Kaynak: e-Makâlât, 5/1 (2012), ss. 209-219.
Tarihsel
Din Söylemleri Üzerine Zihniyet
Çözümlemeleri
Prof. Dr. Sönmez Kutlu
Otto Yayınları/Temel Eserler 06, Ankara 2012, Tamamı:
478 sayfa.
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin
DOĞAN
Muş Alparslan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
huseyindogan5555@hotmail.com
Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Sönmez Kutlu tarafından hazırlanan ve daha çok psikoloji ve
sosyolojinin verileri göz önünde bulundurularak zihniyet sorgulamacı, çözümlemeci
ve eleştirel bir mantık gözetilerek kaleme alınan hatta ilmî ve bilimsel
toplantılarda bildiri olarak sunulmuş birtakım makalelerden müteşekkil eser
olma niteliğini haiz bu kitap, Otto Yayınlarınca 2012 yılında okuyucuların dikkatine
sunularak yayın hayatına başlamıştır.
Kitap, on ana
bölüm ve 3 ek kısmı ile kaynakça-dizin bölümlerinden oluşmaktadır.
Kitabın birinci
bölümü giriş mahiyetinde olup bu kısımda İslâm düşüncesi üzerinde beliren
değişik zihniyet yapılanmalarının çözümlemesi gerçekleştirilmektedir. Zira
insanların fıtrî olarak farklı farklı yapılarda yaratılmış olmaları, içerisinde
yetişmiş oldukları toplumun etkileri ve koşulanmış oldukları itikâdî
değerlerin, onların duygu ve düşüncelerine bir anlamda istikamet verdiği
dolayısıyla da dünya görüşlerini şekillendiren en önemli unsurlar olduğu
gerçeğine vurgu yapılmaktadır. Yazar bu husustaki görüşlerini şöyle
açıklamaktadır: “İnsanlar
hâl, tavır, tutum,, davranış, duygu ve düşünceleri bakımından birbirinden farklıdırlar.
Tabiatlarından kaynaklanan bu durum, içinde yaşadıkları toplumsal yapıyla
birleşince onların dinî hayatlarının farklı biçimlenmesine sebep olmuştur. Aynı
kültürel, siyasî, ekonomik ve dinî ortamlarda yetişen iki kişi arasında dahi,
dini anlama ve yaşayış biçimlerinde farklılıklar görülebilir. İnsanların dini
anlama, açıklama, yorumlama ve yaşama tecrübelerinde görülen farklılıklar ve
dinî tipolojiler, temelde insanın tabiatında bulunan tipolojilerle yakından
ilişkilidir.” (ss.14). Yazar bu bölümde söz konusu
zihniyet biçimlerinin kültürel, siyasî, ekonomik ve dinî bakımdan değişik
sebeplere dayalı olarak ortaya çıktığı gerçeğine değinerek, İslâm düşüncesinde
ortaya çıkan tarihî din söylemlerinin bir bakıma meşruiyet zeminini saptamaya
çalışmaktadır. Daha açık bir anlatımla bu kısımda, İslâm düşüncesindeki
tepkisel-kabilevî, akılcı-hadarî, gelenekçi-muhafazakâr, siyasî-karizmatik
liderci ve keşifçi-inzivacı din söylemlerinin ana hatlarıyla bir tahlili
yapılmaktadır. Şöyle ki yazar tepkiselci-kabilevî anlayışını şu sözleriyle
tasvir etmektedir: “...Tepkisel-kabilevî
din söyleminin veya zihniyetinin, medenî hayata uyumsuzluk, katı, sert ve
şiddet yanlısı dünya görüşü, sistematik düşünceden yoksunluk, katı ve mutaassıp
bir dindarlık; nassları zahirî ve literal okuma, dışlayıcılık ve tekfir etme,
farklı görüşlere ve anlayışlara tahammülsüzlük, karizmatik toplum anlayışı
(kabile/asabiyet), siyasî otoriteyi tanımama, sürekli bölünme, mutlak doğruluk
iddiası gibi temel özellikleri bulunmaktadır.”
