• Prof. Dr. Sönmez Kutlu
    • Prof. Dr. Sönmez Kutlu

Üyelik Girişi
Başlıklar
Site Haritası
Onat Kitaplığı
   

Hasan Onat Kitaplığı
Hazırlayan Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Sorularla İslam Mezhepleri
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İslam Bilimlerinde Yöntem
 Prof. Dr. Hasan Onat
  Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Din Anlayışımız Üzerine Denemeler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Osman Aydınlı



Küreselleşme Din ve Terör
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu


Alevilik Kızılbaşlık Bekataşilik
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu ve Prof. Dr. Ömer Faruk Teber


Din İnsan ve Anlam Arayışı
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Betül Yurtalan


Aforizmalar
Toprak Tohum ve Kökler
Yazar: Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Dr. Fatıma Nur Demir


İslam'ın Akılcı Yorumu
Prof. Dr. Hasan Onat
Hazırlayan: Prof. Dr. Sönmez Kutlu 

İslam'da Aktivizm ve Quietizm:Mürcie'nin Durumu (İngilizce'den)

 

 

 

 

İSLAM’DA AKTİVİZM VE QUİETİZM1:

İLK MÜRCİE’NİN DURUMU* 

Michael Cook

Çeviren: Dr. Sönmez Kutlu**

 

Bu makalede ilk Mürciîliğin politik yapısının teşekkülü ele alınnmaktadır. Yaygın görüşün aksine, ben Mürcie’nin aktivist bir mezhep olduğunu tartışacağım. Tarihi geçmişine giderek, ilk Mürcie ile ilgili yetersiz bilgimizi zikretmekle işe başlayacağım. Sonuçta kapsamlı bir problem olan İslam’da aktivizm ve quietizm konusundaki kendi bulgularıma yer vereceğim. Burada ana hatlarıyla sunduğum bu çalışma, İslam’ın ilk dönemlerindeki Mürciî ve Kaderî tartışmaları içeren bir incelemenin kaynakları konusunda çıkacak olan monogrofide etraflı bir şekilde ele alınacaktır.[2] Araştırmamızdaki kaynak kritiği ile ilgili hususiyet, bu özet makalemizde de açıkça görülecektir: Siyasi görüşlerden çok kaynakların tartışması yapılacaktır. Kaynaklar, siyasî tezahürlerden daha az ilgi çekicidir. Fakat bu makale, en azından, modern yorumlarımızda esas aldığımız dayanakların (kaynaklar ve rivayetler) ne kadar zayıf olduğunu anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

 

İLK MÜRCİÎLİK

Mürciîliğin klasik doktrini, imanın amellere dahil edilmemesi inancından ibarettir.[3] İyi davranışlı müminler olduğu gibi günah işleyen müminler de vardır, fakat bunların hepsi mümindirler. Bu fikir, II. Ve III. Asırda yazılmış kaynaklarda uzun uızadıya tartışılmaktadır. İslam’la ilgili konuları araştıran hiç kimse, bunu görmezlikten gelemez. Bununla beraber kaynaklarımız, İlk Mürcie’den (el-Mürcie el-Ûlâ) veya “İlk Mürciîlik” (İrcâ el-Evvel)’ten nadiren bahsetmektedirler. Onlar, bunu, bir kimsenin, ilk iç savaştaki haklı ve haksız tarafla ilgili hükmü ertelemesi gerektiği şeklindeki kelamî olmaktan çok tarihi olarak klasik doktrinden önce olupolmadığı önemli bir sorudur, fakat onu burada bir kenara bırakacağız.

Bu “ilk Mürciîlk’in” içeriği, erken dönemlere ait iki kitapçıkta çok güzel bir şekilde açıkalnmaktadır. Birincisi, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin oğlu Hasan’a nisbet edilen ve herkesin okuması amacıyla yazılan “Kitâbu’l-İrcâ”dır. Medineli ve Ali’nin soyundan gelen bu şahsın, Halife Abdulmelik döneminde yıldızı parladı. (Muhtemelen onun döneminde öldü.)[4] onun mektubu kısa ve anlaşılması biraz güç Mürciî tavrı içermektedir. Bu kitapçık, geniş bir tahli,liyle, Professor Josef van Ess tarafında yayınlanmış bulunmaktadır. Van Ess, mektubun sahihliğini savunur.[5] Bu husutaki ikinci kitapçık, Salim b. Zekvan’a nisbet edilen İbâdî bir metindir.[6] Buna, başka açılardan, Dr. A. K. en-Nâimî tarafından dikkat çekilmiştir. Mürcie aleyhtarlığı ile ilgili uzun bir tartışmayı içeren bu metni, yukarıda dikkat çektiğim monografik çalışmamda yayınlayacağım. Bu esr, eğer sahihse, ilk yetmişli yıllrda yazılmıştır. Bu, Van Ess’in 75/694 yılına tarihlediği Kitâbu’l-İrcâ ile karşılaştırılabilir. Bunların gerçekten sahih olup olmadığı, monografi çalışmamda uzun uzadıya tartıştığım bir sorudur. Bu münakaşada en önemli nokta, onların ya her ikisinin sahih olarak kalması veya her ikisinin birden sahihliğini kaybetmesidir.

Salim tarafından ağır bir şekilde eleştirilen Mürciî doktrin, dil ve içerik itibariyle, Hasan tarafından ileri sürülen doktrine son derece yakındır. Ayrıca Kitabu’l-İrcâ’nın metninin anlaşılmasına ve düzeltilmesine büyük katkısı olacaktır. Bu doktrinin özü, şu basit bilgi nazariyesinden ( epistemoloji) oluşur. Bir kimse, (a) olaylara bizzat tanık olmamışsa (b) onlarla ilgili kesi,n bir delili de yoksa, onun bu konuyla ilgili hükmünü ertelemesi[7] gerekir. (Bu bilgi nazariyesinin kaynağı tesadüfen aklıma gelen, ilginç bir sorudur: O ya yerli ve yaygın bir mantıktır veya bu dönemlerde varlığını sürdüren Septik-Empirist gelenekten kaynaklanmaktadır.[8]) Bu bilgi nazariyesi (epistemolji) usturasının ilk kullanılması, ilk sivil savaşlarda[9] olmuştur. bu esasa göre, orada bulunmadığımız ve yalnızca çelişkili ifadeler duyduğumuz için, kimin haklı kimin haksız olduğuna hükmedemeyiz. Bu birinci iç savaş, İslam’ın ilk dönemlerinde, her hangi bir mezhebin kendisini tanımlaması konusunda çok önemli bir temel oluşturduğu için, bu Mürciî doktrini, kasıtlı olarak, mezhep dışı bir doktrin olarak görmek fazla önem arz etmemektedir.

