Sönmez KUTLU, Türkler ve İslam Tasavvuru, İSAM yay.,
İstanbul, 2011, 366 s
TANITIM: Arş.
Gör. Habip DEMİR*
Türk ile İslam kelimelerini bir arada kullanmanın tarihi bin yıldan
daha uzun bir süreyi kapsar. Bir milletin nasıl olup da tüm varlığıyla yeni bir
dini kabullendiği, bu dine ve bu dinle birlikte anılan medeniyete ne gibi
katkıları olduğu hakkında şimdiye kadar çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bu
araştırmaların temel hareket noktası, genellikle din değiştirme olgusunu
savaşları merkeze alarak yansıtma eğiliminde süregelmiştir. Ancak yazarın da haklı
olarak ifade ettiği gibi, bir kavmin topyekûn din değiştirmesinin tarihte eşine
az rastlanır bir olgu olduğu; bu olgunun da birbirinden farklı pratik,
sosyo-psikolojik, ekonomik, siyasi arka planı barındıran karmaşık bir ilişkiler
ağı üzerine inşa edilebileceğinin (s.9) gözden uzak tutulmamasının bilimsel bir
bakış açısı yakalanabilmesi için bir zorunluluk olduğudur. Bu bakış açısını
yakalayabilmek ise, Türk-İslam tarihine objektif bakabilen eserlerin meydana
getirilmesiyle mümkün olabilir. Bugüne kadar Türklerin İslam’ı kabulü ve
İslam’ın Türkler arasında yayılışı ile ilgili birçok eser yazılmıştır. Ancak
Türklerin İslam tasavvuru ile ilgili bütüncül bir bakış açısı yakalanamamıştır.
İSAM yayınları arasından okuyucuyla buluşan Sönmez KUTLU’nun “Türkler ve
İslam Tasavvuru” adlı boyutları küçük ancak içerik yönünden zengin kitabı,
tarih araştırmalarında eksikliği hissedilen bütüncül yaklaşıma önem veren bir
çalışma olması dolayısıyla kıymete haizdir. Türklerin tarih boyunca itikatta Mâturîdîlik,
amelî alanda Hanefilik ve tasavvufî alanda Yesevîlik arka planına sahip
olduğunu vurgulayan yazar, bunların kökenlerine inerek ve bu görüşlerin
Türkler arasında niçin kabul edildiği ve bu arka plana ait oluşturulmuş
edebiyat ile ilgili bilgiler vermektedir. Böylece eser, konu ile ilgili önemli
bir boşluğu doldurmaktadır.
Eser, Giriş, 7 bölüm, Sözlük ve İleri Okuma için Kaynakça’dan
oluşmaktadır.
“Türkler’de İslam Öncesi Toplumsal ve Dini Hayata Kısa Bakış” başlığı altında konuya giriş yapan yazar, Türklerin Müslüman
olmadan önceki inanışları ve toplumsal yaşamları hakkında bilgi vermektedir. Miladi
VI. Yüzyıldan itibaren bir milletin ismi olarak beliren Türklerin anayurdunun
her ne kadar Orta Asya olduğu ifade edilse de bütün Türklerin burada
toplandığı, tek bir toplum, tek bir devlet, aynı din ve kültürü benimseyen
yeknesak bir topluluk olduğunun düşünülmemesi gerektiğini ifade etmektedir (s.23).
Bu milletin Müslüman oluşunun da birdenbire olmadığını, hatta aynı dönemde ve
aynı bölgede yaşayan Türklerin bile farklı inanışlara sahip olduğunun altını
çizmektedir. Ancak genel olarak Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk
dönemlerinden itibaren evrensel ve semavi dinlerin tek tanrı anlayışına yakın
bir tanrı tasavvurunun bulunduğundan bahsedilebileceği vurgulanmaktadır (s.
