İslam
düşünce tarihinde, diğer teistik dinlerden Yahudilik ve Hristiyanlık'ta olduğu
gibi, "dinin ne olduğu, nasıl
anlaşılacağı, nasıl açıklanacağı, ne şekilde yorumlanacağı, nasıl anlamlandırılacağı
ve ne şekilde yaşanacağı " konusunda
birbirinden farklı siyasi,
itikadi, fıkhi, içtimai, ahlaki ve felsefi
pek çok söylem geliştirilmiştir.
Bireysel söylemler olarak Hz. Ali, Hz.
Ömer, Muaviye, Hasan Basri, Ömer b. Abdilaziz, Ebu Hanife, Ebu Mansur
el-Maturidi, Ahmed Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, İbn Arabi, İbn Haldun, Sultan
Abdülhamid, Muhammed Abduh, İkbal, Fazlurrahman, Seyyid Kutub, Ayetullah
Humeyni ve diğerlerinin din söylemi; etnosantrik açıdan Emevi, Haşimi, Arap, Acem, Fars, Türk din
söylemi; politik -dini açıdan Harici, Mürcii, Şii, Mu'tezili, Haşevi, Batıni,
Eş'ari, Maturidi, Selefi, Ehl-i Sünnet,
Nusayri, Yezidi, Vahhabi, Kadiyani ve sairenin din söylemi; fıkhi mezhepler olarak
Hanefi, Şafii, Maliki, Caferi ve diğerlerinin din söylemi; sufi tarikatlar olarak Nakşi, Kadiri, Rıfai,
Alevi-Bektaşi ve saire'nin din söylemi; meslek grupları esas alınarak
politikacı, ahlakçı, filozof, hukukçu,
hadisçi, sufi ve sairenin din söylemi; metodolojik açıdan akılcı/usuli, nakilci/ahbari,
Rey Taraftarı, Hadis Taraftarı, batıni, zahiri, sezgici/irfani, beyani, burhani din
söylemleri; ideolojik ve Oryantalist bir yaklaşımla Heteredoks ve Ortadoks din
söylemleri şeklinde sınıflandırmak mümkündür.
İslam üzerine geliştirilen çağdaş din söylemlerinin bir kısmı bu
tarihsel din söylemlerinin uzantıları olmakla beraber, genel olarak,
geleneksel, modernist, radikal, fundamentalist, laik, İslamcı, resmi din
söylemi, partilerin din söylemi; sağcı, solcu,
ateist din söylemi, Nurcu, Süleymancı, Fetullahcı, Cemat-i İslami, İhvanu
Müslimin, Hizbu't-Tahrir, Hizbullah gibi Cemaatlerin din söylemi; tarikatların din söylemi, Diyanetin din
söylemi, İlahiyatçıların ve soyal bilimcilerin din söylemi; İran, Sudan, Türkiye, Suudi Arabistan'ın din
söylemleri ve saire şeklinde sınıflandırılabilir. Bizler tek bir dinin yani İslam'ın, tarihte ve günümüzde onlarca
farklı yorumu ve anlaşılış biçimi ile karşı karşıyayız. Geleneksel
düşüncede meslek gruplarına, akla ve nakle öncelik tanımalarına veya ilim
dallarına göre pek çok tasnifler yapılmışsada[1], genelde bu kadar farklılığı,
henüz bunlar ortada yokken Hz. Peygamber tarafından önceden haber verilen 73 fırka hadisinin bir tecellisi olarak izah etmek isteyenler de olmuştur; ancak bu, problemi çözmede yetersiz
kalmıştır. Çünkü bu yaklaşımı benimseyenler arasında, sayıyı tamamlamakta güçlük çekenler olduğu
gibi bu sayıyı aşmamaya çalışanlar da
olmuştur. Diğer taraftan bütün bu farklılıkları heva ve hevesine, kişisel
görüşlerine uyan Şeytan'ın şüpheye düşürmesi sonucu olarak[2] veya Şeytan'ın tebdili kıyafetle
tekrar bu fikirlerle ortaya çıkması
olarak[3], ya da daha köklü bir tasnifle,
Rum, Arap, Acem ve Hind hayat anlayışılarının birer yansıması olarak gören
yaklaşımlar sözkonusudur.[4] Ya da çağdaş araştırmacılardan
Cabiri'nin yaptığı gibi, bu tarihi din
anlayışları, yapısal ve epistemolojik açıdan,
beyani, irfani ve burhani şeklinde üçe indirgenip beyanın Arap-İslam
aklı tarafından üretilmiş özgün bilgi kuramı olduğu iddia edilebilir. Ancak bu
da Arap olmayan müslümanların dinle ilgili söylemlerini Arap-İslam aklı söylemine indirgeme gibi
ciddi bir sorunu gündeme
getirmektedir. Çünkü İslam düşüncesinde tek bir akıl ve yaklaşım yoktur,
akıllar ve yaklaşımlar vardır.
O
halde, tarih boyunca müslümanlar tarafından üretilen bazan birbirine yakın,
çoğu kere de birbirine tamamen zıt bu kadar fazla din söyleminin ortaya
çıkması bir sapma mıdır; yoksa tarihi, beşeri, dini, siyasi, psiko-sosyal,
cografi, kültürel yapının ürettiği doğal
farklılıklar mıdır ? Biz, geleneksel din söylemlerini yeni bir tasnife tabi tutarak, bu söylemlerin
tek tek psikolojik, sosyal, kültürel, dini, siyasi, felsefi arka planını ortaya koymaya
çalışacağız.
Evrensel
dinlerde ortaya çıkan mezheplerin dini konulardaki söylem farklılığını,
insanlar arasındaki bireysel farklılıklara ve insan tabiatındaki psikolojik
farklılıklara bağlayan bazı araştırmalar
yapılmıştır.[5]
Bu araştırmalar, her bir
insanın ilgi, alaka, hal, tutum, davranış, huy, mizaç, zeka, muhayyile ve akıl
konusunda diğerinden farklı oldukları ve onların tabiatlarındaki bu
farklılıkların, dini grupların ve mezheplerin dini hayat ve din anlayışlarında
görülen farklılığın ilahi bir tercihten çok beşeri eğilimlerin farklılıklarıyla
meşruiyet kazandığı[6], sosyal ve pratik hayatta
karşılaştıkları dini problemler için bu farklıllara göre çözümler
ürettiklerini, kendi mizaç ve tabiatına uygun dini hareketlere yöneldiklerini
açıkca ortaya koymaktadır. İnsan, akıl
sahibi, kuşku duyan, anlamaya çalışan, düşünen, sorgulayan, açıklayan,
yorumlayan, anlamlandıran, kutsallaştıran ve tecrübe eden bir varlıktır. Bireysel karakter farklılıkları ve insan tabiatındaki
psikolojik eğilimler, bir etnolog tarafından etnik merkezli, bir filolog
tarafından dilsel merkezli, bir sosyolog tarafından sosyal çevre merkezli
okunabilir ve sınıflandırılabilirse de[7], bunlar psikolojik açıdan, en genel anlamda, tepkisel/şiddet yanlısı, akılcı, gelenekçi,
sezgici/tecübeci, radikal ve uzlaşmacı tipolojiler ya da karakterler olarak
okunup sınıflandırılabilir. Bu
bakımdan düşünce ve söylem
farklılıklarını ortaya koymakta karakter okumanın önemli bir yeri vardır.
Farklı din söylemleri ve düşünce ekolleri bu açıdan analiz edildiğinde, içinde yaşadıkları sosyo-politik, felsefi ve
kültürel ortamın da tesiriyle, bu psikolojik tipolojilerden birisinin veya bir
kaçının, sosyal, dini ve düşünsel hayatın şekillendirilmesinde ve
kurumsallaşmasında ön plana çıktığı veya
dikey paradigmalar halini aldıkları
görülür.
Sosyolojik
açıdan, evrensellik iddiasında bulunan
ve bünyesinde farklı kültür ve medeniyet havzalarından gelen kişileri
barındıran dinlerde, Peygamberlerin ölümünden sonra, farklı mezheplerin/anlayışların
ve farklı din söylemlerinin ortaya çıkması genel bir temayül ve
sosyolojik-tarihi bir vakıadır.[8] Hristiyanlık, Yahudilik, Budizm,
Hinduizm gibi İslamiyet de bu tarihi gerçekten nasibini almıştır. Aslında
dinlerin yayılması ve sürekliliği, medeniyetlerle yüzleşmeleri, yeni
medeniyetler kurmaları ve sosyal değişmeler karşısındaki tepkisi bu mezhepler
kanalıyla olmuştur. Diğer taraftan dünya tarihinde etkili olmuş güçlü kültür ve
medeniyetler, devletlerin yıkılıp öldüğü gibi yıkılmazlar ve tamamen ortadan
kaybolmazlar. Hiçbir kültür bütünüyle ölmez, başka kültür ve medeniyetlerde
farklı biçimlerde tekrar ortaya çıkarlar. Hatta güçlü ve hakim kültürler,
birbirleriyle etkileşim içerisindedirler.
Yeni
bir din olan İslam'ı benimseyenler de böyle güçlü bir kültür ve medeniyet
havzasından geldiği için, kendi kültürlerine ve medeniyetlerine tamamen sırt
çevirmemişler ve onları İslam kılıfı altında yaşatmaya devam etmişlerdir.
Dolayısıyla bu kimselerin daha önceki kültürel bilinçleri, yeni dinlerini anlama,
yorumlama ve yaşamalarında etkili olmuş ve farklı din anlayışları ve
söylemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslam dininin ilk ortaya çıktığı
ve yayıldığı coğrafyada, Arap, Roma, Mısır ve Sasani kültürü oldukça güçlü bir
şekilde yaşamaktaydı. Hire ve Irak Sasanilerin, Şam ise Bizanslıların etkisi
altındaydı.
İslam
gelmeden önce, pek çok Arap kabilesi göçebe hayatı yaşamaktaydı; pek azı ise
yerleşik hayata geçmişti. Siyasi hayat, kabilecilik esasına göre şekillenmişti.
Kureyş'in iki büyük kabilesi arasında köklü bir siyasi rekabet yaşanmaktaydı. Toplum köleler ve efendilerden
oluşuyordu. İslam, kitabi kültürü ve devlet geleneği olmayan bir toplumu ,
medeni bir topluma dönüştürmekle işe başladı. Verili bir durumu itibara alan
Allah, bu toplumun diliyle onlara konuştu ve onların bazı kültürel, hukuki ve
dini simge, sembol ve ibadet biçimlerini ya aynen devam ettirdi, ya da
değiştirdi. Ancak eski kültürel- sosyal durum ve siyasal yapı daha sonra
Kur'an'ı anlamada ve yorumlamada, farklı
görüşleri benimsemelerinde, bireyler üzerinde etkili olmaya devam
etti.
Ayrıca
İslam'ın geldiği coğrafyada Yahudilik, Hristiyanlık, Zerdüştlük ve Maniheizm gibi büyük dinler ve mezhepler varlığını devam
ettiriyor ve İskenderiye'de Yeni
Eflatunculuk, Nisibis, Harran ve Cundişapur'da Yunan teoloji ve felsefesi
öğretiliyordu.[9]
Ayrıca İslam'ın geldiği dönemde Sasani ve Roma devletleri Arap
yarımadasında rakip iki siyasi gücü oluşturmaktaydı. Bu hakim kültür ve
medeniyetler arasındaki mücadele ve rekabet, daha sonraları, İslam'la bu
kültürler arasında devam etmiştir. Bütün bu sebepler dini değiştirmedi, ancak
insanların İslam'ı farklı şekilde anlama ve algılamalarında etkili oldu.[10] Zaten yeni fikirlerin, filozoflar, düşünce ekolleri ve sosyal hareketlerin, homojen olmayan ve farklı kültürlerden gelen
kişilerin karşılaştığı ve birarada yaşadığı ortamlarda doğup geliştiği
sosyolojik bir gerçektir.[11]
Vahiy,
bir iletişim olarak, "aynı ontolojik düzeye sahip olmayan iki taraf
arasında"[12]
yani Allah'la beşer-peygamber arasında gerçekleşmiştir.
Vahiy yoluyla kurulan bu iletişim yalnızca Peygamberlere mahsustur. Onlardan
başkasının bu iletişimin mahiyetini bilmesi mümkün değildir. Bunun nasıl
gerçekleştiği, mesajın lafız ve mana bakımından kime ait olduğu, bu iletişimde
meleğin rolünün ne olduğu hep tartışıla gelmiştir. Sosyal hayatta yaşanan
gerçeklikleri esas alarak inen ve
elçinin içinden çıktığı toplumun dilinin
bütün edebi inceliklerini kullanan
vahiylerin iniş sebebi ve ne anlama geldiği, ona muhatap olan insanlar tarafından
anlaşılmaya çalışılıyordu. Anlaşılmayan konular veya açık olmayan kısımlar, Peygamber'den
soruluyordu. Peygamber hayatta iken bu iletişimde yaşanan problemler, onun tarafından çözümlenirken, ölümünden sonra
vahyin kaynağı ile olan ilişki sona ermiştir.
