Wilferd Madelung
Çev.: Sönmez Kutlu
Kufe’de Hanefî İslam hukuk ekolünün
kurucusu olan Ebû Hanîfe(150/767)’nin 
öğretisi,  kendisi hayatta iken
Orta Asya’da yayılmaya başladı. Onun Orta Asyalı öğrencilerinden bazıları,
Belhî ve Mervezî nisbesiyle bilinir. Belh, 
bu ekolün geniş halk desteği elde ettiği Doğu İslam dünyasındaki  ilk büyük merkezi oldu. Akabinde Hanefî mezhebinin
diğer merkezleri, birbiri ardısıra, Maveraünnehir’in  büyük kasabalarında inkişaf etti. Semerkant,
önemli rakibi Buhara ile birlikte, Samanilerin ilk dönemlerinde Doğu Hanefî
mezhebinin önde gelen medresesinin  
merkezi oldu. Daha sonraki dönemde Harezm  ve belli ölçüde  Cürcan , Hanefi eğitimi veren  başarılı bir medreseye ev sahipliği yapmaya
başladı. Bu mahallî medreseler, muhtemelen tamamen soyutlanmadan ve birbirinden
etkilenmeksizin hep birlikte gelişti ve farklı kimliklerini sürdürdü.  Onlar,  
bir grup olarak, İslam dünyasının merkezi eyaletlerinden Irak, Batı İran
ve diğer yerlerdeki medreselerin geleneklerinden farklı olan bir Doğu Hanefî
geleneği oluşturdular. 
            Hanefî
mezhebinin dikkat çeken ilk parlayışı Doğu’da olmasına rağmen, bir bütün olarak
bu ekolün liderlik ve saygınlık  merkezi
yüzyıllar boyu tartışmasız İslam’ın 
başşehri  Bağdat oldu. Mezhebin
kurucusu burada öldü  ve   mezarı 
ziyaretgaha dönüştürülen türbe oldu. Bağdat, Abbasî hilafetinin başkenti
olduğu için, tabii olarak, çeşitli fıkhî ve kelamî mezheplerin en önde gelen
öğretim merkezi haline geldi ve  onların
en seçkin bazı bilginlerinin cazibe merkezi oldu. Ebû Hanîfe’nin mezhebi, uzun
süre Halifelerce desteklendiği için, diğer fıkhî mezheplerden bazılarıyla
rakebet ederek burada gelişti. II/VIII. asırda Ebû Yusuf ve Muhammed
eş-Şeybânî; III./IX. asırda Ebû  Şuca’
es-Selcî ve el-Hassâf; IV./X. asırda Ebû’l-Hasan el-Kerhî ve Ebû Bekir
er-Razî  el-Cassâs ve V./ XI. asırda
el-Kudûrî  gibi dünyaca ünlü pek çok
Hanefî alim burada yaşadı ve burada ders verdi. Orta Asya’nın medrese geleneği
burada pek az etkili oldu ya da tamamen ihmal edildi. Semerkant’ta Maturidî
Kelam ekolünün yükselişi, çok sonraları iki büyük ortodoks Sünnî kelam
ekollerinden biri olarak  kabul edilmesi
sebebiyle, Irak ve Batı İran’da bir yüzyılı aşkın süre boyunca  dikkatleri çekmedi. 
            Bu
durum, V./XI. asrın ortalarında tamamen değişti. Hanefi mezhebinin en saygın
merkezi olarak görülen Bağdat’ın üstünlüğü 428/1037 yılında el-Kudûrî’nin
ölümüyle birlikte tamamen sona erdi. Ebû Hanîfe Ekolü’nün cazibe merkezi,
doğuya  Orta Asya’daki başarılı Hanefî
eğitim merkezlerine kaydı. Bu ekol, İslam dünyasının batı bölgelerinde, Abbasî
hilafetinin ilk günlerinden itibaren rağbetten düşmüştü. Hanefilik, kısmen  orada devletle eskiden beri var olan yakın işbirliği
içerisinde olması dolayısıyla,  Fâtimî
Şiî yönetime karşı çok az direnebilmişti. Bu yüzden Hanefi ekolü Fâtimî
hilafetinin ilk dönemlerinde Mağripte tamamen ortadan kaldırıldı ve Mısır ile
Suriye’nin büyük bir bölümünde de etkisi zayıfladı. 
            Bununla
birlikte Orta Asya Hanefiliğinin yıldızının parlamasının öncelikle Selçuklu
Türkleri’nin İslam’ın  ilk önemli
merkezlerine  doğru batı istikametinde
yayılmasıyla yakından ilişkisi vardı. Selçukluların geldiği boy olan Doğu Oğuz
Türkleri, IV./X. asırda İslam’ı benimsemiş ve Maveraünnehir Hanefi mezhebi
geleneğinin samimi mensupları olmuşlardı. Selçuk Türkleri İslamî ortodoksiyi bu
mezhep geleneğiyle tanımlamayı tercih ettiler ve onu temsil eden alimlere büyük
saygı gösterdiler. Her nereye gittilerse, Doğu Hanefi alimlerini de
beraberlerinde götürdüler  ve   mevcut mahalli Hanefi alimler yerine   kadı, vaiz ve öğretmen olarak önemli
mevkilere onları tayin ettiler. Selçuklu Sultanları, Doğu Hanefi alimlerini
danışman olarak  ve onları  önemli diplomatik hizmetlerde elçi
olarak  göndermeyi tercih etti. Her
nerede bir Hanefî medrese kurulduysa, oradaki müderrislik makamları Doğu
Hanefilerine verildi. Aslında çoğu kez böyle medreseler, özellikle Orta Asya
asıllı  seçkin Hanefi bir alimi cezbetmek
ve onu desteklemek amacıyla inşa edilerek ona bahşedildi. 
Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk, Siyasetname adlı eserinde Türk
yöneticilere, devlet işlerinde vezir ve memur olarak sadece Horasanlı Hanefî ve
Şafiîleri görevlendirmelerini  tavsiye
etti. Çünkü  Iraklıların aksine gerçek ve
sahih iman sahipleri oldukları için onlara güvenilebilirdi. Halbuki Iraklıların
tamamı  Deylemileri destekleyen, Türkleri
aldatan sapık Şiîlerdi. Irak Batı İran’ı içine alırken Horasan, bu dönemin
dilinde, Müslüman Orta Asya’nın tamamı demekti. Nizamülmülk  Sultan Alp Arslan’ı da  Gazneli Mahmut gibi bu siyaseti
destekleyenlerden  birisi olarak
zikreder. Tabii ki bu soyut bir fikir değildir; bilakis Selçuklu Türkleri
arasında müşterek bir temayül olarak görülmektedir. Bu sebeple Hanefî Türkler,  özellikle dini görevler için daima Hanefileri
Şafiilerden daha fazla tercih etti. Öyleki Şafiî vezir Nizamülmülk, Şafiilere
Hanefilerle  eşit muamele yapılmasını
istedi.  Doğu Hanefî alimlerini tercih
etme siyaseti, Selçuklular dönemi ve Selçuklular sonrası dönemde  Orta Asya’dan batıya Irak, Suriye, Mısır ve
Anadolu’ya ciddi bir göç dalgasının yaşanmasını teşvik etti.  Bu göç VII./XIII. asırda azalmaksızın devam
etti, Orta Asya’da Moğol saldırılarının sebep olduğu tahribatla kısmen  arttı ve VIII./XIV. asırda yavaş yavaş düştü.