(ss.25). Yazar, akılcı-hadarî söylem biçimini ise genel olarak Mâtürîdîlik
düşüncesinden hareketle ele alıp irdelemeye ve temellendirmeye çalışmaktadır: “Akılcı-hadarî din söyleminin/zihniyetinin
çoğulcu din anlayışı, sistematik düşünce ve akılcılık (rey taraftarlığı),
bireysel sorumluluk, bireysel dindarlık, akla dayalı din ve dünya görüşü,
müslümanların eşitliği, te’vîl, sorgulama ve eleştirme, farklı görüşlere ve
anlayışlara tahammül gibi temel özellikleri bulunmaktadır.” (ss.30). Yazar burada, Mâtürîdî düşünceyi temel eksene
alarak önemli tespitlerde bulunmaktadır. Buna karşılık gelenekçi-muhafazakâr
din anlayışını ise, klasik olarak bilindiği biçimiyle ehli hadis üzerinden
çözümlemeye çalışmaktadır. Yazar’a göre selefî ve hadisçi söylem,
gelenekçi-muhafazakâr anlayışı destekleyen en önemli bir argümandır.
(ss.31-33). Gerçekte yazar, gelenekçi-muhafazakâr söylemin, düşünce ve bilimin
ilerlemesinin önünde en büyük engeli oluşturduğuna satır aralarında işaret
etmeye çalışmaktadır. Diğer taraftan yazar, siyasî-karizmatik liderci anlayışı
çözümlerken genel olarak, Şi‘î-İmâmî yaklaşım tarzından esinlenerek konuya
yaklaşmıştır (ss.35-41). Keşifçi-inzivacı yaklaşım biçiminde ise,
tasavvufçuların ve tarîkatlerin din tasavvurundan hareketle açıklamalar
yapılmıştır (ss.41-47).
Tarihî
sıralama dikkate alınarak hazırlamış olan bu kitabın ikinci bölümünde ise, yazarın
birinci bölümde kısmen yer açtığı; ancak tafsilatına değinmediği
siyasî-karizmatik liderci din anlayışı müstakil bir konu olarak ele alınmış
olup bütün yönleriyle hatta örneklemelerle desteklenerek okuyucuyla
buluşturulmaya gayret gösterilmiştir. Yazar bu kısımda, çok değer atfettiği “ehl-i beyt” kavramının tarihî süreçteki
ve Kur’ân’daki anlamsal-dilbilimsel çözümlemelerine oldukça geniş yer ayırmış;
hem Şi‘î-İmâmî hem de Ehl-i Sünnet din anlayışlarınca bu kavramın hep istismar
edildiğinin altını çizerek anlamsal/kavramsal transformasyonlara dikkat
çekmiştir (ss.85-111). Gerçekten de tarihî çerçeveyi ve yapılanmayı göz önünde
bulundurduğumuzda, Ehl-i Sünnet yaygın biçimiyle siyasî-dünyevî otoriteyi
ellerinde tuttuklarından vakıaya daha fazla bağlı kalmaya ve gerçekliğe daha
uygun teoriler geliştirmeye çalışırken Şi‘î-İmâmî söylem ise, vakıadan kopmuş,
teolojik/kozmolojik zemin üzerinde “dinî
ve ruhânî” liderlik üzerine nazarî modeller ihdas etmiştir (ss.143-144). Kaldı
ki yazar da, imâmet/hilâfet anlayışının tarihî süreç içerisinde cereyan eden
siyasî birtakım mücadelelerle gün yüzüne çıkan yeni siyasî durumlar
muvacehesince başkalaştığı, değiştiği, geliştiği ve en-nihayet dönüştüğü
kanısındadır (ss.105-109). Yazar bu bölümde son olarak, günümüz dahil olmak
üzere üzerinde bir çok değerlendirmenin yapıldığı; ancak daha önce hiç
dillendirilmeyen “kerbela” olayının
yeniden ilmî, eleştirel ve çözümlemeci bir metodoloji ile olayın “sosyal” yönünü de hesaba katarak değerlendirmede
bulunmanın daha sağlıklı ve tutarlı olacağını ifadeye çalışmaktadır (ss.111-136).
Kitabın
üçüncü bölümü, İslâm düşüncesinde din-siyaset ilişkisi başlığını taşımaktadır.