Arap
dilinin en edebi metni olan Kur'an'da,
görünen ve hissedilen varlık dünyasıyla ilgili açık, seçik ve net
bilgiler olduğu gibi, görünmeyen, hissedilemeyen alemle ve geçmişle ilgili
bilgiler de vardı. Üstelik bunları farklı üslup ve edebi inceliklerle
anlatıyordu. Örneğin Allah ve sıfatları, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem,
sırat, melek, cin, şeytan ve geçmiş ümmetler hakkında bilgi verirken, mecaz,
istiare ve teşbih gibi edebi sanatları kullanmaktaydı. Diğer taraftan bazı ayetlerin delaleti açık ve net (muhkem) olduğu için
kolayca anlaşılırken, bazıları anlam
benzerliği veya kapalılığı (müteşabih) yüzünden zor anlaşılıyor veya
anlaşılamıyordu. Kur'an ayetleri,
indirilirken çeşitli konulara göre sıralanmış da değildir. Konularla ilgili
ayetler farklı yerlere serpiştirilmiştir. Peygamber'e ilk inananlar, anlayış,
zeka, kültür, bilgi ve ona yakınlıkları bakımından aynı olmadığından, dinin kutsal metniyle olan diyalogları ve onu
anlayışları da aynı düzeyde olmadı.
Kur'an'ın indiği dönemden uzaklaşıldıkça ve sosyal gerçeklik değiştikçe, insanlar, doğal olarak bu metinleri anlamada ve Allah'ın muradını tespitte
farklı metotlar ve anlayışlar
doğrultusunda yaklaştıklarından dolayı farklı sonuçlar elde ettiler. Hatta öyle
ki, insanları tek bir akide ve inanç etrafında birleştirmek amacıyla indirilen
ve açık-seçik, anlaşılır olduğunu iddia eden bir metin, sonuçta farklı
anlayıştaki kişi ve grupların, kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir metin haline geldi ve tek
bir ayetle ilgili onlarca görüş ileri sürüldü.
Fakat Kur'an'ın kendi metninden
kaynaklanan bazı anlama problemleri, mezheplerin ve fırkaların doğmasının doğrudan doğruya sebebi değildi. İslam
tarihinde ortaya çıkan fırkalar, genelde siyasi, beşeri, sosyal ve dünyevi sebeplerle teşekkül etmiştir.[13] İnsanlar veya fırkalar, bu
amaçlarını gerçekleştirmek uğruna, kılı
kırk yaran akılalmaz yorumlar ve teviller yapmışlardır. Neticede her mezhep,
fırka, tarikat ve cemaat, farklı bir Kur'an tasavvuru oluşturarak ona Allah'ın yüklemediği
misyonlar yüklemiştir.
İslam
düşüncesindeki farklı din anlayışlarını ya da din söylemlerini, belli bölge
insanlarının veya belli etnik gruba mensup insanların belli bir mezhebi veya ideolojiyi benimsemelerini, insanlar arasındaki psikolojik tavır, tutum
ve davranış farklılıklarından ve daha
önce içinde yetiştikleri dini, kültürel, ictimai ve siyasi ortamdan tecrid ederek
aydınlatmak mükün değildir. Çünkü İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren oluşmaya
başlayan, aşağıda ele alacağımız din
söylemleri, beşeri, dini, toplumsal,
politik, fikri, epistemolojik birer olgu olup asıl meşruiyetlerini, insanların psikolojik eğilimlerinden, içinde
kurumsallaştıkları toplumun sosyal-politik ve kültürel yapısından ve dini
kutsal metinlerinden almaktadır.
İslam düşünce ekollerini bu açıdan değerlendirdiğimizde, onların teşekkülünde bu eğilimlerin oldukça önemli bir rol oynadığını görmek mümkündür. Bununla birlikte, bir mezhepte zamanla birden fazla eğilimin izleri görülmekle beraber, farklı bölgelerde yaşanan şartlar gereği, birbirleriyle yer değiştirebilir. Böyle çelişkili bir durumun yaşanması, bir mezhebin doğuşu ve kurumlaşması anındaki psiko-sosyal ve politik-dini şartların daima aynı kalmaması, her geçen gün değişmesiyle alakalıdır. Bütün bunlara rağmen, bu eğilimler, insanların fikir üretmesinde, medeniyetler kurmasında etkili olan temel psikolojik paradigmalar veya zihniyetler olmaya devam etmiştir. Sırf sosyal çevre veya tabii çevreyle ilgili farklılıklar, uzun süre devam etmez. Çünkü bu çevre değiştiği zaman, tarihsel farklılıklar ortadan kalkar, ancak insan tabiatındaki eğilimler, farklı şekillerde tezahür etmeye devam eder. Eğer bu farklılıkar, insan tabiatındaki temel karakterlerle uyum sağlayabilmişse o zaman uzun yıllar devam edebilir. Biz bu psikolojik eğilimlerin ve tabii tipolojilerin, İslam düşüncesindeki dini-politik söylemlere nasıl yansıdığını, her bir dini söylemin kendi mümeyyiz vasıflarını esas almak suretiyle analiz etmeye çalışacağız.
İnsanlardaki
karşı çıkma, protesto etme, şiddet, kızgınlık, gadap ve kavgacılık duygusu,
asabiyet ve kabilecilik ruhunun yoğun olduğu
kabile toplumlarında ya da bedevi toplumlarda, özellikle de büyük ve
hızlı değişimlerin yaşandığı dönemlerde,
güçlenerek bir kitle hareketine dönüşebilir. Bu tepkisel-kabileci ruh, her bir dinde ve toplumda farklı şekillerde tezahür
edebilir. Ancak temelinde, toplumsal
alanda yaşanan dikey değişime tepki
göstermek vardır. Hızlı değişim, Asabiyet ve katı dindarlık/taassup biraraya geldiğinde tahlikeli
politik-dini bir doktrinin çıkması kaçınılmazdır. Bunun yansımalarından en önemlisi, geçmişte yaşadığı hayatı
hatırlayarak daha iyi bir hayat arayışı içine girmektir.[14] Değişime karşı tepki gösterme ve
şiddet eğilimi, bu gibi ortamlarda, bir toplumun zihniyeti haline gelebilir ve
başta dinle ilgili anlayışları olmak üzere bütün alanlara yansıyabilir. Bu din söylemine, "kabilevi-şiddet yanlısı", "karizmatik toplumcu"
veya "Tepkisel-eylemci" din söylemi de denebilir. Bunun
tabiatını anlayabilmek için, bu zihniyetin psikolojik, politik, sosyal ve
kültürel arka planını analiz etmek gerekir.
Araplarda
kabile toplumu, göçebe kabilelerden oluşmaktaydı ve her bir kabile ve onun
kolları bağımsız topluluklar halinde yaşamaktaydı. Teşkilatlı bir siyasi
otorite ve devlet geleneğine, yasama
ve yürütme organlarına sahip olmayıp, kabilenin seyyidleri, reisleri ve şeyhleri
tarafından yönetilmekteydiler. Kabileler
arasında sürekli savaş ve kan davalarının hüküm sürmesi ve oldukça zor hayat şartları altında yaşamak zorunda
kalmaları, bu insanları sert tabiatlı, haşin, savaşçı ve şiddet yanlısı
yapmıştır.[15] Bu durum onları, problemlerin
çözümünde, nadiren kabilenin ileri gelenlerinden oluşan hakeme başvurmaya, çoğu
kere de şiddete ve silaha başvurmaya
sevketmiştir.
Arap
bedevi kabileler, yoksul bir hayat yaşıyor ve hayatlarını çapulculuk, avcılık
ve ticaret kervanlarını yağmalamakla idame ettiriyorlardı.[16] Hatta ticaret, ziraat ve sanatı
hor görmekle kalmıyor, bunlarla ilgilenmeyi
aşağılık ve bozulma belirtisi
olarak görüyorlardı.[17]
Kapalı
toplumlarda,
asabiyet, yani kabile şeref ve asaleti
her şeyin üstündedir. Bireysel başarılara ve çıkarlara yer yoktur; doğru ve iyi, kabilenin genel
çıkarlarına göredir. Kabile, daima haklıdır ve dolayısıyla onun törelerine
itaat esas olup, asla karşı çıkılamaz, isyan edilemez.
Kabile karizması esas olduğundan, diğerleri, öteki ya da düşman olarak
değerlendirilirdi. Bu yüzden işlenen suçlara karşılık bireyler değil kabileler
cezalandırılırdı.[18]
Yerleşik hayata geçmemiş kimseler
veya topluluklar, kitabi kültürden ve sitematik düşünceden yoksun oldukları
için olayları ve hadiseleri derinlemesine değil, yüzeysel ve basit bir şekilde analiz ederler.
Cabiri'nin de dediği gibi, " bedevinin dünyası, düşünsel derinliği olmayan
sade bir dünyadır."[19] Bu yüzden farklı fikirlere,
eleştirilere tahammülleri yoktur ve kendi fikirlerini başkalarına karşı argümanlarıyla savunmak yerine, şiddet
ve baskı yoluyla benimsetmek eğilimindedirler. Özellikle sözlü geleneğe sahip,
yerleşik hayata geçememiş toplumlarda yetişen insanlarda, bu eğilim son derece
güçlüdür.
İslam düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevi zihniyetin tipik temsilcileri Hariciler ve kısmen Vahhabilerdir. Çünkü Haricilerin çoğunluğu bedevi hayattan
gelme idi. Aralarında şehirli olan çok az kişi vardı.[20] Bu yüzden Harici fikirler,
genelde yerleşik hayata geçememiş veya yeni geçmekte olan toplumlara cazip
gelmişlerdi. Örneğin Horasan'ın sarp bölgelerinde Hamziyye grubunun tutunması,
Kuzey Afrika'da çeşitli Harici grupların taraftar toplaması bundan dolayıdır.
Bedevi Araplar, müslüman olduktan sonra, yerleşik hayata geçmek zorunda
kaldılar. Çoğunluğu Basra ve Kufe gibi şehirlere yerleştiler. Teşkilatlı bir siyasi
otoritsi ve kanunları olan bir devlet
içerisinde yaşamaya başladılar. Yerleşik
hayata yeni geçmekte olan bu insanlar,
Hz. Osman'ın öldürülmesiyle iyice ortaya çıkan Emevi-Haşimi çekişmesi ve
kabileler arası rekabetle birlikte,
asabiyet ruhlarının depreşmesi sonucu Kureyş'in otoritesine itaatte ve
medeni hayatın kanun ve kurallarına, kurumlarına ayak uydurmada güçlükler yaşamaya başladılar.
Hz. Ali ve Muaviye arasındaki iktidar mücadelesi, her iki tarafı savaş
meydanında karşı kaşıya getirince, meselenin
halli için iki hakem tayin edilmesi ve onların vereceği karara uyulması
kararı alındı. Bu durum bardağı taşıran son damla oldu ve Haricilik adıyla
tarihe geçen grubun ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Daha önce hakem tayinine razı
olan ve Hz. Ali'yi de bu fikri kabule zorlayan kimseler, bu defa fikir
değiştirerek " Hüküm ancak Allah'ındır" sloganıyla Hz. Ali'ye karşı
çıktılar ve hakem fikrini kabul eden herkesi işlediklerini düşündükleri bu
günah dolayısıyla tekfir ettiler.
Bu andan itibaren, sert ve haşin kabilevi zihniyetinin dar kalıpları içerisinde
basit ve yüzeysel bir mantıkla dışlayıcı
ve zorba bir din söylemini dillendirmeye çalıştılar.
Hariciler, bedevi hayattaki karizmatik toplum anlayışından hareketle,
İslam'ı bir kabile dini gibi algıladılar.
Oldukça dar kalıplar içerisinde düşünen Harici gruplar, kabilevi-asabiyetçi
yaşayışın bir tezahürü olarak " ferdiyetçi değil, cemaate ait tabirlerle
düşünme temayülündedirler."[21] Bu yüzden kendileri
gibi düşünmeyenleri ve günah işleyenleri, ötekiler ve düşmanları olarak
değerlendirerek onların öldürülmesine fetva verdiler. Yerleşik hayata geçmeden
önce de, kabilelerine saldıranları ve karşı gelenleri düşman olarak kabul edip
öldürüyorlardı. Karizmatik toplum anlayışları ve sertlikleri, din anlayışlarına
yansıdı. Sadece kendilerini haklı görerek, kendileri dışındakilerin yaşadıkları toprakları "Savaş Yurdu"
ilan ettiler, onlara dostluğu (velayeti), onlarla oturmayı, şahitlik
etmelerini, kestiklerini yemeyi, onlardan dinle ilgili bilgi almayı, onlarla
evlenmeyi, miraslarını haram kıldılar[22] ve pek çok kişiyi yaşlı, kadın
ve çocuk demeden sorgulayıp kılıçtan
geçirdiler. O kadar katı bir tutum içerisine girmişlerdi ki, kendileri gibi
düşünmeyen sahabi Abdullah b. Habbab b. Eret'i, hamile hanımı ve çocuklarıyla
birlikte öldürdüler.[23] Hatta Yemenli Harici görüşlü bir
Arap kadınının, mevaliden birisiyle evliliğini kabul etmeyerek onu boşaması
için kocasına baskı yaptılar.[24]
Günahla küfrü aynı kefeye koyup, bütün büyük günah işleyenlerin, dış davranışlarını esas alarak
imanını sorguladılar, hatta kendilerinden olup da birlikte Emevilere karşı isyan etmeyen
kimseleri küfürle itham ettiler. Kendilerini kurtuluşa eren cennetlikler olarak
görmeleri ve kendi görüşlerini benimsemeyenleri tekfir etmeleri, daha önce
yaşadıkları kabilevi hayatın
dayatmalarının bir devamı şeklinde değerlendirilebilir.[25] Samimi olmaları, çok namaz
kılmaktan dizleri ve alınlarının nasır bağlaması, Kur'an ayetlerine yanlış ve
zahiri anlamlar vermelerini engellemedi. Yaptıkları yorumlarla İslam'a
girişi zorlaştırdılar, çıkışı ise kolaylaştırdılar. Bu katı ve sert
anlayışlarından dolayı, kendi içlerinde de birlik ve beraberliği koruyamadılar
ve tarihin derinliklerinde kayboldular.