            Biz
, Tuğrul Beğ’in  aşamalı olarak İran’ı
ele geçirdiğinde onun toplumsal hayatta Hanefî mezhebinin saygınlığını artırmak
için  ve onun otoritesini diğer fıkhî
mezheplerinkinin üstüne çıkarabilmek için 
gösterdiği çabayı ele alabiliriz. Nisabur’a gelir gelmez,  önceden beri Şafiilerin elinde bulunan
Şafiilere ait bir  Caminin hatiplik
görevini ve şehrin reisliğini 
onlara  vermek suretiyle
Hanefilerin yetkisini genişletti. 434/1035 yılında Rey şehrini aldığında,
Hanefiler için onlara ait yeni bir cami yaptırarak  Nisaburlu Hanefi Saidî ailesine mensup iki
kişiyi birbiri ardına baş kadı olarak tayin etti.  Onların her ikisi de onun tarafından
diplomatik bir görev için gönderildi.[1] O, 443/1051 yılında İsfehan’ı ele geçirdi ve çok
geçmeden orayı saltanatının geriye kalan oniki yılı için payitaht seçti.
Maveraünnehirli  Hanefi Ali b. Ubeydullah
el-Hatıbî’yi başkadı olarak tayin etti ve tekrar (Şafiilere ait)  caminin kontrolünü, şehir sakinleri arasında
küçük bir azınlığı oluşturmalarına rağmen, 
Hanefilere teslim etti. el-Hatıbî, Nesef (Nahşeb) doğumlu idi ve Ebû
Bekir es-Serahsî’nin hocası meşhur Buharalı Hanefî alim  Abdulazîz b. Ahmed b. Nasr el-Halvânî (öl.
408 veya 409/1017-18)’nin oğlu Ahmed b. Abdilaziz el-Halvânî’den Buhara’da ders
aldı. Onun Nisabur’da[2] ders aldığı diğer hocası, Gazneli Mahmûd
tarafından başkadı olarak atanmış olan Ebû Muhammed Abdullah b. el-Hüseyin
el-Nâsihî ( öl. 447/1055) idi. Tuğrul Bey, onu Bağdad’a özel bir görevle
gönderdi. Orada, başkalarıyla tartışmaya girmemiş olan  Şâfiî alim 
Ebû Nasr Abdusseyyid b. Muhammed b. es-Sebbâğ ile tartıştı. Bu yüzden
el-Hatîbî’nin öğrencisi onu, hayatını ilme vakfetmiş, zühd hayatı süren ve
yöneticilerle birlikte olmayı hoş görmeyen birisi olarak tanımlamaktadır.
Tuğrul Bey’in ölümünden sonra,  467/1074
yılında Hac esnasında ölümüne kadar başkadı olarak görevine devam ettiği halde,
onun  her hangi bir sultanla görüşmekten
kaçındığı söylenmektedir.
            Ali
el-Hatîbî’den sonra başkadılık makamına önce kardeşi Ebû Tâhir Muhammed, daha
sonra oğlu Ebû İsmâîl geçti. İkincisi, Sultan Muhammed b. Melikşah’ı  yönetimdeki Iraklı görevlileri Horasanlıların
lehine tasfiye etmesi konusunda ikna etti. Öyleki onun bu girişimi, katip ve
tarihçi İmâduddin’in şiddetli eleştirisine sebep oldu. Ubeydullah bir İsmailî
tarafından Hemedan camiinde 502/1175 
yılında öldürüldü. 
            Hatîbî
ailesi, en azından 571/1175’e kadar İsfehân’ın yönetimde etkili olmaya devam
etti. Bu aileyle işbirliği yapan Maveraünnehirli diğer bir aile ise, Buharalı
Saîdîlerdi. Onların İbn Râsmend olarak bilinen dedesi Ebû Bekir Muhammed b.
Abdirrahmân el-Buhârî, muhtemelen, Ali el-Hatîbî ile birlikte İsfehân’a gelmiş
olabilir.  Nitekim onun oğlu Ebû’l-A’lâ
Saîd,  448/1056-57 yılında İsfehân’da
doğdu ve burada Alî el-Hatîbî tarafından eğitildi. O, Sultan Berkyaruk  tarafından bir süre Ubeydullah el-Hatîbî’nin
yerine kadı olarak atandı ve Sultan Melikşah’ın kızı Hatun’un halife
Mustazhir’le 502/1109’de   nikahını kıyma
şerefine nail oldu. Kısa bir süre
sonra bir İsmâîlî suikastçi tarafından İsfehân camiinde öldürüldü.  Torunları, en azından  VII.XIII. yüzyılın ilk çeğreğine kadar
İsfehan kadılıklarını sürdürdüler. Şehrin dinî ve sosyal liderliği için onlarla
yarışanlar, -kayda değer bir nokta olabilir - Maveraünnehir’in Hocend şehrinden  Şafiî bir aileydi. Tuğrul Bey’in halefleri
Orta Asyalı Hanefî alimleri vezir olarak 
ve diplomatik görevlerde elçi olarak görevlendirmeye devam ettiler.
Hanefî  Ebû Nasr Muhammed b. Abdilmelîk
el-Buhârînin 463/1071 yılındaki meşhur Malazgirt savaşı sırasında Sultan Alp
Arslan’ın kendisine danıştığı fakihi ve imamı olduğu kaydedilir. Melikşah
döneminde Ebû’l-Muzaffer el-Muşattab b. Muhammed b. Usâme  el-Fergânî üst düzey resmî bir göreve
yükseldi. O, 418/1027 yılında Fergâna’da doğdu 
ve Hanefî fıkhı, hilâf ve cedel ilminde uzmanlaşıncaya kadar orada
eğitim gördü. Melikşah’ın hizmetine girdiği için, her yerde orduya eşlik etti;
vezirlerle birlikte yaşadı ve meşhur alimlerle yapılan tartışmalara katıldı. O,
zenginliği, maiyeti ve köleleriyle böbürlenen, 
fakihten çok bir asker edasıyla davranan birisi olarak
tanımlanmaktadır.  İlk defa
Nizamülmülk’le birlikte ziyaret ettiği Bağdad’da, Şâfii baş kadı el-Şâmî üst
düzey bir devlet yetkilisi gibi giyinmesi dolayısıyla onun şahitliğini kabul
etmedi. Melikşah’ın ölümünden sonra Halife Muktedî, ona ve Şâfiî
el-Gazâlî’den,  Melikşah’ın henüz küçük
yaştaki oğlu Mahmûd’un padişahlığının meşruiyeti konusunda fetva vermesini
istedi. Çünkü Mahmud’un annesi Halife’nin askerî komutanlarının  ve üst düzey yönetime yapılacak tayinleri
Mahmûd’un arzusu doğrultusunda yapmasında israr etti. el-Muşattab onun
padişahlığına cevaz verirken el-Gazâlî 
meşru olmadığı yönünde fetva verdi. O, 486/1093 yılında öldü ve Ebû
Hanîfe’nin yakınına defnedildi.