Yazar burada din-siyaset ilişkisi bağlamında öncelikle Kur’ân’ın ön gördüğü ve
Hz. Peygamber’in de kendi yaşam felsefesinde içselleştirdiği devlet başkanlığı
tipolojisi üzerinde yoğunlaşmaktadır (ss.137-143). Daha sonra da İslâm
mezheplerinin din-siyaset anlayışına vurgu yapan yazar, bu çerçevede
hilâfet-imâmet tartışmalarını yine din-siyaset ilişkisi çerçevesinde incelemeye
çalışmaktadır (ss.143-150). Yazar bu bölümde ayrıca, el-Mâtürîdî’nin “diyânet-siyaset” ayrımına yaptığı
orijinal tespiti üzerinde yoğunlaşmakta ve bu meyanda kendi düşüncelerini şu
şekilde ortaya koymaktadır: “Mâtürîdî’nin
diyânet-siyaset ayrımı yapması ve birincisini peygamberlere, ikincisini ise
kral/meliklere tahsis etmesi, dönemine kadar konuyla ilgili yapılmış
tartışmalar ve ileri sürülen görüşlerle mukayese edildiğinde son derece
önemlidir. Buradan hareketle diyânet/nübüvvet görevinin, Allah tarafından
kendisine verilmiş bir görev iken, devlet başkanlığının ilahî bir misyon gereği
olmayıp kendi siyasî ve içtihadî tercihi olduğu söylenebilir. Ancak o, bir
kral,melik veya sultan değildi. Zaten başkanı olduğu devlet, bütün unsurlarıyla
ve kurumlarıyla oluşmuş bir devlet değildi. Bu kurumlaşma ilk dört halife
döneminde tamamlandı.” (ss.153). Yazar, gerçekte bu fikrin
temellerinin Ebû Hanife’ye kadar uzandığının altını çizerek, din-siyaset
ilişkisinin gerek Osmanlının son dönemlerinde gerekse de cumhuriyetin ilk
yıllarında bu paralelde benzer şekilde devam ettiğini belirtmektedir. (ss.157-164).
Dördüncü
bölümün konusu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in teşekkülü, temsilcileri, fikirleri
bugünkü durumu üzerinedir. Yazar bu kısımda öncelikle Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat’ın doğuşu ve ortaya çıkışı üzerinde durmakta daha sonra da bu isim
adı altında beliren Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye mezheplerinin
temsilcileri ile görüşlerini etraflıca incelemeye koyulmaktadır (ss.165-195).
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın doğuşu ve oluşumu noktasında tarihî ve sosyolojik
kimi etkenlere de vurgu yapan yazar, Selefiyye diye başlı başına bir itikâdî
yapılanma ve hareketten bahsetmemiş olsa da, “hadis taraftarları” başlığı adı altında bu itikâdî ekolu incelemeye
çalıştığı gözlenmektedir (ss.173-180). Diğer taraftan, kendi söylemiyle Ehl-i
Sünnet’in gerçek birer müntesibi olarak takdim ettiği hem Eş‘arîliğin hem de
Mâtürîdîliğin teşekkülü, tarihçesi ve görüşleri üzerinde yoğunlaşan yazar, özellikle
de son dönemde Ehl-i Sünnet ekolü adı altında Mâtürîdîliğin daha fazla itibar
ve rağbet gördüğünü ifadeye çalışarak, bu istikamette günümüzde Mâtürîdî
kaynakların pek çoğunun önemi haiz eserler olduğuna bu vesile dikkati
çekmektedir. Nitekim Yazar, bu konudaki düşüncelerini şöyle özetlemektedir: “Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla
birlikte, Osmanlı’dan devralınan geleneğin etkisi sonucu, Mâtürîdîlik daha
fazla ilgi görmeye başlamıştır. Hatta ilmihal kitaplarında ve imamlar için
hazırlanan el kitaplarında, önceden beri var olan ‘fıkıhta mezhebimiz
Hanefîlik, itikatta Mâtürîdîlik’
şeklinde bir kimlik pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Son zamanlarda ilmî
çevreler ve araştırma merkezleri, Mâtürîdî geleneğe daha fazla ilgi
göstermektedirler. Bunun sonucu olarak Mâtürîdî metinler yayımlanmakta,
yayımlanan bu metinler, lisans ve yüksek lisans düzeyinde eğitim ve öğretime
konu edilmektedir.” (ss.201). Yazar bu bölümü, Ehl-i Sünnet
kelâmı üzerine yapılan çalışmaların bibliyografyasını sunarak tamamlamaktadır
(ss.201-204).
