.
Bağımsızlıkla birlikte din ve vicdan özgürlüğünün Anayasal güvence
altına alınmasıyla, bu ülkelerde genelde dinler, özelde İslamiyet için yeni bir
dönem başlamış oldu. Bölge halkının geleneksel dini dokusuna yabancı mezhepler
ve dini hareketler bölgede yoğun faaliyetler başlattılar. Hatta İslam dışındaki
dinler de belli oranlarda kendilerine, bu bölge milletlerinden taraftar edinmeye çalıştı. Bu aşamada da Orta
Asya için Fergana Vadisi, stratejik açıdan önemli bir üs olarak seçildi. Tarih
boyunca, bu vadi fıkıhta ve itikadda Ebû
Hanife ve Ebû Mansur el-Matüridi'nin görüşleri benimsenmiş ve
Hanefî-Maturidiliğin kalesi olmuştu. Bu mezhebin dışında Mürcie, Haricilik, Mu'tezile, Şia- Oniki
İmamiyye Şia'sı ve İsmailiğin
Ashabü'l-Hadis ve Eşarilik gibi pek çok mezhebin faaliyetlerine sahne
olmuşsa da bunlardan hiç birisi uzun vadeli tutunamamıştır. Ayrıca Sufi düşünce
bakımından da, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çevrelerinden çıkan Yesevilik ve
Nakşibendilik gibi sufi akımlar ve onun kolları hakim olmuştur. IX. ve XIV.
asırlarda Fergana ve özellikle Oş, bölgenin Kelam, İslam hukuku ve diğer İslami
bilimlerin merkeziydi. Hatta XIX. asrın sonları ve XX. asrın başlarında,
Fergana’nın, hala Orta Asya'nın dini dokusunda önemli bir yeri vardı. Mistik
hareketlerin de en faal olduğu bir
yerdi. Orta Asya’nın diğer bölgelerine mollalar buralardaki medreselerden,
dervişler ve eşen/kalpalar buradaki mistik tarikatlardan gönderiliyordu.
Özellikle kadim dini düşüncenin güncellenmesinde Fergana'daki medreselerde
yetişen mollaların tesirleri oldukça fazladır. Şu anda da Şia,
İsmailiyye-Agahanlar, Kadiyanilik, Vehhabilik gibi mezhepler ve Hizbü't-Tahrir,
Cemaat-i İslamiyye ve diğer bazı dini
cemaatlar, tarihi geçmişi ve coğrafi konumu sebebiyle, Fergana'ya çok büyük önem vermektedirler. Son
zamanlarda, Hizbü't-Tahrir adıyla faaliyet gösteren bir dinî-politik hareket
tarafından da merkez olarak seçilmişe benziyor. Bu bölgedeki gelişmeler, özelde
Fergana ve çevresindeki genelde Avrasya’daki dini gelişmeleri etkileyecektir.
İslam anlayışının ve kadim dini bilginin
Avrasya’daki Müslüman halkın vicdanında tekrar yer edinebilmesi, dönüştürülmesi
ve yeniden üretilmesi ve Vehhabilik, Hizbü't-Tahrir gibi dinî Fundamentalist
hareketlerin halk üzerindeki olumsuz etkilerinin önlenebilmesi için bazı
önerilerde bulunmak istiyorum:
1- Kadim dini bilginin kaynaklarına inilerek
günümüze yeni bir anlayış ve bakış açısıyla taşınması gerekir. Gelenekçiler,
dini sorunları Orta Çağ'daki din anlayışıyla; ateistler ise, din aleyhtarlığıyla
çözüleceğine inanmaktadır. Bu iki yaklaşımın da değişmesi şarttır. Çünkü dinsiz
bir hayat, tarih labaratuarında denenerek
yanlışlığı ortaya çıktı. İnsanların dinsiz yaşaması mümkün değildir.
Öncelikle dinin bir realite olduğu kabul edilmelidir. Onun temel değerlerinin bu bölge halkının
içinde bulunduğu durum ve ihtiyaçları
göz önünde bulundurularak yeniden ifade edilmesine hayati bir meseledir.