            Sonraki
kuşakta aslen Herat’lı mütevazi bir Hanefî alimi olan Ebû Sa’d Muhammed b. Nasr
b. Mansûr el-Bişkânî, büyük itibar elde etti ve üst düzey bir göreve
yükseldi.  492/1099 yılında  Selçûklu sultanı Dukâk b. Tutuş tarafından
Şam, 502/1109’da halife Mustazhir tarafından "Akza Kuzât
Dîni'l-İslâm"  ünvanıyla Bağdad ve
çevresindeki Diyâr Muzar ve Diyâr Rabîa 
kadılığına tayin edildi. On yıl sonra da Selçuk Sencer tarafından
ülkesinin baş kadılığına getirildi. O Sencer’le halife Müsterşid ve Sultan
Muhammed arasında  elçilik görevini
yürüttü. Ayrıca Suriye ve Fâtimî  Mısır’a
elçi olarak gönderildi. Hanefî Fıkhı ve Fıkıh Usûlü alimi olmasının yanısıra
Arap Dili ve Hüsn-i hat uzmanı olup çok güzel Arapça şiirleri vardı. O, oğluyla
birlikte 518/1124 yılında Hemedân camisinde 
bir İsmâîlî tarafından öldürüldü.[3] 
            Yukarıda
zikredildiği gibi,  Bağdâd  daima güçlü bir Hanefî Cemaati'ne sahipti
ve  İran’la Suriye’nin büyük şehirleri
gibi çok büyük bir Selçuklu ordusu işgaline uğramadı.  Bu sebeple her ne kadar saygın doğu Hanefî
alimleri tarafından sık sık ziyaret edilmişse de, bu şehrin V./XI. asırda  onlardan hiç birine sürekli ikamet için cazip
gelmemesi şaşırtıcı değildir. Bununla birlikte VI./XII ve VII./XIII.
asırlarda  Orta Asyalı pek çok Hanefî
alim Bağdad’a yerleşti ve orada ders verdi. Onları tek tek saymanın yeri burası
değildir. Doğu Hanefî skolastik geleneğinin 
üstünlüğü, aşırı itibar gören Mustansırıyye medresesinde ders vermek
için halife Mustansır tarafından 631/1234 yılında  atanan ilk müderrisine Raşîduddîn Ebû Hafs
Ömer b. Muhammed el-Andukânî al-Fargânî’nin olması gerçeğiyle gayet iyi tasvir
edilmektedir. el-Andukânî, Fergâna’da eğitim görmüştü ( büyük bir ihtimalle Hidâye’nin yazarı meşhur Burhânuddîn
el-Mergınânî’den) ve Sûfî Şeyh Ömer es-Suhreverdî’nin ders halkasına katılmak
üzere genç yaşta Bağdad’a gelmişti. Irak ve Suriye’ye yaptığı bir seyahatten
sonra Sincar’da ders verdi. Eyyûbilerden 
el-Melik  el-Eşref tarafından
küstürülmesi sonucu Sincâr’ı terketti ve halifenin yeni kurulan Mustansıriyye
medresesinde ders verme davetini kabul etti. Bu sırada Anadolu Selçuklu
beylerinden Alaaddin Keykubad  bir elçi göndererek Anadolu’ya gelmesi
için davet etti. Ancak el-Mustansır  onu
Bağdad’da alıkoydu. O, burada göreve başlamasından tam bir yıl sonra  632/1235’de öldü.
            Türkmen
Atsız’ın Şam’ı Fâtimîlerden 468/1076 yılında almasından önce, bu şehir Hanefî
Cemaati’nden yoksun kalmıştı. Selçuklu Sultanı Tutuş, 471/1079 yılında
gelişinden sonra  Doğu Hanefî
alimlerinden Ali b. Muhammed el-Gaznevî’yi kadı tayin etti, fakat 477/1084’de
azletti.[4] Oğlu Dukâk, 491/1098 yılında  Balâsâgûnlu bir Türk olan Ebû Abdillah
Muhammed b. Mûsâ b. Abdillah’ı kadı olarak atadı. el-Balâsâgûnî, mutaasıp bir
Hanefî olarak tanımlanmaktadır ve şöyle dediği söylenmektedir: “Eğer ben
yönetici olsaydım, Şâfiîlerden cizye alırdım.” O, daha önce Şâfiîlerce yürütülen
Şam Camii Kebir’in imamlığına Hanefî bir imamı görevlendirdi ve kâmetin  Hanefî usülüne göre iki
defa  tekraralanması uygulamasını
başlattı. Bu sebeple halk Hanefî imamın arkasında namaz kılmayı reddedi ve Cuma
namazlarını Dâru’l-Hayl’de kıldılar. el-Balâsâgûnî, 506/1112 ‘de ölümünden kısa
bir süre önce görevinden azledilerek kadılık makamı  daimi olarak tekrar Şâfîler’in eline geçti.
            Selçukluların
Hanefî medreseler kurmak suretiyle Hanefîliği Şam’da yayma girişimleri oldukça
başarılı oldu. Şam’daki ilk Hanefî medrese, 491/1098 yılında inşa edilen  Sâdiriyye medresesiydi. Bu medrese, Şâfiî ve
Hanbelî bir medresenin kurulmasından uzun zaman önce yapılmıştı. İlk hocası
Fergânalı  Ebû’l-Hasan Ali b. Mekkî
el-Kâsânî idi. İbn Asâkîr’e göre o 
Maverâünnehir’de eğitim gördü ve daha sonra Şam'a geldi. Orada hocalık
yaptı, Hanefî hukukuna göre fetvalar 
verdi, şahitlik yaptı  ve
ihtilaflı fıkhî meselelerle ilgili tertiplenen tartışmalara katıldı.[5] Bununla birlikte Şam’da Hanefî geleneğinin gerçek kurucusu, onun halefi
Burhânüddîn Ali b. el-Hasan el-Belhî el-İskilkendî[6]
idi. Belh yakınında bulunan İskilkend doğumlu Burhânüddîn, Buhârâ’da
Serahsî’nin öğrencisi ve Sadrü’l-Mazî diye bilinen meşhur Burhânüddin Abdülazîz
b. Ömer b. Mâze'den fıkıh ve Mâturidî Kelâmı’nın önde gelen
mütekellimlerinden  Ebû’l-Muîn en-Nesefî
el-Mekhûlî'den hadis dersleri aldı. Onun 
Şam’daki ilk görevi, 511/1117 -519/1125 yılları  arasına rastlamaktadır ve Sâdiriyye
medresesinde Ali b. Mekkî el-Kâsânî ile birlikte ders verdi. O, ihtilaflı fıkhî
meselelerle ilgilendi, ayrıca halka uyarıcı nasihatler vermesine (Meclisü't-Tezkîr)  müsaade 
verildi. Geniş dinleyici kitlesini cezbetmedeki başarısı, İbn Asâkîr’e
göre, el-Kâsânî’nin onu kıskanmasına sebep oldu. Diğer yandan muhtemelen
antropomorfist kelam anlayışları sebebiyle Hanbelileri açıkça eleştirmesi
sonucu, onların muhalefetine maruz kaldı. Şam’dan ayrılıp Mekke’ye giderek
Kabe-i Muazzama’da Hanefîlerin imamı oldu. 
            el-Kâsânî,
bir süre sonra onun Sâdiriye'den ayrılmasına üzüldü ve  ona Sâdiriye medresesinin tekrar kendisine
teslim edilmesini teklif eden bir  mesaj
gönderdi. Biraz tereddütten sonra el-Belhî Bağdat’ı ziyaret etti ve bir süre
sonra Şam’a dönerek öğretim ve vaazla meşgul olduğu bu medreseyi  takrar teslim aldı. O, gerek elit sınıftan,
gerekse alelade halktan çok sayıda öğrenciyi cezbetti. Bu şehirde diğer üç
medrese  daha kendisine verildi.