İslam düşüncesinde şiddete başvuran ve sertlik yanlısı hareketler, uzun
süre varlığını sürdürememişlerdir. Şiddet şiddeti doğurduğu için, ya siyasi
otoriteler tarafından veya kendi aralarındaki savaşlar sonucu yok olmaya mahkum
olmuşlardır. Harici gruplardan sadece İbaziye, katı ve sert anlayışından
vazgeçip, ilme önem verdiği ve farklı
fikirlere hoşgörü ve müsamahalı davrandığı için, günümüze kadar varlığını
sürdürebilmiştir.
Hariciliğin bu sert ve radikal ruhu, açıkca olmasa da, bedevi hayatın zor
şartları altında yaşamış olmaları, " davranışlarındaki sertlik, imanlarındaki
taassup ve kendi inanışlarından
olmayanları küfürle suçlamak"[26] bakımlarından, yakın zamanlarda
otaya çıkan Vehhabilik'te, Mısır'da Tekfir ve Hicret Cemaat'inde, Cihad
Örgütü'de, Türkiye'de Hizbullah, İbda-C
ve diğer bazı marjinal gruplarda yeniden tezahür etmeye başlamıştır. Bu
hareketlerin doktrinleri ve kullandıkları kavramlarıyla Harici idealizmi
arasında yakın benzerlikler sözkonusudur.[27] Bu etki dolayısıyla olsa gerek, Vahhabi hareketini geçmişte ve günümüzde Yeni Hariciler olarak isimlendirenler
olmuştur.
Zamanla Asabiyet/Kabilecilik, siyasi otoriteye isyan, Tekfir,
Huruc, Teberri, Tevelli, Kebire, İman,
Daru'l-İslam ve Daru'l-Küfr, İsti'raz, Ka'de kavramları Harici din söyleminin
hakim belirtileri oldu. Bu söylemde, " Din, yararlı
şeyleri (taat) yapmak, günah işleyeni tekfir etmek ve zulmeden otoriteye isyan
etmek "[28] olarak anlaşıldı. Cahız'ın,
onları mutaasıp ve muharebeyi dinden
sayanlar olarak tanımlaması oldukça manidardır.[29]
Sonuç olarak, tepkisel-kabilevi din söyleminin veya zihniyetinin, medeni
hayata uyumsuzluk; katı, sert ve şiddet yanlısı dünya görüşü; sistematik
düşünceden yoksunluk; katı ve mutaassıp bir dindarlık; nasları zahiri ve
literal okuma; dışlayıcılık ve tekfir etme; farklı görüşlere ve anlayışlara
tahammülsüzlük; karizmatik toplum anlayışı (Kabile/Asabiyet); siyasi otoriteyi tanımama; sürekli bölünme; mutlak doğruluk iddiası gibi
temel özellikleri bulunmaktadır.
Akılcılılık, bilginin tek kaynağının akıl olduğunu
savanunan rasyonalizm anlamında değildir. İslam düşüncesinde akılcılık,
nasların anlaşılmasında aklı esas almak, bilginin kaynakları arasında akla
duyular, haber ve sezgi karısında öncelik tanımak ve aklın hüküm verme yetkisi
olduğunu kabul etmek olarak
tanımlanabilir. Böyle bir akılcılık, mutlak bir akılcılık değildir,
nasların anlaşılmasında, naslardan veya naslardan bağımsız hüküm çıkarmada kullanılan bir akılcılıktır.
İnsan,
akıl sahibi, düşünen, anlayan, sorgulayan ve olaylar arasındaki sebep-sonuç
ilişkilerini araştıran bir varlıktır. Bütün insanlar akıl yetisine ve düşünme
gücüne sahip olmakla beraber, bunu tam olarak işletebilmeyi ve verimli bir
şekilde kullanmayı başarabilenlerin sayısı sınırlıdır. Bazı insanlar, eşyayla
ilişkilerinde, dini metinlerle diyalogda, gerçeği/hakikati elde etmede, sezgi,
duyular, karizmatik bir şahsiyet veya geleneğe başvurmak yerine, akla ve tutarlı mantıki temellendirmelere öncelik verirler. Bu kimseler,
fikirleri, olguları ve onlara tekabül eden kavramları sorgulamak ister ve akıl
süzgecinden geçirdikten sonra kabul etmeyi tercih ederler. Psikolojik ve
bireysel zihni faaliyetler, temelde, açık-seçik algılama, sağlam hükümler,
kanıtlara dayalı tarafsızlık, sağduyu, eleştiri, tümevarımcı ve tümdengelimci
akıl yürütmeden oluşmaktadır.[30] Akılcı zihniyet/eğilim, kişinin içinde yetiştiği kültürel ortam ve
toplumsal yapı, aldığı eğitim ve siyasal ideolojiler sayesinde, dini, sosyal,
ekonomik ve politik alanlarda dikey bir paradigma haline gelir.
Akılcı,
özgürlükçü, eleştirel ve sorgulayıcı bu zihniyet, insanlık tarihinde özellikle,
yerleşik hayata geçmiş hadari/medeni toplumlarda, site devletlerinde ve
demokratik sivil toplumlarda daha güçlüdür. İstikrar içinde değişime açık bu
zihniyet, bu gibi ortamlarda, bireylerde hakim zihniyet haline gelebilir ve
başta dinle ilgili anlayışları olmak üzere hayatın bütün alanlarına
yansıyabilir. Diğer taraftan, bu eğilim, köklü değişimlere sebep olan evrensel
dinlerin rasyonalleşme ve diğer medeniyetlerle yüzleşmesi sürecinde
meşruiyyet kazanabilir. Bu bakış açısına, akılcı-hadari ya da
akılcı-çoğulcu din söylemi de denebilir.
Hadari
toplumlar, ideal anlamda,
teşkilatlı bir siyasi otorite ve devlet geleneğine, yasama ve
yürütme organlarına, kurum ve kurallara sahiptirler. Bu toplumlar, yöneticiler, ulema, askerler,
meslek grupları, din adamları ve diğer sosyal sınıflardan oluşmaktadır.
Ticaret, ziraat, sanat ve bilimsel faaliyetler son derece önemlidir. Farklı
dinler ve farklı etnik gruplar birarada yaşarlar. Bireysel başarılar, takdir
edilir, ferdi kabiliyetlerin geliştirilmesine ve eğitilmesine imkan tanınır. Doğru ve iyi, kabilenin değil toplumun ve bireyin genel çıkarlarına
ve hakkaniyet ölçülerine göre
belirlenir. Sorumluluk, suç ve ceza bireyseldir. Kitabi kültür ve sistematik
düşünce geliştiği için, olaylar ve
hadiseler derinlemesine analiz edilir.
Bu yüzden farklı fikirlere, eleştirilere tahammül vardır ve istisnai
durumlar hariç, kendi fikirlerini
başkalarına şiddet ve baskı yoluyla benimsetmek yoktur. İslam, aslında, çoğunluğu kapalı toplum hayatı yaşayan Arap kabilelerini biraraya getirerek
Medine site devleti çatısı altında onları birleştirip hadari bir toplum kurmayı
hedefledi ve büyük ölçüde bunun alt
yapısını hazırladı. Hz. Muhammed tarafından temelleri atılan bu devlet ilk halifeler
döneminde kurumlaşmasını tamamlamak üzereyken, Hz. Osman döneminde tekrar
politik arenada ortaya çıkan Emevi-Haşimi çekişmesi ve Emevilerin yönetim
biçimini saltanata dönüştürmesiyle hedefine tam ulaşamadı. Bununla birlikte, bu çekişmelerde yer almak
istemeyip tarafsız kalan pek çok
kimse, kendisini ilme vererek bilgi üretmeye devam ettti. Ancak İslam'ın
yerleştirmek istediği akılcı-hadari
zihniyet, politik amaçlar uğruna kullanılıp istismar edildiyse de asla yok olmadı.
İslam
düşüncesinde akılcı-hadari din söyleminin/zihniyetin, tezahürleri farklı
olmakla beraber, tipik temsilcileri
arasında Mürcie, Rey Taraftarları (Hanefiler), Mu'tezile, Maturidiler, Meşşai filozoflar ve Meşşailikten
etkilendiği ölçüde Eş'arilik
sayılabilir. Özellikle Mu'tezile, Maturidileler ve Mürcie gibi doktriner
topluluklar ve meşşai filozoflar, dinin rasyonelleşmesi sürecinde, ve ahlaki,
siyasi, felsefi ve itikadi konularda kutsal metinlerin sistematik bir biçimde
yorumlanmasına büyük katkıda bulunmuşlardır.
Mürcie,
Hz. Peygamber'in iman birliği esası üzerine kurduğu toplumu sarsan Emevi-Haşimi
çekişmesinin önüne geçebilmek için
" Din, birlik ve beraberliktir. ( ed-Din
bi'l-Cemaa) "[31] fikrini esas alan hoşgörü ve
müsamahaya dayalı uzlaşmacı bir anlayış geliştirdi. Harici tekfir anlayışına ve
tehdiş eylemlerine, Emeviler ve Haşimiler arasında yaşanan etnik ve siyasi
çekişmelere, Emevilerin mevaliye yaptıkları zulme karşı bir tepki olarak doğan
ve farklı anlayışları hoşgören bu yaklaşım,
temelde müslümanların eşitliğini
savunuyor ve siyasi, dini ve etnik ayrılıkcılığa son vermek istiyordu.
Haricilik ne kadar bedevi bir tezahürü temsil ediyorsa, Mürcie de, onun karşısında hadariliği temsil ediyordu.
Çünkü Mürcie, daha çok, Emevi-Haşimi çekişmesinde tarafsız kalan
şehirli Araplar arasında ve yerleşik hayata alışık Arap olmayan müslümanlar
arasında taraftar buldu.[32] İman ve amel arasında ayırım
yapmaları, bazı alimlerce ahlaki kayıtsızlık olarak yorumlandıysa da, harici
zihniyetin tehdiş eylemleri ve büyük günah işleyenleri tekfir ederek öldürme
şeklindeki oldukça tehlikeli bir fikrin
teolojik temellerini çürütmek konusunda önemli bir rol oynadı. İmana
girmeyi kolaylaştırdı ve imandan çıkmayı zorlaştırdı. Müslümanların yaşadığı her yeri "İman
Yurdu" telakki ederek Kıble Ehli'ni, farklı görüş ve anlayışları
dolayısıyla ve işledikleri günahları sebebiyle, bütün müslümanlar bu eylemin
küfür olduğunda birleşmedikleri sürece, alaya almadıkça, haramları helal
saymadıkça asla tekfir edilemeyeceği şeklinde bir prensip geliştirdiler.[33]
Ayrıca "Te'nzili (manası açık ve kesin ayeti) inkar etmedikçe
tevili (ayete getirilen yorumu) inkar etmekle küfre düşülmez. "[34] ilkesiyle
dini anlama uğuruna ileri sürülen bütün görüşlerin ifade edilmesi için
teorik alt yapıyı hazırlamaya çalıştılar. Siyasi
görüşleri ve faaliyetleriyle tanınan bu kesimler, Hilafetin Kureyşliliği
fikrine karşı çıktılar ve idarenin şura (şûrâ
beyne'l-Müslimîn) ve çoğunluğun
rızasıyla seçilecek (bey'a li'r-Rıza)
kimseler tarafından yürütülmesini[35] ve çoğunluğun istediği bir
kimsenin vali olarak seçilmesini istediler.[36]
Mürcie,
akla önem veren ve akıl yürütmeye dayalı bir fıkıh geliştirmesi dolayısıyla Rey taraftarları olarak
isimlendirildi. Bu sıfatla, Abbasilerin ilk
döneminde, başkadılık ve kadılık makamlarını ellerinde tuttular.
Bazılarına göre, Allah, Nebisi'yle kullarına helal ve haram, farz ve hükümler
konusunda her şeyi göndermemiştir. Eğer göndermiş olsaydı, fakihler, bu
konularda Nebi'den gelen şeyleri rivayet ederlerdi. Oysaki onlar, bütün bu
konularda sadece dört bin hadis rivayet etmektedirler. Hakkında rivayet
bulunmayan diğer konuları, insanların incelemesi ve kendi re'yini kullanmaları
gerekmektedir.[37]
Akılcı
söylemin bir başka tezahürü olan Mu'tezile, genelde Arap olmayan entellektülel
çevrelerce sistemleştirildi. Akla ve akıl yürütmelere büyük önem veren
Mu'tezili alimler, yabancı din ve kültürlere karşı İslam'ın savunmasını yaptı
ve bu konuda yüzlerce eser yazdılar. İslam düşüncesinde, özgün ve akılcı bir
Teoloji/Kelam geliştirdiler. Maturidi,
bilginin kaynakları problemini, Kelam ilminin konuları arasına almış ve daha
sonra Mutezile ve diğer mezheplerden bazı alimler bu geleneği sürdürmüştür.
Özellikle Maturidiler ve Mutezililer, itikadi konularda "delaleti kati ve
sübutu kati nasları kesin bilgi kaynağı" olarak kabul etmişlerdir. Bütün
ayetlerin sübutu kati olduğundan, delaleti açık ve net olmayan müteşabih ve
kapalı ayetleri kesin bilgi ifade etmediğinden yoruma gitmişlerdir.
Hadislere
gelince, itikadi konularda Haber-i Ahad'ın kullanımından sakınmışlardır.