Yazar beşinci
bölümü, tıpkı dördüncü bölümde izlediği metodolojisine uygun olarak bu kez de Şi‘a
mezhebi üzerine kurgulamıştır. Yazar bu kısımda, Şi‘a’nın isimlendirilmesinden
tutun da doğuşu, teşekkülü ve gelişimi konusunda geniş bilgiler sunmaktadır
(ss.205-211). Aynı zamanda yazar, Şi‘a’nın önemli birer kolunu oluşturan
Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye Şi‘a’sı üzerinde derinlemesine incelemede
bulunmaktadır. Başka bir deyişle Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye Şi‘ası’nın
temsilcileri ile onların fikir ve görüşlerini tespite çalışmaktadır
(ss.211-250). Zira yazarın özellikle de İsmailiyye’nin görüşlerini kendilerince
geliştirdikleri “zâhir-bâtın” ikileminden hareketle ele almaya ve sonrasında
temellendirmeye çalışmış olması bu anlamda kayda değerdir. Yazar bu bölümü,
günümüzde varlığını hala devam ettiren Zeydiyye, İsmailiyye ve İmamiyye Şi‘ası
özelinde, Şi‘a mezhebinin genel bir değerlendirmesini yaparak ve mezkur
mezheplerle ilgili bir literatür sunarak sonuçlandırmaktadır (ss.250-256).
Kitabın
altıncı bölümü, yazarın daha önceden müstakil bir kitap çalışması olarak
hazırlamış olduğu “Türklerin İslâmlaşma
Sürecinde Mürcie ve Tesirleri” başlıklı eserinin bir nevi özeti
durumundadır. Sözgelimi, Mürcie’nin bir mezhep olarak ortaya çıkışı hakkında yazar
şunları söylemektedir: “Dini,
birlik ve beraberlik içerisinde yaşanan bir olgu olarak kabul eden Mürcie,
teorik olarak birbirine muhalif müslüman mezhep ve kabilelerin, Allah’a
inandıkları müddetçe birbirini öldürmelerini ve tekfir etmelerini bırakarak bir
arada yaşamak zorunda olduklarını iddia etmesi dolayısıyla, mezhep kavgalarının
ve çekişmelerinin yoğun olarak yaşandığı Kûfe ve diğer büyük şehirlerde,
özellikle de yerleşik hayata alışkın Arap olmayan müslümanlar arasında büyük
ilgi gördü...” (ss.301). Yazar bu kısımda, Horasan ve
Maveraünnehir’de varlığını hissettirerek Türklerin İslâm dinini kabul
etmelerinde birinci derecede etkili olan hatta Mâtürîdîliğin zeminini
hazırlayan Mürcie mezhebinin doğuşu, alt kolları, görüşleri, temel literatürü (edebiyat)
ve İslâm düşüncesine olan pozitif katkılarını ele almaktadır (ss.257-302).
Yazarın burada, Mürcie’nin görüş ve yaklaşım biçimlerine değinirken ayrıca
fıkhî ve tasavvufî görüşlerine yer açması, bu anlamda isabetli olmuş ve konunun
bütünlük ve tutarlılığına da katkı sağlamıştır. Yazar, Mürcie’nin görüşleri ve
daha özelde de İslâm kültürüne katkıları konusunda şunları dile getirmektedir:
“Akılcılığı benimseyen, sistematize eden
ve tarihe rey taraftarları olarak geçen Mürcie’nin itikâdî ve fıkhî konularda
ileri sürdükleri görüşlerinde, daima dinde kolaylık ilkesine önem vermeleri ve
mensuplarının özellikle mevalî kesimden olması gibi sebepler, Mürcie’yi yeni
fethedilen bölgelerde ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve siyasî pek çok problemle
ilgilenmeye ve bunlara çözüm üretmeye sevk etti. Böylece Mürcie, ileri sürdüğü
bu görüşleri sayesinde, Horasan ve Maveraünnehir’de yaşamakta olan çeşitli
milletlerin, özellikle Türklerin topluca müslüman olmasını kolaylaştırdı. Hatta
Mürcie’nin iman nazariyesi, Horasan ve Maveraünnehir’de yeni müslüman olanların
Arap müslümanlarla eşit haklara sahip olabilmek için Emevî zulmüne karşı
sürdürdükleri mücadelenin temelini oluşturdu...” (ss.302).