Bunlardan birisi  Horâsân’dan
getirtilmesini istediği kitapların korunacağı Tarhâniyye medresesidir. O,
yapılan bağışlardan elde edilen gelirlere kati suretle dokunmayarak kütüphane
yönetimine bıraktı. Şerîf  Kâdî Ebû
İsmâil  b. İbrâhîm’in kızıyla evlenince,
kızın erkek kardeşi  bu evliliği  feshetmek için müdahele etti. Çünkü o,  yaşı bakımından kıza denk değildi. İlk defa o
zaman  kendisinin Peygamberin amcasının
oğlu Ca’fer b. Ebî Tâlib soyundan birisi olduğunu açıkladı. İbn Asâkîr’in
ifadesiyle, “ iyiliği emretmeye, kötülükten sakındırmaya “ devam ettiği için
idareci Ebû (Mansûr ) Muhammed b. Bûrî ( 953-54/1039-40)’yi gücendirdi. Bu yüzden
Ebû Mansur onu Şam’dan sürgün etti. Busrâ’ya gitmek üzere ayrıldı. Gittiği bu
şehirde vali  onu  saygı ve hürmetle karşıladı ve bir süre
burada kaldı. Sonunda Şam’a geri dönebildi. 
543/1148 yılında Nureddîn  Mahmûd
b. Zengî tarafından Halep’e davet edildi ve onun tarafından kurulan büyük
ve  itibarlı Halâviyye medresesinde ilk
müderris oldu. el-Belhî  bu görevi kabul
etti ve Halep’te  o zamana kadar Şiîler
tarafından  bazı ilavelerle okunan
ezandan ilaveleri kaldırtma konusundaki mücadelesini başarıyla sürdürdü.
Bununla beraber bir süre sonra tekrar Şam’a döndü ve 548/1153’te ölümüne kadar
orada ders vermeye devam etti. 
            Burhânü’d-Dîn
el-Belhî kendi adına hiç bir eser yazmadı ve bu yüzden hocalarının doktrinini
yakından takip etti. Rivayete göre, hocası İbn Mâze’nin Tarika’sını ezberinden iki defa okutmuştur. Kitapları gelince, onun
dersleri, öğrenci iken oluşturduğu 
nüshayla  karşılaştırılmış ve
ikisinin birbiriyle tamamen aynı olduğu anlaşılmıştır.[7]
            Burhânü’d-Dîn
el-Belhî’nin ve
öğrencilerinin bu gayretleri sonucu Hanefî ekolü, Şam’da güçlü bir yapıya
kavuşmuş oldu.  Kaynaklar, Bağdat
örneğinde olduğu gibi,   VI./XII. ve
VII/XIII. asırda  bu şehirde yaşamış ve
ders vermiş Orta Asyalı Hanefî alimlerin uzunca bir listesini vermektedir.
VII./XIII. asrın başlarında  en meşhur
olan  546/1151’de Buhârâ doğumlu
Cemaluddîn Mahmûd b. Ahmed  b.
Abdisseyyid el-Hâsîrî idi. O, anayurdu Buhârâ’da  meşhur alim (imam) Kazîhân el-Özgendî  ve diğer alimlerden tahsil gördü ve
611/1214’de Şam’daki  büyük Nûriyye
medresesine hoca olarak tayin edildi. 
Orada, Eyyûbîler arasında istisnai bir Hanefî olan el-Melik el-Mu’azzam el-Eyyûbî
(öl.624/1227)’ye, Sıbt İbnü’l-Cevzî’ye ve Memluk Sultan’ı Baybars’ın dostu,
Kahire başkadısı Sadruddîn el-Ezraî’ye ders verdi. Onun çalışmaları arasında
eş-Şeybânî’nin  el-Câmiu’l-Kebîr’ine bir kısa, bir de uzun şerhiyle el-Melîk
el-Muazzam’ın oğlu el-Melîk en-Nâsır Dâvûd’a ithaf edilen Hayru’l-Matlûb fî’l-İlmi’l-Merğûb adlı eserleri bulunmaktadır.
            Daha
sonra bu yüzyılda Hocendli Celaludîn Ömer b. Muhammed el-Habbâzî, 691/1291
tarihinde ölünceye kadar Şam’da ders verdi. O, Buharâ’da  Fıkıh Usûlü’nün önde gelen alimlerinden
Alâuddîn Abdülazîz b. Ahmed el-Buharî ile çalışmıştı. el-Habbâzî
el-Mergınânî’nin Hidâye adlı eserine
bir şerh ve ilk şerhi Mekke’de Ebû Muhammed Mansûr b. Ahmed b. el-Müeyyed
el-Ka’ânî el-Harezmî ( 705/1305) tarafından yazılmış olmak üzere pek çok şerhi
bulunan  el-Muğnî fî Usûli’l-Fıkıh adını taşıyan Hukuk Usûlü alanında
oldukça başarılı bir eser yazdı.[8] 
            Halep’te
Hanefî mezhebini yaymaya çalışan Türk fatihleri, farklı bir problemle
karşılaştı. Bu şehir, Hamdanîler ve Fâtimîlerin hakimiyetiyle birlikte
Şiîleşmeye başlamıştı. Geleneksel olarak kadılık görevini ellerinde tutan yerli
aile Benî Ebî Cerâde ki daha sonraları Benu’l-Adîm olarak bilinirler, ismen
Hanefî’dir; fakat Şiî yöneticilerle birlikte çalışmışlardı ve öyle anlaşılıyor
ki  Şiî  
fıkhına göre hüküm verdiler. Sünnî hakimiyeti kurmayı başaran tek kişi
Nureddîn ( 541-569/1146-74) idi. Az önce de zikredildiği gibi, Burhânü’d-Dîn
el-Belhî’ye  büyük Halvetiyye
medresesinin hocalığını verdi ve Burhânü’d-Dîn Şiîler tarafından ezana ilave
edilen kısımları kaldırttı.  Nureddîn’in
vekili ile anlaşmazlığa düşmesinden hemen sonra görevinden istifa edince,
Nureddîn onun yerine sırayla şu beş Orta Asyalı Hanefî alimi Halvetiyye
medresesi hocalığına atadı: Alâuddîn Abdurrahman b. Mahmûd el-Gaznevî; oğlu
Mahmûd;  Buharalı Sadru’ş-Şehîd  Husâmuddîn Ömer b. Abdilazîz b. Mâze’nin
öğrencisi ve bir Hanefî fıkıh kitabı olan, 40 cilt olduğu söylenen ve iki cild
olarak üç bölümde özetlenen Kitâbu’l-Muhît
adlı eserin yazarı Razıyüddîn 
Muhammed b. Muhammed es-Serahsî; Nâsıruddîn Ali b. İbrâhîm el-Gaznevî
el-Balakî ve son olarak da Alâuddîn Ebû Bekr b. Mes’ûd el-Kasânî.