Ayetler için uyguladıkları ilkeyi Mütevatir Hadislere de uygulamışlardır. Ameli
ve diğer sahalarda da, her bir hadis tek tek hüküm koyucu ya da delil, hüküm ve
asıl olarak kabul edilmemiş, Kur'an'a ve akla ters düşmemesi durumunda
kullanılmışlardır. Mutezili alimler, beş
temel esastan Tevhid ve Adaletin, akılla bilinebileceğini, iyiliği özendirmek
kötülükten sakındırmak ilkesininse hem akıl hem de nakille bilinebileceğini
ileri sürmüşlerdir.[38] Hatta bu metodlarını, "
akıl esastır, nass tevil edilir veya akıl önce nakil sonra gelir"
şeklinde formulleştirdiler. Aşırı akılcılıkları, bir paradoks olarak, mutlak
doğruluk iddiasında bulunmalarına; bu da, kendi dışındakileri siyasi erki de
kullanarak kendi görüşlerini zorla
benimsetme yoluna gitmelerine sebep oldu. Bu yüzden mahkum edildiler.
Maturidiler
ve Mu'tezile, bazı farklılıklarla birlikte, husun ve kubuh konusundaki
görüşleriyle de, objektif bir ahlak anlayışının öncüleri oldular. Her iki ekol,
Allah'ı tanımanın aklen vacip olduğunu ileri sürerek Peygamber gelmese de her
insanın aklıyla Allah'ın varlığını bulup inanmakla yükümlü olduğu sonucuna
vardılar. Maturidilik ve Mutezile, daha önce Mürcii çevrelerde üretilen akılcı
fıkıh anlayışını benimsekle kalmadılar, ona önemli katkılarda bulundular. Bazı
Zeydiler dahi, bu fıkhın etkisinde kaldılar. Ayrıca İslami bilimlerde bir yorum
metodu olarak, dirayet metodunun temellerini attılar. Diğer taraftan Zeydi
alimler ve İmamiyye Şiası'nın Usuli
Kelamcıları da, Mutezile'nin kelami akılcılığından büyük ölçüde yararlandılar.
Onların kelami görüşleri incelendiğinde bu etkilenmenin izlerini açıkca görmek
mümkündür. İslam felsefesi, Mürcie ve
Mutezile'nin daha önceden hazırladığı akılcı bir zemin üzerinde gelişme imkanı buldu.
Filozoflardan İbn Sina, Allah'ın insanoğlu için verdiği, onu hatadan koruyacak
en önemli iki esastan birisinin vahiy, diğerinin akıl olduğunu bir ilke olarak benimsedi.[39] Bunun sonucunda İslam
filozofları da, hem müslümanlara has bir felsefe geleneği oluşturdular, hem de
Yunan Felsefesi'nin batıya ulaştırılmasında köprü görevi gördüler.
Akılcı din söylemi, Mutezile'nin, Mürcie'nin ve Meşşai filozofların mahkum
edilmesiyle beraber, eski gücünü
kaybetti. Hanefilik ve Maturidilik, günümüze kadar, yaşamaya devam ettiyse de,
başlangıçtaki akılcılığını özgün
biçimde sürdüren alimler çıkaramadı. Akılcılık ve re'ycilikle
suçlanmaları dolayısıyla, görüşlerini hadislerle temellendirme çabası içerisine
girdiler. Bunun sonucunda, asliyetini muhafaza edemeyerek, gelenekçi
zihniyetin etkisi altında kaldılar ve
kendilerine has epistemolojilerini geliştiremediler.
Zamanla, akıl, te'vil, delil,
burhan, nazar, rey, tefekkür, teemmül, tedebbür, istinbat, kıyas ve yakıni
bilgi kavramları akılcı din söyleminin
bilgi kuramında hakim göstergeleri oldu. Bu söylemin Mürcie, Rey Taraftarları ve Maturidiler üzerindeki tezahürü, " Din,
birlik ve bütünlüktür; nazar, rey ve
istidlaldir." şeklinde; Mutezile ve
Meşşai filozoflarda, " Din, akıl, rey ve burhanla anlaşılır."
şeklinde oldu.
Sonuç olarak, akılcı-hadari din
söyleminin/zihniyetinin; çoğulcu din anlayışı, sistematik düşünce ve akılcılık
(Rey Taraftarlığı), bireysel sorumluluk, bireysel dindarlık, akla dayalı din ve dünya görüşü; müslümanların
eşitliği; tevil; sorgulama ve eleştirme, farklı görüşlere ve anlayışlara
tahammül gibi temel özellikleri bulunmaktadır.
İnsanlar,
alışık oldukları hayatın devam etmesini ve değişmemesini isterler. Düzen ve
istikrardan yana olan insan, tabiatı istikrarsızlığa ve kaosa karşıdır. Bu sebeple, çoğu kere,
zorunlu ve haklı da, olsa yapılan bazı değişikliklere karşı çıkar ve
geleneklerinde israr ederler. Bu durum onu, muhafazakar ve gelenekçi olmaya
zorlar. Psikolojik araştırmalar, bu gerçeği şu şekilde tespit etmektedir:
"İnsan tabiatının en önemli özelliklerinden birisi, uzun süre önce yaşanmış olan "altın
çağa" geri dönme veya onu yeniden yaşama arzusudur. Bu bireysel zihnin bir
vasfıdır, öyleki daima hayatının ilk yıllarını, bütün hayatının en güzel
yılları olarak anımsar. Bu beşeri hususiyet, geçmiş tarihin kazanımlarını
tekrar elde etmeyi arzular."[40]
Bu duygu, zaman zaman, insanlık tarihinde köklü ve ani sosyal, siyasi ve
dini değişimlerin yaşandığı dönemlerde,
toplumsal muhafazakarlığa ve gelenekçiliğe dönüşebilir. Özellikle gelenek bir
peygamber ve ona yakın nesillerinin dini tecrübeleriyle oluşmuşsa ve dini
geleneklerden büyük sapmalar sözkonusuysa,
o zaman bu tavır, daha katı bir
şekilde geçmişin bütünüyle kutsallaştırılmasına, siyasi, hukuki, sosyal,
ahlaki ve dini alanlarda tekrar bu döneme dönüş taleplerinin yükselmesine sebep
olabilir.
İslam
düşüncesinde gelenekçi din söyleminin en tipik temsilcileri, Hadis Taraftarları
ve Selefilikle onların alt grupları olan Şafiilik, Malikilik, Hanbelilik ve
Zahirilik olmuştur. Hadis taraftarları, sadece hadisler konusunda derinleşmiş
bir meslek grubu olmayıp, Mürcie, Şia ve
Mu'tezile kadar etkili olmuş hicri II./VIII. asrın ikinci yarısında
teşekkül etmiş önemli ekollerden birisidir. Abbasilerin kurulmasıyla dini,
siyasi ve sosyal alanlarda köklü değişiklikler yaşanmaya başlanmıştır. Bu bir
çok bakımdan geleneğin gözardı edilmesi veya yürürlükten kaldırılması olarak
algılandı. Bu arada Havaric, Mürcie, Şia (Rafıza/Zeydiyye) ve
Kaderiyye/Mutezile gibi pek çok mezhep teşekkül etmiş veya bazıları henüz bu süreci yaşıyordu.
Bütün
bu oluşumların neticesinde, bir takım yeni fikirler (bid'at) zuhur etmiş, tartışılmayan konular gündeme gelmiş, daha
önce Kitab ve Sünnet'in içinde kalınarak sınırlı bir şekilde kullanılan akıl ve
re'y, teknik anlamda
(Kıyas/İctihadü'r-Re'y) ve daha çok
kullanılan bir kaynak olmaya başlamıştı. Şiî oluşumlar İmamet konusu;
Mürcie İman konusu; Mu'tezile ise beş esas konusunda, aklı ve
bir takım aklî istidlalleri sık sık kullanır olmuştu. Ayrıca bu
konularda bazı mezheplerin kendilerini desteklemek için bir takım hadisler
uydurma faliyetleri artmıştı. Üstelik, bunlar arasında kıyasıya bir fikrî
mücadele sonucu İslam toplumu farklı
gruplara ayrılmıştı. Özellikle yabancı kültürlerle temas sonucu
Müslümanlarla diğer din ve felsefe mektepleri arasında meydana gelen
tartışmaların yoğunlaşması, Abbasî yönetiminin
daha çok Şiî, Mürciî ve Zeydî çevrelerle yakın temas içerisinde
olmaları, bu oluşumların dışında
kalan çevrelerde sert tepkilerle
karşılandı. İşte, İslam dünyasında bu
fikir çatışmalarının ortaya çıkışıyla birlikte
'hadise muhalefet cereyânı'nın doğması, buna karşılık olmak üzere de bir
' Ehl-i Sünnet Cephesi'nin teşekkülü kaçınılmaz hale gelmişti. Nitekim bu cephe
Ehl-i Sünnet muhitinde Hadis Taraftarları'nca kurulmuş ve onlar bütün bu çeşit
fırkalarla mücadelede Ehl-i Sünnet'in bayraktarlığını üzerlerine almışlardı.[41] Ashabü'l-Hadis, bu tarihten
itibaren, müslümanları içinde bulundukları parçalanmışlıktan kurtarmak, toplum hayatını idealleştirilen Hz. Peygamber
dönemine göre şekillendirip, birlik ve bütünlük içerisinde
yaşatmak için Kitab'ın yanısıra, çözümün Hz. Peygamber'in hadislerleri ve
sahabe ve tabiînin sözlerinde olduğuna inanarak, bunları biraraya toplayıp,
konularına göre tasnif eden, genelde görüşlerini hadislere dayandıran, onlara
bağlanmayı teşvîk eden ve Kitap ve
Hadis'ten bağımsız re'y kullanmaktan sakındıran ve onu kullananları eleştiren
kimselerin müşterek adı olmuştur.[42]
Hadis
Taraftarları, sahip oldukları zihniyet gereği, Kur'an'dan çok asarla meşgul
olmuşlar, mesailerini daha çok hadisleri ve asarı dinleme, rivayet etme, onları fıkhî veya akidevî konulara göre
tasnif ederek yazıya geçirmeye
harcamışlardır. Dolayısıyla, isnatla rivayet etmek veya hadis rivayeti, dinin korunması olarak görüldü.[43] Bu yüzden, eserlerine Sünnet,
hadis veya asara tabi olmanın faziletiyle ilgili özel bölümler veya başlıklar koymuşlardır. Bu
itibarla gelenekçi söylemde, itikad, ibadet, ahlak, siyaset ve kültürle ilgili
pek çok konu imanın şubeleri altında incelenmiştir. "Dinin asardan ibaret
" olduğunu iddia eden bu anlayışa
göre, hadisler ve asar Usulü't-Tevhid, Va'd ve Vaîd, Allah'ın sıfatları, Cennet
ve Cehennem, Allah'ın yerde ve gökte zatını isbat etmek için yarattığı
deliller, melekler ve vazifeleri, Nebilerin kıssaları, zahid ve evliyanın
haberleri, fakihlerin görüşleri, Arap ve Arap olmayan kıralların siretleri,
geçmiş ümmetlerin kıssaları, Resulullah'ın megazisi ve seriyyeleri, hukuki
kararları, hutbeleri, vaazları mucizeler, hanımları, çocukları, yakınları ve
ashabı ile ilgili bütün bilgileri ve Kur'ân'ın tefsirini, sahabenin ahkamla
ilgili sözlerini, müctehid fukahadan kimin ne görüşü benimsediği konusundaki
bütün bilgileri içerir.[44]
Asar'ın bir takım akli temellendirmeler ve şahsi yorumlar içerdiği
bilinmekle beraber, bu yorumlar, Hz. Peygamber, sahabe veya tabiine ait olması
dolayısıyla, belli bir dönemden sonraki insanların yorumları, değer itibariyle
onların yorumundan sonra gelir. Çünkü daima ilk iki neslin fikirleri, bilginin
değeri itibariyle daha önceliklidir. Bu anlayış ise, sonraki nesilleri hep
selefin birikimini tüketmeye ve onların fikirlerini şerh etmeye götürmüştür.
Hadis Taraftarları'nın meydana getirdikleri hadis musannefatı incelendiğinde,
genel olarak çalışmalarının bu sebeple hadis, sünnet ve asar üzerine
odaklaştığı ve bütün gerçeklerin hadislerden çıkarılmaya çalışıldığı açıkca
görülecektir.
Hadis
Taraftarları, çok özel bir misyon yüklenerek, şeriatın korunması ve bidatleri
yıkma şeklinde çok özel bir misyon üstlenerek sadece kendilerinin kurtuluşa
eren bir fırka olduğunu iddia etmişlerdir. Bu grubun mensupları, çok az
istisnayla birlikte naslardan bağımsız re'ye, aklî istidlallere ve kişisel
yorumlara karşı çıkmışlar ve bunları
bilgi kaynağı olarak benimseyip kullandıkları için Re'y Taraftarları'nı eleştirmişler ve onları " Sünnet
düşmanları" olarak suçlamışlarıdr.[45] Dinin re'y, felsefe, nazar ve
kelama dayandırılamayacağı ilkesini benimsedikleri için, Kur'an ve Sünnet'le
ilk nesillerin bunlardan anladıklarını tek kaynak olarak kabul etmişlerdir.[46]
Bu zihniyet, reyle hüküm verme, tevile başvurma ve akıl yürütmeyi, kişiyi dalalete/sapıklığa ve
fıska düşüren bidatcilerin silahı olarak kabul etmiştir. Kesin bilgi ifade eden
ilim ve fıkıh, Hz. Muhammed'in getirdiği kitap ve hadis/sünnettir, re'y değildir. Re'y ise, kişisel zanna dayalıdır
ve kesin/hakikî bilgi ifade etmez.
