Doç.Dr.Sönmez KUTLU
Düzenleyen: Din Öğretimi Genel Müdürlüğü
28-30 Mart 2001 İstanbul
Laik bir
devlette, yaygın ve örgün eğitimde din
eğitiminin yeri, devlet eliyle verilip
verilemeyeceği, zorunlu ya da seçmeli olması, din eğitimi verildiği takdirde
hangi yaşlarda başlanacağı, nelerin öğretileceği ve benzeri sorunlar, Türkiye'de en çok
tartışılan konuların başında gelmektedir. 1982 yılına kadar, daha çok, Din
eğitiminin varlığı-yokluğu tartışılırken, bu tarihten sonra, Anayasal güvence
altına alınmasıyla birlikte, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi adı altında ilkokul
IV. sınıftan itibaren zorunlu bir ders olarak okul programlarında yerini
almıştır. Din eğitiminden çok, din kültürünün ve ahlak bilgisinin öğretilmesini
hedefleyen bu yeni durum, Anayasa'ya girmesiyle, en az diğer maddeler kadar
yasal bir meşruiyet kazanmıştır. Son
yirmi yıldır, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin zorunluluğu ve içeriği, bazı kesimlerin eleştirilerine uğramışsa da,
genelde kamuoyunun desteğini ve güvenini kazanmıştır. Böylece Din eğitimi,
varlık tartışmalarından kurtulmuş ve özgürlüğüne kavuşmuştur. Ancak bu dönemin
hassasiyeti içerisinde hazırlanan müfredat programları ve yazılan kitaplar, bir yıl öncesine kadar yürürlükte kalmış ve
bu derslerin öğrenciler ve toplum üzerinde nasıl bir değişim ve dönüşüme sebep
olduğu, bu derslerde öğrencilerin beklentilerine ve sosyal hayattaki
ihtiyaçlarına ne kadar cevap verilebildiği, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
derslerinin öğretiminde kullanılan metodların olumlu ve olumsuz yönlerinin
neler olduğu üzerine ciddi bilimsel araştırmalar ve analizler oldukça sınırlı
düzeyde yapılabilmiştir. Bununla birlikte, Din Öğretimi Genel Müdürlüğün'de
kurulan bir komisyonun bir kaç yıldan
beri çalışarak, bu derslerin müfredat
programını yeniden belirlemiş olması, Din Eğitimi ile ilgili problemlerin
çözümü için atılan ciddi adımlardan birisi olarak kabul edilebilir.
Bireysel,
toplumsal ve evrensel bir olgu olan dinin,
nasıl ve hangi model esas alınarak öğretileceği konusu, ülkemizin Avrupa
Birliğine aday ülke olması süreciyle birlikte, 2000'li yıllarda yaşayacağı
toplumsal ve kültürel değişim gözönüne alındığında, her zamankinden daha çok
önem arzetmektedir. Bu sebeple, Türkiye tarihi ve kültürel birikiminden ve
eğitim-öğretim konusunda batıda geliştirilen modellerden istifade ederek, genelde
eğitim sitemini, özelde din eğitimini, felsefesi, hedefleri ve toplumsal
temelleri bakımından yeniden gözden geçirmek ve bilimsel veriler ışığında bazı
reformlar yapmak durumundadır.
"Küreselleşen",
"çok kültürlü" ve "çok dinli" bir dünyada dinin nasıl
öğretilmesi gerektiği konusunda, akademik çevrelerde " Dinlerarası",
"Fenomenolojik", "Din ya da Mezhep Merkezli" ve "Sorgulayıcı" olmak üzere bir çok
model geliştirilmiş bulunmaktadır. Bütün bu modellerin geliştirilmesindeki
amaç, çok dinli ve çok kültürlü toplumların din eğitimi ve öğretimi konusundaki
bilgi açığını ve ihtiyacını karşılamaktır. Hiç kuşkusuz, farklı toplumsal yapılar
ve farklı dinlerin öğretimi için üretilen bu metodların, ülkemize aynen
taşınması veya İslam'ın öğretilmesi için aynen kullanılması mümkün değildir.
Ancak, batıda din öğretimi konusunda uzman olan bilim adamlarınca geliştirilen
bu modellere kayıtsız kalmamız da düşünülemez.
Din
Öğretimi Genel Müdürlüğü, din öğretiminin varlık sorunu tartışmalarını geride
bırakarak 2000'li yıllarda din öğretiminde yeni bir yöntem arayışına girmiş ve
bu amaçla " Din Öğretiminde Yeni Yöntem Arayışları "adlı uluslararası bir sempozyum düzenlemiştir.[i] Ülkemizde dinin daha iyi ve
doğru bir şekilde hangi modelle verilmesi gerektiğinin tespiti projesinin ilk
adımı olarak, bu konuda batı dünyasında geliştirilen modelleri, bu modellerin
sosyal, psikolojik, teolojik ve felsefi temelleri, uygulamada görülen
aksaklıkları ve bunların çozüm yolları
sayıları otuzbeşi aşan yerli ve yabancı bilim adamının tartışmasına açmıştır.
Sempozyum,
Açılış ve Protokol Konuşmaları ile
Genel Değerlendirme Oturumu hariç
olmak üzere, toplam beş oturumdan oluşmuştur. Üç gün devam eden
sempozyumun açılış konuşmasını yapan Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. Mualla
Selçuk, konuşmasında dinin doğru ve bilimsel metotlarla öğretilmesinin önemini,
sempozyumun düzenlenme amacını ve ele alınacak konular üzerinde durarak üç gün
sürecek oturum ve tartışmalarda şu soruların cevabının aranacağını söyledi: " Günümüz insanı dinî
metinlerle nasıl bir iletişim veya bildirişim gerçekleştirebilir ? Bugünkü
bilinç çatımızla dinsel olgu ve olaylara nasıl bakmalıyız ? Geçmişle (
tarihimiz) şimdi (çağdaş evrensel değerler) arasında işlek bir köprü kurmamızı
sağlayacak yöntemleri nasıl geliştirebiliriz ? " Sempozyumun amacının
öğrencilerin psikolojik öğrenme yaşlarına uygun yaklaşım biçimlerinin
belirlenmesi olduğunu söyleyen Selçuk, yaklaşım biçiminden neyin kastedildiğini
şu şekilde açıkladı: " Yaklaşım biçimi, sadece gelişim basamaklarına
değil, elbette sosyo-kültürel doku ve
sahip olunan din anlayışına bağlıdır. Sağlıklı din eğitimi, kaliteli eğitim ve
öğretimden geçer. Dünya barışa muhtaç olduğundan dinlerarası barışa ihtiyaç
var. Dinlerarası barış, dinlerarası diyalogu gerektirir. Dinlerarası diyalog
ise, dinlerde temel araştırmalar yapmayı gerektirir. Bütün bunlar ise eğitim ve
öğretim alanında çabaların artırılmasını zorunlu kılar."
Daha
sonra Türkiye'deki semavî dinlerin temsilcileri birer konuşma yaptılar. Musevî
Haham Başı Vekili İshak Haleva, din eğitiminin ehil olmayan ellere teslim
edilmesinin yarardan çok zarar getireceğini belirttikten sonra şöyle dedi: " Eğitimin bence çok önemli
ve ayrılmaz bir parçası olan dinsel eğitime, çağdaş bilimle bir bütünlük
içerisinde işlerlik kazandırmak temel amaç olmalıdır. Semavî din kurumu
çağdaşlığa engel değil, bilhassa çağdaşlığı telkin eden bir kurumdur." Rum
Patriği Patrik Bartolomeos ise, ahlaklı ve temiz insanlar yetiştirmenin,
eğitimin ve öğretimin birinci hedefi olması gerektiğini vurguladı. Okullarda
ahlâk derslerinin yanında din derslerinin de bulunması gerektiğini savunan
Bartolomeos, din dersi kitaplarının diğer dinler aleyhinde yazılanlardan arındırılmasının elzem olduğunu
söyledi ve şunları ekledi: "Tüm
yaratılanların tek olan yaratıcının eseri olduğunu öğretmek ve diğer dinlere
sevgi, saygı ile bakılmasını sağlamak
hedef olmalıdır. Din derslerinde öğrencinin not korkusu olmamalıdır.
Öğretmenlerin bağnazlıktan uzak olması en önemli eğitim aracıdır."