Evrensel bir din olan İslam, teorik bakımdan buna açıktır. Çünki İslam, son
derece dinamik, gerçekçi ve yeniliklere açık bir dindir. Gerek teorisi, gerek
pratiği ve hayata bakışıyla değişen sosyal ve kültürel şartlara ve farklara
uymada üstün bir intibak kabiliyetine sahiptir.[20]
Ancak dini düşüncede böyle bir ıslahatı yapabilecek uzmanlara ve ilahiyatçılara
acilen ihtiyaç vardır. Öncelikle İslam'ın temel kaynakları iyi bilen, Pedogoji, Din Pedegojisi, Din Sosyolojisi,
Din Psikolojisi ve Din Felsefesi eğitimi verecek eğitim kurumlarının
oluşturulması son derece önemlidir.
2-Dini değerlerin yeniden
ifade edilmesi ise, onun doğru anlaşılmasına ve doğru öğretilmesiyle mümkündür.
Çünkü din oldukça hassas bir konudur. Bir ülkede maddi ve manevi kalkınma ikisi
birlikte gerçekleştirilirse, kalkınma hamlesi başarıya ulaşabilir. Manevi
kalkınmanın başarılması da, dinin doğru öğrenilmesi ve doğru öğretilmesine
bağlıdır. Din eğitimi ve öğretimi de yapılacak olan eğitim reformundan asla ayrı düşünülmemelidir. Bu sebeple din
eğitimi veren medreseler, her bakımdan islah edilmelidir. Eğer günümüze güncellenmeden eski klasik
kaynaklardaki bilgilerin olduğu gibi taşınması, Avrasya’da farklı mezhep ve din
anlayışları arasında çatışma alanları oluşturacaktır.
3-İslam'ın dünya görüşünü ve temel esaslarını
ele alan kitaplar, alanın uzmanlarına hazırlatılarak halk, din konusunda doğru
bir şekilde bilgilendirilmelidir. Bu iki bakımdan önemlidir. Birincisi şu anda
bu coğrafyada dini düşüncede etkili olan bilgi kaynakları, ya çok eskiden
yazılmış eski kitaplardır veya
siyasal-ideolojik eserlerin yabancı dillerden yapılan tercümelerdir.
Özellikle bazı aşırı akımlar, kendi eserlerini bölgedeki dillere çevirterek
etkili olmak istemektedir.[21]
Böylece başka bölgede yaşanan fikri ve siyasi bunalım, dini düşüncedeki
bölünmüşlük bu bölgeye taşınmaya başlanmıştır. Bu sebeple dini düşüncenin
yeniden yapılandırılması, kadim dini bilginin kaynaklarından hareketle olması
ve buranın şartlarına göre yeniden yazılması daha doğru olacaktır. Avrasya
coğrafyasında geleneksel dindarlığın üç boyutu, bu coğrafyadaki milletlerin
kendi şartları ve kültürler ortamı içerisinde yeniden güncelleştirilmesi
şarttır. Bu süreçte, akıl ve vahiy, dini bilgi üretiminde iki temel kaynak
olarak yeniden devreye sokulmalı ve İslam’ın mezheplerden bağımsız tarihsel
gerçekliği gözden kaçırılmamalıdır. Avrasya dindarlığının üç boyutu, bir
gelenek olarak tarihsel arka planı oluşturabilir, ancak fikri zenginliğin
önünde bir engel teşkil eden gelenekçiliğe dönüşmemesine özen gösterilmelidir.
Bu durumda mezhebî anlayışlar, mezhepçiliği veya mezhep taassubunu, yani mezhep
çatışmalarını doğurabilir. Başka bir ifadeyle, toplumsal ihtiyaçlar ve bireysel
tercihler insanların bir mezhebe bağlanmasını meşru kılabilir, ancak
mezhepçilik yapmayı ve gelenekçilik yapmayı hiçbir gerekçe meşru kılmaz.
Geçmişteki fikrî sistemleri bugüne aynen taşımakla sorunları çözemeyeceğimizin
farkında olmalıyız. Çünkü ğünümüz sorunları geçmiştekinden oldukça farklı ve
yeni sorunlardır, bunların çözümü yeni yöntem ve yaklaşımlarla mümkün
olacaktır. Burada göz önünde tutulması gereken bir nokta da, din ile mezhep
arasında veya dinin iman esaslarıyla mezhebi esaslar arasında mutlak bir ayrım
yapmaktır. Bütün Müslümanlar için ortak nokta, İslam’ın inanç esasları
olmalıdır. Mezhebî esaslar ise, tarihsel süreçte oluşmuş beşeri ürünlerdir.