            Abdurrahmân
el-Gaznevî el-Haleviyye’nin  hocası iken,
diğer bir doğulu Hanefî alim Zahîruddîn Ebû Bekr b. Ahmed b. Ali b.
Abdilazîz  el-Belhî es-Semerkandî  oraya yerleşti ve ders verdi. Onun ailesi
aslen Belhli idi, fakat Semerkant’ta büyüdü. Orada Kutbeddîn Ali b.
Muhammed  el-İsbicâbî
es-Semerkandî’den  Hanefî hukuku okudu ve
Necmuddîn Ömer b. Muhammed en-Nesefî’den onun bütün çalışmaları için icazet
aldı.  Halep’e gelmeden önce bir süre
Azerbeycan’ın Merâğa şehrinde 
Medresetu’l-Halîfe’de  ders verdi.
Akabinde kitaplarını Haleviyye’de bıraktığı için  ilk defa ders verdiği  Şam’daki 
büyük caminin batı kütüphanesine ( Hızâne)   ve daha sonra  da şehrin dışında bulunan el-Hâtun
camisine   döndü.  553/1158 yılında ölümünden kısa süre önce,
kitaplarını Halep’teki Haleviyye’ye bağışladı. 
İbnü’l-Adîm, bu kitaplar arasında kendi ifadesiyle sahasının en iyi
kitabı olan eş-Şeybânî’nin el-Câmiu’s-Sağîr
adlı  eseri üzerine yazılan bir şerhi
gördüğünü kaydetmektedir.   Aslında
Zâhiruddîn, Ebû Bekir es-Serahsî’nin 
hayranı idi. Çünkü o, Merağa’da gördüğü bir rüyasında  onunla görüştüğünü rivayet etmektedir.[9] 
            Alâuddîn
el-Kâsânî, İbn Adîm tarafından Kâsân emiri olarak isimlendirilmektedir.
İbnü’l-Adîm onu  yanında daima mızrak
taşıyan ve atlara binen güçlü birisi olarak tanıtmaktadır. Buna rağmen
hayatının sonlarında feci bir gut hastalığına yakalandı. Hocası, kızı
Fâtıma’yı  kendisine nikahlayan  meşhur Hanefî-Mâturîdî alim Alâuddîn  Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî idi.
(Hocasının kızıyla evlenmişti.) Fâtıma da aynı derecede Hanefî fıkhı eğitimi
almıştı ve babasınının Tuhfetu’l-Fukâhâ  kitabını ezberlemişti. Aynı zamanda kocasının
verdiği fetvaları düzeltiyordu.  Daha
sonra Alâuddîn bir süre Antalya’da  ders
verdi.  Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslân
( 550-88/1155-92)’ın  huzurunda diğer
alimlerle yapılan gergin bir tartışmada rakibini kamçısıyla tehdid etti. Sultan
bu olaya sinirlenerek onu görevinden azletti; fakat  veziri, Sultana böyle önemli bir adamın  görevden alınmamasını, bunun yerine
diplomatik bir göreve gönderilmesini önerdi. Bu sebeple el-Kâsânî Halep’te
bulunan  Nureddîn’e  elçi olarak gönderildi. Nitekim Nureddîn,
ulemanın baskısıyla ona Halvetiyye hocalığını teklif etti. el-Kâsânî, bu görevi
kabul etti ve Nureddîn’in Kılıç Arslan’a cevabını iletmesinden sonra  Halep’e geri dönerek 587/1191 yılında
ölünceye kadar Halvetiyye’de ders vermeğe devam etti.
            Alâuddîn
el-Kâsânî Bedâiu’s-Sanâ’î  fî Tertîbi’ş-Şerâi’ adlı eserin
yazarıdır. Bu eser, modern dönemlerde 
sadece müslümanlar arasında değil batılı araştırmacılar arasında da  büyük takdir toplayan  Hanefî hukukuyla ilgili oldukça sistematik
bir  incelemedir. Bu kitap Encylopedia of Islam ( İslam Ansiklopedisi)’da Hanefî fıkıh
edebiyatında daha sonraları asla ulaşılamayan oldukça nitelikli bir eser olarak
tanımlanmaktadır. Ayrıca el-Kâsânî, Kelâmla ilgili olarak da es-Sultânu’l-Mübîn  fî Usûli’d-Dîn başlıklı  bir eser ve Kur’an tefsiri yazdı.  İbnu’l-Adîm’e göre, onun inancı katıksız
Sünnîlik idi. Hatta o, derslerinde  sık
sık  Mu’tezile’yi  ve diğer heteredoks mezhepleri  eleştirirdi. 
            Aslında
Alâuddîn  el-Kâsânî,  Burhânü’d-Dîn el-Belhî’nin bir yüzyıl önce
Şam’da yaptığı gibi, Halepte Hanefî öğretiyi sağlam temeller üzerine kurdu.
Onun Halvetiyye’deki yardımcısı, oldukça yüksek mertebe sahibi bir alim
olan  Tâcuddîn  Ahmed b. Mahmûd  b. Sa’îd el-Gaznevî ( 593/1197) idi.  el-Gaznevî, 
Kitâbu Ravzati’l-Ulemâ, Hukuk
Usulü üzerine yazılmış Hanefî fıkhı ile ilgili özet bir Mukaddime,   ve Muntekâ min Ravzatu’l-Mütekellimîn adıyla
ihtisar ettiği Ravzatu’l-Mütekellimîn başlıklı
bir Kelam kitabı yazdı.  İbnü’l-Adîm,
onun Sufîlerin sema dönme, müzik dinleme ve kendinden geçme (vecd ve istiğrak)
geleneğini eleştiren  bir şiirinden iki
mısrayı nakletmektedir. O, bu şiirinde Sufileri Allah’a itaat etmek için değil,
fakat daha çok midelerini doldurmak için biraraya gelmekle itham etmektedir.[10]  Bu dönemde
Halep'teki Hanefî topluluğun lideri Belhli Abbâsi Şerifi İftihâruddîn  Abdu’l-Muttalib b. el-Fazl  idi.  O
Hanefî  fakih  ve sufî Ömer b. Ali el-Mahbûbî’den ders aldı.
İftihâruddîn, el-Şeybânî’nin el-Câmiu’l-Kebîr’ine  bir şerh yazdı. el-Kâsânî’nin ölümünden
sonra,  Halvetiyye’deki koltuğa halef
oldu ve 616/1219 yılında öldü. 
