Maveraünnehir, Ceyhun nehrinin doğu
tarafı olup, İslam'dan önce Hayatıla, İslam'dan sonra ise, Maveraünnehir olarak
isimlendirilen bölgenin adıdır. Bu nehrin batı tarafına da Horasan
denilmektedir. Bölgede, Tirmiz, Nesef, Taşkent, Fergana, Buhara ve Semerkand
gibi önemli kültür merkezleri bulunmaktadır. Bunlardan Semerkand, İslam öncesi
ve İslam sonrası dönemde, çeşitli din ve kültürlerin kavşak noktası olmuştur.
Bu şehir bölgede İslam'ın yayılmasından
bir kaç asır gibi kısa süre sonra, İslam düşüncesinin başta kelam/itikad, fıkıh
ve tefsir olmak üzere çeşitli alanlarında önemli eğitim merkezlerinden birisi
haline gelmiştir. Genelde Türklerin itikatta mezhebi olan Mâturîdiliğin
kurucusu büyük Türk din bilgini Ebû
Mansûr el-Mâturîdî, III./IX. asrın ortalarına doğru, bugün Özbekistan'ın
sınırları içerisinde bulunan Semerkand şehrinin
Mâtürîd mahallesi veya köyünde dünyaya gelmiştir. Onun doğduğu yıllarda,
Maveraünnehir, önceleri Abbasî devletine bağlı yarı otonom, sonraları ise ondan
ayrılıp müstakil bir devlet olan
Samanilerin yönetimi altındaydı. Abbasî iktidarının batı merkezlerinde
baskı gören Haricilik, Mürcie, Mutezile, Zeydilik, İsmâîlilik gibi pek çok
siyasî ve itikadî mezhep, görüşlerini
merkezi otoritenin zayıfladığı bu bölgede yaymaya çalışmıştır.[1] Fakat bu
mezheplerden hiç birisi, ilk dönemlerde bölgede en güçlü biçimde temsil
edilen fıkıhta Hanefilik, itikatta
Mürcie kadar taraftar edinememişti. Özellikle Türklerin hakimiyeti altında olan
yerlerde, Hanefilik millî bir mezhep haline gelmişti. Dolayısıyla Mâturîdî'nin
içinde doğup büyüdüğü kültürel çevrede
en etkili olan ekoller, Mürcie[2] ve Hanefilik
idi.
Asıl adı Ebû Mansûr Muhammed b.
Muhamed b. Mansûr'dur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 333/944
yılında Semerkand'da öldüğü, hemen hemen kesindir. Mâturîdî'nin hayatı hakkında bilgi veren kaynaklara göre, onun
Türk asıllı olduğu kuvvetle muhtemeldir. Sadece Sem'ani[3] ve Zebidi[4] gibi bazı yazarlarca ve Kitâbu't-Tevhîd'in yazma nüshasının kenarına bilinmeyen birisi
tarafından düşülen bir kayıtta, onun soyu Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd
el-Ensârî'ye dayandırılmıştır, ancak bu doğru değildir. Çünkü Arap olduğu
iddialarını geçersiz kılacak pek çok kanıt bulunmaktadır. a)
Mâturîdî'nin yetiştiği bölgede kaleme alınan kaynaklarda böyle bir bilgi
yoktur. b) Onun soyunu Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayandıran Zebidî, soyunun
gerçekten ona ulaştığı için değil, takdir ve şereflendirme amacıyla
kullanıldığını belirtmektedir. c) Mâturîdî'nin eserleri, özellikle Kitâbu't-Tevhîd'in Arap dili bakımından
bazı ifade bozuklukları, muğlaklıkları
ve gramatik hataları içermesi, onun Arap olmayan birisi tarafından
kaleme alındığını açıkça göstermektedir. d) Eserlerinde ifadelerin zaman zaman
Türkçe cümle yapısına uygun biçimde kurulması, eserlerin Türk asıllı bir alime
ait olduğunun en önemli kanıtıdır. e) Mensupları tarafından Eş'arî'nin Arap
asıllı olmasıyla övünülürken, aynı şeyin Mâturîdî için yapılmaması da onun Arap
olmadığının bir başka delilidir.[5]
Semerkand'da Ebû Hanîfe'nin, itikadî
ve fıkhî görüşlerinin felsefî ve teolojik temellerinin tartışıldığı
"Dârü'l-Cüzcâniyye"[6] adıyla bilinen
önemli bir eğitim merkezi bulunmaktaydı. Mâturîdî, burada eğitim gördü. Hocası Ebû Nasr el-İyâzî'den sonra bu
merkezin başına geçti. İlim aldığı hocalarından bilinenler, Ebû Nasr Ahmed b.
Abbâs b. Hüseyin el-İyâzî (IV. asrın başları), Ebû Bekir Ahmed b. İshâk b.
Sâlih el-Cüzcânî (III. asrın ortaları), Nusayr b. Yahya el-Belhî (268/881) ve
Muhammed b. Mukâtil er-Râzî(248/862)'dir. Bunların temsil ettiği ilmi gelenek,
temelde Ebû Hanîfe'ye dayanmakta olup bu silsilede yer alanların önemli
eserleri bulunmaktadır, ancak bu kişilerin eserlerinin büyük bir kısmı bize kadar ulaşmamıştır. Ulaşanlar ise yeni
yeni ortaya çıkarılmaya başlamıştır. Bunlardan birisi Ebû Nasr el-İyâzî'nin Aşr Mesâil min Asli'd-Dîn[7] adlı eseridir.
Mâturîdî'nin
Semerkand dışına çıkıp çıkmadığı bilinmemekle birlikte, o dönemde Belh, Rey ve
Nisabur'un Semerkand ilim çevresi üzerindeki etkisine ve Mâturîdî'nin ders
aldıkları hocalardan bazılarının bu şehirli olmalarına bakılırsa, oralara gittiği, eğer gitmediyse bu alimlerin
Semerkand'a gelip bir süre ders verdikleri söylenebilir. Zaten eserleri
dikkatle incelenirse, onun diğer mezhep mensuplarının görüşlerine
vukufiyetinden farklı fıkhî ve itikadî mezhepleri çok iyi bildiği ve sadece Semerkand çevresiyle yetinmediği
açıkça görülecektir. O, hocaları ve
eserleriyle yetinmemiş kendi dönemindeki din ve mezheplerin kendi metinlerine
ve felsefi eserlere ulaşarak onları incelemiş ve eserlerinde onların bazı
görüşlerini açıkça savunmuş bazılarını ise eleştirmiştir. Yapılan alıntılara
bakılırsa incelediği eserler arasında Aristonun Mantık adlı eseri de
bulunmaktadır.[8]
Ebû Mansûr el-Mâturîdî'nin hocaları
gibi öğrencilerinin de pek azının adı bilinmektedir. Bunlar arasında
bilinebilenleri, Ebû'l-Kâsım İshâk b. Muhammed b. İsmâîl el-Hakîm es-Semerkandî
( 340/951), Ebû'l-Hasan Ali b. Saîd er-Rüstüğfenî (345/956), Ebû Ahmed b. Ebî
Nasr Ahmed b. Abbâs el-İyâzî ve Ebû
Muhammed Abdülkerîm b. Mûsâ el-Pezdevî ( 390/1000)'dir.[9] Bunlardan
sadece Ebû'l-Kâsım es-Semerkandî'nin Sevâdu'l-A’zam
ve iman konusunda bir başka eseri birlikte yayınlanmış bulunmaktadır.[10] İmam
Mâturîdî'ye eserleri kanalıyla dolaylı olarak öğrencisi olan sonraki alimler,
Mâturîdiliğin oluşmasında ve fikirlerinin geliştirilmesinde onun ilk
öğrencileri kadar etkili olmuşlardır. Bunlar arasında en fazla tanınanları Pezdevî, Sâbûnî, Oşî, Ebû'l-Muîn en-Nesefî,
Ömer en-Nesefî ve Ebû'l-Berekât en-Nesefî'dir. Ancak adları ve eserleri
İstanbul kütüphanelerinde yazma olarak neşredilmeyi bekleyen başta Ebû İshâk
es-Saffâr el-Buhârî, Sadru'ş-Şerîa, Gaznevî, İtkânî, Ubeydullah el-Buhârî ve
daha pek çok alim bulunmaktadır. Şu ana kadar eserleri yayınlananların başında,
Ebû Seleme es-Semerkandî, Pezdevî, Sâbûnî, Ömer en-Nesefî ve
Mâturîdî'nin itikadî görüşlerini en iyi anlayıp yorumlayan Ebû'l-Muîn en-Nesefî gelmektedir.[11]
Mâturîdî, Kelam, Fıkıh, Fıkıh Usûlü,
Mezhepler ve Kıraat konusunda çok sayıda eser bırakmıştır. Ancak bunlardan pek
çoğu, korunamamış; istilalar, göçler,
doğal afetler, maddî imkansızlıklar ve diğer sebeplerle kaybolmuştur.
Kaybolanların çoğunluğunu, Mutezile, Haricîler, Rafızîler ve Şiî-Karmatîleri
eleştirmek için yazdığı eserlerle Fıkıh ve Fıkıh Usûlü ile ilgili eserleri
oluşturmaktadır.[12] Onun
eserlerinden, 40 yakın yazması bulunan Te'vîlâtu'l-Kur'ân
adlı tefsiriyle dünyada tek yazma nüshası bulunan Kitâbu't-Tevhîd adlı kelamî eseri bize ulaşabilmiştir. Bu iki eser arasında ilmî üslup, meselelere
yaklaşım tarzı, ileri sürülen fikirler ve bunların temellendirilmesi itibariyle
tam bir tutarlılık söz konusudur. Te'vîlât adlı tefsirin, onun itikadî, fıkhî ve diğer
dinî görüşlerini ihtiva etmesi, başka eserlerinin yazmalarıyla bize ulaşmasını
engellemiş olması muhtemeldir. O, Te’vîlât'ta sırf ayetlerin yorumuyla
yetinmemiş, konuyla ilgili itikadî ve fıkhî mezheplerin farklı yorumlarına da
yer vererek tartışmıştır. Bu sebeple, Te'vîlât
Mâturîdî'nin fıkhî ve itikadî görüşlerinin tespitinde de önemli bir
kaynaktır. Aslında onun bu eseri, ayetlerin yorumunda sürekli olarak diğer
mezheplerin görüşlerine dair eleştirilerde bulunmasına bakılırsa, kelamî tefsir
veya mezhebî tefsir olarak da kabul edilebilir. Basıldığı takdirde, muhtemelen
15 cilde ulaşacak olan son derece
kıymetli Te’vîlâtu'l-Kur'ân'ın yayınlanması konusunda bazı teşebbüsler
olmakla birlikte henüz neşredilememiştir. Bu eser, Bekir Topaloğlu nezaretinde
iki ayrı komisyon tarafından tahkik edilmekte ve yayıma hazırlanmaktadır. Kitâbu't-Tevhîd ise, ilk defa Arap
araştırmacı Fethullaf Huleyf tarafından tahkik edilerek neşredilmiştir. Bu
eserin ikinci bir tahkiki, Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi tarafından
gerçekleştirilmiş olup Diyanet Vakfı tarafından (Ankara 2003) basılmıştır.
Ayrıca Bekir Topaloğlu, bu yeni tahkikten hareketle eseri Türkçe'ye de
çevirmiştir. Bize ulaşan her iki eseri, yaşadığı dönemde onun çağdaşları
arasında ne kadar saygın bir fakih, mütekellim ve müfessir olduğunu açıkça
göstermektedir.
Ebû Hanîfe, Fıkhı "Kişinin leh
ve aleyhinde olanları bilmesidir." şeklinde tanımlamakla ona oldukça geniş
bir anlam yüklemiştir. İnanç, ibadet, ahlak ile muamelat ve ahkamla ilgili
diğer hükümlerin tamamı, böyle bir
tanımın içerisine girmektedir. Ebû Hanîfe,
fıkha yüklediği bu anlam dolayısıyla, hem itikadî hem de fıkhî konularla
ilgilenmiştir. Mâturîdî, Ebû Hanîfe'nin itikad (Usûlü'd-Dîn) ve fıkıh
(Furûü'd-Dîn) olmak üzere her iki alanda ihtisaslaşma geleneğini sürdürebilen
çok az sayıdaki kişiden birisidir. Bu sebeple her iki alim için, kaynaklarda
fıkhî ve itikadî konuları iyi bilen anlamında "Fakîh" ünvanı kullanılmıştır.
Bu yüzden Mâturîdî, hocaları ve öğrencilerinin itikadî görüşleri, sadece kelamî
eserlerde aranmamalı, aynı zamanda fıkıhla ilgili o dönemin güncel
problemlerini içeren Nevâzil, Havâdis,
Fetâvâ, Havî fi'l-Fetâvâ adlı eserlerde ve Fıkıh, Usûl-i Fıkıh'la ilgili
eserlerde de aranmalıdır. Bu çevreyle ilgili bazı karanlık noktalar, bu
eserlerden aydınlatılabilir. Çünkü bazı fıkıh eserleri, Usûlu'd-Dîn[13]'le başlamakta
veya eser içerisinde bu alimlerin güncel itikadî ve fıkhî konulara dair
görüşleri Fevâid[14] adını taşıyan
bölümlerde verilmektedir. Bu eserlerin çoğunluğu ülkemiz kütüphanelerinde
araştırılmayı ve neşredilmeyi beklemektedir. Ebû Mansûr el-Mâturîdî, gerek
fıkıhta gerekse itikadî konularda Ebû Hanîfe'yi tartışmasız bir imam olarak
kabul etmekle kalmamış onun görüşlerinden anlaşılması zor olanları açıklamış,
daha yeni delillerle güçlendirmiş ve bu zemin üzerinde akılcı-hadarî bir din ve
dünya görüşü oluşturmayı başarmıştır. O,
Semerkand'da Fıkıh, Kelam ve Tefsir gibi çeşitli alanlarda ihtisaslaşma merkezi
olan " Dârü'l-Cüzcâniyye"’de hem öğrenci olmuş, hem de ders vermiş
birisidir. Fıkıhta, kendine kadar ulaşan Hanefî Fıkıh ve Fıkıh Usûlü kültürünü
yeniden değerlendirmek suretiyle kendi döneminin ihtiyaçlarını karşılayacak bir
Fıkıh Usûlü inşa etmeye çalışmıştır. Yazmış olduğu eserler dolayısıyla, kendi
döneminde Semerkand'da Hanefî fıkhının reisi olmuştur. Ancak Hanefî mezhebine
mensup olması, hiç bir şekilde hakikati, Hanefîliğe kurban etmesine sebep
olmamıştır. Kimi konularda Ebû Hanîfe'den farklı görüşler ileri sürebilmiş,
yeni tanımlar ve kavramlar ortaya atabilmiştir. Bu yolla Hanefî geleneğine yeni
bir açılım getirmiş, ancak kendinde sonra gelenler bu açılımı sürdürmekte, onun
kadar başarılı olamamışlardır. Bu sebeple Hanefîlik de, akılcı ve reyci
çizgiden saparak diğer hukuk ekolleri
gibi gelenekselci bir çizgiye kaymıştır.
Mâturîdî, fakih ve müfessir kimliğinden daha çok mütekellim kimliğiyle tanınan ve
sahasında takdir edilen bir kimse olmuştur. Adına nispetle Maturîdilik olarak
isimlendirilen Sistematik bir Kelam ekolünün kurucusu ünvanını almıştır. Kendi
döneminden itibaren görüşlerini takip eden ve yorumlayan Ebû Seleme, Pezdevî,
Ebû'l-Muîn en-Nesefî, Ömer en-Nesefî, Ebû İshak es-Saffâr el-Buhârî, es-Sâbûnî,
Ebû'l-Berekât en-Nesefî, İbnü'l-Hümâm başta olmak üzere çok sayıda kelamcı
yetişmiş ve çok kıymetli eserler vücuda getirmişlerdir.
Mâturîdî'nin
Kitâbu't-Tevhîd ve Te'vîlât'ı incelendiğinde, kendinden
önceki mütekellimlerin tartışmadığı
önemli problemleri tartıştığı, daha önce kullanılmayan aklî, naklî, semantik
temellendirmelerde bulunduğu ve Kelam’a gerçek anlamda bir bilim hüviyeti
kazandırdığı açıkça görülecektir. Onun Kelam ilmine kazandırdığı en önemli
yeniliklerden birisi, Bilgi Kuramı'dır. Daha önce bilginin tanımı ve kaynakları
üzerinde farklı bağlamlarda görüş beyan edenler olmuşsa da, Kelam'ın müstakil
bir konusu hüviyetini Mâturîdî ile kazanmış ve "Bilginin Kaynakları "
(Esbâbu'l-İlim) adıyla Kelam'ın öncelikli konuları arasında yerini almıştır.