Re'yle hüküm vermek bid'ate düşürür.[47] Din'de böyle bir bilgiye, zorunlu olmadıkca müracat
edilmez. Seleften bir grubun, yaptıkları
teville küfre girme ve fasık olma ihtimali dolayısıyla Haricî, Kaderî ve
Şiîlerden hadis rivayetini dahi yasakladığı söylenmektedir.[48] Onlara göre, re'y değişkendir,
bu durumda dinin anlaşılması da değişmektedir. Halbuki din, Hz. Peygamber ve
ilk iki nesil tarafından en güzel şekilde anlaşılmış ve yorumlanmıştır. Bize düşen Selefe ittibadır. Dinde ise, değişme yok, selefe ittiba vardır. Bu sebeple, onlar
arasında değişken olan kişisel
yorumların Kitap ve Sünnet'ten bağımsız olarak fıkıhta ve itikadî konularda kullanılmasıyla ilgili
önemli görüş ayrılıkları mevcuttur.
Hadis Fıkhı'nın usulünü yazan Şafiî, aklın ve re'yin fıkıhta kullanımını
kıyasa hasretmiş ve kıyası da nassa bağlı kılarak sınırlandırmış
ve ancak zorunlu durumlarda
kullanılabileceğini iddia etmiştir.[49]
Dogmatik gelenekçi zihniyetin temsilcilerinin önemlileri, genellikle,
Arap'tır. Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden beri var olan
geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkileri onlarda Kitap,
Sünnet ve Sahabe ve Tabiîn'e ittiba şeklinde tezahür etmiş görünmektedir.[50] Bu sebeple, Arab'ı sevmek,
imanın şubelerinden birisi kabul edilmiştir.[51] Sosyal değişmenin daha az
yaşandığı, istikrarın ve muhafazakarlığın hakim olduğu, Hz. Peygamber'in
uygulamaların yeterli görüldüğü Mekke
ve Medine, bu söylemin yurdu (Sünnet
Yurdu) olarak kabul edilmiştir. Bu anlayış
reye başvurmanın, esir alınan Arap olmayanların işi olduğu şeklinde bazı
hadislere yansımıştır.[52]
Gelenekçi/asarcı
din anlayışı, tarihte olduğu gibi günümüzde de benzer şekillerde ve farklı
adlarla tezahür etmektedir. Sözü edilen din söylemi, bu zihniyetin temsilcileri
tarafından yazılan eserlerin ve hadis kolleksiyonlarının yayınlanması ve pek
çok dile çevrilerek her eve girmeye başlamasıyla, yeniden, hem teorik hem de
pratik olarak büyük destek görmeye
başladı. Bunun etkilerini en fazla Selefilik olarak kendisini takdim
eden Vahhabilik, Mısır'da İhvan-ı Müslimin, Hizbü't-Tahrir, Nurculuk, Cemaat-i İslamiyye, Hindistan'da Ehlü'l-Hadis,
Ensaru's-Sünne, Sünni bazı tarikatlar üzerinde açıkca görmek mümkündür.
Böylece
sünnet, asar, hadis, Asr-ı Saadet, taklit, bidat, Cahiliyye, Ehl-i Sünnet gibi
kavramlar dogmatik gelenekçi din söyleminin hakim belirtileri oldu. Bu
söylem, " Din, âsârdan (ilk müslüman nesillerin anlayış ve uygulamaları)
ibarettir. "[53] şeklinde sloganlaştırıldı. Sünet
ve asar merkezli bir din ve dünya görüşü bu minval üzere geliştirildi.
Sonuç olarak, dogmatik
gelenekçi/asarcı din söyleminin veya
zihniyetin, Asr-ı Saadetin yüceltilmesi, selefin/ilk üç neslin görüşlerinin
kutsallaştırılması, sünnet/asar merkezli din ve dünya görüşü, rey düşmanlığı,
kelam ve felsefe düşmanlığı, yeniliklere (Bid'at) ve yaratıcılığa karşı
olma, Arapcılık, kurtuluşa ermişlik iddiası, zahiri ve literal yorum, tevile
karşı olma, sanat ve musikiye hoş bakmama, katı ve mutaassıp bir dindarlık;
yabancılaşma, dogmatizm, dışlayıcılık ve tekfir etme; farklı görüşlere ve
anlayışlara tahammülsüzlük; mutlak doğruluk iddiası gibi temel özellikleri
bulunmaktadır.
İnsanlarda,
hükmetme ve eğemen olma duygusu vardır. Bazı kimseler, diğer insanlara hakim
olmak ve onları yönetmek ister. Bu hakimiyet arzusu, bazan onu, iktidarı ele
geçirmeye ve bu yönde siyasi ve fikri çabalar içerisine girmeye sevkedebilir.
Bu amaçla içinde doğup büyüdüğü siyasi
ve dini kültürden kendini meşrulaştıracak deliller ve motifler bulmaya
çalışır. Bazan insanların kendileri,
politik-dini bir lider olarak ortaya çıkarlarken bazan da toplumun bu konudaki
kabulleri ve kültürleri bazı kimseleri
veya soylu aileleri kendileri için kurtarıcı olarak görürler. Bu tutum, imparatoru yarı-tanrı gibi gören
Sasaniler[54] ve Eski Yakın Doğu toplumlarında
ve mesih inancının bulunduğu Hristiyan ve Yahudilikten İslam'a geçenler arasında daha yoğun görülebilir.
İktidar kavgası, kabile rekabetinin yaşandığı
toplumlar arasında da kendisini gösterebilir. Toplumların siyasi-sosyal kriz
dönemleri, yeni liderler üretmeye ve bu duyguların harekete geçirilmesine en
uygun dönemlerdir.
Özgürlükleri
ellerinden alınan, zulüm ve baskı gören bazı insanlar, kendi fikirleriyle ve
eylemleriyle politik-sosyal, dini ve ekonomik olumsuzlukları değiştirmede
başarısız, yetersiz, aciz ve zayıf kaldıklarına inanmaları halinde, yaşadığı olumsuz toplumsal yapıyı
değiştirmek ve gerçeği/hakikatı elde etmek için kendi dışında manevi güçler
aramaya veya mesih ve mehdi misyonu üstlenmiş otorite kabul edilen karizmatik
liderler ve kurtarıcılar üreterek onlardan medet beklemeye başlarlar. Böyle insanlar, ezilmişlik
psikolojisi içerisinde sağlıklı düşünemezler ve başkalarının liderliğine ve
başkalarının onları yönetme veya yönlendirmesine ihtiyaç duyarlar. Bazı
insanlar, geçmişe bakıp daha önce
yaşadığı başarılı ve verimli günleri hatırlayarak onunla nasıl
övünüyorlarsa, böyle bir hayatı
yaşayamamış veya önceden yaşamış, fakat daha sonradan kaybederek büyük zulüm ve
haksızlıklara düçar kalmış kimseler ve
toplumlar da, daha iyi bir gelecek beklentisi içerisine girerler. Buna gücleri
yetmediği durumlarda, karizmatik kişi ve soylu aileleri kurtarıcı
(imam/mehdi/mesih) olarak görürler. Bu en tipik biçimde dindar kişilerde
görülürse de, aslında sadece onlara has bir özellik değildir. Tarih boyunca ve
günümüzde bir çok toplum ve devlette yaşanmış beşeri, tarihi, siyasi, kültürel,
sosyolojik ve dini bir olgudur. Bundan
dolayı, devletler ve toplumlar, muhafazakar ve radikal iki eğilimin mücadelesiyle
karşı karşıya kalmıştır. McComas'ın da dediği gibi, "tarih bu iki grup
arasındaki mücadelelerin bir dizi sonucundan ibarettir."[55]
Toplumsal bunalımların ve siyasi iktidar mücadelelerinin yaşandığı toplumlarda, mevcut meselelerin çözümünde manevi desteğe ve beşer üstü özelliklere sahip olduğuna inanılan bir kurtarıcı beklenmesi, beşeri, siyasi, kültürel, tarihi ve dini bir olgudur. Ancak kurtarıcı ve karizmatik lider arayışı, öncelikle beşeridir. Yahudilik, Hristiyanlık, Hinduizm, İslamiyet ve diğer bazı din mensupları, bu beşeri psikolojik tutumu, dini alana taşıyarak meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Yahudilerin kurtarıcı olarak Mesih'i; Hristiyanların İsa'yı; bazı müslümanların Haşimi soyundan veya Ali'nin Fatıma'dan devam eden soyundan mehdi veya mehdiler beklemesi, bu fikrin en tipik tezahürleridir.
İslam
tarihinde, "Din'i, insan veya insanlara itaat etmek ya da imama itaate
tmek. "[56]
olarak algılayan "karizmatik liderci " veya " Kurtarıcı
bekleme " şeklindeki politik din söyleminin pek çok tezahürüne rastlamak
mümkündür. Bunların başında Keysaniyye, Mansuriyye ve Muğiriyye başta olmak
üzere bütün Şii Gulat hareketleri, Onikimamiyye Şiası (Usuliler-Ahbariler), İsmaililik -Hasan
Sabbah Fedaileri-, Batınilik, Karmatiler, Zeydilik, Dürzilik, Nusayrilik,
Kadıyanilik, Babilik-Bahailik, Şeyhilik, Oniki İmam'ın masumiletini ve imamete
hak sahibi olduklarını savundukları sürece Kızılbaş Alevilik ve benzeri ekoller
gelmektedir. Politik-Karizmatik liderci din söyleminin İslam düşüncesindeki
bütün tezahürlerini geniş bir şekilde incelemek bu makalenin sınırlarını
aşmaktadır. Ancak bu tezahürlerin hemen hemen tamamının Şii kültür havzasıyla doğrudan ya da dolaylı
olarak ilişkisinin olduğu bir gerçektir.
Bu bakımdan Şia'nın inanç, ibadet, ahlak ve ilim anlayışlarında bu
söylemin ne kadar etkili olduğu üzerinde kısaca durmak istiyorum. Aslında bu
inancın insanlık tarihinde daha önce tezahürleri bulunduğu bilinmektedir.
Şia'nın da, imamlara yüklediği karizma ve otorite konusunda, Sasani kültürden,
eski gnostik kültürlerden, Eski Yunan Felsefesi'nden, Ortadoğu dinlerinden
Yahudi ve Hristiyanlık'tan ve Hermetik kültürden büyük ölçüde etkilenmiş olduğu
bir çok araştırmacı tarafından ortaya konulmuştur. Fazlurrahman'ın tespitleri konunun daha iyi anlaşılması
açısından önemli olduğu için aynen aktarmak istiyoruz: " Şiilerin 8. ve 9.
yüzyıllarda ortaya konulan ve daha sonra
incelikle işlenen bu konudaki akideleri gerçekte İslam öncesi
İranlıların krallık anlayışından mülhemdir. İslam öncesi İran'da kral kutsal
telakki edilip, nitelikleri ne olursa olsu, kral olduğu anda onun, yeryüzünde
"Tanrı'nın gölgesi" olduğu kabul edilirdi. İranlılar'ın bu ilahi kral
fikrinde Şia bazı gnostik unsurları ilave etmiş gözükmektedir. Mesela İmam'ın
yanılmaz sıfatını haiz nihai siyasi ve dini liderin alim-i mutlak olması
gerektiği, eski İran düşüncelerinden değil, gnostik fikirler dünyasından
gelmektedir."[57]
Siyasal-Karizmatik din söyleminin merkezinde Masum İmam , Mehdi, Mehdiye açılan kapı (Bab) ve Mesih fikri bulunmaktadır. Bunların kaldırılması durumunda, bu fırkaların varlık sebepleri ortadan kalkmış olur. Diğer taraftan Aşağı yukarı bunların tamamında, ya Haşimi soyundan veya Ali'nin Fatıma'dan olan soyundan (Ehl-i Beyt) bir kişi ya da bu soyla alakası olmayan kişiler, hayatta iken ya da ölümünden sonra, kurtarıcı (Mehdi/İmam/Mesih/Allah'ın hülul ettiği Resul) olarak beklenmektedirler. Bu misyon, Haşimi soyundan olanlara çoğu kere kendileri dışındakiler tarafından yüklenirken, Haşimi soyundan olmayanlara, daha çok kendilerince yüklenmiştir. Mehdilikle yetinenler olduğu gibi müceddidlikle başlayıp mehdilik, mesihlik ve resullük, daha da ileri giderek ilahlık iddiasında bulunanlar da olmuştur.
Şiiliğin inanç sistemi, din ve dünya görüşü, tamamamen
masum bir imam otoritesi çerçevesinde şekillenmiştir. İmamiyye Şia'sı'na göre,
İslam toplumunu yönetme yetkisi, Ehl-i Beyt mensubu 12 İmama Allah ve Resul'ü
tarafından nas ve tayinle verilmiştir.
Allah'ın Peygamber göndermesi kendisine nasıl gerekliyse, aynı şekilde
Peygamberden sonra imam göndermesi de vaciptir. İnsanlara, imamlarını seçme
yetkisi verilmemiştir. Onlar, bu görüşleriyle
Ehl-i Beyt-i siyasallaştırmakla kalmadılar, onlara " dini, siyasi,
ilmi ve hukuki " bir misyon
biçtiler. Neticede imamlar ve Ehl-i Beyt, siyasal iktidar veya menfaat peşinde olanların, bu amaçlarına
ulaşmalarında bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Bunu başarabilmek için
de Velayet adı altında, Usulu'd-Din içerisine
sokarak iman esası haline getirdiler.