33). Türklerin tarih boyunca Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Zerdüştlük, Taoizm ve
Konfüçyanizm, Musevilik, Hıristiyanlık gibi dinlerle temas kurup bu dinlerin
etkisinde kalmalarına rağmen sonuç olarak İslam’da karar kılmış olmaları ve bu
dine sıkı bir şekilde sahip çıkmaları oldukça önemlidir.
Tarihin hiçbir
döneminde zorla din değiştirmeyen Türkler, İslam’a da bir anda topyekûn
girmediler. Sosyolojik açıdan dini toplumsal değişimin temel ilkelerine bağlı
olarak karşılaşma, birbirini tanıma, yüzleşme, uzlaşma ve içselleştirme
aşamalarından geçerek başlangıçta İslam’la olan yüzeysel ilişkilerini ilerleyen
süreçte siyasi, toplumsal, iktisadi ve dini kültürel hayatlarında köklü bir
değişime rıza göstererek bu dinin samimi dindarları haline gelmişlerdir. (s.
46-47)
Birinci Bölüm “Türkler’in İslamlaşma Süreci ya da İslam’la
Ufuk Buluşması” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde, Türklerin İslam’la
ilk karşılaşmaları ve İslam’ı sahiplenmesi süreci özetlenmiştir. İlk olarak
dört Halife döneminde izlenen fetih politikası ile Türklerle kurulan ilişki
sonucu Türk sınırlarına ulaşılmıştır. Böylece Arap Müslümanların Türk
milletiyle ilk münasebetleri fetihler yoluyla başlamış, Emevi idaresinin mevali
politikası sonucu kısa süren Ömer b. Abdülaziz dönemi hariç toplu ihtidalar
yaşanmamıştır. Bu nedenle Türkler Emevi idaresine karşı başlatılan özgürlük ve
eşitlik mücadelesinde taraf olmuşlardır. Bu durum da Türkler arasında İslamiyet’in
yayılışını durdurmuştur. Abbasi devletinin kuruluşuna doğrudan destek veren
Türkler, 751 Talas Savaşından sonra İslam dinine artık geri dönmemecesine sıkı
sıkıya bağlanmışlardır. Türklerin İslamiyet’i kabulünün bir İslamlaştırma
faaliyeti değil tamamen kendi istekleriyle kabul ettikleri bir olgu olduğuna
dikkat çeken yazar, bu konuda Türklerin en çok benimsedikleri mezhebin akla
önem veren Ehl-i Rey ekolüne verilen destekle de yakından ilişkili olduğu
sonucuna ulaşmaktadır. Öyle ki, Türk beldelerinde sadece Ebu Hanife ve
öğrencilerinin kadı olarak görev yapması bunu göstermektedir. Türklerin Ebu
Hanife’ye olan ilgisi akla önem vermesi yanında, Arap olmayışı, Emevi idaresine
karşı direnmesi ve hoşgörüyü ön planda tutan din yorumunun da etkisiyle
oluşmuştur.(s. 60-61)
Tarihleri boyunca birçok farklı dine inanmış bir millet olan
Türkler, ancak İslam dini ile birlikte milli benliklerini muhafaza
edebilmişler, diğer dinlere inanan Türklerin bugün Türklüklerinden bahsetmek imkânsız
hale gelmiştir (ss.86-89).
Eserin ikinci bölümü olan “Türklerde Dindarlığın Pratik
Boyutu: Hanefilik” başlığı altında yazar, Hanefilik mezhebinin
Abbasilerin sınır bölgelerinde bulunan bölgesel devletlerin hukuki
ihtiyaçlarını karşılayacak özelliklerde olmasının bu mezhebin benimsenmesinde
ve özellikler Türkler arasında yayılmasında etkili olduğunu vurgulamaktadır.