O, sistematize ettiği bu bilgi kuramını
sadece Kelam'a değil Tefsir ve Fıkıh olmak üzere diğer alanlara da uygulamaya
çalışmıştır. Bu kuramıyla, Akıl ve Duyular'ın yanısıra Doğru Haber'i, yani
Peygamber'in vahiy olarak bize bildirdiği Kur'an'ı bilgi kaynakları arasına dahil etmiştir.
Yaygın
olan bir kanaate göre, İslam düşüncesinde aklı en çok kullanan Mutezile'dir.
Ancak Mâturîdî'nin Kitâbu't-Tevhîd'i
incelendiğinde bu kanaatin yanlışlığı anlaşılacaktır. Çünkü Mâturîdî dönemine
kadar yazılan ve bize ulaşan Mutezilî kaynaklar veya Makâlât türü eserler
kanalıyla bize gelen Mutezilî görüşlerde akla yapılan vurgu ve aklî
temellendirmeler, Kitâbu't-Tevhîd'dekilerin
yanında oldukça zayıf kalmaktadır. Bu açıdan onu, İslam düşüncesinde “Teolojik
Akılcılığın” ilk temsilcilerinden birisi, eserini de "bir teolojik felsefe
klasiği"[15] olarak kabul
etmek yanlış olmayacaktır. Nitekim "dinin öğrenilmesinde aklı ve nakli iki
önemli bilgi kaynağı"[16] olarak gören
Mâturîdî, kelamî problemlerin çözümünde akla ve istidlale çok büyük önem
vermekte ve akıl yürütmenin gerekliliği konusunda şunları söylemektedir:
"İnsan yaratılmışları yönetmek yeteneği ile sivrilmiş, bu uğurda
güçlüklere göğüs germek, onlar için aklen en elverişli bulunanı araştırmak, iyi
ve güzel olanları tercih edip bunlara aykırı düşenlerden sakınmakla mümtaz
kılınmıştır. Bu hususları bilmenin yolu ise nesne ve olayları incelemek
suretiyle aklı kullanmaktan ibarettir, başka bir yöntem de mevcut değildir.
Ayrıca fevkalade durumların ortaya çıkışı ve şüphelerin üşüşüp gelişi halinde
herkesin sığınacağı şey tefekkür ve istidlalden ibarettir. "[17] Her ne kadar Eş'arî, Ehl-i Sünnet Kelam'ının
kurucusu olarak takdim edilirse de, her iki yazarın eserlerinin kelamî
düzeyleri, ele aldıkları temel sorunlar ve
ele alış biçimleri incelendiğinde, daha sonraları Ehl-i Sünnet Kelam'ı
olarak kabul gören görüşlerin oluşmasında
Mâturîdî'nin, Eş’arî'den daha büyük rol oynadığı anlaşılacaktır.
Mâturîdî, Kelamî görüşlerini ele aldığı eserinde Bilgi Kuramı (Epistemoloji),
İlahiyyât Nübüvvet, Ahiret, İnsan
fiilleri, Kaza ve Kader, Büyük Günah meselesi, İman ve İslam gibi konuları aklî
ve naklî temellendirmeler ışığında ortaya koymaktadır. Mâturîdî'nin bu eserinde
diğer Kelam eserlerinden farklı olarak, sadece Hilâfet konusu incelenmemiştir. Her ne kadar Kitâbu't-Tevhîd'de yoksa da, onun bu konudaki görüşlerini, Te'vîlât[18] ve onun diğer eserlerinden yapılan alıntılar
yoluyla elde etmemiz mümkündür.
Mâturîdî, kelamcı ve fakih olduğu
kadar aynı zamanda bir müfessirdir. Kur'ân, tarih boyunca pek çok kişi
tarafından tefsir edilmiştir, bunlardan bazıları, tefsirlerini genel olarak rivayet ağırlıklı yaptıkları
için bu tür tefsir geleneğine Rivayet Tefsiri, bazıları da tefsirlerini aklî
yorumlara ağırlık vererek yaptıkları için, bu tür tefsir geleneğine de Dirâyet
Tefsiri denilmiştir. Mâturîdî, bu iki gelenek açısından değerlendirildiğinde
akılcı tefsir geleneğinin ilk
temsilcilerinden birisi kabul edilebilir. Te'vîlâtu'l-Kur'ân adlı eserinin başında Tefsîr’le Te’vîl arasında
bir ayrım yaparak, eğer bu kısım sonradan ilave edilmediyse, bu iki kavrama kendinden önce yüklenmeyen
anlamlar yüklemiştir. Ona göre, Tefsîr Allah'ın muradının ne olduğu
konusunda kesin bir fikir beyan etmektir. Te'vîl
ise, Allah'ın muradının ne olduğu konusunda kesin hüküm vermeksizin muhtemel
olanlardan sadece birisini tercih etmektir. Birincisini Sahabe'ye ikincisi ise,
sonraki nesillerden dinde fakih olanlara hasretmiştir. Bu yaptığı tevilleri
sadece sahibini bağlayan Te’vîl’ler
olarak görmüş ve bunları kutsallaştırma yoluna gitmemiştir. Te’vîl’e imkan
tanıyabilmek için, " Her kim Kur'ân
hakkında kendi reyiyle bir şey söylerse ateşteki yerine hazırlansın"[19] hadisini "
Her kim kendi reyiyle Kur'ân'ı tefsir ederse, ateşteki yerine hazırlansın”
şeklinde alarak rey ile tefsir yapılamıyacağını, ancak te’vîl yapılabileceğini
iddia etmiştir.[20] Öyle sanıyoruz
ki, o, Ebû Hanîfe'nin te’vîlle ilgili görüşlerinden etkilenerek böyle bir
ayrıma gitmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre, ayetlerden bazılarının tenzîl’iyle te’vîl’i aynıdır, yani ayetin anlamı açık ve seçiktir, ne kadar te’vil edilirse edilsin aynı anlam elde
edilir; bazısının ise tenzîl ve te’vîl’i farklıdır. Ayetin lafzından
anlaşılanın dışında bir anlamı vardır, bu anlama te’vîl yoluyla ulaşılır. Bu durumda ayetin tenzîl’i ve tevili
farklılaşır. Tenzîl’i ve te’vil’i farklı olan bir ayetin te’vîlini inkar etmek ayeti inkar
anlamına gelmez.[21] Bu anlayış, her
bir insana aklını kullanarak ve tutarlı bir yöntem izleyerek Kur'ân'ı anlayıp
yorumlama hakkı tanımaktadır. Ancak belli yöntemlerle gerçekleştirilecek olan te’vîlde, Allah'ı şahit gösterme ve
kendi görüşlerini Allah'ın mutlak muradı olarak takdim etmeye yer yoktur.
Mâturîdî'nin anlayışına göre te’vilde,
mutlaklık değil görecelik söz konusudur. Ayetleri te’vîl ederken dilsel analizlere, aklî ve teolojik
temellendirmelere başvurması ve te’vîlde göreceliği öne çıkarmasından
hareketle, onun İslam düşüncesinde Anlambilim ve Yorumbilim'e kapı aralayan ilk
kişilerden olduğunu söyleyebiliriz. Yorumunda
akla ve reye daha fazla bir nüfuz alanı tanımakla birlikte, nadiren de olsa
hadislere ve sahabe tefsirine de başvurmuştur. Yalnız ayetleri te’vil ederken, diğer müfessirlere kıyasla nadiren hadis
kullanan Mâturîdî, delil olarak kullandığı hadisleri senediyle ve lafzıyla
aynen nakletmek yerine mana olarak rivayeti tercih etmiştir. Kitâbu't-Tevhîd'inden de anlaşıldığı
gibi, hadislerin ya da haberlerin sıhhati konusunda emin değilse, nadiren de
olsa, "eğer sübutu kesin ise"[22] şeklinde
ihtiyati ve itirazi bir cümle
kullanmıştır.
Mâturîdî, bilgi kaynakları arasında ilham, kalbe doğma
(keşif) ve sezgiye mutlak bilgi olarak yer vermemekte, bunları bilgi kaynağı
kabul edenlerin şiddetle eleştirmektedir.[23] Her ne kadar,
ilk bakışta eleştirileri daha çok, ilham
ve sezgiyi en güvenilir bilgi kaynağı
olarak gören İslam öncesi Sofistlere
yönelik ise de, aslında dolaylı olarak dönemindeki mistik eğilimli kişileri de
içermektedir. Mâturîdî, ilham ve sezgiye dayalı bilgi elde ettiğini iddia edenlerin
birbirinden farklı sonuçlara ulaşmasına bakarak, böyle bir bir iddiayı
çelişkili bulur. Çünkü eğer bu bilginin kaynağı tek bir varlık, yani Allah
olsaydı ortaya konulan dinî inançların farklı olmaması ve kişilerin birbirini
nakzetmemesi gerekirdi. Diğer taraftan bu bilginin doğruluğunu veya
yanlışlığını akıl veya kura’ yoluyla tayin etmek de mümkün değildir. Bu sebeple
ilham ve keşif, herkesin kabul edebileceği bir bilgi veremez ve gerçeğe
ulaştırmaz.[24] Eserlerinde ilk
dönem mutasavvıflarının görüşlerine pek rastlanmaz. Bu yüzden Sufî Tabakât
yazarlarının ilgisini çekmemiş ve eserlerde onun hayat hikayesi yer almamıştır.
Hanefî Fukahâ'nın hayat hikayesini ele alan biyografik eserlerde de, onun daha çok kelam ilmi / hakikat ilmi
ile ilgili yeterliliği ve kelamcı ve fakîh kimliği öne çıkarılmıştır. Ebû Hafs
en-Nesefî'nin Tarîhu Semerkand'ında
verdiği bilgiye göre, Gaziler Ribat'ında " Ebû Mansûr el-Mâturîdî, kelam
ilmini; Ebû'l-Hakîm es-Semerkandî ise hikmet ilmini öğretiyordu."[25] Ancak aynı belgede, Ebû Mansûr'un Hızır'ı
gördüğü, ondan yardım istediği, Hızır'ın
duası üzerine Allah'ın ona hikmet ilmini verdiği ve bununla sapık fırkalara
galip geldiği nakledilmektedir. Bu gibi rivayetler, Türkler arasındaki Hızır kültü
ile ilgili inançlardan kaynaklanmış olabilir. Ayrıca bu menkıbevî rivayetlerde
bahsedilen bilginin muhalif fırkalarla
mücadele için gereken türden bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. Bunların da onun
sufî yönünden çok kelamî yönünü ilgilendiren hakikat ilmi olduğu açıktır. Kendi
eserlerinde onun sufî kişiliğine dair ipuçlarına rastlanmamakla birlikte
sonraki Hanefî-Mâturîdî alimler, dönemlerindeki sufî atmosferden etkilenerek
ona sufî bir kimlik kazandırmak istemişlerdir. Örneğin Pezdevî, eserinde,
babası kanalıyla dedesinden Mâturîdî'nin bazı kerametlerini naklettiğine dair
bilgi vermektedir.[26] Ancak bunların
doğru olup olmadığı ve neler olduğu diğer kaynaklarca doğrulanmamaktadır. Hatta
bazı kaynaklar, onun bazı sufî eğilimli
kişilerle tartıştığı, onlara ağır eleştirilerde bulunduğu ve onları
yenilgiye uğrattığı konusunda önemli bilgiler vermektedir.[27] Bunlardan en
meşhuru Ebû Mansûr'un, evliyayı
nebilerden üstün tutan birisiyle yaptığı tartışmadır.[28] Onun sufî
kimliği ile ilgili kurgulardan bazıları ise, salih kimselerin gördüğü rüya yolu
ile yapılmaktadır.[29] Bütün bunlar
Sünnîliğin Sufîliğe eklemlenmesi sonucu, Mâturîdî için de menkıbevî bir kişilikle oluşturma
teşebbüsünden ibaret olduğunu sanıyoruz. Çünkü onun eserlerinde akla yapılan
vurgu ve kullanılan istidlaller Sufî kültür çevrelerinde kabul edilmeyen ve
asla baş vurulmayan türden tamamen
akılcı-hadarî bir din söylemi özelliği taşımaktadır. Ancak bu durum, Semerkand
ve Buhara'daki Hanefîlerin, Mâturîdî'nin öğrencilerinin ve sonraki
Mâturîdîlerin tamamının, Sufîliğe
mesafeli durdukları ve onları eleştirdikleri anlamına gelmez. Bilakis Belh,
Nisabur ve Buhara'daki Hanefî-Mâturîdî çevreler arasında Sufîlik son derece
yaygın ve etkili idi. Örneğin Mâturîdî kelam ekolünün Buhara'daki
temsilcilerinden olan ve Mâturîdî'ye akılcı kimliğiyle referanslarda bulunan
Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâîl b. Ebî Nasr es-Saffâr el-Ensârî el-Vâbilî el-Buhârî, Zâhid ve Sufî birisi idi.
Mâturîdî'nin Kitâbu't-Tevhîd'inde İmamet kısmının bulunmayışı oldukça önemli
sorular akla getirmektedir. Acaba Mâturîdî, siyasî bazı endişeleri ve döneminin
iktidarı ile aralarındaki anlaşmazlık dolayısıyla bu bölümü yazmak istemedi mi,
yoksa ömrü yazmaya kafi gelmedi mi ?
Yazdıysa şayet neden bize ulaşmadı ?
Mâturîdî'nin pek çok konuda görüş belirtmesine rağmen Hilâfet/İmâmet konusunda
kendi eserlerinde ve Mâturîdî edebiyatta yeterli bilgiye rastlanmaması son
derece şaşırtıcıdır. Ama siyasî konulardaki görüşleri hakkında tam bir sonuca
varmak ancak Te’vilât'ın yayımlanması
ve İmâmet konusunda Karmatî ve Şiîlere eleştiri olarak yazdığı kayıp
eserlerinin bulunmasından sonra mümkündür. Çünkü Te’vilât'ta " Allah'a, Resulü'ne ve Ulü'l-Emr’e itaat edin. "[30] ayetinin
yorumunda Ulü'l-Emr'i, Seriyye komutanları ve Fakîhler olarak yorumlama
eğilimindedir. Aynı yerde Şîa'nın özelde Ulü'l-Emr'i masum imamlar olarak
yorumlamasına, genelde de İmâmet
nazariyesine ciddî eleştiriler yöneltmektedir.[31] Bu da onun Te’vilât'ta konuyla ilgili diğer
ayetlerin yorumunda önemli bilgiler vermiş olabileceğini akla getirmektedir.
Bununla birlikte, gerek onun kayıp
eserlerinden, özellikle Makâlât'ından alıntılarda bulunan Mâturîdî kaynaklarda
gerekse de doğrudan ondan nakledilen rivayetlerde Mâturîdî'nin siyasî bazı
konulardaki görüşlerişle ilgili son derece önemli bilgiler bulunmaktadır.
Bunlardan birisi " İmâmetin
Kureyşliliği", diğeri ise
hutbelerde zalim imamlara adil denilip denemeyeceği tartışmalarıyla
ilgili Mâturîdî'nin görüşlerini aktarmaktadır.
a) Diyânet-Siyâset ayrımı:
" İmâmların Kureyşten olması" konusunda her mezhep, farklı
görüşler ileri sürmüştür. Ancak Mâturîdî, diğerlerinden farklı olarak, diyânet-siyâset ayrımına giderek bu
rivayetteki Hilâfetin Kureyş'e tahsisini, diyâneten
değil siyaseten doğru olduğunu
savunmuş ve bu görüşünü şöyle açıklamıştır: Dini açıdan, imâm olacak kişinin
öncelikle Allah'tan en çok sakınan,
insanların problemlerini çözmede en basiretli ve onların yararına olan şeyleri
en iyi bilen birisi olması gözetilmeli ve bu şartları taşıyan kim olursa olsun
imâmet ona verilmelidir. Çünkü Allah'ın kitabı böyle istemektedir: " ....
Muhakkak ki Allah yanında en değerliniz, Ondan en çok sakınanınızdır. .."[32] Mal ve mülkün emanet edildiği kişiler, bu
görevi takva vasfı ile yerine getirebilirler. Bu sebeple, bu konuda diyânet
açısından gözetilmesi gereken şey takvadır.[33] Öyle
anlaşılıyor ki Mâturîdî'ye göre, İmâmların Kureyş’ten olması fikri, ister
Peygamberin sözü olsun ister sahabe böyle istemiş olsun, bu dinî olmaktan çok
siyasî ve sosyolojik bir tercihtir. Böyle bir tercihi iki önemli sebebe dayandırmaktadır.