Biz, bu doktrini hangi tarihi döneme yerleştireceğiz? Onu ilk defa kim, ne zaman ve nerede ortaya attı? Kaynaklarımızın yanıltmaya başlaması bu noktadadır? Mürciiliğin ilk çıkaranın kim olduğundan başlamak en kolaydır. Çünkü bu kaynakların cevaplamak için ortaya attığı bir sorudur. Daha da önemlisi onlar, üç karşıt cevap vermektedirler:

1-Yaygın cevap, yukarıda da bahsedildiği gibi, Kitabul irca’nın yazarı olarak gösterilen Hasan’dır. Buna  III. asra kadar yazılan biyografik eserlerde çok rastlanır. Bu görüş, başta Van Ess olmak üzere -alternatif cevapları tartışmadan kabul eder- bir kaç çağdaş bilim adamı tarafından benimsenmiştir. 

2- İkinci cevap, Evzai (öl.157/773)’ye atfedilen ve Ebu Davut es-Sicistani (öl.257-870) tarafından da rivayet edilen görüştür. Burada söylendiğine göre, Mürciiliği ilk ortaya atan kişi, 82/ 701’de Cemacim savaşına katılmış Kays b. Ebi Müslim el-Masır adında Kufe’li biridir. Bunun kısa tartışması, Helga Brentjes ve W. Madelung tarafından yapılmıştır.

3- Üçüncü cevap -ilk Hanbeli kaynaklarda da çok göze çarpar- Cemacim’de savaşmış, oldukça meşhur bir Kufe’li Zerr b. Abdillah’tır. Bu cevap, birçok dökümanda yer almasına rağmen, bildiğim kadarıyla çağdaş alimlerce tartışılmamaktadır.

Görüldüğü gibi, Mürciiliği ilk ortaya   atan rolünde üç ayrı adaya sahibiz.[10]

Mürciîliğin ne zaman ortaya çıktığı meselesi, kaynaklarımızın sık sık, doğrudan bahsettikleri bir konu değildir. Kaynaklar, genel olarak, bizi I. asrın 70/689’li veya 80/699’li yılları üzerinde düşünmeye davet etmektedir.[11] Eğer daha sağlam delillere baş vurursak, yine çelişkilerle karşılaşırız. Hasan’ın bu fikri ilk ortaya atması rolüyle ilgili tüm gelenek, onun (son derece tartışmaya açık) ölüm tarihini Cemacim öncesi olarak tespit etmemizle ilgilidir.[12] O halde, İrcâ 82/701’den önce başladı. Yine de kaynaklarımızda, tarihle ilgili kesin tek ,ifade, İrcâ’nın İbnü’l-Eş’as’ın yenilgisinden yani 82/701’den sonra ortaya çıktığını açıkça bildiren rivayettir. Bu konuyla daha fazla uğraşmamıza gerek yoktur.

İrcâ’nın nerede ortaya çıktığı meselesine gelince, bu fikri ortaya atan muhtemel şahsı belirlerken, kaynaklarımız bunun cevabını net olarak vermemektedirler.[13] Hasan Medine’li, oysa Kays ve Zerr Kufe’lidirler. Bu şekliyle, konu, bizim görüş belirtmemizi gerekli kılmaktadır. Hasan ve dolayısıyla hicazlı olması lehinde, onun üyeliğinin genelde kabulü, daha sonra kaynakların yanısıra, kendi yazdığı Kitâbu’l-İrcâ tarafından da desteklenmektedir. Fakat sonraki kaynakların onayladıkları, bize göre, gereğinden fazla bizi etkilememelidir. Eğer sadece isnadda Hasan’a atfedildiğini kabul edersek, bu mektup tartışmanın kuvvetli bir dayanak noktası olur. Üzerinde duracağımız bu sebepten dolayı, bu isnad şüphelidir. Burada başta mektubun metni olmak üzere, Hasan’ın bir Mürciî olduğuna dair mevcut dökümanımızın, hemen hemen tamamının, özellikle de bu kitapçığın metninin Kufe kaynaklı olduğunu belirtmek yeterlidir. Bizzat Hicaz’dan gelen rivayetlerden de müstakil bir kanıt elde etmek mümkün değildir. Hatta Mürciî kaydı (bu rivayetlerde) bizzat yoktur. İrcâ’nın Kufe kaynaklı oluşu, kaynaklarımızdan öğrendiğimize göre, bu akımın ağır basan Kufe’li karakteriyle tam olarak uyuşmaktadır.

Bu sebeple, benim tercihim,İrcâ’nın Kufe kaynaklı olduğu yönündedir. Hasan’ın iddia edilen rolünü, Kufe Mürciîliği lehinde Ortaya atılmış bir iddia olarak açıklamaya devam edeceğim. Kufe Mürciîlerinin ilk muhaliflerinin Kufe Şiileri olduğunu hatırlayacak olursak, o zaman, Ali’nin soyundan ve Hicaz’lı kurucu rolündeki önemsiz bir kişinin böyle bir çağrısı, maksatlı polemik bir harekete benziyor. Fakat Hasan’ın rolünün tarihiliğine inanan bir kimse, bu yorumu mükemmel bir şekilde tersine çevirebilecektir: Zerr’in rolüyle ilgili belgeler, Hanbeli kaynaklı bile olsalar, belirgin Kufe Şiiliği’nin izlerini taşıyan isnadlarla doludur ve bu isnadlar, ikinci derecede bir Şii uydurması olarak görülebilir. Bundan sonraki satırlarda, Medine ve Kufe kaynaklı şeklindeki her iki görüşü de alternatif hipotezler olarak göz önünde bulunduracağım.

İLK MÜRCİÎ SİYASET

İkinci derecedeki kaynakların çoğunda, Mürciîliğn politik adı pek cazip değildir. En iyisi, quietistler oldukları, en kötüsü ise mevcut rejimin uysal destekcileri oldukları şeklindeki bilgilerdir. Bu lakab, öncelikle, iıknci yüzyıla ait, özellikle de ilk Hanefilikle ilgili bir belgeye dayanır. Hanefiler için böyle bir şey söylememizin ne ölçüde doğru konusunu, burad ele almamıza gerek yoktur. Benim tartışmak istediğim konu, bu imajın tartışmasını yaptığımız “İlk Mürcie”yi kapsayacak kadar, haklı olarak geriye götürülüp götürülemeyeceğidir.