Bunlar her zaman değişebilir ve yenilenebilir. Avrasya dindarlığının bu üç
boyutu güncelleştirilirken, gelenekçilik ve mezhepçilik tuzağına düşmemeye
dikkat edilmelidir. Hanefilik, Maturidilik ve Yeseviliği, bugüne aynen taşımak
yerine tarihte onları şekillendiren akılcı ve hadarî zihniyeti yeniden
canlandırmalıyız.
4-Medreselerdeki
eğiticilerin ve cami/mescidlerde imam/molda olanların, hizmetiçi eğitim
kurslarından geçirilmesinde büyük yarar vardır. Çünkü dışardan gelip faaliyet
gösteren aşırı grupların ilk muhatabı mollalardır. Bu sebeple onların bilgi
eksikliklerinin tamamlanması ve bölgede faaliyet gösteren din, mezhep ve aşırı
akımlar konusunda bilgilendirilmesi son derece önemlidir.
5-Orta okullara ve
liselere seçmeli Din Tarihi ve İman
Sabagı dersleri koymak suretiyle İlahiyat Fakültesi düzeyinde eğitim almış
kimselerin bu derslere girmelerinin sağlanması, gençliğin devletin resmi kurumlarında
yetişmiş insanlar eliyle dini doğru bir şekilde öğrenme imkanı sağlanmış olacak
ve gençlerin aşırı akımları benimsemesine engel olacak ve dini bütünlüğün
korunması sağlanacaktır. Yalnız bunun için, en azından uzmanlara ders
programları hazırlatılmalı ve bu programa uygun kitaplar yazdırılmalıdır.
Böylece dini düşüncede bütünlük sağlanmış olacaktır. Aksi takdirde, bilgisizliği
dolayısıyla, bölgede çatışmaya sebep olacak dış kaynaklı anlayışları
benimseyenlerin sayısı artacaktır. Bir ülkede, bir anda dini haritada meydana
gelecek değişiklikler pek çok siyasi ve sosyal bunalımlara sebep olacaktır.
Böyle bir durumun önüne geçebilmenin ön şartı, gençlere İslam’la ilgili doğru bilgiler vermektir.
6. Bunların
gerçekleştirilmesi için, Avrasya İslam Araştırmaları Merkezi adıyla bir merkez
açılması ve dini bilginin yeniden üretilmesi konusunda araştırmaların koordine edilmesine büyük bir
ihtiyaç vardır. Bu merkez, özellikle Avrasya dindarlığının üç boyutu ile
ilgili, yani Hanefilik, Maturidilik ve Yesevilik konusunda bilimsel bilginin
yeniden üretilmesi için gerekli tarihsel bilgi ve belgelerin elde edilmesi,
bilimsel toplantıların ve yayınların gerçekleştirilmesinde önemli bir rol
oynayacaktır. Bugün bu üç geleneğin tarihsel hafızası, ülkemizde ve Avrasya’nın
çeşitli şehirlerinde veya şahıs ellerinde bulunan yazma eserlerde gizlidir. Bu
geleneğe ait değerlerin yeniden keşfedilerek güncellenmesi ve yeni değerlerin
üretilmesi bu coğrafyada yaşayan Müslüman topluluklar için son derece
önemlidir. Mezhepçilik veya mezhep bağnazlığına düşmeden Kur’an’ın ışığında,
günümüz insanlarının dini ihtiyaçlarını karşılayabilecek yeni dini bilginin üretilmesi,
bu yolla sağlanabilir. Özellikle Mâturîdî’nin Kitâbu’t-Tevhîd’i
Avrasya’da yaşayan dillere çevrilmeli ve Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’i bu coğrafyada yeniden tasavvufî düşüncenin
merkezine konulmalıdır. Kaşgarlı Mahmud’un Divân-ı Lügati’t-Türk’ü Türk dili
ve lehçeleri açısından ne kadar önemliyse, bu iki eser de Avrasya coğrafyasının
dini düşüncesi açısından o kadar
önemlidir.