Türkler arasında İslam’ın yerleşmesinde İslam’ın evrensel ilkelerinin etkisi
var olmakla birlikte bu dinin yerleşip kökleşmesinde büyük ölçüde Ebu Hanife’nin
özgürlükçü ve hoşgörülü İslam anlayışının büyük rol oynadığını ifade etmektedir
(s.91). Bu bölümde, Ebu Hanife’nin hayatını ve mezhebin Türkler arasında yayılmasını
kolaylaştıran özelliklerini açıkladıktan sonra, sırasıyla tarihi süreç
içerisinde Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemlerinde
Hanefilik mezhebinin etki alanlarını, bu dönemlerde yaşamış önemli Hanefi
bilginlerinin adlarını ve eserlerinden bazılarını tespit etmiştir. Kutlu, özellikle
Osmanlı döneminde, Hanefilik mezhebinin resmi mezhep olarak kabul edilmesinin
ve hukuk alanındaki kanunlaştırma faaliyetlerinde farklı görüşlerden istifade
etmek yerine, devletin kendisini Hanefilikle sınırlandırmasının mezhebe bağlı
değil mezhep bağımlısı haline getirdiğini vurgulamıştır. Bu durumun da
Osmanlının siyasi, dini ve hukuki hayatında olumlu ve olumsuz pek çok sonuç doğurduğundan
yakınan Kutlu; bu zihniyetin genelde İslam medenî hukuku özelde Osmanlının
medenî hukuk tarihini olumsuz etkilediğine haklı olarak işaret etmiştir
(s.118-119).
Üçüncü bölüm olan “Türklerde Dindarlığın İnanç Boyutu: Mâturîdîlik”
başlığı altında yazar, Türkistan’da yaşamış ve fikirleriyle bir itikadi mezhebe
isim olmuş Ebu Mansur Mâturîdî’nin sadece yaşadığı bölgeyi değil, Balkanlar ve
Kafkasya’yı da etkisi altına aldığını belirtmektedir. Kutlu, kendisi de Türk
asıllı olan İmam Mâturîdî’nin dönemine göre özgün fikirler ortaya koymasına
rağmen, Mürcie’nin iman anlayışını benimsemesi, din-siyaset ayrımına gitmesi ve
sûfîliğe mesafeli yaklaşımı sebebiyle ihmal edilmiş olabileceğini ifade
etmektedir. Bilgi Kuramı, Tanrı tasavvuru, Peygamber Anlayışı, Din-Şeriat
Ayrımı, İman Anlayışı, İnsan Özgürlüğü, Objektif Ahlak Anlayışı,
Diyanet-Siyaset Ayrımı gibi alt başlıklarda Mâturîdî’nin öğretisini özetleyen
yazar, önemli Mâturîdî kelamcıları ve kelamî edebiyatının örneklerini sıraladıktan
sonra Türkler arasında Mâturîdîlik mezhebinin yayılış sebeplerini açıklamıştır.