Bunun ilk Mürcie’ye kadar geriye götürülebileceğini gösteren, farklı yorumlara müsait olmayan ve son derece açık olan tek metin verdır.Kitâbu’l-İrcâ’nın bir bölümünde, Hasan, aşırı Şiileri, Emeviler ve Allah hakkında yalan uydurmakla itham eder (ve a’lenü’l-Firya alâ beni Ümeyye ve alâ’l-Allah). Van Ess de, Hasan’ın eserindeki diğer pasajları ve ondan miras kalan diğer konuları (Kaderiyye’yi reddi, mut’ayı reddeden meşhur hadisin isnadında yer alışı, peygamberin ölümünden sonra ganimetin taksimine karşı olması rivayeti-bu rivayet maalesef çok fazla tahrife uğramıştır-) Emevî taraftarlığı veya quietist anlamında yorumlanmıştır. Burad bunları etraflıca tartışmak istemiyorum. Benim ısrarla üzernde durmak istediğim nokta, bunların hiç birinin, Hasan’ın lehinde, Emevî taraftarlığının veya quietist tavrın müstakil bir delilini vermemektedir. Bir başka deyişle, eserde Benî Ümeyye’ye atıfta bulunan ifade, tartışma götürmemesine rağmen, kuşkusuz tek bir ifadedir.

İlk Mürciîliğin, Ümeyye oğulları taraftarlığı veya quietist demek olduğu tezine karşı getirilebilecek deliller nelerdir? Birincisi, burada gözden kaçmayan ve vurgulanması gereken bir gerçek vardır: Madelung’un da ortaya koyduğu gibi, Mürciîler, Cemacim Savaşında isyan edenlerin yanında yer almışlardır. Buna ilk Mürciî rolündeki iki aday olan hem Kays, hem de Zerr dahildir. Bunu Hasan’ın mektubundaki Emevi taraftarlığıyla uzlaştıracak garip veacelece ortaya atılmış bir hipoteze gerek vardır. Madelung gibi, bu isyana katılan Mürciilerin, ya kendi prensiplerine ihanet ettiklerini veya Van Ess gibi, onların Hasan’ın “ilk iç savaşla” ilgili doktrinini benimsemediklerini, fakat çağdaş politikalarında hiçbir zama faydasını görmedilerini düşünebiliriz.

İkincisi; yukarıda bahsedilen İbadî bir eserin tanıklığıdır. Salim’den öğrendiğimize göre, Mürciîler Muaviye’den teberri[14] ediyorlardı. (O, Mürciîliğin genç nesli kendilerine katılmaya davet etmekle “genç neslin Muaviye konusunda hiç bir bilgileri olmadığı şeklindeki (İrcâ) nazariyelerini ihlal ettiklerine dikkat çekmek için böyle bir şeyi zikreder.) Bununla beraber, Mürcie içinde o günün yöneticilerinin durumu konusunda farklı görüşler olduğunu da öğrenmekteyiz; bazıları, onları dost edinilmeleri yasaklanmış günahkar mü’minler (mü’minûn dâllûn) olarak kabul ederken, diğer bazıları, onlşarı kesin kafir olarak görürler. Salim, iki grubu karşı karşıya getirmek için bu uygun polemikten yararlanmıştır. O, rejim hakkında daha olumlu bir görüşe sahip olan Mürcie’ye hiç atıfta bulunmaz, açıkça sükut eder. Çünkü bu tip görüşlerden kendi tartışma mihverinde istifade edilecektir. Aynı şekilde, o böyle bir manzarada, Hasan’ın Emevileri destekleme tavrına uygun garip ve acilen ortaya atılmış özel bir hipoteze gerek duyabilir.

Bu durumda, Kitâbu’l-İrcâ’da Emevilerin lehine bir atıfta bulunmasını nasıl izah etmeliyiz? Muhtemelen iki ayrı yorum akla gelmektedir: birincisi, isnadla ilgili değerlendirmelerden kaynaklanmaktadır. Daha önce söylediğim gibi, Hasan’ı bir Mürciî olarak kabul eden dökümanın tamamına yakını Kufe kaynaklıdır. (Kufeli olmayan az bir kısmı ise, Basra kaynaklı görünüyor.) Fakat bunun içerisinde, dökümanın iki farklı türü birbirinden ayrılabilir. Birincisi, isnadları II. Asrın ilk yarısındaki Kufeli ravileri gösteren kesin Kufeli döküman diyebileceğimiz metinlerimiz var. Bu rivayette, kısmen, kufeli Şiiler rol oynadı. (Hasan’ın Kaderîler’e karşı tepkisini açıklayan rivayet buna örnek verilebilir.) Fakat en dikkat çekici konular, Kufeli Mürciiler’den –tamamıyla gerçek veya tartışmalı Hicazlı kurucu liderin mirasını ellerinde bulmayı ümit ettiğimiz bu kimselerden gelmektedir.

İkinci olarak, bu kesin kaynaklı dökümanların yanında, ikinci derecede Kufe dökümanı adını verebileceklerimiz vardır. Bu gruba giren rivayetler, II. Asrın sonlarında yaşamış Kufeliler tarafından rivayet edilmişlerdir. (Kufe asıllı olmasına rağmen Mekke’de yerleşmiş olan büyük hadisci Süfyan b. Uyeyne’yi buraya dahil etmemizin bazı gerekçeleri var.) Fakat Kufelilerin kendilerinden rivayette bulundukları bu otoriteler, çok eski ve hayatları net olmayan Hicazlılardır: Mekkeli Amr b. Dinar (öl. 126), muhtemelen onun genç çağdaşlarından Abdülvahid b. Eymen ve Medineli Osman b. İbrahim el-Hatibi. Bu ikinci derecedeki Kufeli dökümanın iki önemli özelliği vardır. Birincisi, isnadlar son derece şüphe uyandırıcıdır. Mesela, ilk Mekkelilerden olan hadisci Abdülvahid b. Eymen, özellikle 190’lard veya daha sonra ölen Kufelilerin rivayette bulunduğu birisidir. İkinci olarak bu materyal, bu metin de dahil, Kitâbu’l-İrcâ’ya yapılan bütün atıfları içerir. Sadece yazarı Hasan’ı, böyle bir eseri yazdığına pişman ettiren muhalif bir rivayet istisnadır. Üstelik bu atıflardan birisi onun doktrinini el-İrcâ el-Evvel şeklinde açıkça yapmış olduğu bir sınıflandırmayı içerir. İlk iç savaşla ilgili iman konusunda ortaya çıkan kötü bir bidatin aksine olarak beğenilen bir tavır şeklinde ima edilmiştir.