Birincisi, İmâmet dinî bir yönü olmakla beraber aynı zamanda idarî ve siyasî
bir konudur. Bu yüzden imâm olacak kişinin takvanın yanısıra küçük düşürülmemiş ve nefret edilmeyen bir
nesebe mensup olmasına ihtiyaç vardır. Ayrıca Kur'ân Kureyş lehçesiyle inmişti.
Bu yüzden, imâmet, sürekli olarak bu görevi ellerinde tutan ve saygınlığıyla
tanınan Kureyş kabilesine tahsis edildi.
Diğer taraftan, soy ve nesebin, insanları iyi ve güzel davranışlara sevkeden,
kötü ve çirkin davranışlardan uzak tutan şeylerden biri olduğu da bir
gerçektir. Böyle kişiler emaneti daha
iyi koruyabilirler. Diyânet ve Siyâset konusunda şu iki hususun gözetilmesi gerekir. Siyasî yetki kıralların elindedir, diyânet yetkisi ise Nebilerin elindedir.
Durum böyle olunca Diyânet / Nübüvvet,
o işi yürütebilecek kişiye verilir; İdare ve siyâset ise halk arasında
saygınlığı ile öne çıkan şeçkin kabileye / kavme verilir. İkincisi, alimler
evlilik ve nikah konusunda Kureyş'i
diğer kabile ve soylardan üstün gördüler. Başkalarını bu konularda
onlara denk görmediler. Bu sebeplerden dolayı
Resulullah, onlara bu şekilde davrandı. Hilâfetin durumu da aynı
şekildedir.[34]
Mâturîdî'nin Diyânet-Siyâset ayrımı
yapması ve birincisini Peygamberlere, ikincisini ise kıral/meliklere tahsis
etmesi, dönemine kadar konuyla ilgili yapılmış
tartışmalar ve ileri sürülen görüşlerle mukayese edildiğinde son derece
ilginçtir. Buradan hareketle Peygamberin
diyânet/nübüvvet görevinin, Allah tarafından kendisine
verilmiş bir görev iken, devlet başkanlığı ilahî bir misyon olmayıp Kureyş'e
mensubiyeti dolayısıyla kendi siyasî tercihi ile olduğu söylenebilir.
b) “Zulme adalettir” demek inananı
dinden çıkarır: Mâturîdî'nin bu konudaki görüşleri, Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâîl
es-Saffâr el-Buhârî'nin Mesâil adlı
eserinde nakledilmektedir. Ebû İshâk, bu
görüşü bizzat ondan duymuş gibi nakletmektedir. Halbuki 534/1139 yılında vefat eden Ebû İshâk es-Saffâr el-Buhârî,
Mâturîdî'den 200 yıl sonra yaşamıştır. Ondan doğrudan rivayette bulunması, bu
görüşün ona aidiyeti konusunda ciddî şüpheler uyandırmaktadır. Bununla birlikte
ilk bakışta Mâturîdî'nin genel anlayışına ters düşüyor gibi görünse de, onun iman-amel ayrımı konusundaki görüşleri
dikkate alındığında sorun çözülmekte ve ne demek istediği daha iyi
anlaşılmaktadır. Burada zulüm işleyen
bir sultan, işlediği günahı dolayısıyla
tekfir edilmemekte, zulmü adalet olarak kabul ederek zalim sultana
adildir diyen kimse tekfir edilmektedir.
Mâturîdî'ye göre, amelleri terk etmek veya günah işlemek kişiyi dinden
çıkarmaz, ancak kesin naslarla haram olan bir şeye helal demek veya onun
haramlığını inkar etmek dinden çıkarır.
Çünkü burada haram olan zulmü adalet kabul ederek helal göstermek söz
konusudur. Bu yüzden Mâturîdî zalim bir
devlet başkanını hutbelerde adil olarak
sunan ve onlara Allah için
kullanılabilecek bazı isimler ve künyeler veren halifeleri şöyle
eleştirmektedir. " Bazı filleri zulüm olan bir sultana adil diyen kafir
olur. Dolayısıyla bu sıfat sultana, ancak bütün davranışlarında mutlak olarak
adil olduğu ve hiç bir şekilde zulmetmediği zaman kullanılabilir. Fakat bazı
fiilerinde zulüm ve haksızlık yapmışsa, buna rağmen o kişiyi mutlak adil olarak
isimlendirmek zulüm ve adaletsizliğe adalet adını vermek ve ona razı olmak
anlamına gelir. Bu fikri benimseyen
dinden çıkmış olur. Şehinşah
ünvanı ise, ancak Allah için kullanılabilir. Ondan başkasına asla kullanılmaz.
Kulların böyle isimlendirilmesi kesinlikle doğru değildir. Ümmetlerin
Koruyucusu/ Maliki sözü de yalandan ibarettir. Çünkü "ümmetler"
kelimesi, ins, cin, melaike ve diğer canlıları kapsayan bir kelimedir. Bu
tanımlama da, sadece Allah için yapılabilir. "Yeryüzünün Sultanı" ve
benzeri tanımlamalara gelince, bu da yalandır. Çünkü hiç bir durumda yalan
söylemek caiz değilken, Cuma hutbesinde Hilâfet konusunda böyle bir yalan nasıl
caiz olabilir? Eğer içinden aksini
düşünüyor da diliyle bunu söylüyorsa, o kişinin Allah tarafından bağışlanacağı
ümit edilir."[35]
Ebû İshâk'tan yaptığımız alıntı
doğruysa, Mâturîdî'nin dönemindeki zulüm ve haksızlık yapan halifeleri dolaylı
olarak eleştirdiği anlaşılmaktadır. Kaynaklarda onun resmî yetkililerle olan
münasebetleri konusunda ciddî bilgi boşlukları bulunmaktadır. Öyle görünüyor
ki, Ebû Hanîfe gibi o da resmî görevler üstlenmekten kaçınmıştır. Kaynaklarda
adının çokça geçmemesinin sebeplerinden birisi de bu olabilir. Hatta o, resmî görevlilerle yakın temas içerisinde
olan ve katiplik yapan Ebû'l-Kâsım el-Ka’bî'yi, bu ilişkileri dolayısıyla
eleştirmiş ve şöyle demiştir: "
Eğer lanet edilmeye hak kazanmış birisi varsa yukarıdaki iddianın sahibi buna
en münasip görünen olmalıdır, çünkü onun
fısk niteliği taşıyan filler işlediği ve zalim devlet adamlarıyla yakın ilişki
içinde bulunduğu bilinmektedir.... " [36] Mâturîdî'nin
zulüm ve haksızlık yapan sultanlar ve onların resmî görevlileriyle
ilişkilerinin iyi olmadığını gösteren bir başka olay da Ebû'l-Hasan
er-Rüstüğfenî'nin Fevâid adlı
eserinde nakledilmektedir. Buna göre, dönemin sultanının görevlilerinden birisi Mâturîdî'nin
öğrencilerinden birinin evine yerleşir. Öğrencisi bu durumu Mâturîdî'ye şikayet
eder. Bunun üzerine Mâturîdî, bu kişinin
öğrencisinin evinin boşaltılması için Sultan'a bir elçi gönderir, ancak Sultan
olumsuz cevap verir. Rivayete göre Mâturîdî, evi işgal eden kişiye bedduada
bulunur, bunun sonucunda bu kişi
hastalanır ve evi boşaltır.[37] Bu rivayetler, Mâturîdî'nin dönemindeki
siyasîlerle ilişkisi konusunda yeterli bilgi vermemekle birlikte onlarla
ilişkilerinin problemli olduğu ve resmî görevler üstlenmediği konusunda bazı
ipuçları vermektedir.
Mâturîdî, bilginin neliği, bilginin imkanı, değeri,
bilgi edinme yollları, bilginin nasıl meydana geldiği ve dini bilginin mahiyeti gibi, bugün Bilgi
Sosyolojisi, Felsefe ve Din Felsefesi'nin temel konuları arasında yer alan son derece önemli problemleri tartışan ve
İslam düşüncesinde kendine has bir Bilgi Kuramı oluşturan ilk kişidir. Üstelik
bu bilgi kuramını esas alarak başta
Kelam olmak üzere Fıkıh ve Tefsir alanında önemli eserler ortaya koymuştur. Mâturîdî’nin
bu kuramının kaynakları, duyular, haber ve akıldan oluşmaktadır. Gerekli
şartları taşıdıkları sürece, bu üç yoldan birisiyle veya üçü birlikte elde
edilen bilgi kesin bilgi olup inkarı imkansızdır. Bu bilgi vasıtalarının, her
birinin kendine ait ayrı bir nesne grubu vardır. Bununla birlikte, bazan aynı
nesne grubu, iki farklı bilgi kaynağının konusu olabilmektedir.[38]
Eserleri incelendiğinde,
Mâturîdî'nin böyle bir bilgi kuramını Kur'ân'dan hareketle oluşturduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü Mâturîdî, " Siz, hiç bir şey bilmezken Allah, sizi
analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve
kalpler verdi."[39] ayetinde geçen " göz" kelimesini,
şekil ve renkleri birbirinden ayıran; "kulak" kelumesini sesleri
işitip ve ne olduğunu belirleyen;
"kalpler"i ise, gözle görülmeyen ve kulakla tespit edilemeyen,
kişinin lehine ve aleyhine olacak şeyleri belirlemeye yarayan bir şey olarak
açıklamaktadır.[40] Verilen bu bilgilerden ve Kitâbu't-Tevhîd'deki açıklamalardan,
nesnelerin (şeylerin) bilgisisini elde etmeye yarayan görme,
duyulara; işitme, habere; kalp de, akla karşılık kullanıldığı ve haberle
ilgili bilginin doğruluğu ise beş duyudan birisi olan işitme duyusuna
dayandırıldığı anlaşılmaktadır.
Mâturîdî'nin bilgi kuramında bilgi edinme yolları olarak gördüğü duyular,
akıl ve haber üzerinde kısaca durmak
istiyoruz:
Mâturîdî, duyulara karşılık, ’ıyân ve havâss kavramlarını kullanır.
Ancak, anlam bakımından havâss daha dar, ‘ıyân ise, daha geniştir. Havâss,
sadece beş duyuya karşılık kullanılırken, " ‘ıyân, hem beş duyu, hem de iç
duyu ve içgözlemi ifade ettiği gibi, ayrıca hayvanların duyu ve içgüdülerini de
ifade etmektedir."[41] İnsanların yaratıkları ve nesneleri idrak
edişi, tatma, işitme, görme, dokunma ve
koklama olmak üzere beş duyu yoluyla oluşur.
İnsanların duyularla elde ettiği bu bilgiye duyu bilgisi denir. Ancak duyuların
bilgisi, “yaratılmış nesneler"[42] ve " iç dünyamızda meydana gelen bütün
ruhsal objeler"[43] hakkında geçerli olmakla birlikte, onların
algılama kapasiteleri sınırlıdır. Duyu bilgileri, her bir duyunun, kendine has
duyu objeleriyle ilgili olduğu ve duyu organlarının sağlam olduğu takdirde
doğrudur ve bağlayıcıdır. Mâturîdî, duyuların kendine has bilgi alanları
arasında dünya ve içindeki varlıkları, gök cisimleri; gözle görülen yaratılmış
diğer fiziksel varlıkları; lezzet, zevk ve şehvet; acı ve hayret; açlık ve
susuzluk, sesler ve renkler; cisimlerin hareketi, sükunu, birleşmesi,
dağılması, şekli ve görüntüsü gibi
şeyleri saymaktadır.[44] Daha sonraki Mâturîdîler, verilen bilginin
sağlam olabilmesi amacıyla, duyu organları için " Sağlam Duyular"
kavramını kullanmışlardır.
Mâturîdî'ye göre haber, içinde
yanlış olması veya yalan bulunması
muhtemel söz demektir. Bu sebeple, kendisine haber verilen bir kimsenin
verilen haberin doğru veya yalan olduğu kesinleşinceye kadar, onu doğrulamaması veya yalanlamaması gerekir. [45] İnsanların
sahip olduğu pek çok bilginin kaynağı haber olduğu için, onun bir bilgi kaynağı
olduğu kesindir. Örneğin, dünyadaki hükümdarların yönetimi, düzene koymak
istedikleri işleri, risâlet ve hikmet iddiasında bulunanlar ve sanat erbabı ile
ilgili bilgilerin kaynağı duyular ve akıl değil haberdir.[46] Ayrıca emir ve
yasaklar, özendirme ve sakındırma ( Va'd ve Vaîd); mübah ve haram ve benzeri şeyler de haber içerisnde
gösterilmektedir[47]. Her çeşit
haber, Mâturîdî'nin “haber” olarak tanımladığı kavramın içeriğine girmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, o, kesin bilgiye kaynaklık eden Haber'le, sadece Kur'ân ve Sünnet'i değil geçmiş hakkında veya her
hangi bir şey hakkında bilgi veren her türlü doğru haberi (semi'/nakil)
kastetmektedir.
Bazı araştırmacılar, Mâturîdî'nin
genelde habere, özelde hadis ve sünnete bakış açısını diğer Mâturîdîlerle
birlikte ele aldıkları için, onun bu konudaki özgün fikirlerini ortaya koymakta
zorlanmaktadırlar. Genel olarak Mâturîdîlerin hadis anlayışını ele almak
yerine, sadece kendi eserlerinden hareketle Mâturîdî'nin habere ve onun
içerisinde hadise yaklaşımını incelemek, meselenin aydınlatılmasında daha
yararlı olacaktır. Aslında Mâturîdî,
diğer bilginlerden farklı olarak ve özgün bir sınıflandırmayla haberi
üçe ayırmış görünmektedir:
Mâturîdî, haberlerin bilgi kaynağı olarak kabul edilmesinin aklen
zorunluluğunu ortaya koyduktan sonra, Hz. Peygamber'in Allah'tan getirdiği haberin de benimsenmesinin zorunluluğundan
bahseder. Çünkü Peygamber'in Allah'tan getirdiği haberler, doğru haberlerdir (
haber-i sâdık)[48] ve
Peygamberlerin doğruluklarını kanıtlayan mucizelere sahip olmaları
dolayısıyla onların haberlerinin inkar
edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, onların getirdikleri haberin doğruluğu
akıl tarafından doğrulanmıştır. Zaten Mâturîdî, hangi haber olursa olsun doğru
ve yalan oluşunun akıl yoluyla tespit
edilebileceğini söylemiştir.[49] Böyle bir
haberi inkar eden, kibri, inatçılığı ve zorluk çıkarmak istemesi sebebiyle
inkar eder. Resûlün haberi ile ilgili açıklamalarından, kastettiği şeyin vahiy
/ Kur'ân olduğu açıktır. O, Kur'ân'ı aklî bir mucize olarak görmektedir.[50] Çünkü Kur'ân, Hz. Peygamber tarafından
insanlara tebliğ edildiği vakit, o dönemin belağatçıları, hakimleri, şairleri
ve dilcilerine meydan okumuştur ve hiç kimse onun bir benzerini getirmeye
muvaffak olamamıştır. Bu anlamda Kur'ân, aklî bir mucize olup mutlak ve doğru
bilgiyi içermektedir. Bundan dolayı, ona göre,
Kur’ân’ın dışındaki “aklî delillere ve Kur'an'a aykırı olan her haber,
reddedilmelidir.”[51]
Aslında bütün haberler için, ahad ve
mütevatir haber ayrımı yapmak mümkün olmakla beraber, bu sınıflandırma
Mâturîdî’nin sisteminde, “Resûlden gelen haberler” için yapılmaktadır.
a) Mütevatir Haberler
Mâturîdî, mütevatir haber için
kendinden önceki alimlerden ve hadisçilerden farklı bir tanım geliştirmiştir.