Mâturîdîlik mezhebi bizatihi bir mezhep olarak tanınıncaya kadar
onun görüşlerine inananlar daha ziyade Hanefiler olarak tanınmıştır. Bundan
dolayı Mâturîdîliğin Türkler arasında yayılışı Hanefiliğin yayılışı ile
birlikte olmuştur. Bu durum bir süre İmam Mâturîdî’nin öne çıkmasını
engellediyse de daha sonraları yeni bir sistem geliştirdiği anlaşılınca
Mâturîdî, bir mezhep imamı olarak anılmaya başlamıştır (s.143). Mâturîdî’nin
bir Türk âlimi olması ve eserlerini yazarken bölgenin siyasi ve sosyal yapısını
göz önünde bulundurması Türkler arasında bu mezhebin yayılmasında etkili
olmuştur. Selçuklular döneminde Nizamiye medreselerinin kurulmasıyla Eş’ârîliğin
gölgesinde gelişebilen Mâturîdîliği, bu dönemde Bâtınilikle baş edebilmek için
Eş’ârîliğe yaklaştırma çabaları ortaya çıkmıştır. Osmanlının ilk dönemlerinde Mâturîdîliğin
bilinmesi de daha çok bu yakınlaştırma çabaları sonucu ortaya konan eklektik
metinler yoluyla olmuştur. Gerçi Mâturîdîlik, büyük şehirlerdeki medrese
geleneklerinde yeterince ilgi görmese de, taşradaki medreselerde ve medrese
dışı çevrelerde büyük bir ilgiyle karşılaşmıştır (s.151). XV. Asırdan itibaren
Şii-Sünni çekişmesinin Türk-İran çekişmesine dönüşmesi sonucu, Eş’ârî geleneğin
bu gerginlikte Sünniliğe zafer kazandıracak teolojik özgünlükten uzak olmasının
da etkisiyle Mâturîdîlik adeta yeniden keşfedilmiştir. Osmanlı idarecileri, Rafızîlik
ve Bâtıniliği eleştirmek için birçok kitap yazan ve Türk kültür çevresinde
akılcılığı savunan Mâturîdî’nin görüşlerine daha büyük önem vermeye
başlamışlardır (s.152-153). Ancak yazara göre bu çabalara rağmen, Mâturîdî
düşünce sisteminin yeterince anlaşılıp geliştirildiğini söylemek imkânsızdır.
Bu durum da Türk dini düşüncesine pahalıya mal olmuştur. Eğer Mâturîdî’nin akla
öncelik veren doktrinine sözde değil özde sahip çıkılsaydı bugün dini düşünce
alanında yaşadığımız birçok problemi yaşamıyor olabilirdik (s.154) görüşüne
katılmamak imkânsızdır.
Dördüncü bölüm “Türklerde Dindarlığın Tasavvufî Boyutu:
Yesevîlik” başlığına ayrılmıştır. Sûfi-mistik eğilimin İslam öncesi
dönemde Türklerde dindarlığı belirleyen ana unsurlardan biri olduğu, bu
eğilimin derinlikli felsefi bir düşünce sisteminden çok toplumun isteklerini ön
planda tutan ferdî bir eğitimi öngördüğü vurgulanmıştır. Müslüman Türklerde
dindarlığın tasavvufi boyutunu uzun süre Ahmed Yesevî’nin görüşleri etrafında
şekillenen Yesevîlik oluşturmuştur. Bütünüyle Türklerin ahlak merkezli bir
İslam yorumu olan Yesevîlik, Nakşibendîlik, Bektaşîlik şeklinde bazı
yapılanmalar görmüşse de, Orta Asya, Balkanlar, Anadolu ve Kafkaslarda yaşayan
Türk boyları arasında dindarlığın tasavvufi boyutu olarak etkisini günümüze
kadar sürdürmüştür. Horasan ve Anadolu’da ortaya çıkan Safevîlik, Mevlevîlik,
Halvetîlik, Bayramîlik ve diğer bazı tasavvufi tarikatlar da Türkler üzerinde
Osmanlılar döneminde etkili olmuştur. Ancak Yesevilik, Türklerin tasavvuf
anlayışının bir tezahürü olması ve sade halk sufîliğini temsil etmesi
dolayısıyla dinî tarihimizde özel bir yere sahiptir (s. 158).
Ahmed Yesevî’nin diğer sûfîlere göre Türkler arasında daha çok
taraftar bulmasının en önemli sebeplerinden biri de sûfîlerce sık yapılan şifreli
konuşma üslubunu kullanmayıp halkın anlayacağı sade bir dil üzerinden onlarla
iletişime geçmesidir. O, İslam dininin temel öğelerini halk edebiyatının sade
üslubuyla çok güzel harmanlamıştır (s.164). Bu özelliğiyle Ahmed Yesevî
Türklerin İslam anlayışına milli bir üslup ve yeni bir ufuk kazandırmıştır.