Bu değerlendirmeler ışığında ele alacağımız bu hipotez, aşağı yukarı bunun gibidir. Klasik türdeki aşırı Mürciîliğin Kufede zayıflamaya başladığı ikinci yüzyılın ikinci yarısındaki bir dönemde, Mürciî mirastan düzeltilebilecek olanı düzeltmek için bir teşebbüste bulunuldu. Bu kurtarılan kısım, rolü uygun bir şekilde oynanmış Hicazlı kurucunun ilk Mürciîliği şeklinde takdim edildi. Kitâbu’l-İrcâ’nın metnine sahip olmamızı sağlayan böyle bir teşebbüse şükran borçluyuz. Fakat buna uygun olarak, bu metne orjinal şekliyle sahip olduğumuz konusunda güvence veremeyiz ve bütünüyle korunabilmesi için ödenmiş olabilecek bir bedel de, bir çeşit politik neşriyat olmasından kaynaklanmış olabilir. Hasan’ın Cemacim’den önce öldüğü rivayetini, daha çok onu Mürciî hareketten ayırma teşebbüsünün bir ürünü olarak yorumlayabiliriz. Bu bağlamda, Kitâbu’l-İrcâ’yı yazdığı için Hasan’dan tövbe etmesini isteyenin kim olduğunu bilmek büyük önem arz etmektedir. Maalesef bu isnad, böyle bir soruyu cevaplamamıza müsade etmeyecek kadar yetersiz ve düzensizdir. Bu rivayetin Kufeli veya Basralı olduğunu, Kufeli kabul ettiğimiz takdirde, Mürciîlere veya Şiîlere ait olduğunu söylemek zordur.

Bununla beraber, böyle bir şey, daha çok, fındık kırmak için balyoz kullanmaya benzer. Kitâbu’l-İrcâ’daki “Beni Ümeyye” ifadesinin daha doğru bir yorumu metnin tahrifi demektir. Elimizdeki eserin birkaç bölümü açıkça tahrif edilmiştir ki bunların asıl metnini tespit edebilmemiz zordur. Bizim üzerinde duracağımız pasajda tahrif edilmiş böyle bir pasajdır. Akla gelen ilk ihtimal, belli bir dönemde metni rivayet ederken, “Nebiyellah” ibaresinin “beni ümeyye” şeklinde yanlış okunmuş olduğudur.

Bir kimse, ister Mürciîliğin aktivist ister quietist olarak ele alınsın, geriye açıklanması gereken bir şey kalmaktadır. Benim iddiam, aktivist oldukları nazariyesine kıyasla açıklanması gereken daha az nokta vardır.

 

İSLAM’IN İLK DÖNEMLERİNDE AKTİVİZM VE QUİETİZM

Herkesin bildiği gibi İslam siyasi bir dindir. Ümmet ve İmamet, İslam toplumunda tarih boyunca etkili olan siyasi ve dini kavramlardır. Tıpatıp benzer bir duruma Hrıstiyanlıkta rastlanmaz. Bu şekilde, temel müslüman siyasi değerleri var olunca, o zaman ilk bakışta, müslümanın siyasi görevininbu değerlerle ilgili bir şeyler yapmakta yattığı tahmin edilebilir. Bu anlamda böyle bir aktivizm İslam’da mevcuttur. Burada Hristiyanlığın aksine, kendisini mazur göstermek için çalışması gereken quietist’lerdir. Mesla, iki büyük Şiî mezhebi olan Zeydîler ve İmamîler arasındaki karşıtlığı ele alalım. Aşırı aktivist’lerin mezhebi olan Zeydîliğin siyasi düşüncesi, açık ve bağımsızdır; İmamiyye’nin siyasi görüşleri ise, aksine, gaybet ve takiyye gibi fikirleri son derece ayrıntılı bir şekilde ele almakla tanınır. Bu iki görüşten her biri (Takiyye ve Gaybet) İmamiyye’nin quietist bir mezhebe dönüşme konusunda, ne kadar zorlandığının ve baskı altında kaldığının açık bir delilidir.

Bu aktivist miras, İslam tarihinde kabile toplumunun esas önemini yansıtır. Müslüman dünyayı oluşturacak toprakları fetheden, kabile mensuplarıydı. Onlar yüzyıllar boyu aktivist hareketin canlı kalması için ellerinden geleni yaptılar. Ummn’lı, Yemen’li ve Fas’lı İmamiyye’nin kabilevi çevrelerini veya İbn tumart ve Sudan’lı mehdinin durmlarını (cariers) bunun kanıtı olarak alabiliriz. Diğer büyük dinlerden farklı olarak İslam, kabile dayanışmasında son derece başarılı bir ideolojidir. (Hz.) Muhammed’in kıyıda köşede kalmış taklitçilerinin bolluğunu da buna delil olarak gösterebiliriz.

Fakat genelde, Müslüman dünyası, siyasetinde bu manevi özelliğini güçlükle sürdürebildi. Halifeliğin yerleşik hayata geçmiş bölgelerinde, siyasetin sosyal temellerinin değiştirilmesi için iki süreç işletildi. Birincisi, yeni ve oldukça farklı siyasi ve askeri bir sınıfın ortaya çıkmasıyla kabile mensuplarından oluşan fetih ordularındaki dayanışma ruhunun yavaş yavaş zayıflamasıydı. İkincisi, fethedilen bölgelerdeki halktan çok sayıda insanın İslam’ı seçmesiydi. Öyleki İslam’ı seçmenin imtiyazlı fatihler sınıfına katılmak anlamına geldiği konusunda artık hiç bir şüphe kalmamıştı. Bu iki sürecin sonucunda siyasi iktidarın uygulamalarına destek olmayan ve onu elde etmek için gerçekçi bir beklentisi olmayan çoğunluğu oluşturan Müslüman bir halk tabakası meydana geldi.