Yazar,
yedinci bölümde gerek doğuşu ve teşekkülü açısından olsun gerekse de fikirleri
ve tesirleri itibariyle İslâm düşüncesinde üzerinde bir yığın spekülasyonların yapıldığı
itikâdî grup olan Kerrâmiyye ve itikadı üzerinde durmaktadır (ss.303-319).
Yazar, Kerrâmiyye ekolünü tanıtırken tarihî bir çerçeve sunmakta olup bu
mezhebin oluşumundaki dinî, siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel değişkenlerin
önemli ölçüde zihniyet sorgulamasını gerçekleştirmektedir. Hatta, bu tespitler
ve gerekçeler doğrultusunda Kerrâmiyye’nin, gerçekte sünnî itikad esaslarına
yakın bir konumda olduğunu da belirtmektedir: “Kerrâmîlik, İslâm’a girmeyi kolaylaştıran bir iman
nazariyesini geliştirerek Horasan, Maveraünnehir ve Hindistan bölgesindeki
Ehl-i Kitap ve diğer din mensuplarından pek çok kişinin müslüman olmasını
sağlamıştır. Bölgedeki aşırı akımlardan Mu‘tezîle, Şi‘a, İsmaîlilik ve hadis
taraftarlarının fikirlerine karşı çıkmış ve bunlarla mücadelede Ehl-i Sünnet’le
aynı safta yer almıştır.” (ss.319).
Çünkü yazar, bir mezhebi ele alıp değerlendirirken, sadece dışarıdan veya
içeriden yapılan tenkit ve önerilerin sonuçta o mezhebi yeterince tanıtmayacağı
kanaatindedir. Zira tarihî süreçte ortaya çıkmış herhangi bir hareket, ancak
içinde bulunduğu şartlar ve imkânlar çerçevesinde anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Eğer bizler, herhangi bir hareketi ya da mezhebi, görüş ve düşünceleri
yerleşmiş ve kalıplaşmış başka bir mezhep ve harekete göre değerlendirmeye
kalkarsak, farklı ve yanlış sonuçlara ulaşmamız kuvvetle muhtemeldir. Başka bir
söylemle, dinî nassların ilgili mezhep tarafından nasıl ve ne şekilde
anlaşıldığı problemi, söz konusu mezhebi anlamada önemli birer kriter
olacaktır. Yazarın bu kısımda ayrıca, Kerrâmî görüşler bağlamında teşekkül eden
diğer fırkaları çözümleyerek Kerrâmiyye’ye yapılan tenkitleri, temel
kaynaklarını ve bu hareketin İslâm düşüncesine sağladığı katkıları günümüz
perspektifinden yaklaşarak değerlendirmeye çalışması kayda değer bir taraftır
(ss.312-319).
Kitabın
sekizinci bölümü, yazar tarafından bir nevi kaynak incelemesine tahsis
edilmiştir. Yazar bu kısımda, altıncı bölümde tarihî arka planı, görüşleri,
temsilcileri ve günümüze olan tesirleri itibariyle geniş bir biçimde
açıklayarak ortaya koymuş olduğu Mürcie’nin, ilk metinlerini tanıtmaya
dolayısıyla da analiz etmeye çalışmaktadır. Yazar burada öncelikle, Mürcie
mezhebinin doğuşu ve görüşlerinin teşekkülünde önemli payeye sahip olan Hasan
b. Muhammed el-Hanefiyye’nin (ö.100/718), “Kitâbu’l-İrcâ”
isimli risalesini tektik etmektedir. (ss.321-352). Yazar, yazılış tarihi olarak
hicrî 50-70 yıllarını işaret ettiği ve tercümesini de sunduğu “Kitâbu’l-İrcâ” hakkında girişte şunları
söylemektedir: “Hasan
ibn Muhammed ibn Hanefiyye’ye nispet edilen bu eser, ircâ akidesinin bize
ulaşan en eski ilk yazılı metni kabul edilmektedir. İki sayfalık bu risale, İbn
Ebî Ömer el-Adenî (ö.243/857) tarafından nakledilmek suretiyle günümüze kadar
ulaşmıştır...” (ss.324). Yazar daha sonra ise, Sâbit