Muhammed Rıza el-Muzaffer, bu imamın tayini, görev ve yetkilerini şu şekilde
belirlemektedir: "Bu imam, insanların din ve dünya işlerini tedbir etmek,
aralarında zulmü, düşmanlığı gidermek, adaleti yaymak hususunda peygamberin umumi velayetine haizdir ve bu bakımdan İmamet, nübüvvetin
devamıdır. Peygamberleri göndermek nasıl bir lütüf ise, peygamberden sonra,
onun yerine İmamı nasbetmek de lütüftur ve vücub-ı zati ile Allahü Teala'ya vacipdir; bu bakımdan İmamet,
ancak Allah Teala'dan nass ile, yahud o İmam'dan önceki İmamın, onu İmametini
beyaniyle tahakkuk eder; insanların seçmesiyle ve istemesiyle olmaz; İnsanlar
dilediklerini İmam olarak tayin, yahud dilediklerini azl hakkına da sahip
değillerdir. Aynı zamanda insanlar İmamsız da kalamazlar."[58]
İmamiyye'ye göre, İmamlar, peygamberler gibi masumdirlar.[59] Yani Ehl-i Beyt mensupları bozuk
itikadlardan ve çirkin davranışlardan, hata ve yanlışlardan, büyük ve küçük
günahlardan korunmuş ve temizlenmişlerdir (ı'smet), bu sebeple onların
sözlerinin hüccettir.[60] İmamlar tıpkı Nebi ve Resuller
gibi meleklerden daha üstündür.[61]
Neticede ma'sum olan Ehl-i Beyt'i sevenlerin asla ateşe girmeyecekleri ve onların şefaat makamı
oldukları fikri benimsenmiştir.[62] Hatta İmamiyye Ehl-i Beyt'e
kozmolojik bir önem atfederek onları yeryüzünde insanların emniyeti ve
kurtuluşunun vesilesi kabul ederler. Şöyleki Allah bütün yaratılmışları
Peygamberi ve Ev Halkı için yaratmıştır. Eğer onlar olmasaydı Yüce Allah ne göğü, ne yeryüzünü, ne Cennet'i
ne Cehennem'i, ne Ademi ne Havva'yı, ne melekleri ne de yarattığı şeylerden bir
tekini yaratırdı.[63]
Bu anlayışa göre, imamet konusu iman esasıdır ve onu inkar eden
kafirdir. Şii İmamiyye'nin önde gelen alimlerinden Şeyh Saduk bu konuyu şu
şekilde açıklamaktadır: " Onları sevmek iman; onlardan nefret küfürdür.
Onların buyruğu Allah'ın emri; yasakları da Allah'ın nehyidir. Onlara itaat
Allah'a itaat; onlara itaatsizlik allah'a karşı gelme; onların dostları
Allah'ın dostu (Veli) ve düşmanları da Allah'ın düşmanlarıdır."[64]
İmamiyye,
Ehl-i Beyt'e ve oniki imama dini, siyasi ve hukuki bir karizmanın yanısıra bir
de ilmi karizma yüklemiştir, dolayısıyla onların bu yetkilerini inkar eden, bir
hadiste bildirildiğine göre, küfre
girer: " Benden sonra Ali'inin imam olduğunu inkar eden, benim peygamberliğimi inkar eder; ve benim
Peygamberliğimi inkar eden de Allah'ın Rab oluşunu inkar etmiş olur. "[65] Buna benzer bir rivayette de
oniki imama itat eden kimsenin Allah'a itat etmiş, onlardan birisini inkar
edenin Allah'ı inkar etmiş olacağı bildirilmiştir.[66] İmamların ilmi karizmaları ve
ilahi bir bilgiyle donatıldıkları hususu da, Şii alimler tarafından şöyle
açıklanmaktadır: " İmamın, ilahi hükümlere, ilahi maarife, bütün bilgilere
sahip olması, peygamber, yahud kendisinden önceki imam vasıtasıyladır. Yepyeni
bir şey hakkında da ima, Allah Teala'nın, ona ihsan ettiği kutsi kuvvetle,
ilham yoluyla gereği gibi hükmeder; o şeyi künhüyle anlar, bilir, Bir şeye
yönelirse ve bilmek dilerse, o şey hakkında ancak gerçeği bilir; yanılmaz,
şüpheye düşmez; bu hususta akli delillere, yahud belletenlerin beletmesine
ihtiyacı yoktur."[67] Bu şekilde inandıklarından
dolayı, onlar Kur'an'ı yorumlama hakkını da ondört masuma, yani Ehl-i Beyt'e
vermişlerdir.[68] Hatta Hz. Peygamber'in
sünnetlerini kabul için, yalnızca kendilerince benimsenmiş sahabeden veya ondört
masumdan gelmesini şart koşmuşlardır.[69]
Aslın'da
Şia'nın siyasal tarihi, 12 imam nazariyesine göre yeniden inşa edilmiş tamamen
politik bir tarihtir ve İslam'ın siyasallaştırılma projesidir. İmamları sevmek
veya sevmemek dahi dinileştirilmiştir. İslam toplumunun kaderi belli bir soyun
ya belli bir dönemden sonra da ortada olmayan gizlendiğine inanılan gözlenen
bir kişinin tekeline terkedilmek istenmiştir. Bu yüzden yazdıkları eserlerin
tamamında bu nazariye ile ilgilenilmiştir. Şia'nın yazdığı tefsirlerin tamamına
yakını, politik-masum imam anlayışı çerçevesinde ve bu anlayışın isbatlanması
için yazılmıştır. O kadar ileri gidilmiştir ki, sanki Kur'an İmamı isbatlamak
için indirilmiş bir kitap olarak görülmüştür.
Bunu isbat etmede yetersiz kalındığında, bu ayetlerin Kur'an'dan
çıkarıldığını iddia edenler olmuştur.
Ayrıca bu imamların, imamete hak sahibi olduklarını isbatlayabilmek için ikibin
kanıtı toplayan Elfeyn ve benzeri
ciltler dolusu eserler yazılmış ve
neticede binlerce insanın politik anlayışı bu şekilde belirlenmiştir. Bunun
sonucunda Sünnilik, bu imamet anlayışını çürütmek ve buna tepkisel olarak
geliştirdikleri kendi Hilafet nazariyelerini ispatlama gayretine girmişlerdir.
Ehl-i
Beyt'in kanı ve intikamı ya da onlar adına iktidarı ele geçirmek için ortaya
çıkan bir çok siyasi fırka, binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. İmamları,
velayet sahipleri olarak o kadar yükseltmişlerdir ki nebilerle aynı mertebeye
koymuşlardır. Öyleki bazı yazarlar ve fırkalara göre, velayet, bir nevi imamın nübüvveti
ya da imamın yarı ilahlaştırılmasıdır.
İmamın Nasutiliği ve Lahutiliğini dahi tartışanlar olmuştur. Ayrıca
Mehdi inancına inanmış topuluklar, müslümanların problemlerinin çözümünü onun
gelişine ertelemişler, ya da gözü açık bazı kimseler kendisini mehdi ilan
ederek yetki ve iktidarı ele geçirmeye çalışmışlarıdır.
Siyasal-Karizmatik
liderci din anlayışı/söylemi, tarihte
olduğu gibi günümüzde de benzer şekillerde ve farklı adlarla tezahür
etmektedir. Bu söylemin günümüzeki
uzantısı ve çağdaş yansımaları İran'da
Oniki İmamiyye Şiası, İsmaililik, Zeydilik, Nusayrilik, Dürzilik,
Babilik-Bahailik, Kadiyanilik, Lübnan
Hizbullah'ı üzerinde açıkca görmek
mümkündür.
Zamanla imam, velayet, nasla tayin, recat, beda, takiyye, teberri,
tevelli, intizar, ayetullah, masum,
mehdi, gaybet, gaip imam, Ehl-i Beyt, batın, rehber, muhaddes, Velayet-i Fakih ve
Merci-i taklid gibi kavramlar karizmatik liderci din söyleminin hakim
belirtileri olmuştur. Bu söylem, " Din,
imamı tanımaktır ya da Din, kişi
veya kişilere itaattir."[70] şeklinde sloganlaştırıldı.
Böylece karizmatik lider merkezli bir
din ve dünya görüşü şekillendirildi.
Sonuç olarak, politik-karizmatik liderci din söyleminin veya zihniyetin,
Siyasal iktidarın ilahiliği ve naslar tarafından belirlenmişliği, Velayete
iman, zamanın imamına beyat; İmama/İmamlara mutlak itaat; İmamların
günahsızlığı; Mehdi/Kurtarıcı beklemek; Ali ve soyuna kutsallık atfetmek,
İslamın siyasallaştırılması, Kur'an'ın batıni yorumunu savunmak gibi temel
özellikleri bulunmaktadır.
İnsan,
seven, korkan, endişe duyan, umut eden, özlem duyan, saygı duyan,
kutsallaştıran, nefret eden, tutkuları, arzuları ve sezgileri olan duygusal bir
varlıktır. Bu duygusallık, bazan kişinin kendisine yönelmesine ve içe dönük bir
tecrübeyi yaşamasına sebep olabilir. Tıpkı akıl gibi, sezgi de, insanın dini
hayatını şekillendirmede önemli bir rol oynayabilir. Bu yüzden bazı insanlar, dini hayatında ve gerçeği elde etme konusunda,
akıldan çok deruni tecrübeye bağlanır.
Kutsallaştırılan varlığa olan ilgi ve sevgisi, dini duygu ve tecrübenin
merkezine konur ve duygular, heyecanlar, kalbi bilgi ve sezgiler ön plana
geçer.[71] Özellikle sosyal ve siyasi
bunalımlar ve köklü değişimler sırasında, geleneksel yapılar dağıldığından
fertlerin güven duyguları azalır ve içine kapanarak kendisini iç murakabe ve iç
sorgulamadan geçirir. Bunun sonucunda
bunalımların ve bozulmaların kaynağını, kendisinden ve kutsaldan/yaratıcısından
uzaklaşmasına, nefsinin hırs, tutku ve kötü duygulara esir düşmesine bağlar.
Böylece kendisini tanımak ve nefsini
kuşatan olumsuz duygulardan arındırmak suretiyle, üzeri örtülmüş ve karartırmış olduğuna
inanılan ilham ve keşfi ortaya çıkarmaya
çalışır.[72]
Tarih
boyunca bir çok dinde münferit inzivaya çekilme, sezgi ve ilhamın farklı şekillerde ya da benzer şekillerde,
bir çeşit tepkisel haraketler olarak tezahürlerine raslanmaktadır. İnsan
tabiatındaki bu psikolojik eğilimlerin zümreleşmelere ve tasavvufi topluluklara
dönüşmesine en müsait zemin, sosyal ve siyasi bunalımların ve hızlı
değişimlerin yaşandığı aşırı dünyevileşmiş toplumlardır. Çünkü bu durumlarda fertlerin yaşadığı yalnızlık ve
uzlet hissi, onları kurtuluş arayışına sevkeder.[73]
İslam
düşüncesinde sezgici/keşifci ve irfani din söyleminin temsilcileri Zahidler,
Sufiler, Tarikatlar -Yesevilik, Nakşilik, Kadirilik, Alevilik-Bektaşilik,
Mevlevilik, Ticanilik, Rıfailik- kısmen Batınıler ve İşraki filozoflardır.
İslam toplumlarında ortaya çıkan züht ve takva hareketleri veya sistematik tasavvufi hareketler, diğer dinlerin tarihinde olduğu gibi, idarecilerin dünyaya aşırı
meyillerine, dini ve ahlaki alandaki
yozlaşmaya, akılcı, formalist ve tekelci eğilimlerin güçlenmesine, sosyal ve
ekonomik yapıdaki köklü değişimler, savaşlar ve göçlerin getirdiği ağır hayat
şartlarına ve çarpık kentleşmeye karşı
pasif tepki olarak
kurumsallaşmıştır.[74] Bu yaklaşımın İslam düşüncesinde
geliştirdiği bilgi kuramına İrfancı bilgi kuramı denmiştir; kendine has
özellikleri olmakla beraber, eski
gnostik ve hermetik kültürlerden ve literatürden büyük ölçüde istifade etmiştir.[75]
Sufilerin
din anlayışlarının temelinde, -Sufiliği Sünni çerçevenin dışına taşırmamaya
çalışanlar da dahil[76]- keşif, marifet, ilham ve deruni
tecrübe bulunmaktadır. Bu telakkiye göre,
bu bilgiye, ilim değil marifet
denir ve sadece amel, ibadet, riyazat, mücahede ve mükaşefe yoluyla
kalbini Allah'tan gelen tecellileri
almaya müsait hale getirenler sahip olabilir.[77] Dolayısıyla, marifet ve keşif, nesneleri algılayan duyular
ve onların verdiği veriler doğrultusunda hükmeden akılla elde edilen ilimden
tamamen farklıdır. Çünkü duyular ve akıl, sadece şehadet alemini bilebilirler.
Akıl, her ne kadar bir yaratıcının varlığını ispat etse de onun zatını asla
bilemez. Ayrıca Hakikat'ı yalnızca akıl tanıyabilirse de, kendisi, sonradan yaratılan ve eksik bir
varlık olduğu için, tek başına Allah'ı
bilemez. Allah'ı ancak Allah'la bilebilir.[78] Yani Allah kendisini, kalbini
tasfiye etmiş ve kalp gözünü açmış
kimseye bildirmekle bilebilir. Bu akılla idrak değil basiretle marifettir.
Böyle bir bilgi yanılmaktan uzak, akli ve istidlali bilgiden farklı ve düzeltilmeye muhtaç olmayan en kutsal
bilgidir.[79]
İbn-Arabi, böyle bir telakki sebebiyle, bilgilerinin hatasızlığını ve
doğrudan Allah tarafından kalbine gönderilen ilhamdan kaynaklandığını[80] veya Fususu'l-Hikem'in yazılış sebebinde olduğu[81]
gibi rüyasında gördüğü Resullulah'tan aldığını iddia etmiştir. O, daha
da ileri giderek, Veli ve Nebi'nin aynı kaynaktan bilgi aldıklarını , Velayet
vasfının Nübüvvet vasfından üstün olduğunu söylemiştir.[82]
Bazı
sufilerce, ilim ve marifet arasında oldukça ilginç bir ayrım yapılmaktadır.