Diyanet
İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, dinin
insanlık tarihindeki önemi ve doğru öğretilmesinin gereğini dile getiren bir
konuşma yaptı. Yılmaz, şu anda tartışmanın odak noktasında yer alan Kur'an
kursları probleminin çözümü ile ilgili olarak daha önce bir çok kimsenin
gündeme getirdiği şu öneriyi tekrarladı: " İlköğretim 6., 7. ve 8.
sınıflarına, isteğe bağlı Kur'an'ı Kerim ve Meâli dersi konulmalıdır. Bu bir ihtiyaçtır. Bu
gerçekleşirse Kur'an kurslarına büyük ölçüde ihtiyaç duyulmayabilir." Bu
teklif, her nedense, basın tarafından, ilk defa söylenen bir şeymiş gibi
algılanarak Sempozyum'da üç gün boyunca tartışılan hayatî problemler
görmezlikten gelinmiştir.
Milli
Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu, yaptığı konuşmada, 2000'li yıllarda yaşanacak
sosyal değişim ve AB sürecinin, Türkiye'de din öğretimi anlayışının ve
uygulamasının gözden geçirilmesini
zorunlu kıldığını ve Türkiye'nin sosyo-kültürel alandaki hızlı değişim ve
gelişim ışığında din öğretimi modelinin yeniden ele alınması amacıyla böyle bir
sempozyumu düzenlediklerini bildirdi. Bu sempozyumun, Türkiye'deki din
öğretiminin problemlerini çözme konusunda
önemli katkılarda bulunacağına inandığını ifade eden Bostancıoğlu,
sözlerini şöyle sürdürdü: " Dinin toplumsal ve bireysel yaşamı yakından
ilgilendiren ahlakî öğretileri arka plana itilerek, şekilcilik ve sloganların
öne çıkarıldığı bir ortamda, gerçek ve sağlıklı bir din öğretimi daha da önem
kazanmaktadır. Akla ve bilime dayalı bir din anlayışı kaliteli öğretimle
mümkündür. Din doğru öğretilmezse, insanları bağnazlığa ve fanatizme götürür.
Bunun sonucunda Allah ve Peygamber adına hareket edenler, kendilerinde
yargılama yetkisi görenler türeyebilir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Asıl
tehlike, insanların kendilerine sunulan bu tür dinî anlayışları, gerçek din
gibi kabul etmeleri durumunda başlar. Din eğitimcileri, bireyleri böyle bir din anlayışına mahkum etmemek için ellerinden gelen çabayı
göstermek zorundadırlar." Milli Eğitim Bakanı Bostancıoğlu, sempozyumun
Türkiye ve bütün ülkeler açısından önemli ve yararlı sonuçlar getireceğine inandığını belirterek emeği
geçen herkese teşekkür etti ve başarılar diledi.
Öğleden
sonra ise, tebliğlerin sunulup tartışıldığı oturumlara geçildi. Üç gün süren
sempozyumda beş ayrı oturumda sırayla şu konular tartışıldı:
Çoğulcu
toplumda Din eğitiminin felsefî, toplumsal, teolojik ve diğer temellerinin tartışıldığı ve MEB Müsteşarı Bener Cordan’ın
başkanlığını yaptığı bu oturumda ilk bildiriyi,
İngiltere Birmingham Üniversitesi’nden katılan Din eğitimcisi Prof.Dr. John
M. Hull sundu. Tebliğine, din eğitimi modeli konusunda Avrupa ve Amerika gibi çoğulcu ve demokratik
toplumlar arasında önemli farklılıkların
bulunduğunu; tek dinlilikten (mono-religious) çok dinli yaklaşıma kadar geniş bir yelpazede
verildiğini belirterek başlayan Hull, din
eğitiminin şu üç ayrı biçimde verilebileceği tezini ortaya attı:
a) Dini Öğrenme (Learning Religion): Burada, her bireyin
mensubu olduğu dinin prensipleri ve inançlarının öğretilmesi amaçlanır. Bu, bir
anlamda, bir tek dinin ya da bir tek
teolojik sistemin
(Confessional/Indoctrinal) öğretimdir. Bu yaklaşımda, esas olan azınlık
guruplarının kendi dinlerini öğrenmeleri ve onların dinlerine saygıdır.
b) Din Hakkında Öğrenme ( Learning about Religion): Dinle
ilgili araştırma ve çalışmaları içerir. Din bir disiplin olarak öğretilir ve
diğer dinlerle karşılaştırmalar yapılmak suretiyle öğretilir. Din öğretiminde
geliştirilen Fenomenolojik yaklaşım, din öğretimine bilimsel yaklaşmanın
sonucunda geliştirilmiştir. Bu anlamda, Din Eğitimi, Teolojinin bir alt
disiplini olup farklı dinleri, öğrenme konusunda eşit haklar tanır. İngiltere ve Norveç'te geliştirilen modeller,
bu kısma girebilir. Din hakkında öğrenme, çok dinli, çok kültürlü, çoğulcu ve
demokratik toplumlarda önemlidir. Bu metodun, kendine has avantaj ve
dezavantajları vardır.
c) Dinden Öğrenme
(Learning from Religion): Bu öğrenme biçiminde, din sadece araştırma konusu
değil, eğitimin konusu da olmaya başlar. Amaç, öğrenciye herhangi bir dini ya
da mezhebi öğretmek değil, yaşama ilişkin değerleri öğrenmesini sağlayarak onun
ahlâkî ve manevî gelişimine katkıda bulunmaktır. Bu modelde amaç, çocuğun
eğitimi ve disipline edilmesidir. Bu sebeple, bu yaklaşım din eğitimi olarak da
isimlendirilebilir.
Küreselleşmenin
neticesinde sermayenin de küreselleştiğini, ekonomik değerlerin sosyal ve
kişisel hayata her geçen gün daha fazla
girdiğini söyleyen Hull, bildirisini bu
problemin çözümüne yönelik şu önerileriyle bitirdi: " Ekonomik rekabetin
fertler ve toplumlar üzerinde sebep olduğu olumsuzluklar, ancak manevî
değerlere dönmekle ve bu konuda yapılacak işbirliği ile ortadan kaldırılabilir.
Böylece din ve din eğitimi için, artık dinlerin birbirlerine karşı rekabetçi
başarılar veya kendi içinde değerli sayılan geleneklerinin aktarımı peşinde
koşmayan yeni bir rol ortaya çıkmaktadır. Dinin manevî ve ahlâkî değerlerinin
küreselleşen sermaye değerlerine meydan
okumasının, gençlerin ve yetişkinlerin
yaşamlarına yeni bir yön ve anlam kazandırmakta gerekliliği farkedilmektedir.
Bu yeni din eğitimi modeli, inançlar arası diyalog bağlamında ve Avrupa
aydınlanmasının eleştirel ve laik varsayımları çerçevesinde sürdürülmelidir. Bu şartlarda Türkiye'nin Avrupa Birliği’ne
girmesi, bu topluluğun dinî çoğulcu yapısına büyük bir güç katacaktır."
Oturumun ikinci bildirisi, Almanya Tübingen
Üniversitesi'nden katılan Prof. Dr. Karl Ernest Nipkow tarafından sunuldu.
Konu, "Avrupa Birliği Anlayışı Çerçevesinde Almanya'da Din Öğretimi"
idi. Bildirisine, Avrupa Konseyi Bildirisi’nde, her bireyin dinî özgürlüğünün
tanındığını, din eğitiminin bireyin hakkı olduğunu, bu hakkın devletin haklarından
önce geldiğini, bu sebeple din öğretiminin düzenlenmesinin üye ülkelerin
insiyatifine bırakıldığını belirterek başlayan Nipkow, tavsiye edilenin, din öğretiminin dinsel hoşgörü çerçevesinde
verilmesi, hoşgörüye dayanmayan hedeflere ve amaçlara sahip bir ders olarak
verilmemesi olduğunu söyledi. Nipkow'a göre, başkalarının dinine saygı, bireyin
kendi dinini iyi ve doğru öğrenmesinden geçer. Bunun için de din öğretiminin
genel müfredatın bir parçası olması gerekir. Ancak müfredatta tek bir inancın
ya da dinin ön plana çıkarılması yerine, tüm dinlere eşit mesafede durulması ve
tüm dinlere eşit fırsatın tanınması gerekir. Din eğitiminin nasıl
kurumsallaştırılacağına ve düzenleneceğine dair üç ayrı modelden bahseden
Nipkow, bu modelleri genel hatlarıyla şöyle açıkladı: a) Geleneksel Din Eğitimi
Modeli: Bu bir bilgi disiplini olarak Hrıstiyan mezhepleri (Katolik-Protestan
ve Ortodoks) ilahiyatının öğretildiği modeldir. b) Dinî Çalışmalar Modeli: Bu
güncel modelde, bir bilgi disiplini olarak "Dinî Çalışmalar"
başlığında bütün öğrencilere, tüm temel
dinlere girişi kapsayan bir konunun sunulduğu modeldir. c) Entegre /
Din-Felsefe-Ahlâk kurallarının birlikte öğretildiği model: Bu model, Federal
Almanya'da birinci model değiştirilerek geliştirilmiştir. Devlet kilisesi
feshedilmiştir, ama devletle dinî topluluklar birbirinden kesin çizgilerle
ayrılmamıştır; katı bir laiklik söz konusu olmamıştır. Anayasal olarak din
özgürlüğü tanınmıştır. Genel olarak ülkeler tarafından din özgürlüğü ya
“pozitif din özgürlüğü”, ya da “negatif din özgürlüğü” şeklinde benimsenmiştir.