            8./14.
yüzyılın başlarında Halep’e gelen Orta Asyalı meşhur Hanefî alimlerden burada
zikredilebileceklerdin birisi de Husâmüddîn el-Hüseyin ( veya Hasan) b.
Ali  b. el-Haccâc es-Sağnâkî’dir. O,
Buhârâ’da Hafızuddîn Muhammed b. Muhammed b. Nasr el-Buhârî ( 693/1204) ve
Fahruddîn  Muhammed b. Muhammed b. İlyâs
el-Meymarğî’den fıkıh tahsil etti.  Daha
sonra Bağdad’a gelerek orada Meşhedu Ebû Hanîfe’de  (medresesinde) ders verdi ve  Şam’ı ziyaret etti.  el-Mergınanî’nin  el-Hidâye’sine
en-Nihâye adını taşıyan meşhur bir
şerh,  Ebû’l-Muîn en-Nesefî’nin kelamî
çalışması olan Temhîd li
Kavâidi’t-Tevhîd'i  üzerine,
Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî’nin Usûlu Fıkh’ına,
Husameddîn Muhammed b.  Muhammed b. Ömer
el-Ahsiketî’nin  Hukuk Usûlü ile
ilgili  el-Muntehâb’ına ve de ez-Zemahşerî’nin gramer kitabı el-Mufassal kitabına şerhler yazdı.
Üzerine Şerh’ler yazılan bu eserlerin listesi, bu çağda Hanefî skolastik
öğretide  Orta Asyalı  alimlerin çalışmalarının üstünlüğünü
açıkca  göstermektedir. 
            Mısır,
Fatımîlerin elinden iktidar yıllarında Şafiî mezhebini  resmî fıkıh mezhebi olarak  güçlü bir şekilde himaye eden Selahuddîn
el-Eyyûbî el-Kürdî (?)  tarafından
kurtarıldı.  Bununla birlikte 572/1176-7
yılında Kahire’da Sünniliği güçlendirme faaliyetleri çerçevesinde  çok şaşaalı 
Şafiî ve Mâliki medreselerinin yanına Suyûfiyye  adlı mütevazi bir  Hanefî medresesi inşa ettirdi. İlk hoca
olarak doğulu Hanefî alim Mecduddîn Muhammed b. Muhammed b. Muhammed
el-Hutenî’yi tayin etti.  el-Hutenî’nin
Huten yöneticisinin oğlu ve veliahti olduğu söylenmektedir. Bunula
birlikte  o, yönetimi küçük kardeşine
bırakmaya  ve  kendisini Semerkand, Buhârâ ve  Horasan’da Hanefî hukuk ilmini tahsile
adamaya karar verdi.  Daha sonra Ribât’a
katılmak amacıyla Suriye’ye gitti, fakat Nureddîn kendisini ziyaret ederek  Şam’daki Sâdiriyye medresesine hoca olarak
tayin etti.  Sonra Selahuddîn’in
idaresindeki Kahire’ye tekrarr geri döndü. Meşru ölçülere uymayan  haraç tahsilini protesto ederek görevini
bıraktı ve meşhur Mâlikî Kur’an alimi Ebû’l-Kâsım   el-Şâtıbî ile  birlikte Endüls’e gitmek üzere bu şehri
terketti. Salâhuddîn bu olaydan haberdan olunca, bu uygulamayı yürürlükten
kaldırdı. Bunun üzerine el-Hutenî tekrar medresesine döndü. Bir süre sonra  567/1180 yılında öldü.  
            Kahire’de
etkin Hanefî alim ve fakihlerinin pek çoğu, bundan sonra, ya yerli ya Suriyeli
ya da Iraklıydı.  Buna rağmen onların
bazısı  doğulu alimlerden  ders almışlardı. Orta Asyalı Hanefî alimlerin
sadece birkaçı,  Memlûklerin ilk
dönemlerinde  ders vermek üzere gelip
buraya yerleşti. Buna örnek olarak Talas nehri üzerinde bulunan Tarâzlı
Şuca’uddîn  Hibetullah b. Ahmed el-Tarâzî
verilebilir. O, Hanefî fıkhını Şam’da Celâluddîn  Ömer el-Habbâzî’den, daha sonra Hukuk
Usûlü’nü de muhtemelen Ebû’l-Berakât 
Abdullah b. Ahmed en-Nesefî(710/1310)’den  öğrendi. 
Abdulkadîr İbni’l-Vefâ, herhalde, Ebû’l-Berekât en-Nesefî’nin el-Menâr fî Usûli’l-Fıkh’ını  ve el-Menâr
fî Usûli’d-Din’ini  onunla birlikte
Kahire’de okudu. Orada, 773/1333 yılında ölümüne kadar Zâhiriyye
medresesinde  ders vermeye devam
etti.  Onun eserleri arasında
eş-Şeybânî’nin  el-Câmiu’l-Kebîr’i, 
el-Tahâvî’nin Akîde’si ve
Ebû’l-Berkât en-Nesefî’nin el-Menâr ( fî
Usûli’l-Fıkh ?) kitaplarına yazdığı 
şerhleri bulunmaktadır. 
            el-Tarâzî’den
yaşça biraz daha küçük çağdaşlarından birisi 
Kıvâmuddîn  Ebû Hanîfe Emîr Katîb
b. Emîr Ömer b. Emîr Ğâzî el-İtkânî ( veya el-Etkânî) el-Farâbî idi. Onun
Hanefî Fıkıh hocası, “ dönemindeki 
alimlerin meliki”  ve "ilmî
kerâmetler sahibi" olarak isimlendirdiği Burhânuddîn  Ahmed b. Es’ad  el-Harîfa’nî el-Buhârî idi.  Zaten o, 
Hanefî alimlerler içerisinde 
aşırı kibirli, Hanefi mezhebinin ateşli ve saldırgan bir savunucusu olarak
tanınır. Öyleki o, el-Menhûl adlı
eserinde Ebû Hanîfe’yi eleştirmesi dolayısıyla 
el-Gazâlî’ye oldukça sert cevap verdi. O, bir süre Ebû Hanîfe
Meşhedesi’nde ders verdi ve daha sonra oraya kadı olarak atandı. Kısa bir
ziyaretten (720/1320’de ) uzun yıllar sonra, 
747/1347 yılında  Şemsüddîn
ez-Zehebî’nin yerine  Dâru’l-Hadîs
ez-Zâhiriyye’de müderris olmak için Şam’a geldi. O gelir gelmez bir Şâfiî imamı
Hanefîlerin aksine namazda rükudan sonra ellerini kaldırdığı için namazını
bozmakla suçlaması  üzerine  zıtlaşmaya sebep oldu. Şafiî kadı
Tâcuddîn  es-Subkî, bunun üzerine  onun iddialarını çürüten ve  arkasından el-İtkânî’nin bir reddiyeyle  cevap vermesine sebep olan  sert bir eser kaleme aldı.  Bundan dolayı   el-İtkânî, 
751/1350 yılında Şam’ı terketmeye 
ve ilk görev yaptığı Mardînî Camisi’nde ikinci defa ders vermek
üzere  Kahire’ye geri dönmek zorunda
kaldı.  Daha sonra Arap olmayanlara  aşırı meyilli ve mutaassıp bir Hanefî olan
Memluk Emîri Serkatmış, onun için bir medrese inşa etti.el-İtkânî, orada bir
yıl ders verdikten sonra, 758/1357 yılında öldü.  O, el-Mergınânî’nin el-Hidâye’sine  Ğâyetu’l-Beyân adıyla büyük bir şerh ve
el-Ahsiketî’nin Muntahab’ına et-Tebyîn adıyla bir şerh yazdı. 