Bu şartlar altında, işniz siyaset değilse, en iyisi ondan uzak durmak gerektiği fikrinin, giderek daha fazla üzerinde durulması bir sürpriz değildi. Yani fitne varsa kapıları kilitle ve evde otur. İknci asırda, bir dönüm, bir yığın bu çeşit tavsiyeler, hadisciler arasında dolaşmaya başladı; üçüncü asrın ilk başlarında ise Abbasî aşırılığına karşı siyasi anlaşmazlıkta Hanbelî akımının politik olmayan bir siyaset geleneği hakim oldu.

İlk Mürcie’nin durumu, bu genel perspektife tam olarak uymaktadır. Çevre, herhangi bir kabileye mensup fatihlerin Irak’taki büyük yerleşi,m merkezi olan Kufe’dir.[15] Irak , imparatorluğun en büyük eyaletidir.Fakat ilk iç saavaşın sonucu olarak –ikinci iç savaşla da doğrulandı-eyaletten öteye bir şey omamaya mahkum etmişti.Yavaş yavaş Irak’ın askeri rolünü, daha tecrübeli Suriyeli askerler üstlenmeye başladı. Suriyelilere karşı başarısız olmalarından dolayı, Kufeliler Harici isyancı Sahib ve putperest Zunbil’e karşı görevlerini ifa etme konusında ellerinden geleni yapmadılar. Kufeliler, çok faydasız duruma düştüler. Bu süreç, İbnü’l-Eş’as isyanında ve cemacim felaketinde yayıldı ve bu iki savaşla hızlandı. Bundan sonra gerçek iktidar hiç Kufelilerin elinde olmadı. Sadece iktidarın hatırası ve kuruntusuyla yaşadılar. Şiî cephede Kufelilerin hissiyet ve isteksiz bir aktivizmi ruhi taşkınlıklara dönüştü. Muhtermelen, burada, İmamilik ,Abbasi devletiyle uzun süre dayanışma içersinde olacağı quietist bir inanç haline geldi. İhtida amili, aynı yönde işledi. İkinci iç savaş sırasında, bütün ordu muhtedilerden oluşturulabildi. Fkat o, sopalarla silahlandırılmış bir orduydu. Sonraki dönemde, ilk savaşa katılanlar arasında silahları bırakıp sivil görevler üstlenen böyle kimseler olabilirdi. Şüphesiz mühtediler bazı aşırı ruhani şahısları temin etti; onlar da quietizm’in gelişmesi için gerekli  ortamı sağladılar.

Bu arka plan çerçevesinde, hem ilk mürciî aktivizmi, hem de quietizme’e doğru kayan sonraki gelişme, tarihi açıdan oldukça anlamlıdır.

 



1 Türkçe’de tam karşılıklarını bulmak biraz  zor olduğundan bu kavramları aynen kullanmayı tercih ederek Türkçe’ye çevirmekten kaçındık. Ayrıca bu kavramların, erken dönemde ortaya çıkan İslam mezhepleri ile irtibatlı kullanılıp kullanılamayacağı, onların siyasi eğilimlerini doğru olarak yansıtıp yansıtmayacağı tartışmaya açık bir konudur. Aktivizm, siyasi bir kavram olarak, bir takım siyasi sosyal değişimleri gerçekleitirebilmek için güç kullanma da dahil her türlü icraatı gerekli gören eğilimlerin ortak ismidir. Quietizm ise, siyasi iktidarın uygulamalarına destek olmayan, siyasi beklentisi bulunmayan ve bu yönde faaliyet gösremeyen; köşeye ve inzivaya çekilmeyi; tarafsız ve sessiz kalmayı benimseyenlerin tavırlarını ifade için kullanılan bir kavramdır. Cook, bu kavramı, Sâlim’in Sîre’sinde zikredilen ve Mürcie’den tamamen farklı bir grup için kullanır. Salim onlara her hangi özel bir kavram kullanmadan, onlardan “bir grup insan (fietün)”  diye söz etmektedir. Cook’un kendisine Quietist dediği bu kimselerin temel Salim şu şekilde zikretmektedir: “Toplumun yöneticileri, insanlara zulmetmişler ve yertüzünde haksız olarak bozgunculuk yapmışlardır. Ancak biz onların bu yüzden cezalandırılacaklarını affedileceklerini bilmiyoruz.” (Cook bunları Sîre’nin 187. sayfasından nakletmektedir. Bkz. Early Muslim Dogma, Cambridge 1981, s.31.) ve “yine toplumun yöneticileri, kötü ve sapmış kimselerdir. Belki onlar hakka döner, içine düştükleri sapıklıktan vaz geçerler.” (Cook, bu görüşleri Sîre’nin 185. sayfasından nakletmektedir. Bkz. Early Muslim Dogma, s.34.). Cook, yukarıda zikredilen bu görüşleri benimseyen ki,mselere Quietist kavramını kullanmaktadır.

Diğer taraftan Quietizm 17. yüzyılda İspanya, Fransa ve İtalya’daki Roma Katoliği içersinden çıkan ve tamamen pasif bir zühd hayatını benimseyenler olarak tanımlanan İspanyol papaz Miguel Molinos (1628-1696)’un başını çektiği mistik bir hareketin adıdır. Bunlar, meditasyona, ruhani zühde, sözlü dualara, İsa ve Meryemkültüne önem vermedikleri için Cizvitlerin eleştirisine muhatap olmuşlardır. Onlar, tamamen pasif bir zühd hayatına ve “İçsel bir Işığa” inanırlar. Onlara göre  Allah, niyaz, dua, arzu ve istek olmadan da tek tek ruhlarla konuşabilir. Ancak ruhun böyle bir şeye tam bir sükunet içersinde hazır olması gerekir. İnsan tabiatı ve kurtuluşu konusunda kötümser bir doktrin benimseyen bu gruba göre, saf iman, fikirler ve inançlardan daha önemlidir. Saf sevgi de, her hangi bir şeyin sevgisi değil, sevgi amacıyla beslenen bir sevgidir. Bu konuda geniş bir bilgi için bkz. E. Royston Pike, Encyclopedia of Religion and Religious, London 1951 (I. baskı), s.314; Vergilius Ferm, “Quietizm”,  An Encyklopedia of Religion, ed. Vergilius Ferm, s. 631-632; The Encyclopedia of Religion, ed. Mircea Eliade, London 1987. (Quietizm maddesi) E. Herman, “Quietism”, Encyclopedia of Religion and Ethics, ed. James Hastings, New York, c. X, s.533-538.