Birincisi ölümlü varlıklardan dolaylı olarak
alınmış bir bilgi iken, ikincisi ölümsüz varlık Allah'tan doğrudan
alınmış bir bilgidir.[83] Bu sebeple, akılla, istidlal ve
kıyasla çıkarılan ve duyularla elde edilen bilgilere Zahir İlmi ya da Kaal İlmi;
" Hakk'ın lütuf denizinden gelen ve ancak ehli tarafından anlaşılabilen
bir takım manevi işaret, ilham ve mevhibelerden oluşan"[84] keşif ve ilhamla elde edilenlere
ise, Tasavvuf İlmi, Batın İlmi, Mükaşafe İlmi, Hal İlmi veya Allah tarafından verilmiş Vehbi veya Ledünni İlim denilmiştir. İlkine sahip olanlar alim, ikinci türe
sahip olanlara da arif denir. Bu ilim, bir sırdır, şatahatlarla doludur, herkese
açıklanmaz. Bu yüzden, arifler, bu ilimleri açıklarken rumuz, simge ve
semboller kullanmak zorunda kalmışlardır.
Sufilerin
din söyleminde, şehadet-gaybet, zahir-batın, şeriat-hakikat, tenzil-tevil,
arif-alim, fena-beka, tevhid-iftirak, vuslat-furkat ve benzeri ayrımların yapılmasına bakılırsa
diyalektik bir bakış açısı hakimdir.[85] Dini nasları da bu anlayış
doğrultusunda, zahiri ve batını
anlamları itibariyle yorumlamışlardır.
Zahir olana Hak, batınına ise Hakikat ya da Letaif veya İşarat
denmiştir. Sufinin öncel fikirlerine değil de bulunduğu makama göre kalbine
doğan ilham ve işaretlere dayandığı için Mutasavvıflar, yazdıkları tefsirlere, Letaif, Esrar, Mevahib-i İlahiyye, Futuhat, Cevahir, Nefehat, veya İşarat gibi isimler koymuşlar ve İşari
tefsir ekolünün temsilcileri olmuşlardır.[86] Diğer yandan fıkıhta Zahiri
fıkıh-batıni fıkıh veya vera fıkhı[87] şeklinde bir ayrıma giderek katı
kuralcılığa karşı amellerde niyeti ve
kalbi eylemleri öne çıkarmaya çalışmışlardır. Bununla birlikte aklı, akılcıları,
filozofları ve kelamcıları şiddetli şekilde eleştirmişlerdir.
Deruni
tecrübeci anlayış, ilk dönemlerde teolojik inançlar ve politik rekabetten çok dini tecrübeye ve manevi hayata vurgu
yapmaktadır. Ancak, kadim kültürlerdeki gnostik
ve mistik unsurların İslam dünyasına girmesiyle birlikte, Şii düşüncedeki velayet ve mehdilik fikriyle
imametin tevarüsü fikrinin etkisinde kalması sonucu siyasi ve felsefi bir muhteva kazanmaya
başlamıştır. Ayrıca müslüman olanların
eski kültürleri, mitoloji ve hurafeleri, İslam süsü verilerek canlandırılmaya
çalışılmıştır. Muhtemelen Şia'daki siyasi ve dünyevi alanı düzenlemek üzere
üretilen imamet anlayışından kaçış ve ona alternatif olarak manevi alanı düzenlemek üzere kutub anlayışı
geliştirilmiştir. Hatta Hakim et-Tirmizi, Hatemu'l-Evliya'yı Kıyamete yakın
gelecek son veli olarak görmüştür.[88] Sonraki dönemlerde Mehdi
fikrinin sufiliğe sokulmasıyla birlikte,
velilerden siyasi fonksiyon icra
etmesi beklenmiştir. Yakın geçmişte sömürgeci
güçlere karşı başlatılan bağımsızlık ve özgürlük mücadelelerinde, bazı
velilerin, mehdilik iddiasıyla veya bu iddiada bulunmadan siyasi bir kurtarıcı
rolünde ortaya çıkmaları bu beklentilerin bir sonucudur.
Veliler
arasında, Kutub, Kutbu'l-Aktab, Ahyar, Abdal
ve benzeri hiyerarşik bir sınıflama yapılmıştır. Bu kişilere, keramet ve
hikmetler gösteren beşer üstü varlıklar
olarak bakılmaya başlanmış ve tarikatların kurumsallaşmasıyla beraber, şeyhlere
mutlak itaat öngörülmüş ve onlardan sadır olan her davranış hikmet olarak
algılanmıştır. Hatta rüsumların ve
tarikat ayinlerinin icrası nefis
terbiyesinin önüne geçmiştir. Bu sebepten tarihte gelenekçi-muhafazakar Fakihlerle Sufiler
arasında şiddetli fikri gerginlikler yaşanmıştır. Osmanlı döneminde yaşanan
Kadızadeliler-Sivasiler çekişmesi de bunun tipik örneklerindendir. Bu
çekişmenin günümüzde de devam ettiğini gösteren en önemli kanıtlardan birisi
Mevdu'dinin şu eleştirisidir :
" Böylesi bir ortamda, ilim, düşünce, irade, bilinç, tenkid gibi
kavramlar anlamlarını tamamen yitirirler. Şeyhin, mürşidin durumu mürid
tarafından eleştirilemez olarak algılanırken, onlara ubudiyet izafe edilir. Her
ne kadar bu durum ismen belirtilmese de uygulamada şeyh , mürşid bir ilah gibi
kabul edilir ve müridler çekinmeden onlara karşı kul oldukları söyleyerek
kulluk yaparlar. Şeyhin, mürşidin beşer üstü bir varlık oluşu da (!)
kerametler, ilhamlar gibi şeylerle desteklenir. İlhami konuşmalar, müritleri
simgelere, hayali şeylere, anlamsız hareketlere iter. Mürid kendisini ayrı bir
alemde yer almaya başladığına inanır ve
o hayal aleminden gerçek aleme bir türlü geçemez. Bu duruma kendilerini o kadar
inandırırlar ki, uçtuklarına başka alemde gezdiklerine dair, inanarak yemin ederler. "[89]
Sezgici/keşifci
din anlayışı, tarihte olduğu gibi günümüzde de, siyasal, toplumsal ve ekonomik
alanlarda yaşanan bunalımlardan bir kaçış ve aşırı dünyevileşmeye karşı daha
farklı bir dünyevileşme biçiminde aynı
tarikat adlarıyla veya farklı biçimlerde
farklı adlarla bir tepki olarak tezahür etmektedir. Aslında tarikatlar,
"içinde yaşadıkları cemiyetin tipine göre bir sosyal fonksiyon icra
ettikleri muhakkaktır."[90] Toplumsal yapıda meydana gelen
değişiklikler doğrultusunda değişime uğrayarak mensuplarının manevi
ihtiyaçlarının yanında, ekonomik, siyasi ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde ticari şirketler, holdingler, vakıflar, dernekler ve sermaye kurumları
gibi modern örgütlenmeler gerçekleştirmektedir.[91] Özellikle Sufiliğin Osmanlı
kültürünün en önemli unsurlarından birisi olması sebebiyle, günümüzde Türkiye'de din anlayışları üzerinde
doğrudan veya dolaylı olarak etkilerini sürdürmektedir. Ayrıca bugün pek çok
İslam ülkelerinde ve göç ya da yeni
ihtidalar sonucu Avrupa ve Amerika'da Nakşilik, Kadirilik, Alevilik-Bektaşilik,
Mevlevilik, Ticanilik, Rıfailik tarikatları yaşamaya devam etmektedirler.
Zühd, takva, velayet, tevekkül,
marifet, fena, beka, şeriat, tarikat, marifet, hakikat, kutup, zahir, batın, keramet, sezgi, keşif, ilham,
mücahede ve mükaşefe kavramları deruni tecrübeci din söyleminin hakim belirtileri
olarak canlılığını korumaya devam etmektedir. Bu söylemin sloganı ise, "
Mutlak hakikata ve dini bilgiye, evliya ve ebrar'ın yol göstericiliğinde keşif ve ilhamla ulaşılır. " olarak belirlenmiştir.
Sonuç olarak, deruni tecrübeci/mistik
din söyleminin veya zihniyetin, veli ve sufilerin yüceltilmesi, sufi önderlere ve şeyhlere
mutlak teslimiyet, metafizik alem hakkında düşünme, varlıkların tek kaynaktan olduğunu kabul[92], başta insanlar olmak üzere
bütün varlıklara karşı sevgi ve hoşgörü, keşif ve ilham merkezli din ve dünya
görüşü, akıl düşmanlığı, kelam ve felsefe aleyhtarlığı, kurtuluşa ermişlik iddiası, batıni yorum,
sanat ve musikiye yakın ilgi, doğruluğu
başkalarınca test edilemeyen öznel ve kontrol dışı kutsal bilgi (keşif ve
ilham), mutlak doğruluk iddiası gibi
temel özellikleri bulunmaktadır.
İnsanlar, hal, tavır, tutum, davranış, duygu ve düşünceleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Tabiatlarından kaynaklanan bu durum onların dini hayatlarının farklı biçimlenmesine sebep olmuştur. Aynı kültürel, siyasi, ekonomik ve dini ortamlarda yetişen iki kişi arasında dahi, dini anlama ve yaşayış biçimlerinde farklılıklar görülür. İnsanların dini anlama, açıklama, yorumlama ve yaşama tecrübelerinde görülen farklılıklar ve dini tipolojiler, temelde insanın tabiatında bulunan tipolojilerle yakından ilişkilidir. Bununla birlikte insan tabiatında bulunan tepkisel, akılcı, gelenekçi, mehdici/radical, sezgici tipolojiler, sosyal ve dini hayata da yansıyarak, daha üst düzeyde, belli fikirler veya şahıslar etrafında toplanılmasına, fırka, mezhep, tarikat ve cemaatlerin oluşmasına sebep olabilmiştir. Yalnız insanların içinde yaşadıkları dini, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yapı, bu tipolojilerden birisinin veya bir kaçının dini hayatta ve din söylemlerinde daha fazla ön plana çıkmasını, birbiriyle mücadele sonucu yer değiştirmesini doğurabilir. Hatta birkaç zihniyetin tesirinde, yukarıda ele almadığımız tamamen eklektik söylemler de geliştirilmiş olabilir.
Evrensellik iddiasında bulunan dinlerin tarihinde ortaya çıkan fırka, mezhep, tarikat ve cemaatler, bu psiko-sosyal gerçeklikten nasibini almıştır. İnsan tabiatındaki tepkiselliğin ve sertliğin bedevilerin sosyal hayatında yaşam biçimi olarak tezahür etmesi, Osman döneminden itibaren yaşanan sosyal bunalımlar neticesinde, İslam düşüncesinde yerleşik hayatın kurum ve kurallarına ayak uyduramayan ve Haricilik adıyla bilinen isyancı tipleri ortaya çıkarmıştır. Diğer taraftan, yerleşik hayata geçiş, kent olgusuyla ve devlet geleneği ile tanışma, İslamı evrensel, hadari ve devlet dini olarak yorumlayan değişime açık akılcı zihniyeti doğurmutur. İslam'ın farklı bölgelerde yayılmasıyla birlikte farklı din ve felsefelerle karşı karşıya gelmesi, Mürcie, Rey Taraftarları ve Mutezile gibi akılcı ekollerin ortaya çıkması ve hadisin suistimali sonucunda, bütün mesaisini Peygamber ve hemen sonraki nesillerin geleneklerini tespite yönelen, sünnet ve asar merkezli bir din ve dünya görüşünü savunan gelenekçi zihniyeti doğurdu. İslam öncesi Arap toplumunun siyasi iktidar yarışının tekrar belirmeye başlamasıyla birlikte Emevi zulmü ve baskısı altında yaşamak zorunda kalan bazı çevreler, kurtuluşu ve iyi bir gelecek kurma ümidini Haşimi soyundan ya da Peygamber soyundan gelen karizma atfettikleri bir kişiye bağladılar. Böylece "kişiye veya kişilere itaati esas alan" mehdici ve Karizmatik liderci bir din söylemi doğdu. İslam toplumunda aşırı sekülerleşme, akılcılık ve gelenekcilik anlayışlarına bir tepki olarak ve de sosyo-politik bunalımların yaşandığı dönemlerde geleneksel yapının bozulmasıyla yanlızlaşan insanları kurtarmaya yönelik sezgici/keşifci bir zihniyet teşekkül etti. Geçmişte ve günümüzde ortaya çıkan din söylemleri üzerinde, farklı biçimlerde de olsa, bu zihniyetlerin yansımalarını görmek mümkündür. Ancak onların çağdaş tezahürleri bir başka makale konusudur.
İnsanlar
arasındaki görüş farklılıkları ve ayrılıkları, tabii, psikolojik, tarihsel,
dini ve sosyoljik bir vakıadır. Her bir din, felsefe ve ideoloji, bu gerçekten
nasibini almıştır. Bu farklılılklar, mutlaklık iddiasında bulunmadıkça,
kendisini İslam'ın temsilcisi görmedikçe, başkalarını öteki olarak
algılamadıkça birer zenginlik olarak kabul edilebilir. Bu yüzden farklı
mezhepleri, tarikatları, cemaatları, doğru-yanlış, sapık-bidat ve benzeri
sınıflandırmalar yapmak yerine, insan doğasından kaynaklanan ve toplumsal yapıyla kurumlaşan farklı bilgi
sistemleri veya zihniyetler olarak analiz etmenin daha doğru olacağı
kanaatindeyiz.