Almanya bu ikisini birleştirmiştir. Olumsuz yönü, dinsel açıdan nötr olan
devletin yurttaşlarına herhangi bir dini
empoze etmekten kaçınmasıyla sonuçlanmasıdır. Olumlu yöne gelince, dinî
topluluklara, Hrıstiyan, Müslüman ve Yahudilere kendilerine ait din eğitimi
verme imkanını sağlamasıdır. Nipkow, Almanya'da din öğretiminin temel
özelliklerini şu şekilde belirlemektedir: Almanya'da bütün öğrencilere din
eğitimi verilir. Devlet bütün dinlere eşit muamele yapar. Din eğitimi vermek
zorunlu, seçilmesi ihtiyaridir. Öğrenci Katolik ya da Protestan din eğitimini
seçmek durumundadır. Tüm okullarda İslam da öğretilir. Dini öğretenler uzman
kişilerdir. Tarafsız bir şekilde
öğretmeye çalışırlar. Din dersinde öğretilenler, diğer sosyal bilimlerle ilgili
derslerle desteklenir ve birbiriyle çelişmemesine dikkat edilir. Aile çocuğuna dinin öğretilmesine karşıysa,
öğrenciye baskı yapılmaz. Din eğitimi almak istemeyenlere Ahlâk eğitimi verilir. Ahlâk dersi seçenlere de müfredat
gereği biraz din öğretilir. Dinlerarası uyum ve müfredatı belirleme, dinlerin
kendilerine bırkılmıştır. Protestan sınıflarına diğer mezhep ve din mensubu
öğrenciler de kabul edilir. Her kişinin teolojik bireyselliğinin olduğuna
inanılır. Hedef Hrıstiyanlığı yaymak değil, dinî bilgileri geliştirmektir. Bu
sebeplerden dolayı, Din eğitimi çok boyutlu bir metodoloji içerisinde ele
alınmalıdır. Doğruyu arama yönünde bir
teolojik eğitim gerekir. İlahiyat, ruhu özeleştiri olarak kullanılırsa, Fundamentalizme
götürmez. Eğitime dayanan dinî eğitimle İlahiyat’a dayanan dinî bir öğretim
faydalı olur.
Oturumun " Almanya'da Dinî Çoğulculuk ve Okulda
Dinlerarası Öğretim İçin Öneriler" adlı üçünçü bildirisi, Almanya'dan
katılan Dr. Reinhard Kirste tarafından sunuldu. Dr. Kirste, Almanya'da dinî
çoğulculuğun tarihinin, Avrupa'da 1555'ten itibaren halk göçlerine kadar
gerilere götürülebileceğini, özellikle
Prusya döneminde bir çok inanç muhacirlerinin Branderburg'a kabul edildiğini,
Hrıstiyanlar arasında uzun süre devam eden mezhep çatışmalarının yaşandığını,
bu dönemlerde Müslüman doğunun Avrupa kültürüne önemli etkiler yaptığını
belirttikten sonra şunları söyledi:
"I. Dünya savaşından sonra diyalektik bir teoloji benimsenmiştir.
Buna göre Hrıstiyanlık gerçek dindir, diğerleri gerçek din değildir. 1960'lı yılların başına kadar İslam,
tamamıyla dolaylı bir rol üslendi. Bu
tarihlerden itibaren, başta Türkiye'den olmak üzere, diğer müslüman ülkelerden
bugün sayıları 3-4 milyonu bulan müslüman nufus Almanya'ya geldi. Hatta
Avrupa'nın her tarafına işci göçü yaşandı. Katolik Kilisesi II. Vatikan
Konsili'nde dinlerarası diyalog fikrini kabul etti. Aslında dinî çoğulculuk
durumu, teolojik durumun, dolayısıyla Hrıstiyan'lığın mutlakiyet yetkisinin
yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir. Katoliklerin yer almadığı Ekümenik
Kiliseler de, 1979'da bu tartışmalara katıldı ve Diyalogun ilkelerini
belirledi. Ancak, Katolikler ve Protestanlar arasında diyalog problemi
aşılamamıştır. Her iki tarafın da dogmatiklik iddası söz konusudur ve asla
kendilerini reforme etmeye yanaşmamaktadırlar. Bu da Hrıstiyan teolojisini
sınırlamaktadır. Sömürgecilik dönemi sona ermesine rağmen, “misyonerlik
perspektifi” her ikisinde de, hala devam etmektedir. Bu arada üç farklı
yaklaşım ortaya çıkmıştır. a) Kilise dışında yahut Hrıstiyanlık dışında
kurtuluş yoktur. (Exklusivismus) b)
Kesin ve garantisi olmasa da, diğer dinlerde de kurtuluş vardır.
(Inklusivismus) c) Kurtuluşa giden Hrıstiyanlık yolu dışında önemli olmayan başka kurtuluş yolları da
vardır. (Religious Pluralizm) "
Dr.
Kirste göre, bu gelişmelerin neticesinde 1989 yılında yapılan toplantılardan
sonra 50 civarında üyesi olan bir "Dinlerarası Çalışma Grubu"
oluşturularak diyalogun eğitim kurumlarına yansıtılmasının gereği üzerinde
duruldu. Aslında Dinlerarası Eğitim’in arkasında, dinlerarası diyalog
çalışmaları bulunmaktadır. Böyle bir eğitim modelinin hedefi, hoşgörü ve
uzlaşma düşüncesinin desteklenmesidir. Dinlerarası eğitimin önünde pek çok
engellerin bulunduğunu belirten Dr. Kirste,
bunların aşılabilmesi için şu
yönlendirici ilkelerin benimsenmesini istedi: a) Diyalog, ancak eşit ortaklar
arasında anlamlı bir şekilde gerçekleşebilir. b) Başkalarını kendi dinine
döndürme anlayışından (misyon) vazgeçilmelidir. c) Dinlerin hükümranlık
tezleri, ancak kendi inançlarının taahhütlerine dayanabilir. d) Hiç bir din en
son gerçeği ortaya koyamaz. e) Dinler, kurtuluşa ermenin farklı yolları olarak
algılanmalıdır. f) Okullarda çok kültürlü ve çok dinli bir hava oluşmuştur. Bu
sebeple din eğitiminde pedogojik yaklaşım da farklı olmalıdır. g) Dinler veya
mezhepler, okulları ne kendi ilgi alanlarının uzantısı yapabilirler, ne de
kendilerini yasal yetiştirme görevi dışında tutabilirler. h) Eğitim, bir mezhebin ya da dinin eğitimi değil, mezheplerüstü
ya da dinlerarası bir eğitim olmalıdır. Dr. Kirste, bütün bu gelişmelere
rağmen, dinlerarası bir eğitimin gerçekleşmesinin önünde, başta dinlerin
örgütlenememesi ve temsil edilememesi problemleri olmak üzere, pek çok engelin
bulunduğunu ve dinlerarası işbirliğini gerektirdiğini belirterek konuşmasına
son verdi.
Oturumun dördüncü bildirisi, Norveç'ten katılan Dr.
Kari Flornes tarafından sunuldu. Dr. Flornes, " Çoğulcu Toplumların
Okullarında Zorunlu Din Öğretimi" adlı bildirisinde, Norveç'in 1997 yılında Din Dersi'nin zorunlu bir ders
olarak kabul etmesinin gerekçelerini ve
bunun sonuçlarını analiz etti. Din
eğitiminin, zorunlu kılınmasının, çoğulcu toplum yapısına geçiş süreci, ulusal
Hrıstiyan kültürü, insanların mezhep öğretilerinden uzaklaşması ve laiklik
gereği yapıldığnı belirten Dr. Flornes, zorunlu din dersinin amacını şöyle açıkladı: " Çoğulcu bir
toplumda zorunlu okul dersi olarak din eğitimi, her bir öğrencinin benlik
duygusunu, kültürel bağlılığını devam ettirmek ve aynı zamanda paylaşılan bir
kültürdeki diyalogu ilerletmek için yeni öğretici yaklaşımlar gerektirir. Bu
yaklaşıma göre, geleceğin öğretmenleri, karşılıklı hoşgörü, saygı, ihtimam,
eşitlik, adalet, destek ve empati temeline dayanan bir doğrudan iletişimli
öğrenme ortamında bilgilerini,
yeteneklerini ve ahlâklarını geliştirmeye zorlanacaklardır. " Dr. Flornes,
bu dersin zorunlu kılınmasından sonra öğrenciler üzerinde çeşitli araştırmalar
yapıldığını ve bu araştırmalarda bu dersi verebilecek ve öğrencilerin ihtiyaçlarını
karşılayacak öğretmenlerin önceden yetiştirilmiş olmamasından dolayı,
öğrencilerin çeşitli dinleri öğrenmekle biraz kafalarının karıştığını, ancak
ailelerin dinin öğretilmesinden memnun olduklarının ortaya çıktığını söyledi.