Aktivizm, İslam Mezhepler Tarihi’nin kavramları arasında, siyasi çekişmelerden uzak duran ve tarafsız kalan anlamında, Mutezile (Bkz. Nâşi el-Ekber, Ebu’l-Abbas abdullah b. Şirşîr el-Enbarî (293-906), Mesâilu’l-İmâme, Kitâbu’l-Evsât fi’l-Makâlât, thk. Joseff Wan Ess, Beyrut 1971, s.17; Ebu’l-Hüseyin Muhammed b. Ahmed el-Malatî (377/987), et-Tenbîh ve’r-Red alâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida’, thk. Zahid Kevserî, Kahire 1991, 28-29.), olaylar hakkında şüpheleri bulunanlar anlamında Şükkâk (Bkz. İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Ali b. El-Hasan b. Hibetullah b. Abdillah eş-Şâfî (571/1175), Târihu Medîneti Dımeşk, Osmân b. Affân kısmı, thk. Sekîne eş-Şihâbî, Dımeşk 1954, s.504.) ve köşeye çekilenler anlamında Huleysiyye (Bkz. Nâşi el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme, 16.) kavramı kullanılmaktadır. Batıda çağdaş siyasi dğüşüncenin bir ürünü olan veya Hıristiyan bir grup için kullanılan ve Cook tarafından başlık olarak seçilen bu iki kavramın İslam tarihinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan, tamamen farklı özelliklere sahip siyasi ve itikadi ekollerin  iktidara karşı tavırlarını ifade için kullanılmasının doğru olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü Emevîler döneminde Şia’nın veya Haricîler’in yanında yer almamak ve iktidara doğrudan destek vermemek veya karşı çıkmamak siyasetin dışında olmak anlamını taşımıyordu. Bilakis bu farklı bir siyaseti benimsemek demekti. Mesela Mürciiler, Hariciler gibi Hz. Ali, Osman ve diğer sahabeyi tekfir etmiyorlar; Şiiler gibi Osman ve taraftalarını tekfir ederek, Ali ve taraftarlarını göklere çıkarmıyorlardı. Ayrıca onlar, Emevi yönetiminin Hz. Ali’yi kampanyasını da desteklemiyorlardı. Hz. Ali ve Osman’ı her ikisini birden sevmemek veya birini sevip diğerine lanet okumak nasıl siyasi bir tavırsa, bu şekildeki görüşleri reddederek bu iki halifeyi ve siyasi anlaşmazlıklarda onlara taraf olanların ve bu uğurda ölenlerin durumlarını Allah’a bırakmak da, I. Hicrî asrın ortalarında bizatihi siyasi bir tavırdı. Bu onların, siyasetten el çekmelerini gerektirmiyor veya resmi bazı kadrolarda görev almalarını, hatta iktidarın haksız uygulamalarına karşı çıkmalarını engellemiyordu. Diğer taraftan, Mürcie arasında siyasi iktidara karşı itaati telkin edenler, haksız tarafla mücadelenin şart olduğunu ileri sürenler ve uzleti tercih edenler olmak üzere üç eğilim vardı. Ancak Mürcie içersinde haksız tarafla Mücadelenin şart olduğunu şart koşanlar, diğerlerine nazaran daha ağır basmaktaydı. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Sönmez Kutlu, Mürcie ve Horasan-Maveraünnehir’de Yayılışı, Ankara 1994, 60-66; 94 vd. (Basılmamış doktora tezi). Ayrıca günümüz kavramlarıyla geçmişteki olayları, geçmişin kavramlarıyla da günümüz olaylarını tanımalamak, anlam kayması ve kavram kargaşasına sebep olabilir. Bu konuda dikkatli olmada fayda vardır. İslam düşüncesindeki mezhep adlarının çoğu önyargılı muhaliflerce verildiğinden tartışmalıdır. Buna bir de farklı kültürlerde ortaya çıkan akımlar için kullanılan kavramlar ilave edilirse, durum daha da tartışmalı hale gelecektir. (Çev.)         

* Activizm And Quietizm In Islam: The Case Of The Early Murjia” adlı bu makale, Islam and Power (ed. Alexander S. Cudsi ve Ali E. Hilal Dessouki, London 1982) kitabının 15-23 sayfaları arasında yayınlanmıştır.

** 2. ve 5. dipnotlar makale yazarına aittir. Diğerleri ise, yazarın bazı görülerinin eleştirisiyle ilgili olarak konulmuştur. Bunu göstermek için (Çev.) kısaltmasını kullandık.

[2] Early Muslim Dogma: A Source-Critical Study, Cambridge 1981, (Cambridge Üniversitesi yayını.)

[3] Amellerin imana dahil edilmemesi Mürciî iman nazariyesinin sadece bir esasıdır. Bu iman nazariyesi, bu essaın dışında imanın dil ile ikrar olduğu veya kalb ile tasdik olduğu ya da her ikisi olduğu, imanda istisnanın bulunmadığı, imanda eşitlik, imanın artma ve eksilme kabul etmemesi, büyük günah sahibinin durumu hakkında verilecek hükmün Allah’a bırakılması, büyük günahın dinden çıkarmaması, Allah’ın va’dinden dönmemesi, fakat vaîdinden dönebilmesi gibi temel esaslardan oluşur. Geniş bilgi içn bkz. Kutlu, Mürcie ve Horasan-Maveraünnehir’de Yayılışı, 103-151 (Çev.)

[4] Kaynakların çoğu, onun Ömer b. Abdulaziz döneminde öldüğü üzerinde durmaktadır. Daha önce ölmüş olması oldukça zayıf bir ihtimaldir. Bkz. Muhammed b. Sa’d (230/844), Tabkâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1958, V, 328; Halife b. Hayyat, Târih, thk. Ekrem Ziya el-Ömerî, Riyad 1985, 325; İbnü’l-İmâd ise, onun hicrî 95 yılında öldüğü fikrindedir. Bkz. Şezârâtu’l-Zeheb, Beyrut trz., I, 121; Zehebî, Halife b. Hayyat’a dayanarak onun hicrî 100 veya daha önce öldüğünü savunurken (Bkz. Siyerü Â’lemi’n-Nübelâ, Beyrut 1985, IV, 30.); İbn Hacer aynı kaynağa dayanarak hicrî 99 veya 100 yılnda öldüğünü ileri sürer. (bkz. Tehzîbü’l-Tehzîb, Beyrut 1967, II, 320.), (Çev.)