             Selçuklu Türkleri  tarafından 
İslam topraklarına katılan Aradolu’da Hanefî mezhebi başından itibaren
büyük bir üstünlük elde etti.  Fatihler,
açıkca Orta Asya asıllı Hanefî alimleri 
tercih ettiler. Oradaki ilk meşhur kadı ve Hanefî  fıkıh hocası, Ebû Sa’îd  ( ya da Sa’d) Abdulmecîd b. İsmâîl b.
Muhammed el-Herevî ( ö. 537/1143’de Kayseri’de ) idi. O, aslen Herat
yakınlarında bulunan Evbe'li olup Maverâünnehir’de meşhur  Fahru’l-İslâm 
Ali b. Muhammed el-Pezdevî’nin 
öğrencisi idi.  Anadolu’ya
göçmesinden önce Bağdad, Basra ve Hemedân’da müderrislik yaptı. Hanefî fıkhı ve
Usûlü Fıkhı ile ilgili  aralarında Kitâbu’l-İşrâf ala Ğavâmizi’l-Hükümât’ın
da bulunduğu eserler yazdı.         Oğlu
Ahmed Malatya kadısı olurken, diğer oğlu İsmâil 
Kayseri’de müderris oldu.  Onun
başka bir öğrencisi Kadı Muhammed el-Büstî de Sivas’ta müderris oldu.[11] 
            Orta
Asyalı  ve Abdülmecîd el-Herevî’nin
çağdaşı diğer bir saygın Hanefî alimi, bu dönemde Anadolu'da büyük bir
saygınlık ve etkinlik kazandı. Alâuddîn Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed b. Ebî
Ahmed es-Semerkandî,[12] Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî(493/1100)’nin  ve Maturidî Ebû’l-Muîn en-Nesefî el-Mekhûlî (
508/1114)’nin öğrencisiydi. O, Maverâünnehir’de yaşadı ve orada müderrislik
yaptı. Ancak onun  şahsen  Anadolu’yu ziyaret edip etmediği  şüphelidir. 
Bununla birlikte pek çok Anadolu Beyi’inin fıkhı  bizzat öğrettiği   kızı Fatıma’yı ondan istediği
söylenmektedir; fakat o, kaydedildiğine göre, kızını zeki öğrencisi Alâuddîn
el-Kâsânî’ye vermeyi tercih etti. Aalâudîn el-Kâsânî  hanımıyla birlikte Anadolu’yu ziyaret etti ve
Nureddîn tarafından Halep’e gelmeye ikna 
edilmeden önce, muhtemelen bir süre 
Sultan’ın  sarayında kaldı.
Alâuddîn es-Semerkandî, her ikisi de Anadolu'da oldukça meşhur olan Hanefî
hukukunun bir özeti  Tuhfetu’l-Fukâhâ ile 
el-Mâturîdî’nin Te’vilâtu’l-Kur’ân’ı
üzerine yapılan şerhin sahibidir.  Ayrıca
Hukûk Usûlü ile ilgili  Mizânu’l-Usûl fî Netâci’l-Ukûl adında
bir eser yazdı.
            VII./XIII.
asır  tarihçisi el-Bîbî, Amasya kadısı
Fahruddîn el-Buhârî, Konya kadısı et-Tirmizî ve 
Kemaluddîn (Cemalüddîn) el-Hutenî gibilerini  Orta Asya asıllı kadılar olarak  zikretmektedir. Anadolu’da Hanefî öğretiye
büyük katkıda bulunan, fakat  bugüne
kadar yeterli derecede ilgi görmemiş olan bir Harezmli  Hanefî alim, Necmüddîn  Ebû’r-Recâ Muhtâr b. Mahmûd  b. Muhammed ez-Zâhidî el-Ğazmînî’dir.  el-Ğazmînî, Harezm’de aralarında  Burhânu’l-Eimme Muhammed b. Abdi’l-Kerîm
et-Türkistânî el-Harezmî, kadı Fahruddîn 
Bedî’ b. Ebî Mansûr el-A’rabî el- Kubaznî ( veya  el-Kuzabnî) , Necmuddîn  Ebû’l-Meâlî 
Tâhir b. Muhammed b. İmrân el-Hafsî, Alâuddîn Sedîd b. Muhammed
el-Hayyâtî, Kur’ân alimi Reşîdüddîn 
Yusuf b. Muhammed el-Kandî (?) el-Harezmî, Belağatçı   Sirâcuddîn Yûsuf b. Ebî Bekr es-Sekkâkî ve
dilci Burhânuddîn  Nâsır b. Abdisseyyid
el-Mutarrîzî’nin bulunduğu dönemin 
oldukça saygın  pek çok
aliminden  eğitim gördü.  O, Bağdad’ı ziyaret etti ve orada önde gelen
alimlerle tartışmalar yaptı. Sonra  
Anadolu'da yaşadı ve orada bir süre  
müderrislik yaptı.  658/1260’da
ölümünden kısa bir süre önce , Altınordu’nun Cengiz Han’ı  olan ve İslam’a ihtida eden Berke’ye
sunduğu  Risâletu’n-Nâsıriyye adlı eserini tamamladı. Batı Harezm
Altınordu’nun sınırlarının bir parcası haline gelmişti.  Böylece 
el-Ğazmînî de kendi vatanının idarecilerine hitap ediyordu.  Muhtemelen Berke Han’ın İslam’a olan inancını
güçlendirmek amacıyla yazdığı Risâle, bugüne
kadar aydınlatılamamış olup içeriği sadece İbn Ebî’l-Vefâ   tarafından kısaca tanıtılmaktadır. Birinci
bölümünde, el-Ğazmînî, Muhammed’in 
nebevî misyonunun hakikatını ispat eden delillere yer vermekte ve  tamamı bin ya da üç bin kadar olduğu
söylenen  pek çok mucizesini
açıklamaktadır.  İkinci bölümde
Muhammed’in peygamberliğine karşı çıkan düşmanlarını zikretmekte ve onların
iddialarını çürütmektedir.  Üçüncü
bölümde de bilhassa Müslümanlarla Hristiyanlar arasındaki  meseleleri tartışmaktadır.[13] Bu son tartışma, bu dönemde Müslümanlar ve
Hristiyan misyonerler arasında  Moğol
yöneticilerle tebaasını kendi dinlerine döndürmek için  yaşanan şiddetli rekabeti açık bir şekilde
yansıtmaktadır.
            el-Ğazmînî,
fıkhî eseri el-Kunye ( veya Tuhfetu’l-Munye)’de, hocası kâdı
Fahruddîn Bedî’ in el-Bahru’l-Muhît
ve Munyetu’l-Fukahâ’ adlı
eserlerinden  belli hukûki hadiseler ve
fetvaları seçerek  analiz etti. Zeki
Velidi Togan’ın ilk defa ondaki  büyük
ölçüde kaybolmuş İran Harezm dilindeki ibareleri ortaya  çıkarmasından sonra[14], bu eser modern alimlerin ilgisini çekmeye
başlamıştır. Ayrıca Togan bu eserin o günkü Harezm’deki durumlarla ilgili
oldukça önemli miktarda bilgiyi ihtiva ettiğine dikkat çekti. el-Ğazmînî’nin
hocasının Munyetu’l-Fukahâ’ adlı
eserini  esas alarak yazdığı  ikinci eseri, halihazırda bize kadar ulaşmış Hâvî Mesâilu’l-Vâkiât ve’l-Münye’dir.