Ondan öncekiler, yalan üzerinde ittifakları mümkün olmayan sayıdaki kişilerin
Peygamberden rivayet ettikleri haberleri mütevatir haber olarak
tanımlamışlardır. Mâturîdî ise, mütevatir haberi, yanılmaları ve yalan
söylemeleri muhtemel bulunan kişiler yoluyla Peygamberden bize ulaşan haberler olarak tanımlamaktadır. Çünkü onlar,
Peygamberler gibi doğruluk ve masumiyetlerini kanıtlayacak her hangi bir delil
ve belgeye sahip değildir. Eğer haberin yalan olmasına hiç bir şekilde ihtimal
verilmiyorsa, bu haber Peygamberin haberi gibidir. [52]
b)
Âhâd Haberler
Mâturîdî, âhâd haberi, bağlayıcı bir
bilgi olma konusunda ve Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed'den geldiği konusunda
mütevatir hadisler derecesine çıkamayan ve kesin tanıklık edilemeyen haberler
olarak tanımlamaktadır. Ancak ravilerin durumlarını etraflıca incelemek, muhtevasını araştırmak ve kesin bir nassla
karşılaştırılması şartıyla âhâd haberle amel edilmesi gerekir. Bu işlemlerden
sonra, ağır basan duruma göre ya kabul edilir ya da terkedilir. Ama her
halükarda bu tür haberlerin doğruluğu şüphelidir.[53] Bu yüzden Âhâd haberlerin kesin bilgi ifade
etmediği ve itikadî konularda kullanılamıyacağı fikri, pek çok kelamcı
tarafından kabul görmüştür. Mâturîdî de, ilmi, amel ilmi ( ‘ilmü’l-amel) ve
şehadet ilmi ( ‘ilmü’ş-şehâde) olarak ikiye ayırmakta ve âhâd haberlerin itikadî (şehâdet)
konularda değil amelî konularda bilgi değeri taşıdığını savunmaktadır.[54]
Bu sınıfa giren haber türleri tarih,
coğrafya, neseb, sanat, siyaset, dil ve diğer konularla ilgili bilgi veren
haberlerdir. Bu tür doğru haberler, insanlar için önemli bir bilgi
kaynağıdır.Genel haber bilgisinin alanına giren ve hakkında sadece haberle
bilgi edinebileceğimiz pek çok konu bulunmaktadır: Kişinin soyu ve ismi, mahiyeti, sahip olduğu
cevherin adı, diğer varlıkların isimleri, insanın hayatta kalmasına veya
ölümüne sebep olacak şeyler,
eczacılık, akılların tek
başlarına kavrayamadıkları iyilik ve kötülükler [55]; insanın cins,
fasıl ve nevileri; tıp, diller, sanatlar, savaşlar ve benzeri şeyler[56]. Her zaman bu
tür bilgilerden insanlar faydalanmışlar ve bu malzeme üzerine çeşitli bilim
dalları geliştirmişlerdir.
Mâturîdî,
kelamî konuları temellendirirken ve fıkhî
problemleri çözerken sık sık akla, istidlale, nazara, ictihada ve kıyasa
başvurmaktadır. Ona göre, dinin öğrenilmesinde ve dinî bilgiye ulaşmada iki temel kaynaktan birisi akıl, diğeri haber (Semi)'dir.[57] Her ne
kadar dinî bilginin kaynağını ikiye indiriyor görünmekteyse de, bu konuyu doğrudan analiz ettiği "Bilgi
Edinme Yolları" kısmında nesne ve olayların hakikatinin idrak/duyular (‘ıyân), haber ve akılla
(nazar) bilinebileceğini savunarak, bilgi kaynaklarını üçe çıkarır.[58] Ancak onun
eserlerinde sonraki kelam kitaplarında rastlanan aklın tanımı ve mahiyeti ile
ilgili felsefi tartışmalara raslanmamaktadır. Akıl, daha çok görevleri
itibariyle tanımlanmaktadır. Buna göre,
akıl ve nazar, yararlı ve zararlı olanı birbirinden ayıran bir vasıtadır.[59] Mâturîdî'nin
bilgi kuramında, akıl sadece dinî bilginin kaynağı değil aynı zamanda genel
bilginin ve ahlakî bilginin de kaynağıdır.[60]
Mâturîdî, aklı diğer iki bilgi
kaynağının sağladığı bilgilerin doğruluğunu tespitte önemli bir ölçüt olarak
görmekte ve bu görüşünü şu şekilde temellendirmektedir: Aklı ve akıl yürütmeyi,
üç şey gerekli kılmaktadır. Birincisi, gerek duyu yoluyla gerekse haber oluyla
bilgi edinirken akıl yürütmek gereklidir. Duyulardan uzak olan şeylerin,
yahut çok küçük hacimli olup gözle
görülemeyen nesnelerin belirlenmesinde duyular yetersiz kaldığı için akıl
yürütmeye ihtiyaç vardır. Diğer taraftan,
haberin, yanılma ihtimali bulunan veya bulunmayan türüne dahil olduğunu
belirlemek, peygamberlerin mucizeleriyle sihirbaz ve diğerlerinin göz
bağcılığının ayırdedilmesi, başka bir ifadeyle mucizelerin mucize olmayan
davranışlardan ayırdedilmesi için de, akıl yürütmeye ihtiyaç vardır. Allah,
kendi katından olduğu harikulade delillerle sabit olmuş Kur'ân ve diğer
şeyleri bu akıl yürütme yöntemine bağlı
olarak delillendirmiş ve pek çok ayette[61]
insanların, gerçeğe ulaştıran ve doğru
yolu gösteren aklı kullanmasını ve aklî
temellendirmeye başvurmasını emretmiştir.[62] İkincisi,
Mâturîdî, eşyanın güzelliklerini ve çirkinlikleri, insanların fiillerinin iyi
veya kötü oluşu konusunda- duyuların algılayışı ve haberlerin bildirmesi söz
konusu olsa dahi- gerçeğin açığa
çıkarılabilmesi için her konuda akıl yürütmek
ve tefekkür gerektiğini ve bu konularda nihaî bilgiye sadece akılla
ulaşılabileceğini iddia etmiştir.[63] Üçücüsü, Allah'ın ve onun emirlerini bilmek
de ancak istidlalle bilinebilecek kesbî-iradî (araz) bir olgudur.[64]
Mâturîdî, akla önemli bir fonksiyon
yüklemekle birlikte, haber ve duyular gibi, onun da bilgi elde edebilme güçü ve
alanının sınırlılığını kabul eder; ancak,
aklın sınırlı oluşunu, eşyayı bütün yönleriyle ve her şeyi teferruatıyla bilemiyeceğine, ontolojik
açıdan analiz ederek sonradan yaratılmış olmasına, bir takım arızalar isabet
etmesine veya incelediği konunun çok karmaşık olmasına bağlamaktadır.[65] Dolayısıyla, bu durumlarda "akılların
tek başına kavrayamadıkları iyiliklerle
kötülüklerin duyu ve haber yoluyla öğrenilmesi, ancak "algılayanların
" konuşması ve diğerlerinin de kulak verip dinlemesi ile mümkün
olur."[66] Ama bu durum
aklı, bütünüyle, güvenilir ve doğru bilgiye ulaştıran bir kaynak
olmaktan çıkarmaz. Bu yüzden Mâturîdî, akıl yürütmeyi reddeden kimseyi, akla başvurarak akla karşı çıktığı ve
istidlale başvurmanın haber veya idrakle yasaklanmadığı için kısır döngü
yapmakla ve tenakuza düşmekle suçlamaktadır.[67]
Aklı Allah'ın bir emaneti olarak
gören Mâturîdî, düşünen ve aklını kullanan bir insanın hangi konuda ve hangi
şartlarda olursa olsun sonuçta karlı çıkacağını söyleyerek, düşünme sonucunda
akla gelebilecek fikirlerinin, pragmatik açıdan sahibine sağlayacağı üç
faydadan bahseder:
1) Onun düşüncesi ya kendini,
yaratılmış olduğu ve iyi davranışına mükafat, kötü davranışına ise ceza ile
karşılık veren bir yaratıcısının bulunduğu şuuruna erdirecektir; bu sebeple
kişi yaratıcısının gazabını celbeden şeylerden sakınır, O'nun rızasına götüren
davranışlara yönelir ve böylelikle mutluluk bulup dünya ve ahiret şerefine nail
olur; 2) Veya düşüncesi onu sözünü ettiğimiz hususları reddetmeye götürür ve bu
durumda çeşitli dünya zevklerinden faydalanır; göreceği ceza ise onu Ahiret'te
bekleyedursun; 3) Yahut da kişinin istidlalî onu, davet edildiği gerçeğin iç
yüzünü anlama kapısının kapalı olduğu sonucuna götürür; bu durumda da gönlü
huzura kavuşur ve zaman zaman zihnine gelebilecek fikirlerin doğuracağı korku ortadan kalkar.
Hulasa istidlalden ayrılmayan bir insan düşünce eyleminden her açıdan karlı
olduğunu anlamakta geçikmez.[68]
Mâturîdî'nin İman ve Büyük Günah
konusuyla ilgili görüşleri, kelamî görüşleri arasında en dikkat çekenlerdendir.[69] Bu görüşleri kısaca şöyledir: 1. Büyük Günah: Bir müslüman işlediği
büyük günahı sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O, bu dünyada hakiki
mümindir. Yalnız işlediği günahı dolayısıyla fasık, yani ahlaksız mümindir.
İşlediği günah dolayısıyla Allah'ın cezalandırma tehdidinin muhatabıdır. Böyle birinin Ahiretteki durumu Allah'ın
dilemesine kalmıştır; Allah isterse onun
günahını bağışlar, isterse cezalandırır. İnsan, ne günahından dolayı
ümitsizliğe kapılıp korku içerisinde, ne de affedileceği ümidiyle ümit içerisinde
yaşamalıdır. İnsan korku ve ümit arasında bir tavır takınmalıdır. 2.Amel-İman Münasebeti: Ameller imanın bir parçası olmayıp imanın
dışında birer farzdır. 3. İmanda İstisna:
Şartlı ve şüpheli iman olmaz. Bir mümin imanını ve mümin olduğunu açıkça
şek ve şüpheye mahal vermeden ifade
etmelidir. Yani " ben gerçekten müminim " demesi gerekir. 4. İman tasdiktir: İmanın gerçekleşmesi, kalbin tasdiki
olur. Kişi Allah'ın birliğini, Hz.
Muhammed'in resul olduğunu gönülden benimsemesiyle mümin ve müslim sıfatını
kazanır. 5. İmanda Artma ve Eksilme:
Ameller imanın bir parçası olmadığı için amelleri işlemekle iman artmaz, onları
terketmekle veya günah işlemekle de
azalmaz. Yalnız günahkar olur ve cezasını çeker. Ancak hafife alarak veya inkar
ederek bu günahları işlerse imanını kaybeder. 6. İmanda Eşitlik: Bütün müslümanlar ve inananlar, imanlarında
eşittirler. Birinin imanı diğerinden daha üstün veya daha az değildir.
Farklılık sadece amellerde söz konusudur. 7.
İman-İslam İlişkisi: İman vasfını
kazanan bir kimse aynı zamanda islam vasfını da kazanmıştır. Yani bütün
müslümanlar mümin, bütün müminler de müslümandır. 8.
Va'd ve Vaîd: Allah bazı ayetlerde iyilik yapanları mükafatlandıracağını
va'detmiş, bazılarında ise kötülük yapanları, zulmedenleri ve günah işleyenleri
cezalandıracağını veya ebedî cehennemlik olduklarından bahsetmiştir. Eğer Allah
bir iyiliği karşılık mükafat vereceğini söylemişse, bu sözünden asla dönmez ve
bu mükafatı verir. Ama ebedî cehennemine koymakla tehdit etmişse, Allah bu tehdidinden rahmeti ve acıması
dolayısıyla vazgeçerek kulunu
afedebilir.[70]
Amellerin iman olmadığı ve onun
özüne dahil edilemiyeceği fikrini İslam düşüncesinde ortaya atan ilk mezhep
Mürcie'dir. Bütün Mürciiler, bu
konuda hem fikirdirler. Onlara göre,
amellerin imanın neticesi olduğu için onun iman olarak isimlendirilmesi sadece
mecazen mümkündür.[71] Mâturîdî,
onların iman nazariyesinin omurgasını oluşturan amel iman ayrımını, bazı küçük
farklılıklarla birlikte, aynen benimsemiştir. Bu yüden Mürcie gibi Mâturîdî de
amellere inanmayı ayrı şey, farz olduğunu bildiği halde yerine getirmemeği ayrı
şey kabul eder. Farz olduğuna inanmayan kafir, farz olduğuna inandığı halde
yerine getirmeyen günahkar mümin olur. Onlara göre namaz, oruç, zekat, hac iman
değil imanın dışında birer farz veya İman ve İslam'ın ilkeleridir ( şerâi’).[72] Kur'ân'da pek çok yerde iman edenlerin ve
salih amel işleyenlerin atıf harfi olan
“vav”la birbirinden ayrılması, aynı isim altında birleştirilmemesi amellerin
imandan olmadığının delilidir. Eğer ameller imandan olsaydı, Nebiler bile bütün
iyilikleri ( ta’ât ) tamamlayamadığından hiç kimsenin imanı makemmel
olmazdı. Aynı şekilde tek bir günah
işleyenin imanı da tam olmazdı. İman vacipleri yerine getirmek, haramları
terketmek olursa hiç kimse gerçek mümin
olduğunu söyliyemiyecektir. İslam'a girmenin şartı ameller değil Allah'ı tasdiktir. İnsanlar, amelleri
terketmekle mümin vasfını kaybetmez, ama
tasdiki kaybetmekle iman vasfını kaybeder.[73] Müminlerin iman
vasfı amellerden önce olması amel ve imanın ayrı olduğunu gösterir. İnsanların
farzları işlemeleri iman etmiş olmalarından dolayıdır. Yoksa imanları farz olan
şeyleri işlemiş olmalarından doğmuş değildir. İnsanlar tasdikte birbirine eşit,
fakat amellerde birbirinden farklıdır.
Ayrıca fakirin zekatı vermesi gerekmez, ama zekatın farziyetine inanması
gerekir. Amel iman ayrımı yapanlar,
amelleri hafife almakla suçlanmıştır.
Ancak onların amelleri imandan
saymaması amellerein terki anlamına gelmemektedir. Böyle bir ayrımı yapmalarının asıl amacı, müslüman
olmanın asgarî şartının amel değil, iman olduğunu ortaya koyarak büyük günah işleyen herkesi tekfir eden
zihniyete engel olmaktır. Kısaca Mâturîdî'ye göre iman amelin sebebidir. Amel
imanın oluşmasının sebebi değildir. Sonuç, sebebin yerine konulamaz.[74]
Mâturîdî'nin özgün yanlarından birisi de Din-Şerîat ayrımı yapmasıdır .
Aslında bu fikri, amel iman ayrımını temellendirebilmek için ilk defa Mürcie
ortaya atmıştır. Böyle bir ayrımın teolojik açıdan temellendirmesine, Ebû Hanîfe'ye nispet edilen Kitâbu'l-Âlim
ve'l-Müteallim’de rastlamaktayız.[75] Ebû Hanîfe'ye göre, din birdir; şerîat ise
çok ve muhteliftir. Dolayısıyla bütün peygamberler aynı dine, yani tevhid
dinine mensuptur, bu yüzden hiç bir peygamber kendinden önce gelen
peygamberlerin dinini terketmeyi emretmemiştir. Çünkü Peygamberlerin dini
birdir.[76] Halbuki her
peygamber kendi şerîatine davet etmiş ve kendinden öncekinin şerîatına uymaktan
nehyetmiştir. Çünkü resûllerin şerîatleri çok ve muhteliftir. Bundan dolayı
Allah Kur'ân-ı Kerîm'de " Sizin
her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi tek
bir ümmet yapardı."[77] Allah'ın bu dini, en doğru olandır ve asla
değiştirilmez.[78] Nitekim din
artıp eksilmezken, tebdil, tahvil ve tağyir edilmezken şerîatler tebdil, tağyir
ve neshedilmiştir. Bundan dolayı bir takım şeyler bazı insanlar için helal iken
diğer insanlar için haram kılınmıştır. Aynı şekilde Allah bir çok buyruğu bazı
insanlara emretmişken, daha sonra bazı insanlara bunları yapmaları
yasaklanmıştır. O halde tek bir din ve pek çok şerîat vardır. Bu din
değişmezken, değişik farzlardan ibaret olan şerîatler, peygamberden peygambere
değişmektedir. Eğer Allah'ın bütün emrettiklerini yapmak ve bütün yasaklarından
kaçınmak din olsaydı, bu durumda Allah'ın emirlerinden her hangi birini
terkeden, yahut yasaklarından birini çiğneyen kimse, Allah'ın dinini terketmiş
ve kafir olmuş olurdu.[79]
Mâturîdî, Ebû Hanîfe'den aldığı din-şerîat ayrımı
görüşünü bütün yönleriyle yeniden analiz ederek son derece önemli görüşler
ileri sürmüştür.