b. Kutnâ’nın (ö.110/728) “İrcâ Kâsîdesi”
ile yine aynı isimdeki Muhârib b. Dîsâr’ın (ö.116/734) “İrcâ Kâsîdesi” hakkında bilgilendirmelerde bulunmaktadır. Zira
yazar, Sâbit b. Kutnâ ile ilgili olarak şu ön bilgileri kaydetmektedir: “Sâbit Kutnâ, şiirlerinde Mürcie’nin temel
fikirlerini işleyerek bu mezhebin yayılması için hem siyasî hem de fikrî
mücadelede bulunmuştur. Onun bu mezhebi seçmesi, Horasan’da Mürcie ve Hariciler
arasında yapılan tartışmalara katılması neticesinde olmuştu...” (ss.334). Bu kasidenin yazılış tarihi olarak, hicrî 82/701
yıllarından sonraki bir tarihi işaret eden yazar, bu kasidenin tercümesini de
sunarak sözlerini şöyle tamamlamaktadır: “Sâbit Kutnâ’nın bu kasidesi, bölgede Mürciî fikirlerin
yayılmasında oldukça önemli bir yere sahiptir. O, müslümanlar arasında itikâdî
esasları manzum olarak ifade etme geleneğini ilk başlatanlardan biri olarak
kabul edilebilir. Bu sebeple kasideyi bölgede Mürcie’nin ilk yayıldığı yıllarda
kaleme alınan ve Horasan ve Maveraünnehir’deki ircâ akidesini bize kadar
ulaştıran ilk Mürciî vesika olarak görmekteyiz.” (ss.337). Yazar, bu bölümde son olarak Muhârib b. Dîsâr’ın,
“İrcâ Kâsîdesi” üzerinde durmaktadır.
İbn Dîsâr’ın yetiştiği ortam, kişiliği ve görüşleri hususunda genişçe
bilgilendirmelerde bulunan yazar, “İrcâ
Kâsîdesi”ni incelemeye koyulurken şunları kaydetmektedir: “....33 beyitten oluşan bu kaside,
116/734’e kadar Kûfe Mürciesi’nin Hz. Ali ve Hz. Osman’la ilgili düşüncelerindeki
gelişmeyi net bir şekilde ortaya koymaktadır. Muhârib b. Dîsâr bu şiiri
özellikle, Şi‘î çevrelerde büyük yankı uyandırmış, kendinden sonraki kuşaktan
Seyyîd Himyerî (ö.173/789) ve Ebû Mansûr en-Nemerî (ö.187/802 den sonra) gibi
Şi‘î şairler arasında tartışılmaya devam etmiştir.” (ss.340). Bu kasidenin İbn Dîsâr tarafından, 113/731
yıllarında yazılmış olabileceğini kaydeden yazar, sonunda bu kasidenin de
tercümesini okuyucularıyla paylaşmaktadır. Yazar bu bölümün en sonunda ise, ayrıca
Sâlim b. Zekvân’ın “Sîre” adlı
eserindeki Mürciî kısmın bir tercümesini sunmaktadır (ss.346-352).
Yazar dokuzuncu
bölümde, günümüz İslâm mezhepleri tarihçilerinin ilmî ve bilimsel araştırmalarda
izlemesi gereken temel metodolojileri hakkında bilgiler vermektedir. Yazar, bu
bölümü daha çok metodoloji üzerine kurgulamış gibi gözükmektedir. Yazar bunu
yaparken öncelikle “fırak”, “milel-nihal” ve “makalât” kavramları ile bu
kavramların oluşturduğu “gelenek” üzerinde yoğunlaşarak mezhebî yapıları
oluşturan unsurlar üzerinde durmakta ve
mezhep-din ilişkisi konusunda bilgiler aktarmaktadır (ss.353-373). Hatta yazar,
zamanımıza kadar ulaşmış olan “makalât” türü eserlerin genel özellikleri
hakkında bilgilendirmede bulunarak onların listesini de bu kısımda sunmaktadır
(ss.374-384). Daha sonra ise, cumhuriyet döneminde mezhepler tarihinde ortaya
konulan yeni yaklaşım biçimleri tasnif edilerek maddeler halinde şu başlıklarda
sunulmuştur: Tarihî-materyalist yaklaşım, normatif-teolojik yaklaşım, sosyal-pozitivist
yaklaşım, tarihsel-sosyolojik yaklaşım ve zihniyet çözümleyici psiko-sosyal yaklaşım.