Bundan başka el-Ğazmînî, kendi eseri  Kunye’de olduğu gibi o günkü Harezm hakkında ilginç bilgiler ihtiva eden
el-Kudûrî’nin Muhtasâr’ına bir şerh
yazdı. Bu münasebetle o,  putperest
Moğollar tarafından işgal edilen toprakların statüsünü, yani  buraların Dâru’l-Harb mı olduğu,  yoksa Dâru’l-İslâm olmaya  devam mı ettiği ile ilgili  bölge alimleri arasında yaşanan ilk
tartışmaları anlattı. el-Ğazmînî’nin hukuk çalışmaları Anadolu’da büyük ilgi
gördü ve muhtemelen en az iki yüzyıl Hanefî fıkhının  öğretiminde yaygın bir şekilde kullanıldı.
Togan Kunye’nin Turkiye’de 78  adet yazmasını tespit etti. Sadece onun Şerhu’l-Muhtasâr el-Kudûrî adlı eserinin  Türkiye kütüphanelerinde en az  20 adet yazması bulunmaktadır.
            Dönemin
Harezmli pek çok Hanefî alimi gibi el-Ğazmînî de itikatta bir Mu’tezilî idi. Bu
durum, onun çalışmalarına olan rağbetin sonuçta kaybolmasına önemli katkıda
bulunmuş olabir. O, muhtemelen,  amelde
Sünnî bir alim tarafından Mu’tezilî öğretiyi savunmak için yapılmış en son
çalışma el-Muctebâ adlı  kelamî bir eser yazdı. Şu ana kadar onun hiç
bir yazma nüshası bulunmadı, fakat ondan bazı alıntılar,  Yemenli Zeydî müellif İbnü’l-Vezîr Muhammed
b. İbrâhîm ( ö. 840/1436)’in 
eserlerinde  bulunmaktadır.[15] 
[1] Bkz., W. Madelung, “ Spread of Mâturîdism and The Turks”, Actas do IX Congresso de Árabes e IslâmicosCaimbro-Lisboa 1968, Leiden 1971, s. 127-28.
[2] İbn Ebî’l-Vefâ’ya gore, el-Nâsihî  Gazneli Sultan Mahmûd tarafından  Buhârâ’ya kadı olarak atandı. (el-Cevâhiru’l-Mudîe, thk., Abdulfettâh
Muhammed el-Hulv, Kahire 1978-9, II/306) Buhârâ oldukça kısa bir süre Mahmûd’un
kontrolünde kaldığı için, oraya gerçekten gitmiş olsa bile  el-Nasîhî’nin ders verecek kadar uzun
süre  kalması muhtemel değildir. 
[3] İbrâhîm b. Osmân el-Ğazzî , onun yeterliliğini
eleştiren  hiciv dolu bir şiir yazdı.
Bkz., İbn Ebî’l-Vefâ, II/381. 
[4] İbn Asâkîr’e göre, sebep şuydu: el-Gaznevî, Sultan’a
muhafızlarından bir grubun kendisini yakalayarak düşmanı Müslim b. Kureyş’e
teslim etmeyi planladıklarını söyledi. Sultan kanıt getirmesini isteyince, bunu
ispat edemedi. Tutuş’un emriyle feci bir şekilde dövüldü ve görevinden alınarak
hapsedildi. ( Târîh Medîneti Dimaşk,
thk. Muhibbüddîn el-Amravi, Beyrut, 1995-200, XLIII/226-27. Bu kelimenin
okunuşu  Karnevî değil Gaznevî'dir. )
[5] İbn Asâkîr, Târîh
Dimaşk, XLIII/252.
[6] Biyografik eserlerde  es-Sikilkendî olarak geçmektedir, ancak ünlü
Cografyacı Makdisî’nin (Ahsen, 296,
303 ) eserinde bu kelimenin aslının İskilkend olduğu anlaşılmaktadır.
Muhtemelen Arapça yazım hatası sonucu bu şekilde geçmiştir. Bu yüzden  biz , İskilkendî olarak  düzelttik.
[7] İbn Ebî’l-Vefâ, II/562.
[8] Hacı Halife, Keşfu’z-Zunûn,
thk. Ş.Yaltkaya ve K. Bilge, İstanbul 1360-62/1941-43, II/  1749-50. 
[9] İbnü’l-Adîm, Bugyatu’t-Tâlibîn
fî Târîhi Haleb, thk. Suheyl Zekkâr, Şam 1408/1988 , X/4341.
[10] İbnü’l-Adîm, Bugyatu’t-Tâlibîn
fî Târîhi Haleb, III/1029, 1126.
[11] İbn Asâkîr, Târîh
Dimaşk, XXXVI/472-3. Aynı şekilde İbn Asâkîr  (Burhânüddîn) Ali ( b. el-Hasan) b. Muhammed
el-Belhî el-İskilkendî (?)‘yi 
Abdülmecîd’den  fıkıh okuyan
öğrencileri arasında zikreder.
[12] Onun  ölüm
tarihi bazan yanlışlıkla 539/1144 olarak kaydedilmektedir. Bu tarih, es-Sem’ânî
tarafından Ebû Ahmed Muhammed b. Ahmed b. Ebî Hamîd  es-Semerkandî’nin ( İbn Ebî’l-Vefâ, III/77)
ölüm tarihi olarak verilmiştir. Zaten onun Alâüddîn Ebû Mansûr’la aynı kişi
olması çok zor görünmektedir. Alâüddîn’in Tuhfetü’l-Fukâhâ’
adlı eserinin tahkikinde, Muhammed Zekî Abdülberr bu tarihin Alâüddîn’in
ölümüne işaret ettiğini ileri sürdü. Ancak 
bu eddia yanlış bir temele dayanmaktadır. (Bkz.: İbn Ebî’l-Vefâ’,
III/77) Bu yüzden Alaüddîn’in ölüm tarihinin bilinmediğinin göz önünde
bulundurulması gerekir. 
[13] İbn Ebî’l-Vefâ, 
III/461-2.
[14] A. Zeki Velidi, “ Über die Sprache und Kultur der Alten
Chwarezmier”, ZDMG., 90(1936), s. 27-30.
[15] Bkz. Mahmûd b. Muhammed el-Melâhimî, el-Mu’temed
fî Usûli’d-Dîn, thk., McDermott and W. Madelung, London 1991, Giriş, s.
vii.