[5] Görüşlerinin kısa İngilizce özeti The Beginnings of Islamic Theology, adlı makalesinde bulunmaktadır. Bkz. The Cultural Context of Medieval Learning.(ed.) J.E. Murdoch ve E.D. Sylla, Dordrecht, Boston 1975, s. 93-97.

[6] es-Sire adıyla bilinen eserinin Mürcie ile ilgili kısmını kasdetmektedir. Bu bölüm, yazar tarafından neşredilmiş ve Early Muslim Dogma adlı eserinde yayınlanmıştır. (Bkz. 160-193). Mürcie ile ilgili bir tartışmayı içeren bu metin ve yazarı hakkında kısa bilgi vermek suretiyle tarafımızdan Türkçe ‘ye çevrilmiş ve A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde  yayınlanmıştır. Bkz. XXXV (1996), 467-475. (Çev.).

[7] İrcâ etmesi, Allah’a bırakması gerekir (Çev.)

[8] İrcâ nazariyesi Kur’an’daki bazı ayetlerden çıkarılmıştır. Onun İslam’dan önceki felsefi sistemlerden alındığını iddia etmek mümkün değildir. Cook, bu makaleden sonra yayınladığı kitabında (bkz. Early Muslim Dogma, 44-47 ve 7. kısmın 19. ve 20. dipnot). Mürcie’nin bu fikri nereden aldığı konusunda özel bir bölüm ayırarak, ısrarla İrcâ fikrinin Septik ve Empirist felsefi görüşlerin Irak’ta bulunan kalıntılarından alındığı iddiasında bulunmaktadır. O, önce bu kültürlerin kalıntıları üzerinde durur, sonra Muhârib b. Disar’ın, “Her şeyden Şüphe ederim ancak imanımdan şüphe etmem” görüşünü (Bkz. Ibn Hanbel, Kitâbu’l-İlel, thk., Talat Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Ankara 1963, I, 372) ve hicri 134 yılından sonra ölen Şebîb b. Atiyye’nin er-Red ale’l-Şükkâk ve’l-Mürcie kitabını delil getirerek Mürcie ile Şüpheciler anlamına gelen Şükkâk arsında bir bağlantı kurmaya çalışmaktadır. Her ne kadar ilk dönem hadiselerine katılmayan bu tarafsızlar için Şükkak ismi verilmişse de bunlar böyle bir ekolün tesirinde kaldıklarından değil, hangi tarafın haklı olduğunu bilemedikleri için tabiî bir tavır olarak, şüpheye düşmüşler ve verilecek kararı Allah’a bırakmışlardır. Muharib b. Disar, bu sözünü imanda istisna yaparak şüphe eden kimselere cevap olarak, onların şüpheciliğini reddetmek için söylemiştir. Şebîb b. Atiyye’ye gelince, O Mürcie’yi sırf büyük günah işleyenlerin ahiretteki durumu konusunda verilecek hükmü Allah’a bırakmaları dolayısıyla şükkâk olarak isimlendirmiştir. (er-Red ala’ş-Şükkâk ve’l-Mürcie, Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi Or: 142 numarada kayıtlı microfilm içersinde, 283.) Ancak asıl şüphecilikle suçladığı kimselerin, imanında istisna yapan veya onun deyimiyle “kimin mümin olup olmadığını bilemeyen” kimselerdir. (Aynı microfilm, 282.) Esrinin  başlığında bu iki kavramı ayırması, Şükkâk ve Mürcie’nin aslında ayrı kavramlar olduğunu ve farklı gruplara tekabül için kullanıldığını ima etmektedir. Diğer taraftan, Septisizm, hiç bir konuda yakîn bir bilgiye ulaşılamayacağını iddia ederken, (Hayri bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü,İstanbul 1984, 244-245; Bedia Akarsu, Felsefî Terimler Sözlüğü, Ankara 1984, 155.) Ampirizm ise, bilginin yegane kaynağının tecrübeye dayandığını ileri sürmektedir. (Bolay, 29.) İrcâ fikrinde, felsefî anlamda böyle bir iz bulunmamaktadır. Çünkü bu fikrin kaynağı, kendi bilgimizle bilemediğimiz veya anlaşmazlığa düştüğümüz bir konunun kıyamet gününde hükmetmesi için Allah’a bırakılmasından ibarettir. Halbuki sözünü ettiğimiz her iki ekol de, Allah’ı bir otorite olarak Kabul etmektedir. İrcâ fikrinde ise, Allah’ın ilminde otorite Kabul edilmesi esastır. İrcâ nazariyesinin Kur’an’ın bilgi nazariyesinden çıkarıldığı konusunda geniş bilgi için bkz. Kutlu, Mürcie ve Horasan-Maveraünnehir’de Yayılışı, 20 vd. (Çev.)

[9] Cemel ve Sıffin savaşlarını kasdetmektedir. (Çev.)