Dr. Flornes, bu iki yıllık zorunlu eğitimin genel sonuçlarını şöyle sıraladı:
a) Yöntem tuttu ve sevildi. Öğrenciler çok ilgi duyuyorlar. Hem kendi
dinlerini, hem de farklı dinleri öğrenmekten memnunlar. b) Bireyler, bir bütün
olarak eğitiliyorlar. c) Manevi Zeka ve Duygusal Zeka birlikte işliyor. d) Bu
yöntemin, hem öğrenciler, hem de öğretmenler için faydalı olduğu anlaşıldı. e)
İyi öğretmenler tarafından verildiği takdirde, öğrencilerin şiddete ve
disiplinsizliğe yönelmelerinin engellendiği görüldü. f) Öğrencilerle birlikte
çalışmanın gereği ortaya çıktı. g) İnsanların ve öğretmenlerin gelecekteki
manevi gelişimine katkı sağlamanın gerektiği anlaşıldı.
Bildiriler üzerine yapılan
müzakerelerde, çoğulcu toplumlarda din
öğretiminin, küreselleşen sermayenin ve ekonomik değerlerin yayılmasından doğan
zararların önlenmesinde nasıl bir rol oynayacağı, zorunlu din öğretiminin
gerekçeleri ve çoğulcu toplumlarda bir model olup olamayacağı, dinlerarası yöntemin dinlerarası diyalogla
ilişkisi tartışıldı. Ayrıca dinlerarası eğitimde, özellikle müslümanların
temsili ve kimin muhatap alınacağı konusunda ve öğretmen yetiştirilmesinde hala
büyük problemler bulunduğu dile getirildi.
"Din
Öğretiminde Dinlerarası Yöntem"in tartışıldığı ve Prof. Dr. Beyza Bilgin’in
başkanlığını yaptığı II. Oturum’da, ilk bildiri Hollanda'dan katılan Dr. Marien
von den Boom tarafından sunuldu. Dr. von den Boom, "Kültürler Arası
İletişimde Yeni Yönelişler" adlı bildirisinde, küreselleşme manasındaki
globalizasyon'un ekonomi alanındaki
kültürel etkileşimi artırdığını ve bunun sonucunda yerel değerlere dönüşü ifade
eden glokalizasyon durumunu ortaya
çıkardığını, böyle bir durumun din öğretimi alanını da etkilediğini
vurgulayarak din eğitimin kaçınılmaz bir duruma geldiğini şöyle açıkladı:
" Ekonomik alanda satın alma psikolojisinde kültürel faktörler nasıl önemli ise, din
eğitimi verilirken de yerel değerlere ağırlık vermek o kadar önemlidir. Ancak bu, küresel kültür
değerlerinin ihmal edilmesini gerektirmez. Zaten günlük hayatta bu değerlere
dünyanın her tarafında rastlanmaktadır. Kültürler içinde paradoks gibi görünen
birbirine zıt değerler bulunabilir. Bunları iyi yorumlamak gerekir. Nihai
değerler ile ara değerleri iyi tespit etmek gerekir. Din eğitimi konusunda
yerel değerleri tespit edenleri ve onların ait oldukları kültürlerdeki merkezi
hususları iyi kavramak gerekir. Çünkü bu eğitimde, merkez sembolleri çok
önemlidir. Bu sebeple din eğitiminde metodolojik yaklaşım üzerinde ciddiyetle
durulmalı ve özellikle çoğulcu yaklaşım öne çıkarılmalıdır. Neticede ortak bir
platform oluşturarak bunun içerisinde yerel kültürel değerler yerini almalıdır.
"
Kendi
ülkesinde çocukların dinî eğitimi konusunda henüz ortak bir kanaatin
oluşmadığını, felsefî tarz da mı yoksa masal ve hikayelerle anlatılarak mı
verilmesi gerektiğinin netleşmediğini belirten Dr. von den Boom, anlamın bir
aracı olarak hikayeler ve sembollerle dinin öğretilmesini savunmaktadır. Bu
konudaki görüşlerini şöyle açıkladı: "Din öğretiminde uygulanabilen bu
hikaye türü ve sembolik yaklaşım, laik ve çoğulcu toplumlardaki din öğretimi
için bir alternatif olabilir. Anlamın ve insan sorgusunun sembolik bir
yaklaşımı, farklı bir gerçekliğe açılış ve köprüdür. Çoğul gerçekliğin sembolik
yaklaşımında, dinsel hayal gücünün ön gereği olarak örflerin ve sembollerin
evrensel modelinin varlığı gereklidir.
Bu, modern insan tarafından üzerinde çalışılmaya değer bir modeldir. Sembol,
küresel dünyada, modern insanın dinî yönelişine yardımcı olur. Sembolik
yaklaşım, din eğitimin çoğulcu ve çok uluslu bir toplumun ihtiyaçlarına
uyarlamak için önemli bir araçtır. Sembolik öğrenim, aynı insanî sorunlar
karşısında farklı kültürlerde farklı cevaplar bulunabileceğinin farkedilmesini
sağlar." Dr. von den Boom, böyle bir yaklaşımın başarısını, çoğulculuğun
dikkate alınmasına, çocukların din eğitimi almasının serbest bırakılmasına ve
bu dersi verecek öğretmenlerin kendilerine düşen büyük sorumluluk içerisinde,
bütün dinlere eşit mesafede durmalarına bağlamaktadır.
Oturumun
ikinci bildirisi, Hollanda'dan katılan
Prof. Dr. Siebren Miedema tarafından sunuldu. Prof. Dr. Miedema, "Dinler
Arası Öğretim İhtiyacı" adını
taşıyan bildirisinde, Hollanda eğitim sisteminde din eğitiminin mezhebe dayalı
özel okullarda ve devlet okullarında farklı çerçevelerde verilmesinin pek çok
soruna sebep olduğunu, bunu aşmanın yolunun, dinlerarası din eğitimi modeline
geçiş olduğunu savundu. Bildiri sahibi, toplumların dinlerarası din
eğitimine ihtiyaçın kaçınılmaz olduğunu şöyle gerekçelendirdi: " Okullarda sıkı kurallarla verilen geleneksel din
eğitimi toplumlardaki farklılıkları artırmıştır. Mezhep merkezli din öğretimi
sebebiyle ortaya çıkan büyük çalkantılar yüzünden, ABD'de din eğitimi ders
programlarından çıkarılmıştır. Farklı dinlere/mezheplere dayalı bu eğitimin kaldırılmasıyla,
bir çok aile bu eğitimi almadan yetişmiştir. Diğer taraftan, küreselleşme
kapsamında toplumsal işlevini kaybeden dini, bulunduğu bireysel alandan
kurtarmak gerekir. Çünkü günümüzde din, sadece bireyin hayatına girebiliyor.
Halbuki kamusal yönü dolaylı olan dine, bütün toplum sistemlerinde yeni bir
görev verilmiştir. Bu sebeple sekülerleşme, mutlaka dinsel çoğulculuğu
kapsayacak şekilde ele alınmalıdır. Okul, bütün bu faaliyetlerde en önemli
iletişim aracıdır. Farklı kültürler hakındaki bilgiler bir kişiye dengeli
tarzda verilmelidir. Sömürgecilik zihniyetinden kurtularak yeni bir dünyanın
kurulmasına gayret edilmelidir." Ampirik ve normatif bir düşünce çizgisi
temelinde dinlerarası eğitim ihtiyacından yana bir talepte bulunan Prof. Dr. Miedema,
din eğitimin özel amacının, insanın gelişmesine katkı sağlamak ve öğrencilere
eleştirel yaklaşımı kazandırmak olduğunu, okul ortamında mezhep/din bağlamında
değil, tarafsız verilmesi gerektiğini, bunun da dinlerarası bir modelle
sağlanacağını vurgulayarak konuşmasını bitirdi.