Mâturîdî'ye göre, genel anlamda " din, insanların ister
hak ister batıl olsun, inandığı şey için
kullanılan bir kavramdır."[80] Ancak bu genel anlamda kullanılan dinin
tanımı olup İslam'la ilgili iman-amel tartışmalarında gündeme gelen iman veya
inanca karşılık kullanılan dinin tanımı değildir. Mâturîdî, imanı din ve itikad
olarak tanımlayarak din şerîat ayrımı yapar. Böylece akılla din arasında,
şeriatla vahiy arasında bir ilişki kurar. Dinle akıl arasındaki ilişkiyi[81] şöyle açıklar:
" İman dindir, dinler ise inanılan inançlardan ibarettir. İnançların
bulunduğu ve varlığını kendisiyle sürdürdüğü yer kalptir. .. Tasdikin baskı ve
cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır, çünkü imanın
bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez."[82] Geçmişte gönderilen bütün peygamberler ve
nebiler tek bir din üzere idiler, yani Allah katında mutlak ve değişmeyen İslam dini üzere gönderilmişlerdir.[83] Bu itibarla mutlak yol Allah’ın yolu; mutlak
din, Allah’ın dini; mutlak kitab Allah’ın kitabıdır.[84] Bu din, tevhid
dini, hak din, hanif dini, fıtrat dini, gerçek
ve burhanla kaim, kesin delil ve hüccetlerle ayakta duran akıl dini veya
mutlak dindir.[85] Şerîat ise, peygamberden peygamber'e değişen
şeydir. Mutlak dinin içerisine, dinin tevhid, inanç esasları, ibadetin sadece
Allah'a ait olması, Allah'a şükrün zorunluğu ve ahlakî ilkeler yer almaktadır.
Akılla bilinmelerinin zorunlu olması
sebebiyle, bunlara Akliyyât da demektedir. Çünkü bunlara, taklid, eğitim
ve öğretim, ve müşahede veya zorunlu
bilgi yoluyla inanılmaz. Bunları bilmek
ve bunlara inanmak, kişinin kendi akıl
yürütmesi ve istidlali sonucu elde ettiği kesbî ve kesin bilgiyle olur. Hatta
imanın güzelliği de aklidir.[86] Bu sebeple, Te'vîlât’ta
Akliyyât’ı şöyle tanımlamaktadır: " Akliyyât, araştırma ve
inceleme sonucu ulaşılan tevhid bilgisi,
Peygamber bilgisi ve diğer bilgilere denir"[87]. Nitekim
Allah'ın bilgisine ulaşmada nazar mı yoksa talim (eğitim ve öğretim) mi
tartışması Mâturîdîler ve Eş’arîler arasında önemli bir tartışmaydı.
Mâturîdîler nazarı, Eş'arîler talimi
savunuyordu.[88] Yahya b.
Murtazâ'nın verdiği bilgiye göre, Mutezile bu konuda Mâturîdîler gibi düşünüyordu.[89]
Bu konularda hiç bir insanın Allah'a karşı bir mazeret uydurması mümkün
değildir, mazeret sadece dinî hükümler ve ibadetlerin nasıl olacağı konusunda
olabilir. İşte bunu ortadan kaldırmak için de Peygamberler göndermiştir.
Mâturîdî, bu görüşünü "Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler
gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri
(hüccet) olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir. "[90] ayeti ile ilgili yaptığı yorumda oldukça
enteresan bir şekilde ortaya koymaktadır. Mâturîdî'ye göre, ayetteki mazeret ve
hüccet getirmek, ibadetler ve dinî hükümler ( şerâi’) için söz
konusudur, çünkü onların bilgisine ulaşabilmenin tek aracı akıl değil vahiy'(semi’)
dir. İnsanlar bu konuda Peygamberlerin gönderilmesinden sonra Allah'a her hangi
bir hüccet göndermedi diye itiraz edemezler. Çünkü bunlar akılla tespit edilemezler. Akla bırakıldığı
zaman, bu mümkin alanla ilgili bir çok alternatif ortaya çıkar. Ancak dine bağlanmanın ve onun bilgisine ulaşmanın yolu ise akıldır.
Kendilerine akıl verilmiş olması dolayısıyla bu konuda Allah'a karşı hiç bir şekilde itiraz etme
hakları yoktur[91]. Mâturîdî mezhebine mensup alimlerden Ebû
İshâk es-Saffâr el-Buhârî, onun bu görüşünü aynen aktarmaktadır: "
Şerîatın kaynağı (sebîl) semi'dir; dinin kaynağı (sebîl) ise
akıldır."[92] Öyle
anlaşılıyor ki, Mâturîdî çevrelerde, imanı oluşturan hususların mahiyetini
bilmeye, dini bilgiye ve inanca ulaşmanın yolu akıl ve istidlal; Şeriat'ın
bilgisine ulaşmanın yolu ise, vahiy ve peygamber olarak kabul edilmiştir.
Mâturîdî, din-şerîat ayrımında
epistemolojik açıdan Din yerine Akliyyat,
Şerîat yerine Semiyyât kullanmaktadır. Özcan’ın da tespit ettiği gibi[93], "o, nakli
(semi), hukuki/ameli bilginin, aklı da, itikadi bilginin kaynağı olarak kabul
eder."[94] Semiyyât'ı ise şu şekilde tanımlamaktadır: " Semiyyât,
Resûllerin getirdiği haberlerdir. Bunları bilmenin yolu ancak peygamberlerden
öğrenmektir. Kişinin kendi kendini eğitmesi ile bunlar bilinemez. Başka bir
deyişle, Semiyyât, hakikatini sadece Allah'ın bildiği şeylerdir. Böylece
insan, bu gibi şeylere kendisini muttali kılanın bizzat Allah olduğunu bilir
ve bunlar kendisi için bir delil olur."[95] Mâturîdî, 42/Şûrâ, 13. ayette geçen
"din" kelimesinin belirlilik takısıyla kullanıldığı için Nuh ve diğer
bütün peygamberlere Alah'ın tavsiye ettiği " Allah'ı birlemek ve sadece
ona ibadet etmek " anlamına gelen tek ve aynı din olduğunu belirtir. Bütün
Peygamberlerin gönderilmesinin asıl sebebi bu iki husustur. Fakat onların
şerîatları ve ahkamı birbirinden farklıdır.[96] Bu görüşünü temellendirmek için tıpkı Ebû
Hanîfe gibi, 5/Mâide, 48. ayetini kullanmıştır. O, Şerîatin içerisine
peygamberden peygambere değişen ibadetlerin miktarı, sayısı, şekli ve şeri
hükümleri koymuştur.[97] Bu kısım
Peygamberin geldiği dönemin şartlarına
ve toplumsal maslahatlara göre oluşturulan dinin değişen toplumsal
boyutunu ifade etmektedir.[98] Din kalbin
fiili iken, Şerîat diğer azaların filidir ve daha çok duyulara hitabeden
haram-helal gibi hususları ilgilendirir. Bu bakımdan aklın güzel bulduğu
şeylerden farklıdır. Birincilerde değişkenlik söz konusudur, ama diğerinde değişmezlik
ve süreklilik sözkonusudur.[99] Ancak Hz.
Muhammed'in şerîatı, kıyamete kadar bir başka Peygamber'in şerîatı tarafından
nesh edilmeyecektir.[100] Bu ayrımın
sonucu olarak, Mürciî ve Mâturîdî çevrelerde " Dinî hükümler ve ibadetler (Şerâi’),
dinden/imandan bir parça değildir"[101] görüşü, adeta
bir slogan haline gelmiştir. Bu yüzden bazı Hadis Taraftarları, namaz, oruç, hac ve zekatı dinden
saymadıkları için onları şiddetli bir şekilde eleştirmişlerdir.
Mâturîdî, din-şerîat ilişkisini,
akıl-semi ilişkisini ve Peygamberlerin gönderiliş gerekçelerini aklî
hükümlerden ve modal önermelerden hareketle şöyle açıklamaktadır: "Aklî
hükümler (usûl), mümteni’, vâcip ve bu ikisinin ortası olan mümkin. Alemin
bütün işleri bu esaslar üzerinde yürür. Aklî açıdan vâcip, aksine her hangi bir
haberin gelemeyeceği bir konumdadır,
mümteni’ de aynı durumdadır. Mümkin farklı konumların bulunduğu bir alandır,
çünkü o, halden hale, elden ele ve bir mülkiyetten diğer mülkiyete intikal eden
şeydir. Mümkinde her hangi bir alternatifin vacip kılınması veya mümteni’ olması akıl açısından söz
konusu değildir. Peygamberler her konumda mümkinin tercihe şayan olan
alternatifinin açıklamasını getirirler."[102] Buradan da anlaşıldığı gibi, vâcip ve
mümteni’ konusunda akıl yetkilidir. Bu alanla ilgili aklın ortaya koyduğu
bilgiler dindir.
Din-Şerîat ayrımı Mâturîdî
çevrelerde ilk dönemlerde büyük ilgi ve yankı uyandırmışa benzemektedir. Çünkü
Ebû Seleme, Mâturîdî'nin hükümlerle
ilgili sınıflandırması ve Din ile Şerîat’ın bu hükümlere göre yerinin
belirlenmesi konusunda önemli katkıda bulunmuştur. Bu konudaki görüşlerini
vâcip, mümteni’ ve mümkin'in alanlarını belirleme açısından önemine binaen
aynen aktarmak istiyoruz: " Genellikle, inanç ( itikad) üç kısma ayrılır.
Aklen vacip, mümkin (caiz) ve mümteni’. Vacip, nimet veren Allah'ı tanıma ve
O'na şükretme; mümteni de, nimet veren Allahı tanımama ve O'na nakörlük etme
gibi hususlardır. Mümkin ise, namazların
ve zekatın ölçüsünü belirlemek gibi dini esasların miktarları ile alakalı
hususlardır. Akıl, mümkini, vacip ve mümteni olana yöneltmede yetersiz kalınca;
mümkin olan hususları açıklamak, mümkini vacip ve mümteni’e yöneltmek için,
eşyanın hakikatlarını insanlara öğretecek bir Peygamber'in varlığına ihtiyaç
duyulması zaruridir. Şurası bilinen bir gerçektir ki, peygamberler, aklen vacip
olanı pekiştirmek (te'kid), aklen imkansız olanın meydana gelemeyeceğini ortaya
koymak ve aklen mümkün olanı açıklamak suretiyle, doğruluklarını ve günahtan
korunmuş olduklarını gösteren apaçık deliller ve mucizelerle gelmişlerdir.
Çünkü Allah'ın delilleri birbiriyle çelişmez."[103] Aslında Ebû
Seleme, Mâturîdî'nin konuyla ilgili görüşlerinin daha iyi anlaşılmasını
sağlamıştır. Böyle bir sınıflandırmada, Peygamberler aklen mümkün olanı
açıklama konusunda önemli rol oynamaktadır. Her peygambere ait şerîat, bu
mümkin alanla ilgilidir.
Mâturîdî, din-şerîat ayrımını ve
iman-amel ayrımını teolojik açıdan temellendirmek için nesih teorisine
başvurmuştur. Bu ayrımın sonucu olarak Kur'ân'la Hz. Muhammed'e gönderilen
şerîat, daha önceki peygamberlerin dinini değil şerîatlarını neshetmiştir.
Çünkü Nebiler ve Resuller, aynı dine mensuptur ve insanları tevhid’e inanmaya ve Allah’a ibadet
etmeye çağırmışlardır. Bütün
Peygamberlere aynı din indirildiğinden dinde nesih ve değişiklik olmaz.
Şeriatlar’a gelince, birbirinden farklı şerîatlar vardır. Peygamberler arasında
din konusunda bir farklılık olmamakla birlikte şeriatlar peygamberden
peygambere farklıdır. Dolayısıyla dinlerde nesih ve değişiklik veya bir önceki peygamberin şeriatine uymak
söz konusu değildir.[104] Aslında belli dönemin şartları içerisinde
şekillenen şerîatın, beşerî ve ilahî
olmak üzere iki yönü vardır. Bu sebeple Mâturîdî, bir şerîatın kendi içinde de
neshin olabileceğini kabul etmiştir. Fakat ona göre, nesih " bir hükmün
yürürlükten kaldırılma vaktinin açıklanmasıdır. Bu bir beda’ olmayıp daha
önceki hükümle de çelişmez. Aksine belirli bir süre için konulmuş olan önceki
hükmün süresinin bitmesi üzerine yine belirli bir süre için hükmün
yenilenmesidir. .... Allah her hangi bir hükmün süresi bittiğinde geçiçi süresi
belirli yeni hükümler ve şerîatlar koyar. Bunu da bazen bizzat kendisi
kitabıyla, bazen de Resulü’nün diliyle açıklar.” [105] Bunun anlamı
bir hükmün konulmasına esas oluşturan maslahatın ortadan kalkması durumunda
hükmün de sona ermesi, ortaya çıkan yeni bir maslahat gereği yeni bir hüküm
konulması demektir. Ancak bir hükmün yürürlükte kalma süresini açıklayan nesih,
Mâturîdî'ye göre, ayetin hükmünün ebediyen ortadan kaldırılmasını gerektiren
bir şey değildir. İhtiyaç doğduğu zaman o hüküm tekrar uygulanabilir. Böyle bir
nesih anlayışı, tahsis ve takyid olarak yorumlanabilir. Kur’ân’ın kendinden
önceki şerîatları neshetmesi ise mutlak nesih olarak anlaşılabilir.
Şerîatlerın oluşmasında, insanların farklı anlayışlarının ve değişen
şartların önemli rolü olmasını kabul ettiği için olsa gerek, Şerîattaki her
hangi bir hükmün varlık sebebinin ortadan kalkması veya süresinin sona ermesi durumunda beşeri müdaheleyle, yani ictihadla
bir hükmün sona erdirilebileceğini ileri sürmektedir. Buna örnek olarak Hz.
Ömer'in kalpleri İslam'a ısındırılacak olanlara ( Müellefe-i Kulûb)
zekatı iptal etmesini verir ve ayetten şöyle bir sonuç çıkarır: " Bu
ayette, hükmün uygulanmasına gerekçe oluşturan mananın/maslahatın yok olması
sebebiyle ictihadla neshin olabileceğine dair bir delil bulunmaktadır."[106] Mâturîdî'den
önce ve sonra bu olay için " ictihadî nesih" kavramını kullanan bir
kimseyi tespit edemedik. Usûl kitaplarında, kıyasla nesih tartışılmışsa da,
başta Mutezile olmak üzere pek çok kişi karşı çıkmıştır. Mâturîdî, bu konuda
Mutezile'nin dahi kabul etmekte zorlandığı bir görüş ileri sürmüştür. Yukarıda
bahsedilen anlamda şerî’ hükümlerde neshin ne zaman ve nasıl vuku bulacağını aklın yetkisine
bırakmış ve şöyle demiştir: " Nesihten kaçınmanın aklen imkansız hale
geldiği durumlarda nesh caizdir; nesihten kaçınmanın aklen mümkün olduğu
durumlarda ise caiz değildir."[107] Muhtemelen
Mâturîdî, mütevatir sünnetle ayetlerin neshini yukarıdaki gerekçelerden dolayı,
takyit ve tahsis anlamında kabul etmiş görünmektedir. Ancak ona göre, nesih,
Allah için fikir değiştirme (bedâ’), sözünü geri alma ve daha önce
söylediğinden vazgeçmek olarak anlaşılmamalıdır.[108]
Mâturîdî, öncelikle insanların fiil
ve eylemlerini ontolojik açıdan kesin bir hakikat olarak kabul eder ve bu
görüşünü temellendirmeye çalışır. Ona göre, insanın eylemlerinin gerçek sahibi
olduğu, akılla, duyularla ve Kur'ân ayetleriyle açık ve seçik olarak
bilinmektedir. Allah, insanlara bu
gerçekten hareketle bazı görev ve sorumluluklar yüklemiş ve karşılığında ceza
ve mükafat koymuştur. İş yapma ve eylemde bulunabilmek için, eylem öncesinde ve
eylem sırasında kulun kendisine güç ve kudret verilmiştir. İnsanın eylemleri,
ona verilen bu güçün ve yaratılmamış olan
cüz-i iradesinin sonucudur. Bu, insanın fiillerinin ve sorumlu olmasının
temelidir. İnsan bunlarla fiile yönelir ve onu özgür iradesiyle seçer ve yapar. Kulun iyi veya kötü bütün fiilerinin
yaratılması ise Allah'ın kudretiyle olur. Dolayısıyla insan fiilerinde, insanın
rolü ve Allah'ın kudreti olmak üzere iki yön söz konusudur.[109] Mâturîdî, kendi
dönemine kadar bu konuda ortaya atılan kaderi inkar etme ve cebr fikrini
benimseyenlerin görüşlerini çürüterek, eylemlerin hem insana hem de Allah'a ait
olduğunu ileri sürmüş ve bu konuda yeni
bir çözüm ortaya atmıştır. Buna göre, fiile yönelmek, onu seçmek ve yapmak insanın işidir. Her şeyin yaratıcısı olan
Allah ise, insan fiilinin yaratıcısıdır. Dolayısıyla yaratma yönünden fiile tesir eden güç Allah'a aittir. Yani gerçekte fiil, gerçekleşme (kesb)
yönünden insana, yaratma yönünden de Allah'a aittir. Fiildeki bu ortaklık, ayrı
ayrı şeylere sahib olan ve sorumluluğu
ortadan kaldırmayan bir ortaklıktır.