[10] Kaynaklarda , ilk irca fikrini ortaya atan birden fazla  kişiden bahsedilmektedir. Bunların başında Medine’li Hasan bin Muhammed, Kufe’li   Hammad b. Ebi Süleyman( bkz., Ebu bekir el –hallal, Ahmet b.Muhammed b. Harun ( 311/923), Müsned min mesaili Ahmed b.Hanbel, British Museum , or:2676, v. 103a:;İshak bin İbrahim bin Hani en nisaburi (275/888) , Mesailül İmame Ahmed b.Hanbel, thk.Zübeyr eş Şaviş , Beyrut 1400, II , 162) , Zer b.Abdillah ( bkz.,Ebu bekir el halla, Mesail , v. 94a, 127b., 137/b ; Nisaburi , Mesail, II , 162.), Basra’lı Hassan b.Harıs el Müzeni ve Ebu Salt es-Semman ( bkz., Takıyuddin Ahmet b.Ali el-Makrizi , ( 845/1444), el- Mevâız ve’l- İtibar bi Zikri’l-Hıtat ve’l-A’sâr , Beyrut trz., II, 350 ) gelmektedir. Hanbeli’ler daha çok imanla ilgili düşünceleri dolasıyla Hammad ve Zerr’i İrca fikrini ilk ortaya atan biri olarak vermektedirler. Hasan’ı da  böyle bir gerekçe ile Mürcii gösterirler. ( Ebu Bekir el-Hallâ , Mesâil , v. 97b.) Kays  b. Ebi Müslim, Mürcii’ye kattılan ilk Kufe’lidir. (Bkz. Ahmed b. Ali b. Hacer , ( 852/1448) , Tehzibut Tehzib, Beyrut 1967, VII, 489);   Mürcie’nin herhangi bir felsefi ekol gibi tek kişiyle başlatılmasına katılmıyoruz. Çünkü bilinmeyen ve hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda verilecek bir hükmü Allah’a bırakma, Kur’an ayetlerinden çıkarılmıştır. Bu nazariyeye göre, ilmde tek otorite Allah’tır. İnsanlar arasındaki çözülmemiş anlaşmazlıkları, kıyamet günü Allah çözecektir. Her şeyi en iyi Allah bilir. Tebük seferine mazeretsiz olarak katılmayan Müslümanlarla ilgili takınılan böyle bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bu Kur’an’a şu şekilde yansımıştır: “Diğerleri de Allah’ın emrine bırakılmışlardır. Allah onlara ya azab eder, ya da affeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (bkz. Tevbe 106). Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk iç savaşlarda yer alanların durumunun değerlendirilmesinde, bu ilkeye başvurulmasıyla, İrcâ fikri, hicrî 60’lardan itibaren siyasi bir tavır olarak benimsenmeye ve bu fikrin topluma mal olmasıyla da Mürcie mezhebi teşekkül etmeye başladı. Bu sebeple, İrcâ fikrinin kaynağını tek kişiye bağlamak veya İslam öncesi Empirist-Septik düşüncelere kadar gerilere götürmek pek mümkün görünmemektedir. Bu fikri ilk ortaya atanlar olarak gösterilen şahıslar, aslında bu fikrin akli ve nakli temellendirmesini yapan farklı şehirlere mensup ilk kişilerdir. Bu fikrin ilk nüvelerini, Muaviye ve Hz. Ali’nin yanında yer almayan tarafsızlar grubu arasında bulmak mümkündür. Onlar da böyle bir fikre Kur’an’ın sunduğu ilkelerden yararlanarak varmışlardır. (Çev.)            

[11] Mürcie, Hz. Ali, Osman ve taraftarlarının durmunu Allah’a bırakma fikrinin hicrî 60-75/679-694 yılları arasında siyasi bir tavır olarak  kabul edilmesiyle teşekkül etmeye başlamıştır. Geniş bilgi için bkz. Kutlu, agt., 60-66. (Çev.)

[12] Hasan b. Muhammed’in hicri 82 yılında yaşanan Cemacim olayından önce öldüğünü, daha önce de zikrettiğimiz gibi, tarihi vesikalarla doğrulamak pek mümkün görünmemektedir. (Çev.)

[13] Bu mezhebin ortaya çıkışı tek kişiye bağlanamayacağı için onun ilk önce nerede ortaya çıktığı konusunda tartışmak bizi kesin neticeye ulaştırmaz. Çünkü İrcâ fikrinin nüvelerini oluşturan Tarafsızlar grubu, genelde Mekke ve Medine’de olmakla beraber, Şam (Bkz. Muhammed b. Sa’d, Tabakâtu’l-Kübrâ, IV, 38-39; Abdülhamid Hibetullah b. Muhammed b. el-Hüseyin ibn Ebi’l-Hadîd (655/1257), Şerhu Nehci’l-Belâga, Daru’l-İhya el-Kütübü’l-Arabi, 1968, II, 231). Kufe, Mısır (Bkz., Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (310/922), Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk. Ebu’l Fazl İbrahim, Beyrut Trz., I, 3244) ve Basra (Taberî, I, 3088) gibi diğer şehirlerde de mevcuttu. Ancak İrcâ fikrine ilk ciddi ve önemli desteğin Ömerci ve Ebu Bekirci atmosfere sahip olan Mekke ve Medine’den geldiğini, daha sonra Mürciî fikirlerin Kufe’liler tarafından sistemleştirilerek daha geniş bir şekilde işlendiğini ve özellikle Kufe’de nüfusun önemli bir kısmını oluşturan mevali tarafından ilgi gördüğünü söylemek mümkündür. (Çev.)

[14] Teberri, bir şahıs hakkında kullanıldığında onunla ilişkileri koparmak, onu sevmemek ve dost edinmemek anlamına gelmektedir. (Çev.)

[15] Irak’ı, özellikle Kufe’yi İrcanın kaynağı gösterip, daha sonra oranın sosyal yapısı ile Mürcie’nin aktivizm’i arasında bağ kurmanın yanlış olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bir mezhebin siyasi oteritelere kasrşı tavrında veya şahısların bazı fikirleri benimsemesinde içinde bulundukları sosyal, siyasi ve iktisadi şartlar oldukça  önemli bir tesire sahiptir. Bu yüzden, bir mezhep bir bölgede veya bir dönemde şartlar gereği çok aktivist olurken birbaşka bölgerde veya dönemde farklı olabilir. Özellikle Emevilerin Kufe’de ve Basra’da  mevaliye karşı yaptığı haksız uygulamaları gören Mürciîler, diğer şehirlerde yaşayan MürciÎlere kıyasla daha fazla tepki göstermişler ve bu uygulamaya son verilmesini sağlamak için onlarla Emevilere karşı aynı safta mücadele vermişlerdir. Hatta Abdurrahman b. el-Eş’as isyanını, Basralı Mürciîler ayrı bir bölük halinde katılmışlardır. (Bkz.Taberi, II, 1400,1407.) Bu şartlar, sadece Kufe’de değil , mevalinin yoğun olarak bulunduğu Basra ve Horasan’da da Mürcienin Mekke ve Medine’ye nazaran daha aktivist olmasını gerektirmiştir. (Çev.)


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi8
Bugün Toplam182
Toplam Ziyaret907716
Yeni Çıkan Eserler


İnsani ve Ahlaki Değerler
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


İmam Maturidi ve Maturidilik
(Özbek Türkçesi)
Prof. Dr. Sönmez Kutlu


 Türk Müslümanlığı Üzerine Yazılar


Güncel Dini- Siyasi Meseleler Üzerine Yazılar



Selefiliğin Fikri Arkaplanı