Bu
oturumun üçüncü tebliği, Norveç'ten
katılan Doç. Dr. Beate Borresen tarafından sunuldu. Borresen, "Sorgulayıcı
Metod: Din Öğretiminde Norveç Yaklaşımı" başlıklı bildirisinde, Amerikalı
Professor Mattex Lipman tarafından geliştirilen " Çocuklar İçin Felsefe
" adlı yöntemden hareketle
sorgulayıcı bir modelin gerektiğini savundu. O, konuşmasına, Norveç'te
Felsefenin din ve ahlâk eğitiminin bir
parçası haline gelmeye başladığını, dinden daha nötür olması dolayısıyla
aileler tarafından da benimsendiğini söyleyerek başladı. Norveç'te 1997
yılından itibaren din eğitiminde felsefenin ön plana çıktığı, eleştirel düşünce
ve dinlerarası diyalogun gerektiği üzerinde duran Borresen, böyle bir metodun,
dini hayattan bağımsız ve sıkıcı bir şekilde öğretmekten kurtaracağını söyledi.
Bildiri sahibi, bu metodun uygulamasını ve sakıncalarını ise şöyle açıkladı:
" M. Lipman'ın metodunda çocuğun kendi başına öğrenmesi esas alınmıştır.
Bu amaçla yazdığı kitaplar, beş yaş grubundan yetişkinler gurubuna kadar, bütün
öğrenme çağlarını kapsamaktadır. Bu metodda temel alınan hikayeler dışında,
oyunlara, araştırmalara, derse başlarken sorulara da önem verilmektedir. Temel
hareket noktası olarak alınan hikaye, öğretmen tarafından yüksek sesle okunarak
öğrencinin bunun üzerine düşünmesi sağlanır. Öğrencilerin sorduğu sorular
tahtaya yazılarak içlerinden en fazla dikkat çekenler sınıf ortamında
tartışılır. İşte bu aşamada felsefi eğitim devreye girer. Çocukların
birbirleriyle daha iyi tartışabilmeleri için, oturma düzeni daire şeklinde
düzenlenir." Bu metodun başarıya ulaşabilmesi için öğretmenin iyi bir
felsefe tarihi eğitimi almış olmasını şart koşan Borresen, öğretmenin bu modeli uygularken dikkat etmesi
gereken ve öğrenciye kazandırması gereken hususları ise şöyle açıkladı: "
Öğrenciler, konunun işlenmesinden önce yeterli bilgi edinmiş olmalıdır.
Öğretmen derste doğru cevabın değil, iyi cevabın takipçisi olmalıdır. Bu
yaklaşımda, öğrenci kendisini keşfedecek, başkalarının da farklı
düşünebileceğini öğrenecektir. Biz, öğrencileri tanıyıp daha iyi anlamamız, doğru düşündükleri
konularda onları desteklememiz gerektiğini öğreniriz. Öğrenciler, bazı dinî
görüşleri benimserler veya bazı ahlâkî davranışlar sergilerler. Felsefe yapmayı
öğrendikten sonra bunların doğruluğunu daha iyi test etme imkanı kazanır.
Öğrenci tek bir doğru cevabın değil, en iyi doğru cevabın daima bulunması
gerektiğini öğrenince, başkalarının cevabını küçümsemeyecek ve onlara saygıyı,
başka bir deyişle dinî diyalogu
öğrenecektir. Bu durum, onun çoğulcu bir topluma daha iyi uyum
göstermesini sağlayacaktır. "
Yapılan
müzakerelerde, bildiri sahiplerinin ileri sürdükleri tezlerin felsefî,
sosyolojik, dinî ve teolojik temelleri ve uygulamada karşılaşılan problemler
tartışıldı.
Başkanlığını Doç. Dr. Zuhal
Cafoğlu’nun yaptığı III. Oturumun ilk bildirisi, İngiltere'den katılan Dr. John
Shepherd tarafından sunuldu. Dr. Shepherd, "Fenomenolojik Yaklaşım: Din
Öğretiminin Sorgulanması" başlıklı bildirisinde, dinlerüstü ya da mezheplerüstü fenomenolojik yaklaşımın,
diğer dinlerin daha iyi
anlaşılmasına yönelik bir metod olduğu
tezini savundu. Dinlerüstü/Mezheplerüstü yaklaşımın, fenomenolojik yaklaşımla
ilintili olduğundan ve bu yaklaşımın "paranteze alma” ve
"empati" olmak üzere iki unsurdan oluştuğundan bahseden Dr. Shepherd,
bu iki unsuru şöyle açıklamaktadır:
Paranteze almak, kendi inançlarımızı paranteze alıp diğer dinler hakkında
konuşurken tarafsız olmak ve kalıp yargıdan bağımsız olmak demektir. Başkalarının
dinini onlara öğretirken, o dine mensup olanların perspektifini benimsemek
önemlidir. Empati ise, diğer din
mensuplarıyla iletişim içerisinde olmak, onlara hoşgörülü ve saygılı olmaktır.
Belli bir mezhebi ya da belli bir dini odak edinmeyen yaklaşımın, hem yararları
hem de olumsuz yönleri bulunduğunu söyleyen Dr. Shepherd, bazı yararlarını ve
olumsuzluklarını şöyle sıraladı: a) Taraflı ve önyargılı yaklaşımı engeller. b)
Diğer din mensuplarına karşı hoşgörü ve saygıyı artırır. Olumsuzluklarına
gelince, "inançları paranteze alma" ve "empati", bir diğer
dini, o dinin mensuplarının yazdığı ve inandığı kaynaklara başvurmayı ve
onların bakış açısıyla, yani
"içerden birisinin gözüyle" (insider) bakmayı gerektirir. Bu
bakımdan, dinlerüstü/mezheplerüstü bakış açısı, bazı olumsuz sonuçlar doğurur.
"İçerdekilerin" görüşüne sorgulamasız yaklaşım ve atfedilen imtiyaz
üç açıdan eleştirilebilir: a) "İçerdekiler", kendi dinleri hakkında
gerçek ve orjinal bilgi sunabilir, ancak bunların o dinin ne kadar gerçek temsilcileri olduğu
tartışılabilir. b) "İçerdekiler", dini idealleştirme tuzağına çabuk
düşebilirler. c) "İçerdekiler", her zaman en iyiyi bilir demek
yanlıştır. İçerdekilerin bakışına fazla imtiyaz tanımak, onların ön yargılarını
kendi dindaşlarının önyargılarının yerine koymak demektir. Bu sebeple
içerdekilerin bakış açılarının çoğulculuğuna dikkat edilmelidir. Sadece olumlu
yaklaşımlara değil, olumsuzlara da yer verilmelidir. Bu hem gerçekçi, hem de
dürüst bir tutum olacaktır. Ayrıca “İçerdekilerin” görüşleri sorgulanmadan
kabul edilmemelidir. İdealleştirilmeye karşı dikkatli olunmalıdır. Dr.
Shepherd, din/mezhep merkezli yaklaşım
için de eleştirel, fenomenolojik
bakış açısının merkeze alınması gerektiğini iddia eder. Çünkü din/mezhep
merkezli yaklaşımın (Confessional), eleştirel olan veya olmayan iki türü
vardır. Eleştirel olan, diğer dinlere adil davranır. İdealleştirmeyi engeller.
Bu yöntemde de, empati ve kendi inançlarını paranteze alma yaklaşımlarından
yararlanmak mümkündür.
Oturumun
ikinci bildirisi, Hollanda'dan katılan Dr. Cok Bakker tarafından sunuldu. Dr.