Yesevîliğin tamamen Türklerden taraftar edinen en büyük tarikat olduğunu
belirten yazar, ileriki dönemlerde bu tarikatın Nakşibendîlik ve Bektaşilik
gibi iki kola ayrıldığını ancak her iki tarikatın da Yeseviliğin öğretisinden
kısmen farklılaştığını vurgulamıştır.
Beşinci bölüm, “Türkler’in Bilime ve Sanata Katkıları”
başlığını taşımaktadır. İslam medeniyetinin sadece Türk bilginleri sayesinde
oluşmadığını, ancak bu medeniyetin kurulup gelişmesinde Türk bilginlerin önemli
katkıları olduğunu vurgulayan Kutlu, bu bölümde tarihte Türkler arasında
yetişen ve çeşitli bilim dallarında başarıya ulaşarak adından söz ettirmiş ünlü
simaları ve eserlerini özetlemiştir. Müslüman Türklerin, gazâvât ruhunun
güçlendirilmesine ve ilmin yayılmasına büyük önem verdiklerini ifade eden
yazar, Türkler arasında ilim öğrenmenin farz cehaletin ise haram addedildiğini
vurgulamaktadır. Cahil kalmanın Türkler arasında büyük günah kabul edildiğinden
bahseden yazar, kadınların koca haklarından önce ilim haklarının geldiğinin kabul
edildiğini ancak bu zihniyetin her zaman korunamadığının da altını çizerek bir
özeleştiri yapmaktadır. Kâtip Çelebi’nin hayatının ilk dönemlerinde on yıla
yakın savaşlara katıldıktan sonra “küçük cihat”tan “büyük cihat” a, yani “ilm-i
şerif” e yönelerek bugün dahi elden düşmeyen eserler bırakabilmesinin de bu
ruhla yakından ilgili olduğunu vurgulamıştır (s.184-187). Daha sonra, Türklerin,
Felsefe, Mantık, Tıp, Astronomi, Matematik, Musiki, Kelam, Fıkıh ve Fıkıh
Usulü, Tefsir, Hadis, İslam Sanatı gibi birbirinden çeşitli alanlarda ortaya
koydukları eşsiz eserleri ve İslam medeniyetinin yayılmasına sunduğu katkıları
vurgulanmıştır.
Altıncı bölüm, “Türklerde Dini Hoşgörü, Şefkat ve Merhamet”
başlığı altında, Türklerin tarihte ve günümüzde dini ve kültürel hoşgörüsü ile
bilindiğini ifade eden yazar, bunun insan haklarından hayvan haklarına kadar
çeşitli mecralarda yaşanmış örneklerinden kesitler sunmaktadır.
Yedinci ve son bölüm, “Türklerde Hz. Muhammet Sevgisi”
başlığını taşımaktadır. Türklerde Hz. Muhammet sevgisinin Allah sevgisinden
sonra edebi eserlerin ikinci teması haline geldiğini vurgulayan yazar, bu
sevginin bireysel ve toplumsal alana bütünüyle yayıldığını ifade etmiştir.
Türkler arasında Hz. Muhammet sevgisinin kültürel, edebi ve kurumsal birçok
alanda yayıldığını örnekleriyle açıklayan yazar, böylece Hz. Muhammet
sevgisinin boyutlarını da ortaya koymaya çalışmıştır.
Bundan önceki diğer eserlerinde olduğu gibi, sistematik bir bakış açısını
yansıttığı gözden kaçmayan bu eserinde Kutlu, bir Mezhepler Tarihçisi
yaklaşımıyla Türklerin İslam tasavvurunun adeta bir fotoğrafını çekmiştir. Bu
yönü ve kolay anlaşılan diliyle bu alanda bir el kitabı olmaya aday kitabın
önümüzdeki dönemlerde konuyla ilgili yapılabilecek eserlere örnek olacağı
kanaatindeyiz.
* Iğdır
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı (habibdemir06@gmail.com)