[1] İslam düşüncesindeki farklı eğilimler ve dine
farklı yaklaşımlarla ilgili sınıflandırmalar konusunda bkz., Gazzali, el-Munkız mine'd-Dalal, çev., Ahmet
Suphi Furat, İstanbul trz. 44 vd.; İbn
Rüşd, Kitabu'l-Keşf an Minhaci'l-Edille,
çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1985, 191 vd.; İsmail Hakkı İzmirli, "Beş Sınıf", DFİFM., 12(
1929),, 12; Süleyman Uludağ, İslam
Düşüncesinin Yapısı, II. baskı, İstanbul 1985, 17-22. Uludağ, geçmişte
yapılmış tasniflerden bahsederek bu anlayışları Selef, Kelam, Tasavvuf ve
Felsefe olarak sınıflandırıp incelemiştir. Bkz., İslam Düşüncesi'nin Yapısı, İstanbul
1972.
[2]Şehristani, el-Milel
ve'n-Nihal, thk., Abdulemir Ali Mehna-Ali Hasan Faur, Beyrut 1990, I/23.
[3] Böyle bir yaklaşımın tipik örneği olarak bkz.,
İbnü'l-Cevzi, Telbisu'l-İblis, Beyrut 1989.
[4] Cahız, el-Beyan
ve't-Tebyin, Beyrut trz.,
II/-49-59; Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal, I/18; Bu iki alimin
tasnifleri ile ilgili eleştiriler için bkz., Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam aklının Oluşumu, çev. İbrahim
Akbaba, II. baskı, İstanbul 200; 33-35.
[5] Hristiyan
mezheplerinin ortaya çıkışını psikolojik açıdan analiz eden oldukça önemli bir araştırma bulunmaktadır.
Bkz. Henry C. McComas, The Psychology of
Religious Sects, London 1973.
[6] Bkz.,
McComas, 7, 8, 34.
[7] Karakter okuma konusunda geniş bilgi için bkz.,
McComas, 23 vd.
[8] Ünver Günay, Din
sosyolojisi Ders Notları, Kayseri 1986, 179.
[9] Geniş bilgi için bkz., Yaşar Kutluay, İslam
ve Yahudi Mezhepleri, İstanbul 2001, 28-35.
[10] Krş., Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri, İstanbul 1981, 29.
[11] McComas, 62.
[12] Nasr Hamid Ebu Zeyd,İlahi Hitabın Tabiatı, çev. Mehmet Emin Maşalı, Ankara 2001, 56.
[13] Kur'an'ın kendisinde bulunan bazı özelliklerin
ayrılıklara nasıl zemin hazırladığı konusunda geniş bilgi için bkz., Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri,
22-27.
[14] Mc Comas, 71.
[15] Kabile toplumunun bu genel yapısı hakkında geniş
bilgi için bkz., Taha Akyol, Haricilik ve
Şia, İstanbul 1988, 124 vd.
[16] Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Ankara 1969, 37-38.
[17] Philip K. Hitti, İslam Tarihi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, I/46 vd.
[18] Akyol, 130 vd.
[19] Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu, İstanbul 200, 95.
[20] Bu konudaki iddialar için bkz. Muhammed Ebu
Zehra, İslam'da Siyasi ve İtikadi
Mezhepler Tarihi, çev., Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, İstanbul 1983, 75;
Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin
Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara 1981, 24.
[21] Montgomary Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi Fıglalı, Ankara 1981, 37.
[22] Nafi b. el-Ezrak'ın mektuplarında bunlar açıkca
zikredilmektedir. Bkz., Taberi, Tarih, II/518-19
; Ethem Ruhi Fığlalı, İbadiyye'nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, 74-81.
[23] Müberred, el-Kamil
fi'l-Lüğa ve'l-Edeb, thk. Ebu'l-Fazl İbrahim, Kahire 1956, II/154, 176; Mes'udi, Mürucü'z-Zeheb ve Meadinu'l-Cevher, thk. Muhammed Muhyiddin
Abdulhamid, Mısır 1964, II/415; Bağdadi, Mezhepler Arasındaki Farklar, 56.
[24] Eş'ari, Makalatu'l-İslamiyyin,
thk. Helmut Ritter, Wiesbaden 1980, 88.
[25] Hasan Onat, 99
Soruda İslam Mezhepleri, (Yayınlanmamış ders notları)
[26] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, VIII. baskı, İstanbul 1996, 96.
[27] Krş., Fazlurrahman, İslam, çev. Mehmed Dağ-Mehmet Aydın, II.baskı, İstanbul 1992, 238.
[28] Taberi, Tarih,
II/518-9; Eş'ari, Makalatu'l-İslamiyyin, 87,
112-13, 120; Şehristani, el-Milel
ve'n-Nihal, I/133; İbnü'l-Esir, el-Kamil,
IV/167.
[29] Hilafet
Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, çev. Ramazan Şeşen, Ankara
1988, 69.
[30] McComas, 96.
[31] Salim b. Zekvan, Sire (Mürcie ile ilgili kısım), thk. Michael Cook, ( Early Muslim Dogma
( London 1981) içerisinde ), 163.
[32] Mevali Mürcie ilişkisi konusunda geniş bilgi için bkz., Sönmez
Kutlu, Türklerin İslamlaşma
Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara
2000, 89-91.
[33] Ebu Hanife, el-Fıkhu'l-Ekber,
İstanbul 1981 (İmamı Azamın Beş Eseri,(
çev. Mustafa Öz) içerisinde), 61. Krş. Kitabü'l-Alim
ve'l-Müteallim, İstanbul 1981 (İmamı
Azamın Beş Eseri,(çev.Mustafa Öz) içerisinde), 81,86.
[34] Eş'arî, Makalât, 143. Krş. Ebû Hanife, el-Fıkhu'l-Ebsat, 39.
[35]Taberî, II, 1567, 1577; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, V, 183.
[36]Taberî, II, 1567.
[37]Fazl b. Şazan, el-İzâh,
Beyrut 1982, 54.
[38]Bkz., Kazi
Abdulcebbar, Şerhu Usuli'l-Hamse, Kahire
1965, 88-89, 742.
[39]Bkz. İbn Sina, en-Necât, Kahire 1983, 2-3.
[40] McComas, 71.
[41]Mehmet Sait Hatiboğlu, Şerefü Ashabi'l-Hadis'e yazdığı Mukaddime, (Ankara 1991, II baskı)
, 9.
[42] Sönmez Kutlu, İslam
Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Ankara 2000, 50.
[43]Hatib el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 41-42, 63.
[44]Hatîb el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 8,
75.
[45]Bkz., İbn Ebî Ya'la, Tabakâtu'l-Hanabile, Kahire 1952, I, 35.
[46]Hatîb el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 8-9.
[47]Bu konudaki eleştiriler için bkz. İbn
Abdilberr, Camiu Beyanu'l-İlm ve Fadlihi', Beyrut trz., II, 27, 29, 33, 94.
[48]el-Hatîb el-Bağdadî, Kitabü'l-Kifâye fi İlmi'r-Rivaye, Haydarabad 1357, 120.
[49]Bkz., Şafii,
er-Risale, Çev. Abdülkadir
Şener-İbrahim Çalışkan, Ankara 1996, 22, 323.
[50] Onların bilgi kaynakları arasında akla nasıl bir
fonksiyon yükledikleri konusunda geneş bilgi içn bkz., Kutlu, İslam Düşüncisinde İlk Gelenekçiler,
169-73
[51] İbn Şahin, Arapları sevmeyi imanın 75 şubesi
arasında sayar. Bkz. K.adî Ebû Ya'la, Mesâilü'l-Îmân,
227.
[52]Abdullah b. Amr b. el-As(63/682) kanalıyla Hz.
Peygamber'den rivayet dilen şu hadis oldukça enteresandır: "
İsrailoğullarının durumu, aralarında esir milletlerin çocukları olan Muvelledun sınıfı türeyinceye kadar
mutedildi. Ne zaman ki bunlar, kendi
görüşleriyle hüküm vermeye başladılar, işte o zaman hem kendileri
dalalete düştüler, hem de İsrailoğullarını dalalete düşürdüler." Bkz. İbn Mace, Sünen,
thk. Muhammed Fuad Abdulbaki, İstanbul trz., I, 21.
[53]Hatib el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 6.
[54] Eski İran geleneğinde kralın karizması konusunda
oldukça önemli bir makale bulunmaktadır. Bkz., Richard N. Frye, "The Charisma of Kingship in Ancient
Iran", Iranica Antiqua, 6 (1964), 54. Ayrıca Şia'nın teşekkülünde
Sasani kültürünü rolü hakkında bkz., Şahin ahmedov, Sasani Kültürünün Şia'nın Teşekkülündeki Rolü, Ankara 2001. (Basılmamış Y.Lisans tezi)
[55] The
Psychology of Religious Sects, 73.
[56] Kummi, Makalatu'l-Fırak,
thk. Cevad Meşkur, 60; Şehristani, el-Milel
ve'n-Nihal, I/38, 170, 179, 189.
[57]Fazlurrahman, "İslam'da Başkaldırı Hukuku
", çev. Adil Çiftçi, İslami Araştırmalar, cilt:8, No:2(1995), s.136. Krş.,
Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, 134,192, 216, 246-250 ; Cabiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, 235 vd., 284
vd.,
[58] Şia
İçançları, çev.Abdulbakiy Gölpınarlı, İstanbul 1978, 50-51.
[59] el-Muzaffer, Şia
İnançları, 51-52.
[60] Tabersi, Mecmû'u'l-Beyân fi Tefsîri'l-Kur'ân, Tahran trz., IV, 357; Tabatabai, el-Mizân
fi Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1973 (II.Baskı), XVI, 312-313; Şeyh Saduk, Şii İmamiyye'nin İnanç Esasları, çev.
E.Ruhi Fığlalı, Ankara 1978, 110, 113; İbrahim Musevi, Akaidu'l-İmamiyye el-İsnaaşeriyye, Beyrut 1982, I, 10; III, 179.
[61] Şeyh Saduk,
104.
[62] Bu konudaki hadisler için bkz. Makrizi, Fazlu Âl el-Beyt, thk. Muhammed Ahmed el-Âşûr,
Kahire 1980, 51-52.
[63] Şeyh Saduk, 109.
[64] Şeyh Saduk, 110
[65]Kuleyni, Usûl
mine’l-Kâfî,Tahran 1388, (III. Baskı), I, 186 vd.; Şeyh Saduk, 123.
[66] Bkz., Şeyh Saduk, 124; Krş., Kuleyni, Usul, I,
187.
[67] el-Muzaffer, Şia İnançları, 52.
[68] İmamiyye'nin Kur'an'ı yorumlama metodları
konusunda geniş bilgi için bkz. Süleyman Ateş, "İmamiyye Şiası'nın Tefsir
Anlayışı", AÜİFD., XX(1975), 147-172.
[69] İmamiyye'nin Hadis anlayışı konusunda geniş bilgi
için bkz. Cemal Sofoğlu, Şia'nın Hadis Anlayışı, Ankara 1977 (Basılmamış
Doktora tezi).
[70]Hatib el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis,thk.., M. Sait Hatipoğlu, Ankara
1991,(II. Baskı), 6.
[71] Ünver Günay-A. Vehbi Ecer, Toplumsal Değişme, Tasavvuf, Tarikatlar ve Türkiye, Kayseri 1999, 105.
[72] Bkz., Kemal Sayar, Sufi Psikolojisi, İstanbul 200, 14-15.
[73] Cabiri, Arap-İslam
Kültürünün Akıl Yapısı, çev. Komisyon, II. baskı, İstanbul 200, 338.
[74] Bu konuda geniş bilgi için bkz., Günay-Ecer,
85-97; Fazlurrahman, İslam, 178-184.
[75] Geniş bilgi için bkz., Cabiri, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı, 339-352.
[76] Örneğin bkz., Ebu Nasr Serrac et-Tusi, el-Lum'a, çev. H. Kamil Yılmaz, İstanbul
1996, 16
[77] Bunun yolları ve gerçekleşme aşamaları hakkında
geniş bilgi için bkz., İbn Haldun, Şifau's-Sail-Tasavvufun
Mahiyeti, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul 1984, 123.
[78]Ebu Bekr Muhammed el-Kelesazi, et-Tearruf li Mezhebi Ehli't-Tasavvuf, Kahire 1992 (III. baskı), 76.
[79] Bkz., Fazlurrahman, İslam, 167.
[80] el-Futuhatu'l-Mekkiyye,
Beyrut trz., I/62.
[81] Bkz.
Fususu'l-Hikem, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul 1981, 1.
[82] Geniş bilgi için bkz., Fususu'l-Hikem, 18-20.
[83] el-Futuhatu'l-Mekkiyye, I/31
[84] Ebu Nasr Serrac et-Tusi, el-Lum'a, 20.
[85] Zahir-Batın ayırımının geniş bir analizi için
bkz. Cabiri, Arap İslam Kültürün Akıl
Yapısı, 352 vd.
[86] Bkz., Süleyman Ateş, İşari Tefsir Ekolü, Ankara
1974, 19 vd.
[87] İbn Haldun, Şifau's-Sail-Tasavvufun
Mahiyeti, 90.
[88] Bkz., Hatmu'l-Evliya,
Beyrut 1965, 342 vd.
[89]Mevdudi, İslam'da
İhya Hareketleri, çev. A.Ali Genç, Pınar Yayınları, İstanbul 1986, s.128.
[90] Erol Güngör, İslam
Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul 1987, 114.
[91] Krş.,Güngör, 114.
[92] Sevim, 56.