Bakker, "Din Öğretiminde Çeşitlilik " adlı bildirisinde, dinlerarası
veya kültürlerarası din öğretimi kavramı
yerine, “Çeşitlilik” kavramının kullanılmasının daha doğru olduğunu
savunmaktadır. Dr. Bakker'e göre, "Çeşitlilik" bir okulda ya da
sınıfta bulunması gereken bir özelliktir. Öğrenciler ve öğretmenler, bir takım
değişkenlerden ötürü birbirlerinden farklıdır. Belirli bir guruptaki arkaplan,
değişkenlerden sadece birisidir. Farklı gurupların olduğu çoğulcu toplumlardaki
okullarda, din tek ve zorunlu bir tanımlama değişkeni olarak
kullanılmamalıdır. Dinin yanısıra cinsiyet, yaş grubu, etnik özellikler de alt
gurupların tanımlanmasında
kullanılabilir. Değişken
"din" veya " dini arka
plan" içindeki bu çeşitliliğin, uzunca bir farklı değişkenler listesine
bağımlı olduğunun farkında olmak gerekir. Her bir değişkenin kendi içinde
çeşitliliği vardır. Değişken dini ya da değişken kültürü kendi bağlamından
ayırmak yanlıştır. Bu yüzden çocukların eğitiminde, sadece dine vurgu yaparak
ve yoğunlaşarak din öğretimi
yapılmamalıdır. Bütün değişkenleri gözönünde bulunduran Dr. Baker, dine yeni
bir yaklaşım getirmektedir. Bu yaklaşıma göre din, sadece geleneksel bakış
açısından değil, bireyin aklındaki öznel ve zihinsel yapı olarak ele alınır. Bu
sebepten kültürlerarası ya da dinlerarası kavramlar yerine “çeşitlilik”
kavramını kullanmayı önerir. Kamu veya dinî karakterli özel okullardaki öğrencilerin, çeşitli kültür ve geleneklerden
geldikleri için, tek bir geleneğe dayalı düşünceler sisteminden ziyade birden
fazla gelenekten etkilenerek büyüdüklerini belirten Dr. Bakker’a göre,
verilecek eğitimin de bu çeşitliliği bütünüyle yansıtması gerekir. Bunu
gerçekleştirmenin yolu, öğrencilere bir dinî kavramın, sadece o dinin mensuplarına değil, diğer
mensuplarına da ne ifade ettiği öğretilmelidir. Dinî öğretilerin birden fazla
yorumlanabileceği ve bunu yapabilmenin yollarını keşfetmeyi de çocuklara
öğretilmelidir.
Oturumun
üçüncü bildirisi Hollanda'dan katılan Dr. Ina ter Avest tarafından sunuldu. Dr.
Ina ter Avest, "İlköğretim Çocuklarının Sorgulayıcı Dinî Gelişimi (İbrahim
Peygamber Örneği)" başlıklı bildirisinde, Semavî dinlerde ortak olarak
anlatılan Hz. İbrahim hikayesinden
hareketle, din öğitiminde kıssaların
ilkokul çocuğunun gelişim evresine uygun bir şekilde nasıl
kullanılacağını tartışmakta ve bu konuda bir model ileri sürmektedir. Dr. Ina ter Avest, din
öğretiminde yararlanılacak kıssaların çok iyi seçilmesi ve bu kıssaların açık
ve gizli anlamlarıyla din öğretiminde kullanıldığı takdirde dinleyen öğrencileri olumlu adımlar
atmalarında, insan, tabiat ve Tanrı ile iletişim kurmalarında motive
edeceğini savunmaktadır. Ona göre,
hikayenin açık anlamıyla gizli anlamı arasındaki fark başlangıç noktası olarak
alınır. Açık anlamın, dinleyicilerin günlük deneyimleriyle bağlantılı olarak
önemli ölçüde değiştiğini, ancak gizli anlamının, dinleyicinin hayatındaki
belirli bir andaki önemli temel deneyimlere kısaca değindiği görülür. “ Değer biçme (Kıssadan hisse
çıkarma ) teorisi”nden hareketle, bu hikayeyi dinleyen kişiyi kendi hayatını
kurgulayan ve anlattığı hikayeye katılan anlatıcı olarak görür. Dr. Ina ter
Avest, bu teorisi çerçevesinde gelişen ve kişiye kendi hayatının temasını
ortaya çıkarmasında yardımcı olan pratik bir metod, yani " kendisiyle
yüzleşme metodu"nu gösterir. Bir gurp
öğrenci ve yetişkin üzerinde
yapılan araştırmada, “kendisiyle yüzleşme metodunun” uyarlanmış bir biçimi,
İbrahim kıssası ile ilgili olarak kullanılmıştır. Bu araştırma, dinleyicilerin
kıssalardaki açık ve gizli anlamları çıkarmalarında yaşlarıyla ve gelişmişlik
düzeyleriyle ilişkili olduğu görülmüştür. Ayrıca kıssaların büyüklerin
yardımıyla çocuklardaki eleştirel düşünce ve sorgulama yeteneğini geliştirdiği
görülmüştür. Öğretmenler, bu sorglamayı çocukların dinî gelişimlerini takip
ederek yapmalıdırlar ve ilköğretim düzeyinde din öğretiminde çocukların
kıssaların görünen ve gizli anlamlarını anlayabilmeleri için onların
seviyelerine göre kıssaları yeniden düzenlemelidirler. Bu uyarlama çocukluk
sonrası dönemdeki öğrenciler için de geçerlidir. Bu şartlara uyulduğu takdirde, dinî kıssalar,
çocuklara bazı rol modelleri sunabilir. Çocuk kendisini hikayedeki kahramanın
yerine koyarak bilişsel ve fiziksel yeteneklerini geliştirebilir. Bağımsızlık
ve başarı duygularını olumlu yönde etkileyebilir.
Yapılan
müzakerelerde, din eğitiminin insanın sosyalleşmesi ve sağlıklı dindarlığın
geliştirilmesinde daha iyi nasıl katkıda bulunacağı ve Fenomenolojik din eğitiminin felsefî
eleştiri noktasına kaymaktan nasıl korunabileceği ile ilgili problemler tartışıldı.
Başkanlığını Prof. Dr. Süleyman
Hayri Bolay’ın yaptığı IV. Oturumun ilk bildirisi Almanya'dan katılan Prof. Dr.
Johannes Laehnemann tarafından sunuldu. Prof. Dr. Laehnemann, "Doktriner
Din Öğretimi Bağlamında Dinler Arası Öğretim İlkeleri" adlı bildirisinde,
din/ mezhep merkezli din öğretimi modelinde karşılaşılan problemler ve bunların
aşılabilmesi için geliştirilen dinlerarası öğretim ilkelerini ortaya koydu.
Almanya'da din derslerinin Anayasının 7. maddesinin 3. fıkrası gereği, dinî
cemaatlerin ilkeleri ile uyum içerisinde yürütüldüğünü, bu sebeple dinî
cemaatlerin din derslerinin içeriğinden sorumlu olduklarını, devletin de bu
derslerin pedagojik normlara ve işlenen konuların devletin demokratik düzenine
uygun olup olmadığını denetleme hakkının olduğunu söyeleyen Prof. Laehnemann,
Almanya'daki Protestan ve Katolik mezheplerine göre verilen din derslerinin, toplumun çok dinli ve çok kültürlü bir
topluma dönüşmesi sebebiyle, dinlerarası öğretim ilkeler gözönünde
bulundurularak verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu temel ilkeleri şu
şekilde belirlemektedir: a) Din dersleri, modern ve çoğulcu dünyada herkesin
dinî inanç ve gelenekleriyle barışık olmalarını sağlamalı, onların günlük
yaşamlarına uygun olmalı ve yaşamlarının şekillenmesinde inançlarını yardımcı
bir öğe olarak görmelidir. Geleneksel
öğretileri tekrarlamak yetmez; çocukların hayatı ve tecrübeleriyle ilişkiye
sokulması gerekir. b) Dünya dinleri hakındaki bir dersin amacı, sadece kendi
ülkesini gözönünde bulundurmamak, dinlerin ve kültürlerin birbirleriyle
ilişkili olduğunu, birbirini etkileyebileceği ve sorgulayabileceğini ciddiye
almak olmalıdır. Din dersleri, çocukların diğer dinler ve kültürlere hoşgörülü,
açık bir anlayışla yaklaşmalarına olanak vermelidir. c) Dünya dinleri sadece
din derslerinin konusu olamamalı, dinle ilgili konuların gündeme geldiği Tarih,
Coğrafya, Sosyal Bilimler, Müzik ve Sanat eğitimi gibi diğer branşların da
konusu olmalıdır. d) Dinlerin özü sorgulanmamalı ve kendi geleneksel bakış
açısıyla diğer dinler hakkında hüküm verilmemelidir. Prof. Dr. Laehnemann'a
göre, bu şartalara uygun verilen din derslerinde, öğrenciler dinî kanaatlerin
çokluğunda kendi inançlarını daha iyi
anlama imkanı elde eder. Böyle bir din eğitimi modelinin de problemleri vardır.
Çocuklar ailesinden veya çevresinden dinî konularla karşılaşmamışlarsa, kendi
dinlerini ve diğer dinleri nasıl tanıtmak gerekir ? Mensubu olmadığı bir dini,
bir öğretmen nasıl ortaya koymalıdır? Büyük dinlerin, gerçeklik iddialarını ve
temel unsurları nasıl verilecek ? Bu poroblemler, din eğitimcileri ve bilim
adamları arasında işlenmeli ve çözüm yolları bulunmalıdır. Prof. Dr.