Eşyanın güzel ve çirkinliği, yararlı
ve zararlı oluşu aklın ilkeleriyle genel olarak anlaşılabilir. Ancak akıl,
bunları bütün yönleriyle ve ayrıntılarıyla belirleyemez. Derinlemesine
araştırdıktan ve üzerinde düşündükten sonra bilebilir veya bir peygamberin
haberiyle bilebilir.[110] Bu konuda
şeriatın bildirmesi teyid ve tekiddir. Şeriat da, bir şeyi iyi
olduğu için emretmiş, kötü
ve zararlı olduğu için
yasaklamıştır. Din, bu konuda akılla
birleşmektedir. Ayrıca ahlaki duygu insanın özünde vardır, insan yaratılışı itibariyle bizatihi
ahlakî bir varlıktır. Bir kısım şeylerin güzelliği, bir kısım şeylerin de
çirkinliği akılda bedihî olarak kesin olduğu için, akıl bunları zorunlu olarak
idrak eder, emreder ve yasaklar. Mesela; nimete şükretmenin doğruluğu ve
adaletin güzelliği, nankörlüğün, zulmün ve yalanın çirkinliği böyledir.[111] Yalnız aklın,
karşılığında ahirette mükafat ve cezası
olan haram ve helal kılma yetkisi yoktur, bu yetki Allah'a aittir. Dolayısıyla
aklın bilgisi, ahirete ait ceza ve sevap miktarını tayin edemez. Din ise,
emredilenleri yapana mükafat vadetmiş, yasaklananları yapanları ise ceza ile
tehdit etmiştir. Mâturîdî'nin ahlak anlayışı ile ilgili belirtilmesi gereken
bir husus da, fikri, inancı ve doğru bilgiyi eyleme öncelemesi ve eylemin
taklide değil sağlam bir bilgiye dayandırmasıdır.
Mâturîdî’ye göre, Allah'ı bilmek
aklen vaciptir. Eğer Allah hiç bir resûl göndermeseydi, yine de insanların akıllarıyla Allah'ın
varlığını ve birliğini, onun layık olduğu sıfatlarla tanımlaması ve Allah'ın
evrenin yaratıcısı olduğunu bilmesi gerekirdi. Çünkü bunları bilmenin yolu
akıldır. Dolayısıyla vahiy ulaşmayan kimse, bu konuda sorumlu olup mazur görülmez. Resûl, ibadetlerin
miktarı ve şekli ile Şerîat konusunda gereklidir.[112]
Gerçekte iman, kesin bir bilginin
tasdikinden ibarettir. Bu bakımdan her inananın inancını sağlam bilgi ve sağlam
dellilerle desteklemesi şarttır. Bunu başaramayan kimsenin taklid yoluyla
inanması, mazur görülmez. Çünkü taklid dinlerin ve mezheplerin doğruluğunun
ölçüsü olamaz.[113] Ayrıca kendi
özgür iradesi ve ihtiyarıyla gerçekleşmemiş bir iman hakiki iman olamaz.
Örneğin ölümün gelip çattığı bir anda veya azap edilmekle karşı karşıya kaldığı
bir anda, kişinin iman etmesinin kendisine hiç bir faydası yoktur.[114] Nesefî, Mâturîdî'nin 6/En'âm, 158. ayetten
hareketle, imandaki tasdikin delile dayanmasının gerektiği, bu sebeple
mukallidin tasdiki delilden yoksun ise, böyle bir tasdikin kendisine fayda
vermeyeceği sonucuna vardığını nakleder.[115] Mâturîdî,
taklit yoluyla inanan bir kimsenin imanının gerçek iman olmadığını, her an
tehlikede olduğunu ve diğer din mensupları tarafından doğru yoldan saptırılma
tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu söyleyerek asıl imanın, güzelliğini ve hakikatini kişinin kendi
aklıyla ve düşüncesiyle bildiği iman olduğunun, böyle bir imanın hiç kimse
tarafından saptırılamayacağını ileri sürer.
Ona göre, 3/Âl-i İmrân, 99. ayette
Ehl-i Kitab'ın Allah'ın yolundan çevirmeye çalıştıkları müminler, işte
bu taklidle inanan hakiki imana ulaşmamış kişelerdir.[116] Mâturîdî
üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Özcan'ın da ifade ettiği gibi, "
Mâtürîdî 'nin sisteminde taklide dayanan bilgi ve imana itibar
edilmemektedir."[117] Sonraki
Mâturîdîler ise, bunu biraz yumuşatarak, taklid yoluyla inanan kişinin inancını
geçerli kabul etmişler, ancak imanını
temellendirememesi dolayısıyla büyük günah işlemiştir, demişlerdir.[118]
Mâturîdî’ye göre, tekvîn sıfatı,
ilim, kudret, irâde, semi’ ve basar gibi Allah'ın ezeli sıfatlarındandır. Allah, bu
yaratma sıfatıyla (tekvîn) ezelde muttasıftır. Onun ezelden beri
yaratıcı olması, yaratılanların ezeliliğini gerektirmez. Çünkü yaratma ile
yaratılan nesne farklı farklı şeylerdir. Yaratılanlar, Allah'ın yaratma
sıfatıyla sonradan meydana getirilmişlerdir. Mâturîdî'ye göre, beşer idrakinin
tekvînin mahiyetini kavraması mümkün değildir. Bu konuda tek delil ve
anlaşılabilecek şey her şeyin "ol (kün)" emriyle olmasıdır.[119]
Dinde insanlar, güç yetiremiyeceği
şeyle asla sorumlu tutulmazlar. Her hangi bir şeyle sorumlu tutulmanın
öncelikli şartı, emredilen veya yasaklanan şeyin, insanın yerine getirebileceği
türden olmasıdır. Buna göre, insanları güç yetiremeyeceği ibadet ve
taatlerle veya yapamadığı şeylere
karşılık daha ağırıyla cezalandırmak dinin sorumluluk mantığına aykırıdır.
Allah akla dayalı olarak veya vahiy
yoluyla insanlara her ne emretmişse, onun anlaşılması için bir yol kılmıştır.
Bunu anlayamayacak düzeyde olan ilahî emrin muhatabı olmaz. Bütün bu emirleri
bilme yolları farklı farklıdır. Ancak onun yolları akıl ve istidlalle
bilinebilir.[120]
Mâturîdî’ye göre, evrende hiç bir
şey boşuna yaratılmamıştır. Her şeyin bir yaratılış sebebi, amacı ve hikmeti
vardır. Bu sebeple, Allah'ın
yarattıkları, kendi koyduğu varlığın yasaları ve aklın ilkeleri dışında
çıkmaz. Bütün her şeyi en güzel şekilde ve sapasağlam yapar. Ona göre, hikmetin
iki şekli vardır: Birincisi adalet, ikincisi lütüfkarlıktır. Adaleti her şeyi
yerli yerine koymaktır. Allah'ın lütfunun gelince, onun sonu yoktur. Sonuç
olarak ilahî filin hikmet dışı olması mümkün değildir. Hikmet dışına çıkmak
ise, sefihliktir ve Allah'ın rububiyetine aykırıdır.[121]
Mâturîdî'nin Kelam, Fıkıh,
Fıkıh Usulü,Tefsîr ve Makâlât geleneğinde son derece
önemli eserler yazmış olmasına ve daha sonra kendi adına nispetle Mâturîdîlik
adıyla sistematik bir kelam ekolü
oluşturmuş olmasına rağmen, sözü edilen bilim dallarında yazılan biyografik
eserlerde onun hayat hikayesine yer verilmemesi veya çok az yer verilip
görmezlikten gelinmesi izah edilmesi son derece zor bir problem olarak
karşımızda durmaktadır. Şimdiye kadar Mâturîdî ile ilgili araştırma yapan pek
çok kişi konuyla ilgili farklı görüşler ileri sürmüşlerse de, Mâturîdî'nin
kendinden sonraki iki-üç asır boyunca kaynaklarda ihmal edilmesinin sebepleri
hala aydınlatılamamıştır. Bazı araştırmacılar onun hakkında çok az şey bilindiğini,
bazılarının ise bir takım şeylerin bilindiğini ama yetersiz olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu iddiaların çoğu, Mâturîdî'nin Kitâbu't-Tevhîd adlı eseri yayımlanmadığı, hayatı ve fikirleri
üzerine müstakil çalışmalar yapılmadığı dönemde ileri sürülmüştür. Kitâbu't-Tevhîd'in ve Te’vîlât'ın
gün yüzüne çıkarılmasıyla birlikte Mâturîdî'nin fikirleri konusundaki sis
perdesi kalkmaya ve bu konuda
sevindirici ve ümit verici çalışmalar yayımlanmaya başlamıştır. Şimdiye kadar
Mâturîdî'nin hayatı ve çevresiyle ilgili bilgiler hep standart Makâlât
eserlerinde veya biyografik eserlerden çıkarılmaya çalışılmıştır. Bugün ise,
artık bunların dışında hala yazma olarak bulunan Hanefî-Mâturîdî çevrelere ait
kaynaklara dayalı bilgiler esas alınmaktadır. Aslında Hanefî-Mâturîdî çevrelere
ait bu eserlerde, Mâturîdî'nin fikirlerinin hiç de ihmal edilmediği, büyük bir
otorite olarak kabul edildiği ve çok erken dönemlere ait eserlerde onun
görüşlerine müracaat edildiği açıkça
görülmektedir. Örneğin İbn Yahyâ'nın Şerhü Cümeli Usûlü'd-Dîn'i, Mâturîdî'nin öğrencisi Ebû'l-Hasan
er-Rüstüğfenî'nin Fevâid'i bu konuda
son derece önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Diğer yandan Hanefî alimlerin
kendi dönemlerindeki güncel problemlerle ilgili çözümleri içeren Fevâid,
Nevâzil ve Havâdis, Hâvî
fi'l-Fetâvâ, el-Müntekâ ve Fetâvâ adıyla yazılan eserlerde ve erken
dönem Hanefî Fıkıh Usûlü eserlerinde Mâturîdî'nin güncel problemlerle ve hayatı ile ilgili biyografik eserlerde olmayan son derece
önemli bilgiler bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen Eş'ari’ye kıyasla
Mâturîdî'nin büyük bir ihmale uğradığı geçerliliğini hala korumaktadır. Ancak
yeni bilgi ve belgeler onun tamamen ve kasten ihmal edildiği görüşünü artık
geçersiz kılmıştır. En azından Hanefî çevrelerde durum oldukça farklıdır.
Mâturîdî'nin ihmal sebepleri
arasında, eserlerin zorluğu veya anlaşılamaması
veyahut muğlaklığı, felsefî ve kelamî oluşu, ilim ve kültür merkezi ve
hilâfet merkezi Bağdad'dan uzak bir yerde yaşamış olması, Mutezileye yakınlığı
veya en az onlar kadar akla başvurması, Eş'arîler gibi siyasî iktidarca
desteklenmemesi, resmî eğitim kurumlarında okutulmaması, Eş’arîliğin Malikîler
ve Şafiîler tarafından benimsenirken Mâturîdîliğin sadece Hanefîler tarafından
benimsenmesi, Eş'arîliğin Nizamiye medreseleri yoluyla İslam dünyasının her
tarafına gönderilecek kimseler yetiştirmesi, Mâturîdîler'in ise bu imkanlardan
mahrum kalması gibi pek çok sebep ileri sürülmektedir.[122] Buna rağmen bu
sebepler, onun ihmal edilişini açıklamakta yetersizdir. Ben bunları tartışmak
yerine, son derece önemli gördüğüm bazı yeni sebeplerden bahsetmek istiyorum.
Mâturîdî'nin Hanefîler dışında kasıtlı olarak ihmal edilmesinin sebeplerinden
birisi, Eş'arî, İbn Küllâb, Kalânisî ve
benzerleri gibi, eserlerinde Ehl-i
Sünnet'i savunmamış olması ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat veya benzeri kavramları
hiç kullanmamış olmasıdır. Bunun yerine Ebû Hanîfe'nin izinden giderek Mutedil
Mürcie'nin görüşlerini savunmuş ve " Övülen Mürcie" (İrcâ’ el-Mahmûd)
fikrini benimsemiştir. O dönemlerde bir çok açıdan Makâlât geleneği
standartlaştığı için Ebû Hanîfe ve Ashâbı Mürcie'nin bir alt grubu
olarak zikredilmiştir. Muhtemelen Mâturîdî de, tasnif sistemini ilk dönem Makâlât
eserlerindeki şemaya uyduran sonraki Fırak yazarları, en azından Şehristânî ve
İbn Teymiye tarafından, Ebû Hanîfe'nin fikirlerini savunduğu ve onları
geliştirdiği için Ebû Hanîfe ashabından birisi olarak görülmüştür. Doğu
Hanefî-Mürciî Makâlât geleneğinde zikredilmemesinin ise başka bir sebebi
olduğunu sanıyoruz. Öncelikle bu bölgeye ait konuyla ilgili eserlerden sadece
Ebû Muti’ Mekhûl en-Nesefî'nin Kitâbu'r-Red ale'l-Ehvâ'sı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Mâturîdî'nin
çağdaşı Kerrâmî-Mürciî bir kimse tarafından yazılmış olan bu eser,
fırkaları şahıslar merkezli değil, daha çok fikirler merkezli isimlendirmeye
gittiğinden ve iman görüşleriyle dünyayı terk
görüşleri konusunda Mâturîdî''nin Kerrâmî çevrelere ağır eleştiriler
yöneltmesinden dolayı, Mâturîdî''ye yer vermemiştir. Bunun sonucu olarak her
iki standart Makâlât geleneğinde adı geçmemiştir. Mâturîdî''nin Muhammed
b. Kerrâm ve diğer sufilerin anlayışlarını eleştirmesi, sezgiyi/ilhamı redderek
akla önem vermesi, daha sonra Sufilikle eklemlenen Ehl-i Sünnet çevrelerinde
kabul görmesine ve öne çıkmasına engel olmuştur. Çünkü kendi öğrencisi Ebû'l-Kâsım
Hakîm es-Semerkandî ve Ebû'l-Leys Semerkandî'nin eserlerinin daha yaygın
olmasına ve çok tanınmasına, onların Sufî düşünceyle ilgilenmeleri ve bu konuda
eserler yazmış olmaları sebep olmuştur. Hanefî çevrelerin onu ihmali konusunda
bir kasıt aramak yerine, Ebû Hanîfe'nin otoritesini gölgelemek endişenin etkili
olduğu kanatindeyiz. Ne zaman ki Şafiîlik ve Malikîlik kendilerine Eş'arî’yi
itikadî görüşlerinde önemli bir şahsiyet olarak öne çıkarmaya başladılar, o
zaman Hanefîler de Eş'arî'ye rakip olarak Mâturîdî''yi imam edindiler. Bu
durumda Mâturîdî''yi öne çıkarmakda ve itikadi konularda Ebû Hanîfe kadar yer
vermekte bir sakınca görmediler. Zaten Ebû Hanîfe'nin görüşlerini, sistematik
bir Kelam ekolüne dönüştürmüş olması ve çeşitli konularda eserler yazmış olması
dolayısıyla bu ünvanı haketmişti. Son olarak, Mâturîdî''nin dönemindeki siyasî
iradeyle bazı anlaşmazlıklar içerisinde olması, onun siyasî iktidar desteğiyle
meşhur olmasını ve imkansızlıklar yüzünden eserlerinin yazılıp çoğaltılmasını
engellemiş olabilir.