7. Kadimci-Ceditçi
kutuplaşmasının Vehhabilik-Hanefilik kutuplaşmasından ayrı değerlendirilmesi
gerekir. Kadimci-Ceditçi rekabeti, Hanefî-Maturidî kültürün, dini bilginin
yeniden üretilmesi ve güncelleşterilmesiyle ilgili bu coğrafyaya ait bir
olgudur. Bu rekabette Ceditçilerle Vehhabileri aynileştirerek, Avrasya
dindarlığının modern döneme taşınmasında önemli rol oynayacak Ceditçiliği,
Müceddidiyye/Yeni Müceddidiyye, Vehhabilik veya Selefiliğe kurban etmemek
gerekir. Bu ikisi, mahalli örf ve adetlere dayalı dindarlığı ve Sufi çevrelerin
pratiklerini eleştirmekte birleşseler de, eleştiri yönteminde birbirinden
ayrılmaktadırlar. Birinciler bu uygulamaları aklın ve modern bilimin ilkelerine
ters düşmekle eleştirirler; ikinciler ise Kur’an ve Sünnet’e dayanırlar ve bu
tür davranışları ve uygulamaları bidat olarak damgalarlar.[22]
Bu farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda, Avrasya coğrafyasında modern
dönemde dini bilginin yeniden üretilmesinde, aslında Ceditçiler, Kadimciler ve
Selefiler/Müceddidiyye olmak üzere üç ayrı yaklaşım birbiriyle rekabet
etmektedir. Son zamanlarda sekülerizmi savunanlar da Ceditçiler safında yer almaya başlamışlardır.
Muhtemelen din-siyaset ilişkisi Ceditçilerle Müceddidiyye arasındaki farklılığı
netleştirecek bir rol oynayacaktır.
Sonuç olarak Avrasya İslam dindarlığını şiddet
imalarından kurtarabilmek için, bu geleneğin içerisindeki dini ve kültürel
değerlerin genç kuşaklara eğitim yoluyla aktarılması son derece önemlidir.
Bölgedeki gelişmelerden dinî düşüncenin şiddet imalı bir yapılanmaya doğru
yöneldiği bilenen bir gerçektir. Resmi yetkililerden din görevlilerine
varıncaya kadar herkes gençlerin şiddet yanlısı ve politik imalı dinî
hareketlere yönelmesinden ve dinle meşrulaştırılan şiddet eylemlerine
girişmesinden şikayetçidir. Bundan şikayet eden kimseler, öncelikle genç neslin
dinî bilgiye olan ilgisine ve ihtiyacını bilimsel yollarla ve sağlam kaynaklarla
tatmin etmesi gerekmektedir. Avrasya dindarlığının İslam’dan mülhem tarihsel
geleneğinde, asla mutlak öteki yoktur.
İnsan başta olmak üzere bütün varlıklar, Allah tarafından yaratıldığı için
sevilmeli ve saygı gösterilmelidir. Ahmet Yesevî, beyti son derece önemlidir:
Sünnet imiş kafir bolsa birme azar
Köngli kattığ dil-âzârdın Hudâ bîzâr[23]
Avrasya dindarlığının itikad
boyutunun oluşmasının öncüsü
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
[1] Sadruddîn Ebû’l-Hasan Ali b. Nasr b. Ali
el-Hüseynî, Ahbâru’d-Devleti’s-Selçukiyye,
çev.: Necati Lügal,
[2] Yusuf Ziya Kavakçı, XI ve XII. Asırlarda Karahanlılar Devrinde
Mâvârâ’ al-Nahr İslâm Hukukçuları,
[3] Maturidî mezhebinden olan veya diğer mezheplere mensup Türk kelamcılarının hayatı, eserleri ve fikirleri hakkında geniş bilgi için bkz.: M. Şerafettin Yaltkaya, “ Türk Kelâmcıları”, DFİFM., (İstanbul: Burhaneddin Matbaası, 1932), 23(1932), 7-15; Bursalı Mehmed Tahir, Türkler’in Ulûm ve Fünûn’a Hizmetleri, İstanbul trz., 37-40; Ömer Aydın, Türk Kelâm Bilginleri, İstanbul: İnsan Yayınları, 2004.
[4] Mesl. Bkz. Ferideddin Attar, Mantıku’t-Tayr, Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul 1968, Milli Eğitim Bakanlığı yayınları, 3. bs. II/34. Ayrıca bkz.: Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî: Vilâyetnâme, nşr. A. Gölpınarlı, İstanbul 1958, s. 5.
[5] Ahmet Yaşar Ocak, “Anadolu Türk Halk Sufîliğinde Ahmed-i Yesevî Geleneğinin Teşekkülü”, Milletlerarası Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildirileri, (26-27 Eylül 1991), Ankara: Feryal Matbaası, 1992, s. 75 (s. 75-84)
[6] Ahmed-i Yesevî’nin halifeleri için bkz.: Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, yay.: Orhan Fuad Köprülü, 3. basım.