Laehnemann, bu problemlerin öğrencileri
önyargı bariyerleri ile yüklenmemiş ve daha çok birbirini işitme ve
öğrenmeye imkan veren bir karşılaşma
durumuyla donatmak suretiyle aşılacağına inanır. Bunun için de, ilkokul birinci
sınıftan başlayarak 10. sınıfa
kadar verilmesi gereken konularla ilgili
geliştirdiği bir ders programını örnek olarak sundu. Bu programda, karşılıklı
öğrenmenin birbirbirini tamamlayan bir süreç olduğunu, bu sürecin şu aşamalardan oluştuğunu söyledi:
1-Karşılıklı tanışmak,
2-Karşılıklı anlaşmaya,
3-Karşılıklı saygıya,
4-Karşılıklı öğrenmeye,
5-Karşılıklı fedakarlığa
götürür.
O'na göre bu süreç tekrar karşılıklı tanışmaya ve aynı
sürecin yeniden tekrarlanmasına sebep olur.
Oturumun
ikinci bildirisi, Almanya'dan katılan
Prof. Dr. Raimund Hoenen tarafından sunuldu. Prof. Dr. Hoenen, " Doktriner
Din Öğretiminin Problemleri ve Almanya'nın Doğu Eyaletlerinde Din/Ahlak Ders
Gurupları" başlıklı bildirisinde, 40 yıllık kesintiye uğrayan Doğu
Almanya'daki din eğitiminin, her iki Almanya'nın birleşmesinden sonra bu
bölgelerde ahlak ve din eğitimi olarak nasıl şekillendiği problemini
tartışmaktadır. Prof. Dr. Hoenen, Doğu Almanya toplumunun ve özellikle
gençliğin toplumsal, dinî ve kültürel
durumunu analiz ettikten sonra şöyle bir sonuca varır: Ateist bir dönemin
getirdiği dine olumsuz bakış açısı hala tesirini sürdürmektedir. İnsanlar, dine
inanmayı bir ihtiyaç olarak görmemektedirler. Kilisesiz bir toplum haline
gelmişlerdir. Dinî olanın artan biçimde kişiselleştirilmesi söz konusudur. Bu
da dinin, topluma ve okula ait bir şey olarak değil, bireye ait bir şey olarak
algılanmasına sebep olmuştur. Özellikle gençler Hrıstiyan değerleri
reddediyorlar. Buna rağmen mezhepsiz ve dinsiz gençler din dersini seçiyorlar
ve otantik olarak bilgilenmek istiyorlar. Bu konuda gençler yaşlılardan daha
duyarlı. Gençlerin, Eğitim, Sanat, Tarih ve Müzik derslerinde dinle
karşılaşmaları dinî öğrenmeye ilgilerini artırıyor. Son on yılda gençler
arasında kilise ve dinden bağımsız dogmatik olmayan bir maneviyat gelişmeye
başlamıştır. Bunun için de din ve ahlâk dersleri, gençlerin olumlu yönde
gelişen maneviyatlarını ciddiye almak
zorundadır. Prof. Dr. Hoenen, okullar için din öğretiminde önerilen üç ayrı
modelin ortaya çıktığını söyler: a) Tüm öğrenciler için düzenli olmayan bir din
dersi b) "Hayat Bilgisi-Ahlâk ve Din Dersi" bir branş olarak bütün
öğrenciler için genel bir ahlâk-din dersi eğitimi c) Mezheplere dayalı bir din
dersinin ve ahlâk eğitiminin farklı düzenlemlerle bir branş gurubu olarak
düzenlenmesi. Mezheplere dayalı bir din öğretiminin problemleri olduğunu kabul
eden Prof. Dr. Hoenen, bu modeli şu şekilde temellendirmektedir: a) Okulda
davranış ve yaşantıya göre düzenlenen bir öğrenme biçimi, somut olarak yaşanan
bir dini dikkate almalı ve kendini otantik olarak onun deneyimlerine
dayandırmalıdır. b) Öğrencileri esas alarak düzenlenen bir öğrenme biçimi,
yaşam ve değer yargılarının çeşitliliği dahilinde bir şekillendirmeyi ve
düzenlemeyi taleb eder. c) Farklılıklara hitab eden öğrenme şekli, hem
mezhepler ve dinler arasında, hem de dünyaya bakış açıları arasında bir diyalog
ve işbirliğini gerektirir. Bu nedenle okullarda branş gurupları ve ders
müfredatları dahilinde, aynı konularda birbirine entegre olarak ve ayrı
ayrı verilebilen programlar ve ortak
projeler geliştirilmelidir.
Oturumun
üçüncü bildirisi, Almanya'dan katılan
Prof. Dr. Reinhold Mokrosch tarafından sunuldu. Prof. Dr. Mokrosch, "
Almanya'da Doktrinler Arası Din Öğretimi: Tespit, Analiz ve Değerlendirme
" başlıklı bildirisinde, günümüz modern ve seküler toplumların dinî bilgi
boşluklarını, en sağlıklı bir şekilde
Doktrinlerarası / Mezheplerarası bir din öğretimi modeliyle
giderilebileceğini savunmaktadır. Almanya'daki Alman Hrıstiyan gençler ve Türk
müslüman gençler üzerinde yaptığı karşılaştırmalı analizlere dayanarak, bu
iddiasını kısaca şu şekilde temellendirmektedir: Son otuz yıl içerisinde
Almanya'da Protestan ve Katolik mezhepler arasındaki kesin çizgiler günlük
hayatta yavaş yavaş kaybolmaktadır. İnsanlar, kilise merkezli bir dindarlık
yerine, kileseden bağımsız bir din anayışını benimsemektedirler. Eski
geleneksel mezhep kalıpları günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap
vermemektedir. Günümz insanının dinî ihtiyaçları mezheplerin sınırlarını
zorlamaktadır. Bu durum, Hrıstiyanlığın bütününü kapsayan ya da en azından mezheplerüstü bir Hrıstiyan
din eğitiminin oluşturulması için olumlu nedenler sağlamaktadır. Gençler
üzerinde yapılan sosyolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkan olgular, din
psikolojisi, ilahiyat ve eğitim-kuramsal fenomenler bu fikri desteklemektedir.
Ancak Roma Katolik kilisesi buna karşı çıkarken, Lutheryenler bunu
desteklemektedirler. Herşeye rağmen mezhepler birliğine dayalı din eğitimi Almanya'nın her yerinde
uygulanmaktadır. Hem Katolik, hem de Protestan gençlere ortak dersler verilmekte
ve onların inançlarını güçlendirmeye yönelik, tamamıyla yeni metodlar
denenmektedir. Prof. Dr. Mokrosch, mezheplerin birliğine dayalı bir eğitimin
uygulamasının, aynı zamanda Hrıstiyanlar, Müslümanlar ve Hinduları kapsayan bir din eğitimi modeline dönüştürülebileceği
ve bunun Türkiye için bir model olabileceğini düşünmektedir.
Oturumun
dördüncü bildirisi, Cezayir'den katılan Prof. Dr. Hayrullah Assar tarafından
sunuldu. Prof. Dr. Assar, " Cezayir'de Din Öğretimi: Orta Öğretim Ders
Kitapları Üzerinde Bir İnceleme" başlıklı tebliğinde, Orta öğretimin
birinci yılında okutulan din dersi
kitaplarının, Cezayirli öğrencilerde
dinde aşırılığı teşvik ettiği varsayımını, ders kitaplarından hareketle, test
etmeye çalışmaktadır. Prof. Dr. Assar'a göre,
bu kitaplarda, içeriğinin hazırlık sorularından, konuların işleniş
biçimine ve örnek okuma metinlerine varıncaya kadar İslam dinini bağnazca
vurgulama eğilimi hakimdir. Ayrıca
Uluslararası orgnizasyonların rolleri hafife alınmaktadır. Öğretmenlerden
içeriğin öğretilmesinde akılcı bir yaklaşım sergilemeleri istendiği halde, ders
kitaplarındaki dogmatik eğitim yönelimi
açıktır. Bu, bir açıdan laiklerle diğer taraftaki gelenekçiler arasındaki anlaşmazlık iddiasının (Fransız yanlıları ve
komünistlere karşı Arap yanlıları ve İslamcılar) Cezayir'de çok belirgin
olduğunu doğrulamaktadır. Prof. Dr. Assar, okutulan kitaplardan hareketle,
Cezayir'de orta öğrenimin birinci yılında verilen İslamî eğitimde, yeterli
ve dengeli bir yaklaşım ve ılımlı eğilimin olmadığını iddia etmektedir.