Bağdad'da Büveyhîlerin yükselişe
geçtiği, Taberistân'da Zeydîlerin devlet kurduğu, İsmâîlîler/Karmatîlerin Orta
Asya'da, özellikle Nesef, Semerkand ve Bedahşan'da Samanîleri tehdit edecek
kadar güçlendikleri ve
Fâtımî-İsmâîlîlerin Kuzey Afrika'da
merkezi Mısır'da bulunan bir devlet kurdukları
dönemde, yeni müslüman olmuş Türkler arasından İslamî ilimlere vakıf Mâturîdî' gibi birisinin çıkması, son
derece şaşırtıcıdır. Çünkü Semerkand
İslam'la yaklaşık iki yüz yıl önce tanışmıştı. Bu dönemin büyük bir bölümü ise,
savaşlar, entrikalar ve siyasî çalkantılarla geçmişti. Üstelik Mâturîdî, diğer
bilginler gibi, Nisabur, Rey, Bağdad, Basra, Mısır, Şam, Kufe ve diğer kültür
merkezlerine seyahat etmemiş birisiydi. Mâturîdî, böyle bir dönemde ve bu kadar
ağır şartlar altında, kendisini ilme vermiş ve bütün Türk dünyasını etrafında
toplayan ve kendi adıyla anılan itikadî bir mezhep kurmuştur. Kaşgarî’nin Divânu Lugatu't-Türk'ü Türk dili açısından,
Farâbî ve İbn Sinâ'nın felseyle ilgili eserleri İslam Felsefesi açısında ne
kadar önemli ise, Mâturîdî'nin Kitâbu't-Tevhîd'i ve Te’vîlât'ı da
Türk din anlayışı ve Türklerin dini düşünce tarihi açısından, o kadar önemlidir. Çünkü onun bu eserleriyle birlikte,
akılcılık ve hoşgörü Türk din anlayışının
temel taşları olmuştur. Mâturîdîliğin hakim olduğu bu kültür havzasında,
bugün dahi hikmetleri Türk boyları arasında ezbere okunan Ahmet Yesevi, Hacı
Bektaş Veli ve Yunus Emre gibi büyük
Türk mutasavvıflarının yetişmesine, Şiî/İsmâîlî fikirlerin etkisiz kılınarak
Türk boylarının Hanefî-Mâturîdî din anlayışı etrafında toplanmasına ve Selçuklu
ve Osmanlı adıyla bilinen büyük Türk devletlerinin kurulmasına zemin
hazırlamıştır.
Selçuklular döneminde, her ne kadar
Hanefî Mutezilîlere ve İsmaililere karşı bir cephe oluşturmak amacıyla
Eş'arilik resmî bir mezhep olarak benimsenmiş ve Nizamiye Medreseleri kurulmuş
ise de, Türkler arasında bu medreselerin etkisinin sanıldığı kadar güçlü
olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu Nizamiye medreselerinin yanısıra
Hanefî-Maturidîlerin kendi medreselerinde Hanefî-Mâturîdî kültür okutulmaya
devam etmiştir. Diğer taraftan Türk kelamcıları arasında Eş’arîliği benimseyen
ve bu kelamî sistemi desteklemek için eser yazan alim yok denecek kadar azdır.
Bu sınıfa girebilecek Osmanlı dönemi alimlerinden Taftazânî, aslında koyu bir
Eş'arî olmayıp Eşarîlikle Mâturîdîliği uzlaştırmaya çalışan ilk kişilerden
birisidir. Ancak o, Mâturîdî'nin Eş’arîlerle uyuşan görüşlerini Eş’arîliğe indirgemiş,
Mutezile’ye parelel görüşlerini ise Mutezilenin görüşleri diyerek görmezlikten gelmeye çalışmıştır.
Onun bu tavrının Mâturîdîliğin yayılmasını, olumsuz yönde etkilediği
söylenebilir. Selçuklular döneminden başlayarak Eş’arîliğin Mâturîdîlik karşısındaki
gücü, halk nazarında daha çok sufilikle olan ilişkisi dolayısıyla olmuştu.
Eş'arîlik Gazalî ile birlikte Ehl-i Sünnet çevrelerinde Sufiliği meşrulaştırma
fonksiyonu gördü ve pek çok Şâfiî-Eş’arî alim Sufilikle ilgili eserler
yazdılar. Ama Türk dünyasında en fazla etkisi olan Eş’arî alimlerden birisi
Gazalî oldu. Muhtemelen Nizamiye medreselerinde yetişen ve Eş'arîliği
benimseyen önemli alimlerin çoğunluğu Fars asıllılardan oluşuyordu. Bütün
bunlara rağmen, Selçuklular dönemi, Mâturîdî'nin görüşlerini savunan alimlerin
yetişmesi bakımından en verimli bir dönem oldu ve Hanefî- Mâturîdî çizgide hem
fıkıh hem de kelam sahasında çok sayıda son derece önemli eserler yazıldı.
Sufiliğin büyük destek gördüğü
Osmanlı döneminde de, Eş’arîlik, Gazalî
ve Fahreddîn Râzî kanalıyla etkili olmaya devam etmiştir. Örneğin Fahreddîn Razî, Maveraünnehir
Maturîdî ulemasıyla tartışmalar yapan ve Mâturîdîleri zayıf düşürmeye çalışan
eserler yazan birisi idi. Ancak XV. asırdan itibaren Şiî-Sünnî çekişmesinin
Türk-İran çekişmesine dönüşmesi sonucu
İmam Mâturîdî ve onun Türk Din Anlayışı yeniden keşfedilmeye
başlanmıştır. Osmanlı alimlerinin Mâturîdî'den ve onun fikirlerinden bahsetmeye
başlaması ve bu dönemde Te’vîlât'ın
yazmalarındaki artış, bu gerçeği
açıkça ortaya koymaktadır. Mâturîdî'yi Osmanlı döneminde yeniden keşfeden
önemli şahsiyetlerden birisi İbn Kemal Paşa ( 1534), bir diğeri de Akkirmani (1760)'dir.
Akkirmanî’nin “ İrâde-i Cüz’iyye Risâlesi” adlı eserinde geçen şu ifadeler bu
açıdan son derece manidardır: “ Ma’lûm ola ki ef’al-i ‘ıbâd hakkında mezâhib-i
adîde vardır. Lâkin Şeytân-ı lâ’înin nüz’atından selâmet ve kâideten teklîfin
sıhhati ve taatte medh ve sevâb ve
ma’siyette zemm ve ‘ıkâb ancak İmâmü’l-Hüda
Ebû Mansûr Mâturîdî mezhebinde olur.”[123] Öyle sanıyoruz
ki, Osmanlı için Eş'arîlik Sünnî-Şiî çekişmesinde Sünnîliğin zaferini
sağlayacak bir Teolojik özgünlükten uzaktı. Zaten özgün olarak Eş’arîlik
okutulmuyordu. Sufiliğin emrinde ve son derece felsefileşmiş bir Eş’arîlik
okutulmaktaydı. Sufiliğin bilgi kuramı ve batınî yoruma öncelik vermesi,
Şiîliğe karşı bir muhalefetten çok dolaylı olarak destek sağlamak anlamına
geliyordu. Şiîliğin ilk dönemlerden itibaren büyük gelişme kaydetiği ve devlet
kurduğu coğrafya daha çok Eş'arî coğrafya olmuştur. Diğer taraftan Felsefe
üzerinden Şîa'ya cevap verebilmek de o gün için mümkün değildi. Çünkü aynı
felsefî tezler Şiî çevrelerce de benimsenmekteydi ve kendi tarihlerinde Tûsî ve
benzeri pek çok alim eserler yazmıştı. Felsefî ve Sufî cepheden Şiîlikle
mücadele etmek imkansız idi. Osmanlı idarecileri, bu gerçeğin farkına vararak
ve halk tabanında Eş’arîliğin, özellikle Türk unsuru arasında yaygınlaşmaması
gerçeğini de göz önünde bulundurarak Sufî bilgi kuramına karşı çıkan, Râfızî ve
Batınîliğin eleştirisi ile ilgili pek
çok eser yazan daha sade akılcı ve Türk
kültür çevresinde ortaya çıkan ve Türklerin geneli tarafından benimsenen
Mâturîdîliğe bu yüzden daha büyük önem atfetmiştir. Bunun yanısıra Hanefîlik ve
Mâturîdîlik Türk dünyası açısından etle kemik gibidir. Her Mâturîdî Hanefî'dir
ve Selçuklularla Osmanlı döneminde Türk denilince Mâturîdî ve Hanefî olarak
anlaşılıyordu. Bugün de durum hemen hemen aynıdır. Osmanlı kütüphanelerinde bu
iki kimliği birleştiren Mâturîdî kelamcılarının eserleri, Nesefî Akîde’si
Şerhleri ve Fıkhu'l-Ekber Şerhleri ile Hanefî Fıkıh kitaplarının
yazmaları Şafiî-Eş’arî kimliğinin
taşıyıcısı olan eserlerle karşılaştırıldığında
halk tabanında ve okur yazar kesim arasında bu kültür ürünlerinin elden
ele nasıl dolaştığı açıkça görülecektir. Öyle anlaşılıyor ki, Eş’ari’liği devre dışı etmek isteyen girişim Medrese
dışından geldi ve en zayıf noktası olan
kaza-kader ve İnsan fiilleri konularında yoğunlaştı. Böyle bir konunun seçilmiş
olmasının muhtemelen siyasi bazı gerekçeleri de olabilir. Mâturîdîliği savunan
Osmanlı uleması üzerine yeni araştırmaların yapıldığı takdirde bu gerçek daha
iyi anlaşılacağı kanatindeyiz. Osmanlı alimlerinden Akkirmânî(1760) ve diğer
bazı alimler Mâturîdî'nin insan özgürlüğü ile ilgili fikirlerine hararetle
savunmaya devam etmişlerdir. Ancak Osmanlı döneminde Gazâlî’nin sufilikle
ilgili eserleri, Cumhuriyet döneminde de, Said Nursi’nin eserleri, Türkler
arasında Hanefi-Mâturîdî kimliğinin zayıflamasında etkili olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla
birlikte, Osmanlı’dan devralınan geleneğin etkisi ve millî devlet anlayışının
sonucu olarak Mâturîdîlik daha fazla ilgi görmeye başlamıştır. Hatta hazırlanan
İlmihal kitaplarında veya din görevlileri için hazırlanan el kitaplarında
"fıkıhta mezhebimiz Hanefîlik, itikatta Mâturîdîlik " şeklinde bir
kimlik oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu anlayış, Yusuf ZiyaYörükan ve diğer
araştırmacıların, Mâturîdîlik ve
Mâturîdî kültür çevresiyle ilgili araştırmaya yönelmelerinde etkili olmuştur.
Bugün Türk dünyasının çoğunluğu, Hanefî kimliği altında da olsa Mâturîdîliğini
sürdürmektedir.
Mâturîdî'nin yetiştiği dönemi dinî
ve fikrî bakımdan inceleyecek olursak, Mutezile'nin Abbasîler tarafından
takibata uğradığı, Hadis Taraftarlığı'nın devlet tarafından desteklendiği, Şiî
ve İsmâîlî fikirlerin ve Tasavvufî düşüncenin yaygınlık kazanmaya başladığını
görürüz. Mutezile ile birlikte, aklın mahkum edilmesi İslam düşüncesine büyük
bir zarar vermişti. Bunun akabinde din ve dünya görüşünü hadis ve gelenek üzerine kuran Hadis Taraftarları, keşif ve derunî tecrübeyi esas alan Sufilik,
imama itaati din ve bir inanç esası gibi gören Şiîlik yaygınlık kazanmaya
başlamıştı. Mâturîdî, bu sözü edilen ekollerin ve felsefî, agnostik mekteplerin
karışıklık yarattığı bir dönemde, akıl ve vahiy arasında yaratılmak istenen
bunalımı ve çatışmayı ortadan kaldırmaya ve onun yerine aklı tekrar dinî
bilginin üretilmesinde en güvenilir bir kaynak olarak ölçü alınmasına çalıştı.
Aslında o, daha önce Mutezilenin
oynadığı rolü, üstlenmişti, fakat Mutezilî değildi. Kitâbu't-Tevhîd'de görüldüğü kadarıyla, o insan bilgisinin
kaynaklarını sistematik bir şekilde ele alarak analiz eden ilk müslüman
kelamcıdır. Bu eseri, İslam düşünce tarihindeki kelamî/akaidî düşünceyle ilgili
yazılmış ve bize ulaşan en eski metin olmanın ötesinde İslam Teolojisinin ilk
gelişme çağıyla ilgili son derece zengin bir malzemeyi içermektedir.[124] Diğer yandan
Mâturîdî' döneminde bölgede yaşamaya devam eden Sümeniyye, Menâniyye,
Merkayûniyye, Sofistler, Seneviler ve Mecusîler hakkında da önemli bir bilgi
kaynağı olmaya devam etmektedir. Mâturîdî, gerek Kelam ve Tefsir’de, gerekse
Fıkıh’ta son derece önemli kavramsal analizler yapmış, bazı kavramları yeniden
tanımlamış veya yeni kavramlaştırmalara gitmiştir. Buna örnek olarak Kelam'da
Maiye (Nelik/Nitelik), Akıl, Havass (Duyular), Haber, Peygamber'in Haberi,
Peygamber'den gelen haber, Şey’iyye (Mâhiyet), Bilkuvve, Bilfiil, Tînet gibi;
Tefsir'de mutlak din, mutlak kitap, te'vil,
vücuh ve İctihadî nesih gibi, Fıkıh’ta[125] ise, Beyânü'l-Kifâye,
Beyânü'n-Nihâye, Beyânü't-Tafsîl, el-Mütevâtir bi'l-Amel, İlmü'l-Amel,
İlmü'ş-Şehâde ve diğer kavramlar örnek verilebilir. İslam Kelamı'na
katkısıyla kendinden sonraki alimlere ilham kaynağı olmuş ve çağdaş
araştırmacılar tarafından " Liberal
Ehl-i Sünnet Teolojisi"[126]nin veya "
Spekülatif Teolojinin" kurucusu olarak görülmüştür. Çoğunluğu Türk olan
pek çok alim onun bu kelamî sistemini tanıtmaya çalışan oldukça kıymetli eserler yazmışlardır. Bu ekol Hanefîlik olarak, başlangıçta Horasan-Maveraünnehir başta olmak üzere, daha sonra Orta Asya,
Afganistan, Hindistan, Pakistan, Doğu Türkistan, Malezya, Endoneya, Kafkaslar,
Rusya, Türkiye, Orta Doğu ve diğer bölgelerde yaşayan müslümanların büyük bir
kısmı tarafından benimsenerek günümüze
kadar yaşatılmıştır. Günümüzde İslam dünyasında ve batıda bazı
Üniversiteler’de veya İlahiyat Fakülteleri’nde, sınırlı düzeyde de olsa,
Mâturîdî ve Mâturîdîlikle ilgili konular çalıştırılmakta, lisans ve lisans
üstü programlarda Mâturîdîlik ve onun akılcı teolojisine yer verilmektedir.
[1] Bölgedeki dinî durum ve mezhepler hakkında geniş
bilgi için bkz.: Kutlu, Sönmez, Türklerin
İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2002 (II. Baskı), 156-158.
[2] Mürcie'nin bölgede yayılışı konusunda geniş bilgi
için bkz., Kutlu, Türklerin İslamlaşma
Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, 168-287.
[3] es-Sem'ânî, Abdülkerim b. Muhammed b. Mansûr
et-Temîmî ( 562/1166), el-Ensâb, Beyrut 1988, V/155.
[4] ez-Zebidî,
Muhammed Murtazâ b. Muhammed el-Hüseynî
(1205/1790), Kitâbû'l-İthafu's-Saâde.., thk., Ahmed b. Suûd
es-Siyâbî, Mısır 1311, II/5.
[5] Bu konudaki tartışmalar için bkz., Eyyûb, Ali, el-Akîdetü'l-Mâtürîdiyye,
Kahire 1955. ( Kahire Üniv. Darü'l-Ulûm Fakültesi Kütüphanesi
No:24954/485'de kayıtlı doktora tezi), 262-263; el-Mağribi,
Abdulfettah İmâmu Ehli Sünne ve'l-Cemâa:
Ebû Mansûr el-Mâturîdî, 12-13; Topaloğlu, Bekir, " Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî", Kitâbü't-Tevhîd
Tercümesi, (Ankara 2002), XVIII-XIX.
[6] İbn Yahya, Şerhü
Cümeli Usûli'd-Dîn, Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, Nu: 1648/II, v. 161b.
[7] el-Hâsirî, Muhammed b. İbrâhîm, el-Hâvî fi'l-Fetâvâ içerisinde, Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali
Paşa Nu: 402, v. 251a.
[8] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
147.
[9] Ebû'l-Leys Nasr b. Muhammed b. Ahmed b. İbrâhîm
el-Buhârî es-Semerkandî ( 373/984) de, onun öğrencileri arasında sayılmaktadır.
Bize ulaşan eserlerinde ondan hiç bahsetmemesi ve görüşlerinde sufiliğe
meyletmesi, bu konuda bazı şüpheler uyandırmaktadır.
[10] Bkz. Kitâbu's-Sevâdi'l-A'zam,
İstanbul 1887.