Bunlardan tarihî-materyalist yaklaşım tarzı, “tarihin bütün olaylarını ekonomik sebeplere indirgeyerek izah
etmeyi savunmaktadır” (ss.391). Normatif-teolojik yaklaşım
biçimini savunanlar, “inceledikleri
mezhebi, İslâm düşüncesindeki yeri, önemi, katkısı ve değeri açısından değil
mensubu olduğu mezhebin görüşleri açısından değerlendirmekte, diğerlerinin
doğruluğunu veya yanlışlığını ortaya koymaya çalışmaktadır” (ss.392). Bu yaklaşım, klasik mezhepler tarihi eserlerinin,
mezhepleri ve grupları fikir veya yaklaşımları çerçevesinde ele alarak hak-batıl
kategorisine göre değerlendiren ve hak kabul edilen Ehl-i Sünnet’e göre bu
anlayışı son dönemlerde benimseyen ve savunusunu yapan Şerafeddin Yaltkaya,
İzmirli İsmail Hakkı ve Yaşar Kutluay gibi bilim adamlarınca dillendirilmiştir.
Sosyal-pozitivist yaklaşım biçimi ise, Yusuf Ziya Yörükân tarafından
uygulanmaya çalışılmış; ancak kendisinden sonra taraftar ve izleyici bulamamıştır
(ss.393-397). Yazarın, “tarihselci”
ya da “sosyo-politik” olarak da
ifadelendirmeye gayret gösterdiği tarihselci-sosyolojik yaklaşım, özellikle
oryantalistlerin yaklaşımından etkiler taşımakta olup Türkiye’de ilk defa Muhammed
Tavît et-Tancî tarafından uygulamaya konulmuştur. Daha sonra bu yaklaşımı, kendi
eserlerinde Ethem Ruhi Fığlalı ile öğrencisi Hasan Onat uygulamaya devam ettirmişlerdir
(ss. 398-399). Son yaklaşım biçimi olan zihniyet çözümleyici psiko-sosyal
yaklaşım tarzının patenti ise, bu kitabın yazarı Sönmez Kutlu’ya aittir. Bu
yaklaşım biçimi aynı kültürel, siyasî, ekonomik ve dinî ortamlarda bulunmalarına
rağmen insanların niçin birbirinden farklı dini anlama ve yaşama modellerine
sahip olabildikleri sorusunu temele alarak, antropoloji, sosyoloji, psikolojisi
ve bilgi sosyolojisi gibi diğer bilimlerin verilerinden yararlanarak yeni bir
sistem inşa etmeye matuf bir yapıyı ifade etmektedir (ss.399-402). Yazar bu
yaklaşım tarzı ile ilgili kendi değerlendirmelerini şu şekilde aktarmaktadır: “İnsanlar hâl, tavır, tutum, davranış,
duygu ve düşünceleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Tabiatlarından
kaynaklanan bu durum, içinde yaşadıkları sosyal yapıyla birleşince onların dinî
hayatlarının farklı biçimlenmesine sebep olmuştur. Aynı kültürel, siyasî,
ekonomik ve dinî ortamlarda yetişen iki kişi arasında dahi, dini anlama ve
yaşayış biçimlerinde farklılıklar görülebilir...” (ss.401). Yazar bu kısmı, İslâm mezhepleri tarihi
yazıcılığının günümüzde karşılaştığı problemler başlığı adı altında “kaynak
kritiği ve eleştirel yaklaşım”, “tasviri/betimleyici ilke”, “fikir-hadise
etkileşimi”, “fikirler üzerinde derinleşme”, “şahıslar üzerinde yoğunlaşma”,
“tarafsızlık” ve “disiplinler arası işbirliği” gibi metodik sayabileceğimiz
bazı önerilerle tamamlamaktadır (ss.402-410).