[7] Bkz.: Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 205-206; Ocak, , “Anadolu Türk Halk Sufîliğinde Ahmed-i Yesevî Geleneğinin Teşekkülü” s. 80-81.
[8] Mehmet Necmeddin Bardakçı, “ Türklerin Sosyal ve Kültürel Hayatında
Tasavvuf ve Tarikatlar”, Türkler,
[9] Semerkandî, Şerhu Te’vîlâti’l-Kur’ân, thk.: Bekir Topaloğlu ve dğr., III/426-427.
[10] Bkz.: İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dinî Yenileşme (1850-1917), İstanbul: Ötüken, 2002.
[11] Geniş bilgi için bkz.: Ravil Ötebay Kerimi, “Dehşetli Devir Korbanları”, Gasırlar Avazı Ekha Vekov, 1996/1-2, s. 174-180.
[12] Basmacılar Hareketi hakkında geniş bilgi için bkz.: Baymirza Hayit, Ruslara Karşı Basmacılar Hareketi, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2006.
[13] Bahtiyar
Babacanov-Aşirbek Müminov-Anke fon Kügelgen,
Disputes On Muslim Authority In Central Asia In 20th Century:
Crıtıcal Edıtıon And Source Studıes” (XX.yy. Orta Asya Müslüman Din Adamlarının
Polemikleri: Kritik Edisyon ve Kaynak Araştırması), Almatı: Daik-Press yayınevi,
2007, 271 s.
[14] Bahtiyar Babacanov-Aşirbek Müminov-Anke fon Kügelgen, Disputes On Muslim Authority In Central Asia In 20th
Century: Crıtıcal Edıtıon And Source Studıes” (XX.yy. Orta Asya Müslüman Din
Adamlarının Polemikleri: Kritik Edisyon ve Kaynak Araştırması), 45-48.
[15] Bu kitaplardan bazıları şunlardır: H.A. Simirnov,
Müsülmanskoe Sektantstvo, Moskova 1930; S. Mambataliyev, Kırgızistandagı
Müsülman Sektalardı, Moskova (?) 1966; S. Mambataliyev, Sufizm Cana Anın
Kırgızistandagı Akımdarı, Frunze/Bişkek 1972.
[16] el-Cumal el-Müfide fi Şerh el-Cevheri’l-Ferîde (Arapça). Müellifin
İmam Buhari’nin ve eserinin methettiği
şiir kitabı 1919-1920 yıllarında nesir şeklinde yazılan el-Cevheru’l-Ferîde
adlı eserin şerhidir. Bkz.: Bahtiyar
Babacanov-Aşirbek Müminov-Anke fon Kügelgen,
Disputes On Muslim Authority In Central Asia In 20th Century:
Crıtıcal Edıtıon And Source Studıes” (XX.yy. Orta Asya Müslüman Din Adamlarının
Polemikleri: Kritik Edisyon ve Kaynak Araştırması), 62-71.
[17] Kırık Kalbin Seslenişi. Kokand’ta Cami Açılış
Merasiminin Arkaplanı: Mümin gibi Görünen İkiyüzlilerin Gizli Dolapları (Özbekçe).
[18] Bu konudaki görüşlerini, Tartışmalar ( Taşkent 1995 ve 2001) adıyla
kitaplaştırmıştır.