[11] Bu alimlerin basılmış eserleri, yazma eserleri ve hangi kütüphanelerde
bulunduğu konusunda yeterli bilgi için bkz.:
" Ebû Mansûr el-Mâturîdî ve Mâturîdî Kültür Çevresi İle İlgili Bibliyografya",
İmam Mâturîdî ve Maturidilik, haz. Sönmez Kutlu, Ankara 2004, Kitâbiyât
yayınları, 385-432.
[12] Aynı şekilde Mâturîdî'ye ait veya ona nispet
edilen eserlerle ilgili olarak geniş bilgi için bkz.: " Ebâ Mansûr
el-Mâturîdî ve Mâturîdî Kültür Çevresi İle İlgili Bibliyografya", İmam Mâturîdî ve Maturidilik, haz. Sönmez Kutlu, Ankara 2004, Kitâbiyât
yayınları, 385-432.
[13] el-Hâsirî, Muhammed b. İbrâhîm, el-Hâvî
fi'l-Fetâvâ, Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa Nu: 402, v. 2a-3a.
[14] el-Keşşî, Ahmed b. Mûsâ, Mecmûu'l-Havâdis ve'n-Nevâzil, Süleymaniye Ktp., Yeni Cami Nu: 547,
v. 286a-319a.
[15] Özcan, Hanifi, Mâtüridî'de Dinî Çoğulculuk, İstanbu
1995, 10.
[16] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd
Tercümesi, çev.: Bekir Topaloğlu, Ankara 2002, 4.
[17] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd
Tercümesi, 14.
[18] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı
Medine Bölümü, Nu: 180 , v. 110 a-112a;
[19] et-Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ, Sünen, İstanbul 1992 (II. Baskı),
V/199-200.
[20] el-Mâturîdî, Te’vîlâtu'l-Kur'ân,
Süleymaniye Ktp., Hamidiye, Nu: 30, v.1a.
[21] Bkz.: Ebû Hanîfe, Kitêbu’l-Fıkhu'l-Ebsat, çev.: Mustafa Öz, İstanbul 1981, 37-38, 48, ( Türkçe metin, 45, 55)
[22] Kitâbu't-Tevhîd,
thk. Fethullah Huleyf, İstanbul 1979, 385. Ayrıca bkz. Te'vîlâtu'l-Kur'ân, Süleymaniye Ktp., Hamidiye, Nu: 30, v.
309b., Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v.
442 a.
[23] Geniş bilgi için bkz.: Kitâbu't-Tevhîd, 6.
[24] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
6. el-Mâturîdî'nin ilham ve sezgiyle ilgili görüşleri hakında geniş bilgi için
bkz.: Özcan, Hanifi, Mâtüridî'de Bilgi
Problemi, İstanbul 1993, 128-131.
[25] Barthold, yazma bir nühadan Mâturîdî ile ilgili
kısmı neşretmiştir. Bkz.: Barthold, Vassiliy Viladimiroviç, Turkestan v epoxu mongolskogo naşestviya,
Petersburg 1898, 50.
[26] Bkz.: Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin, Ehl-i Sünnet Akaidi, Çev.: Şerafettin
Gölcük, İstanbul 1988, 3
[27] Bkz.: Ebû'l-Hasan er-Rüstüğfenî, Fevâid, ( el-Hâsırî'nin el-Hâvî adlı eseri içerisinde ), v. 308
b.; 315b.
[28] Geniş bilgi için bkz.: Ebû'l-Hasan er-Rüstüğfeni,
Fevâid, (el-Hâsırî'nin el-Hâvî adlı eseri içerisinde), v. 308
b.
[29] Bkz.: el-Kureşî, Muhyiddîn
Ebû Muhammed Abdülkâdir b. Muhammed, el-Cevâhîrü'l-Mudîyye
fî Tabakâti'l-Hanefiyye, Haydarabad 1322, II/363.
[30] 4. Nisâ’, 59.
[31] Geniş bilgi için bkz.: el-Mâturîdî, Te'vilât, Topkapı Sarayı Medine Bölümü, Nu: 180, v. 110 a-112a (4.
Nisa, 59. 5. cüz )
[32] 49. Hucurât, 13.
[33] en-Nesefî, Mâturîdî'nin bu görüşlerini onun bize
ulaşmayan Makâlât adlı eserinden
aktarmaktadır. Bkz.: en-Nesefî,
Ebû'l-Muîn Meymûn b. Muhammed (508/1114), Tabsıretu'l-Edille fî Usûli'd-Dîn, thk. Claude Selame, Şam 1992, II/829.
[34] en-Nesefi, Tabsıratu'l-Edille,
II/830. en-Nesefi, aynı yerde Mâturîdî'nin Makâlât'ından
naklen Hilâfet’in sorumluluk ve yetki alanlarına dair görüşlerini
nakletmektedir. Bkz.: Tabsıratu'l-Edille,
II/830-31.
[35] Ebû İshâk İbrâhîm b. İsmâîl b Ebî Nasr es-Saffâr el-Ensârî
(534/1139), Mesâil, Bibliotheque
Nationale de France, Arabe Nu: 4808, v. 70b-71a.
[36] el-Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, 452 ( Kitâbu't-Tevhîd, thk. Fethullah Huleyf, 348)
[37] Bkz.: Ebû’l-Hasan er-Rüstüğfeni, Fevâid, (Muhammed b. İbrâhîm el-Hâsirî,,
el-Hâvî
fi'l-Fetâvâ adlı eseri içerisinde ), v. 317 a.
[38] Geniş bilgi için bkz.: Özcan, Mâtürîdî'de Bilgi Problemi, 46 vd.
[39] 16. Nahl, 78.
[40] el-Mâturîdî, Te'vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., , Medine Bölümü, Nu: 180, v. 344a-b
; Te'vîlât,
Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40 , v. 404a. (16. Nahl, 78. cüz: 14)
[41] Özcan, Mâtürîdî'de
Bilgi Problemi, 59. ‘Iyân kelimesinin, bu anlamda kullanımları için bkz. Kitâbu't-Tevhîd, 7-8, 28.
[42] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
288.
[43] Özcan, Mâtürîdî'de
Bilgi Problemi, 48
[44] Bkz.: el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 7, 10, 12, 32, 146, 154, 156, 211, 288. Ayrıca
geniş bilgi için bkz.: Özcan, Mâtürîdî'de Bilgi Problemi, 47-48.
[45] el-Mâturîdî, Te’vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 476b. ( 27. Neml,
27. cüz: 19)
[46] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
4.
[47] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
183.
[48] el-Mâturîdî, Tevilat,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 506b. ( 30.
Rûm, 28. cüz: 21)
[49] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
27.
[50] el-Mâturîdî, Te'vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, 65b;
Te'vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu:
40, v. 79a. (3. Âl-i İmrân, 47. cüz: 3)
[51] el-Mâturîdî, Te'vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, 655a; Te'vîlât,
Hacı Selimağa Ktp., Nu: 40, v. 726b.
( 50. Kâf, 30. cüz: 26).
[52] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
8.
[53] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
9.
[54] el-Mâturîdî, Te’vîlât,
Topkapı Sarayı Medine Bölümü, Nu: 180, v. 575a
(38. Sa’d, 48. cüz: 23), 701b. (60. Mümtehine, 10. cüz: 28) Mâturîdî'nin ahad haberlerle ilgili görüşleri
konusunda geniş bilgi için bkz.: Özcan, Mâtürîdî'de
Bilgi Problemi, 66-70.
[55] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
7-9.
[56] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
183.
[57] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
4.
[58] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
7.
[59] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
136.
[60] Krş.: Özcan,
Mâtürîdî'de Bilgi Problemi,
70.
[61] 2. Bakara, 164; 41. Fussilet, 53-54; 88. Ğâşiye,
17-20; 51. Zâriyât, 20-21.
[62] 9-10.
[63] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
10-11.
[64] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
138.
[65] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
183.
[67] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
10, 27.
[68] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
136. (Bu kısım, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi'nden aynen aktarılmıştır.)
[69] Mâturîdî’nin konuyla ilgili görüşleri , kendi
eserlerinden hareketle ayrı bir makalede ele alınmıştır. Bkz.: “ Mâturîdî’nin Mezhebî Arka Planı”, İmam Mâturîdî ve Maturidilik, haz.: Sönmez Kutlu, Ankara 2003,
119-146.
[70]Mürcie'nin akîde esasları ile ilgili geniş bilgi için bkz.: Kutlu, Türklerin
İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri., 103-144.
[71]Kadı Ebû Ya'la, Muhammed b. el-Hüseyin el-Bağdâdî
( 458/1066), Mesâilü'l-İmân, thk.
Suûd b. Abdülaziz el-Halef, Riyad, 1410; 164, 176; İbn Teymiye, Kitâbü'l-İmân, thk. Haşim Muhammed
Şazelî, Kahire trz., 63-64.
[72]İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd
el-Endülüsî ( 456/1064), el-Fasl, Beyrut 1986, III, 221.
[73]Ebû Hanîfe, Risâle
ila Osmân el-Bettî, (İmamı Azam'ın
Beş Eseri içerisinde, İstanbul 1981),
67.
[74] el-Mâturîdî’nin iman-amel ilişkisi konusunda geniş bilgi için bkz.: Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 223b-224a.
[75] Bkz.: 46-48. ( Türkçe çeviri, 15-16)
[76] Mâturîdî, bu fikri aynen savunmuştur. Krş., Te’vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 174b.
[77] 5. Mâide, 48.
[78] 30. Rûm, 30.
[79] Geniş
bilgi için bkz.: Ebû Hanîfe, Kitâbu'l-Âlim
ve'l-Müteallim, 46-48. ( Türkçe çeviri, 15-16)
[80] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 810; Te’vîlât, Süleymaniye
Ktp., Hamidiye Nu: 630 a. Krş., Özen, Şükrü, Arâu’l-Mâturîdî fi
Usûli'l-Fıkh, İstanbul 2001 (Doçentlik Takdim Tezi), 2.
[81] Bu konuda geniş bilgi için bkz.: Şahin, Hasan, Mâturîdî'ye Göre Din, Kayseri 1987,
15-17.
[82] el-Mâturidî, Kitâbu't-Tevhîd,
377. ( Türkçe çeviri, 492)
[83] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v.
26b-27a, 471a, 564a; Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, v.174b, 412a-b, 507a, 610b, 646a. Krş., Özdeş, 169.
[84] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v. 238a ; Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, v. 187b. (6. En’âm, 143. cüz: 8)
[85]
el-Mâturîdî, Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v.
564a; Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, v. 507a, 189b.
[86] Bkz.: el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 335.
[87] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, v. 62b. ( 3. Âl-i
İmrân, 21, cüz: 3)
[88] es-Subkî, Tâcüddîn Ebû Nasr Abdülvehhâb b.
Takiyyüddîn, Tabâkâtü'ş-Şâfi'iyyeti'l-Kübrâ, Mısır 1324, II/267.
[89] İbn Murtazâ,
Ahmed b. Yahyâ (840/1436), Kitâbü'l-Milel ve'n-Nihal min Eczâi
Kitâbi'l-Bahri'z-Zehhâr el-Câmi' li Mezâhibi Ulemâi'l-Emsâr, thk. Muhammed Cevad Meşkûr,
Tebriz 1959 II/1-3
[90] 4. Nisâ', 165.
[91] el-Mâturîdî, Te'vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 134b.
[92] Telhîsu'l-Edille,
v. 33a. ( Hasan Onat’ın Özel Kütüphanesindeki Fotokopi nüsha)
[93] Bkz.: Mâtüridî'de
Bilgi Problemi, 136-137.
[94] Bkz.: Tevilat,
Topkapı Sarayı Medine Bölümü, Nu: 180, v. 134b.
[95] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 62b.
[96] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 609b, 704b.
[97] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, v. 128b,
147b, 572a, 609b, 704b; Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v.
164a, 188a, 630b, 673a, 781b;
[98] Krş., Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk,
55; Özdeş, 169.
[99] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
235. Krş.: Şahin, 75.
[100] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 19,
34; Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp.,
Nu: 40, v. 12b, 21a-21b;
[101] Ebû'l-Hasan er-Rüstüğfenî, Fevâid, v. 302b. Krş.: Mâturîdî, Kitâbu'tTevhîd, 379, 343-345
[102] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
184..
[103] Ebû Seleme es-Semerkandî, Cümelü Usûli'd-Dîn Tercümesi, Çev.:Ahmet Saim Kılavuz, İstanbul 1989,
34, ( Arapça metin, 9).
[104] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı
Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu:
180, v. 174b., 609b, 704b.
[105] el-Mâturîdî,
Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v.
22b-23; Te’vîlât, Hacı Selim
Ağa Ktpb., Nu: 40, v. 27a. a
[106] el-Mâturîdî, Te'vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 251a; Te'vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40,
v. 307a-307b.
[107] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 260a; Te'vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40 v.
316b. Ayrıca bkz.: Özdeş,
174-175.
[108] el-Mâturîdî,
bu fikri aynen savunmuştur. Krş., Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 147b.
[109] Bkz. Kitabu't-Tevhid,
228-229. Ayrıca geniş bilgi için bkz. Yazıcıoğlu, M. Sait, Mâtüriîi
ve Nesefî'ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı, Ankara 1988, 28-34.
[110] Geniş bilgi için bkz.: el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, 796a; el-Mâturîdî, Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v. 888b.
[111] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
178, 181, 223-224. el-Mâturîdî 'nin bu konudaki görüşlerinin tahlili için bkz.
Bardakoğlu, Ali, "Hüsn ve Kubh konusunda Aklın Rolü ve İmâm Mâturîdî", Ebu Mansur Semerkandi
Maturidi adlı kitap içerisinde, 33-49.
[112] el-Mâturîdî, Te'vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp.,
Medine Bölümü, Nu: 180, v. 134b; el-Mâturîdî, Te'vîlât, Süleymaniye Ktp., Hamidiye,
Nu: 30, v. 127b;
[113] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
3.
[114] el-Mâturîdî, Te’vîlât,
Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, 188b; Te’vîlât, Süleymaniye Ktp., Hamidiye,
Nu: 30, v.172b-173a.
[115] Ebu'l-Muin en-Nesefi, Tabsıratu'l-Edille, thk. Hüseyin Atay, Ankara 1993, I/38.
[116] el-Mâturîdî,
Tevilat, Topkapı Sarayı Müzesi
Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v.
72a. Krş., Özen, Arâu’l-Mâturîdî fi Usûli'l-Fıkıh, s. 189.
[117] Özcan, Mâtürîdî'de
Bilgi Problemi, 139.
[118] en-Nesefî, Tabsıratu'l-Edille,
I/ 37 vd.
[119] Tekvîn konusunda geniş bilgi için bkz. Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd Tercümesi, 60-64.
[120] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
137.
[121] el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd,
125.
[122] Bu sebepler konusunda geniş bilgi için bkz.:
Tancî, Muhammed b. Tâvit, " Ebû
Mansûr Mâturîdî", AÜİFD., IV/I-II (1955), 1; Huleyf, Fethullah, Kitâbu't-Tevhîd
Mukaddimesi, 7-10 ; Huleyf, Fethullah,
" Mâtürîdî ve Eş'arî Mezhepleri Hakkında Bir Tetkik", çev.
Mustafa Öz, Diyanet Dergisi, XIV/2(1975),
102 vd.; Watt, Montgomery, İslam
Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev.: Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul 1981,
389-90; el-Ğali, Belkasım, Ebû Mansûr el-Mâturîdî ve Arauha'l-Akidiyye,
43; A. Vehbi Ecer; "Maturidi'nin Tanınması", Ebu Mansur Semerkandi- Maturidi Kongresi Tebliğleri ( Kayseri 1986)
kitabı içerisinde, 10-11; M. Sait Yazıcıoğlu, " Mâtüridî Kelam Ekolünün
İki Büyük Siması: Ebû Mansûr Mâtüridî ve Ebû’l-Muîn en-Nesefî", AÜİFD.,
XXVII (1985), 283.
[123] Akkirmânî, “ İrâde-I Cüz’iyye Risâlesi”, sad. ve
neş. Şamil Öcal, Dinî Araştırmalar, Cilt: 2, V(1999), 234.
[124] er-Rahmân, Muhammed Müstefiz, An
Edition of the First Two Chapters of al-Mâturîdî's Te'vîlâtu Ahli's-Sunna Mukaddimesi, 152. (Londra
Üniversitesi Kütüphanesi).
[125] Fıkıhta ihdas ettiği kavramlar ve yeni
kavramlaştırmalar konusunda bkz.: Şükrü Özen, " İmâm Ebû Mansûr el-Mâturidî'nin
Fıkıh Usûlünü İnşası", İmam Mâturîdî
ve Maturidilik, haz.: Sönmez Kutlu, Ankara 2003, 202-242.
[126] er-Rahmân,
An Edition , 152. (Londra
Üniversitesi Kütüphanesi).