Kitabın
onuncu bölümü, yazar tarafından İngilizce çevirilere ayrılmıştır. Yazar bu
bölümde, Michael Cook’un “İslâm’da
Aktivizm ve Quietizm: İlk Mürcie’nin Durumu” ile Hasan Hanefi’nin “Konulu Kur’ân Tefsiri (ve Mezhebî Tefsirler)”
başlıklı makalelerini, İngilizceden Türkçeye tercüme etmiştir. Birinci makale,
ilk mürciîlik hakkında bilgi vermesi, mürciî siyaseti tanıtması ve aktivizm ve
quietizm konusunda geniş bilgiler içermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir
(ss.411-422). Diğeri ise, konulu tefsir çalışmalarının metodolojisi, kuralları
ve temsilcileri hakkında geniş bilgileri kapsamakta olup (ss.430-440); yazar bu
bölümde ayrıca, Kur’ân’ı baştan sona yorumlayan tefsirlerin yetersizliğine
vurgu yaparak, farklı disiplinlerin Kur’ân yorumlarına da bu vesile ile değinmektedir
(ss.423-430).
Ek-1, günümüze
ulaşmış makalât türü eserleri, makalât yazarlarının ölüm tarihlerine göre
sıralayan bir listedir ki, sahanın araştırmacıları için önemli bir kaynak
listesi özelliğindedir (ss.411-444).
Ek-2’de ise, “makalât”
ve “fırak” geleneği ile alakalı Türkçe ve yabancı dillerde yapılan bazı
çalışmaların listesi sunulmaktadır. Bu kısım, bilim dünyasında İslâm mezhepleri
tarihi klasik kaynakları üzerine yapılmış olan kitap ve makale çalışmalarını
tanıtması bakımından son derece önemlidir (ss.445-448).
Üçüncü ek,
yine sahayı tanımak ve uzmanlaşma yolunda ilerlemek isteyenler için Türkçe
eserlerden oluşan “seçme” bir kaynakça
niteliği değerindedir. Yazar burada, İslâm Mezhepleri Tarihi bilim-alanıyla
ilgili daha çok ülkemizde yapılmış olan “yüksek lisans” ve “doktora”
çalışmalarının bir nevi bibliyografyasını kaydetmektedir (ss.449-455).
Yazar, kitabına
ayrıca bir sonuç bölümü açmayı gerekli görmemiş ve kaynakça-dizin kısmıyla
sonuçlandırarak bu kitabını okuyucusuyla buluşturmuştur.
Kitap,
gerçekten de yazarının başlangıçta hedeflediği üzere İslâm Mezhepleri Tarihi bilimini,
alan, kaynak ve metodoloji olarak tanımak ve bu istikamette ilerlemek
isteyenler için adeta bir parola niteliğindedir. Kitapta konular genelde
kategorik bir tarzda incelenmeye çalışılmış; bu yapılırken de sorgulamacı,
eleştirel ve çözümlemeci bir mantık izlenmiş olup yazarının deyişiyle,
psiko-sosyal bir yaklaşım sistemi ön görülmüştür.
Sonuç olarak; Prof. Dr. Sönmez KUTLU’nun yukarıda
kısaca tanıtmaya çalıştığımız bu veciz eserinin, inceleme konusu yapılan
hususlar başta olmak üzere kullanılan dil ve üslup hatta, izlenen metodoloji itibariyle
özgün, yaratıcı ve ilmî bir çerçevede kaleme alınmış olduğunu belirtmek gerekir.
Bu eser, İslâm Mezhepleri Tarihi alanında
daha önceden bilimsel ve ilmî toplantılarda sunulan bildiri ve değişik
dergilerde yayımlanmış olan makalelerden müteşekkil bir yapıyı içermiş olsa
bile, ilgili alanın temel eserlerini, literatürünü, oluşumlarını ve
metodolojisini günümüz araştırmacılarına ve okuyucularına tanıtması bakımından
son derece değerlidir. Bu
itibarla, eserin sadece Kelâm ve Mezhepler Tarihi alanlarında var olan önemli
bir boşluğu doldurma amaç ve niteliğini haiz değil; bunun yanı sıra, ilk dönem
İslâm tarihi ile ilgili araştırma yapmak isteyenlere örnek olmak ve onların
zihin dünyalarını yeniden şekillendirerek başta İslâm’a ve İslâmî ilimlerin
gelişimine yönelik özde yararlı bir çalışma olduğunu söylemek mümkündür.