[19] 1997-1998 yılında Kırgız basınında Vahhabilik ilgili
çıkan bazı makaleler:
1- Abdurrahmanov, K., " Vahabizm ", Kırgız Ruhu
Gazetesi, 3-9 Aralık 1997; 2- Abdurrahmanov, K., " Vahabiler Müslüman
Dininin İçinen Cıkkanı İçin Ayabay Korkunuçtuu (I) ", Respublika Gazetesi,
7-14 Nisan 1998; 3- Abdurrahmanov, K., " Vahabiler Müslüman Dininin İçinen
Cıkkanı İçin Ayabay Korkunuçtuu (II) ", Respublika Gazetesi, 17-20 Nisan
1998; 4- Abdurrahmanov, A- İsmailov, T- Kasımbekov, T., " Dini Şantac
", Kırgız ruhu Gazetesi, 6-12 Aralık 1997; 5- Diyadeçenko, O.- Otorbaeva,
A., " Cihad: Kurmandık Cana Barımtalar ", Oş Canrrığı Gazetesi, 21
Mayıs 1998; 6- Kasımov, R., " Vahhabiler Bizge Cat ", Oş Canırığı
Gazetesi, 4-6 Aralık 1997; 7- Maeitov, A., " Vahabizm Keniri Cayılıp Ketti
", Kırgız Ruhu Gazetesi, 6-12 Mart 1998; 8- Murzaraimov, S., " Memleketin
da, halkın da, İslamın da Maksadı
Tınçtık ", İslam Medeniyeti Gazetesi, Mart 1998; 9- Primov, E., "
Vahabizm ", Asaba Gazetesi, 12 Kasım 1997; 10- Tacibaev, V., Vahabiler
Kimler ? ", Oş sadası Gazetesi, 23 Mayıs 1998; 11- Temirbay Acı, "
Biz Birimdike Muktacbız ", Zaman Gazetesi, 13 Kasım 1997; 12- Taalaybek
Ilay Tezin, " Dini Sektalar ", Kırgız Ruhu Gazetesi, 10-16 Aralık
1997; 13- Halmuhamod Abdikerimov, " Halkımız İslam Dinine Baylanmıştır
" , Oş Canrığı, 27 Mart 1997.
[20] Ünver Günay, Din Sosyolojisi Dersleri,
Kayseri 1996, 220.
[21] Sovyet sonrası dönemde dini bilginin güncelleştirilmesine yönelik yazılan
eserlerde Hanefî-Maturidî kaynaklara referans vermek yerine son zamanlarda
Selefi zihniyette veya Harici zihniyetle yazılmış eserlerin kullanıldığı
görülmektedir. Bu eserlerden bazıları şunlardır: 1-Ali Tantavi, İmân,
2-M. b. Cemil Zeyn, Erkânü'l-İmân, 3-M. Sadık-M. Yusuf, İman, 4-
A. Macid Zindani, Tevhid el-Ekber (Özbekçe çevirisi). 5- Mebâdiü'l-İslâm
(Özbekçe çevirisi), 6- Hizbu’t-Tahrir’e ait Va’y Dergisi (Kırgızca ve Özbekçe
çevirileri). Dini konularda eser yazan bazı mollalar, Seyyid Kutub'un Tefsir’i
ve diğer bazı eserleri; Muhammed Kutub'un Şübehât Havle'l-İslam’ı,
Nedevi’nin Siretü Hatemi'n-Nebi’si, Mevdudi’nin Mebâdiü'l-İslam,
Muhammed Naim Yasin’in el-İman Haîıkatuhu ve Merâtibuhu ve benzeri
eserleri özel ilgi duymaktadırlar ve dini bilginin güncelleştirilmesinde büyük ölçüde bu eserlerden
yararlanmaktadırlar. Bazı eserler ise Kırgızca'ya ve Rusca'ya çevrilmiştir.
Bunlardan bazıları şunlardır: 1- Muhammed b. Cemil Zeyn, Akîdetü'l-İslâmiyye,
Kırgızca'ya Çev.: Kudretullah, (Suudi Arabistan'da öğrenci ); 2- Ali
et-Tantavî, O doç maya ! (Ey Kızım ), çev. Şambetov Kılıç, 1995; 3-
Abdülaziz b. Muhammed, Stonujno znat o edinoboji, (Tevhid Konusunda Neler
Bilmemiz Gerekir ?), Çev.: Vladimir Abdulla, Sank Peterburg 1997; 4-Ebû'l-Ala
el-Mevdudî, Obraz Jizni V İslame, (Nizâmü'l-Hayât fi'l-İslâm)
çev. Araştırma Bölümü " Satlada ", Moskova 1993. (İslami Kütüphane)
[22] Bu ikisi arasındaki yaklaşım farkı için bkz.: Bahtiyar Babacanov-Aşirbek
Müminov-Anke fon Kügelgen, Disputes
On Muslim Authority In Central Asia In 20th Century: Crıtıcal
Edıtıon And Source Studıes” (XX.yy. Orta Asya Müslüman Din Adamlarının
Polemikleri: Kritik Edisyon ve Kaynak Araştırması), 53-54.
[23] Sünnet imiş, kafir dahi olsa, incitme; katı gönüllü,
gönül incitenden Allah dahi usanmıştır.
[24] el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk.:
Bekir Topaloğlu ve dğr., VI/330-331.
[25] Geniş bilgi için bkz.: el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, thk.: Bekir
Topaloğlu ve dğr., VI/324-327.