Bu yüzden o, bugünkü Cezayir'de yaşanan bunalımın sebeplerinden birisi olarak
bu din eğitimi modelini göstermektedir.
Bu
oturumun müzakerelerinde, din ve mezhep merkezli din eğitimi modelinin günümüz
insanının dinî ihtiyaçlarını karşılamakta bazı önemli problemlere sebep olduğu
ve post modern/sekülerleşen bir dünyada dinlerüstü/mezheplerüstü birleştirici
din eğitiminin geliştirmesi konusunda ileri sürülen görüşler tartışıldı.
1924'ten
sonra Türkiye'de Din Öğretimi, genel eğitim içerisindeki yeri, modeli, programı, uygulamalar, yapılan
değişiklikler, özellikle son zamanlarda yapılan program çalışmaları ve diğer
ciddi değişiklikler üzerinde duruldu. Oturum başkanı Prof.Dr. M. Sait
Yazıcıoğlu, son yıllarda din öğretimi alanıda yapılan İlahiyat Fakülteleri
programları ve İmam-Hatip Liseleri'nin
müfredat programlarının yenilenmesi, İlkokul ve Ortaokul Din Kültürü ve Ahlak
Dersi müfredat programlarının değişmesi ve İlahiyat Ön Lisans programının
hayata geçirilmesi gibi önemli değişikliklere kısaca değindikten sonra ilk sözü
Doç.Dr. Recai Doğan'a verdi.
Doğan,
" 1980'e Kadar Türkiye'de Din Öğretimi Program Anlayışları " başlıklı
bildirisinde, 1924-1980 yılları arasında din öğretiminin tarihçesi ve bu dönemde
din derslerinin genel eğitim sistemindeki yeri, bu dersle ilgili program
anlayışları ve amaçları üzerine tespit
ve analizler yaptı. Program geliştirme sürecinin tanımı ve eğitim sistemindeki
önemi, vurgulayarak başlayan Doğan, ferdin ve toplumun ihtiyacını karşılayacak
bir eğitim programını hazırlama sürecinin, ülkenin önem verdiği ve eğitim
sistemine de yansımış olan değerlerle
başladığını, bunların eğitimin çerçevesini, amaçlarını ve yöntemini
belirlediğini söyledi. Program tasarımında, çocuğun psikolojik ve zihinsel
gelişim çağları, çocukların ihtiyaçları, toplumun ihtiyaçları ve gelecekte
nasıl bir görünüm kazanması gerektiği konusunun dikkatten uzak tutulmaması
gerekir. Çünkü birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen bireyin ve toplumun
ihtiyaçları birbirinden ayrılamazlar. Bunlardan hiçbirisi diğerine feda
edilemez. Doğan, Cumhuriyet döneminde din dersleriyle ilgili ilk program çılışmalarının 1924'de ilk mektep programı çerçevesinde
başladığını belirttikten sonra şunları söyledi: . Bu programda din bilgisi,
Kur'an-ı Kerim ve Din Bilgisi adıyla II. sınıftan itibaren haftada ikişer saat şeklinde verilmeye
başlanmıştır. Lise kısmında bu derse yer verilmemiştir. Bu dersin içeriği
Kur'an-ı Kerim'in nasıl okunacağı, Hz. Peygamber'in hayatı ve diğer bazı
bilgilerden oluşmaktadır. Ortaokul kısmında I. sınıfta abdest ve namazla ilgili
bilgiler verilmekte iken, II. sınıfta Peygamber'imizin Mekke ve Medine dönemi
ile ilgili bilgiler verilmektedir. Programın hedefi, İslam muhabbeti ve
sevgisini çocukların kalbinde yaşatmak idi. Bu programda 1915 ve 1916
yıllarının özellikleri görülür. Bir geçiş programı özelliği taşır. Osmanlı
dönemindeki din bilgisi dersinin müfredat programıyla hemen hemen aynıdır. İlmihalci bir yaklaşım vardır. 1926 yılında
İlköğretimde yapılan köklü bir
değişiklik sonucu, din dersleri III. sınıftan başlatıldı ve haftada bir
saate düşürüldü. Laikleşme sürecinin başlamasıyla birlikte, 1930 senesinde şehir ilkokullarına beşinci
sınıfta, Perşembe günü öğleden sonra bir saat
program dışı din dersi konmuştur. Köy ilkokullarında ise yine aynı gün,
ancak program içerisinde seçmeli bir ders olarak yarım saat konulmuştur. 1938
yılından itibaren köy ilkokullarında, tekrar III. sınıftan itibaren Perşembe
günleri program dışı olarak haftada yarım saat verilmeye başlanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluş yılları ve tek partili dönemlerde din bilgisi ve muhtevası ile ilgili değişikliklerin, Cumhuriyetle başlayan yeni toplum oluşturma
çabasının bir sonucu olduğunu belirten Doğan, bu dönemde din kültürü ve ahlak
bilgisi müfredat programlarındaki yönelişi anlayabilmek için Cumhuriyet
inkalıbının ve inkilapçılarının, İslamlığa değil, Osmanlı saltanatına ve
hilafetine karşı bir tepki olarak ortaya
çıktığını, onların asıl amaçlarının ise dini sömürü aracı olmaktan çıkarıp
olması gereken gerçek ve aslî fonksiyonuna döndürülmesi olduğunu anlamak gerektiğini ileri sürdü. Burada
program geliştirme sürecinde belirtilen, bireyin psikolojik gelişim çağlarını
dikkate almak yerine yeni oluşmuş bir toplumun ihtiyaçları ve dinin
modernleşmenin önünde bir engel değil destek olması amacı gözetilmiştir. Bazı
kimseler Laikliği dinsizlik olarak anlamışlarsa da, Cumhuriyetin müfredat
programlarındaki anlayış bu değildir. Din dersleri konusunda 1948 yılından
sonra tekrar bazı değişikliklere gidildiğini belirten Doğan, bu konuda şunları
söyledi: Hukukî değil toplumsal ve siyasal ihtiyaçlardan dolayı Din dersleri
ilkokul IV. ve V. sınıftan itibaren seçmeli olarak programa alındı. Bu Laikliğe
ters düşülmemesi adına ve İslam dininin temel öğretilerinin verilmesi adına
yapıldı. 1950'de program içine alındı.
1949'da din dersi isteyen kimselerin velileri dilekçe verirken, 1950'de
istemeyen kimseler dilekçe vermiştir. 1968'e kadar aynı ders devam etmiştir.
1967 yılında isteğe bağlı olarak Lise I. ve II. sınıfa din dersi konulmştur.
1976 da tekrar bir düzenleme yapılmıştır. Orta okul ve Lise'nin bütün
sınıflarına Din kültürü ve Ahlak bilgisi dersleri isteğe bağlı olarak yaygınlaştırılmıştır. 1949 sonrası din dersi müfredat programlarının temel
özellikleri ise şöyledir: Bu dönemde din dersi eleştirel doktrin merkezlidir.
Dinden kaynaklanan ve modernleşmenin önüne engel olan şeylerin öğretilmesi
vardır. Dini iyi kullanabilmesi için kişiye inandığını eleştirme imkanı veren
bir zihniyeti getiriyor. Cumhuriyet döneminde, Din Kültürü ve Ahlak bilgisi
derslerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanların bir üst kimlikte birleştirilmeyi, amaçlayan bir din eğitimi yapılmıştır.
Devletin hedefleri ön görülmüştür. Zamanla dindersinin muhtevası daraltılmıştır.
Bilimsel verilerin ışığında ve program geliştirme ilkelerine göre
yapılmamıştır. Demokratikleşme süreciyle beraber merkezileşmiştir. 1976 sonrasında, ferdî, sosyal, ekonomik ve
evrensel ihtiyaçlar gözönüne alınmaya başlanmıştır. Sadece İslam değil, diğer
dinlerle ilgili bilgilere de yer verilmiştir.
Oturumun
ikinci bildirisi, Prof.Dr. Beyza Bilgin tarafından sunulmuştur. Bilgin, "
1980 sonrası Türkiye'de Din Öğretimi Program Anlayışları " başlıklı
bildirisinde, 1980 ihtilalinden sonra Türkiye'de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
derslerinin zorunlu bir ders olarak eğitim sisteminde yerini almasının
anayasallaşması sürecini ele aldı. Türkiye'de
ihtilal sürecine nasıl gelindiği konusunu kısaca açıkladıktan sonra,
askeri yönetim döneminde din dersi ile ilgili çalışmalarla konusunda şu
bilgileri verdi: Milli Güvenlik Koseyi,
Türkiye'de yaşanan toplumsal ve siyasî bunalımın kaynağını, eğitim ve öğretimde
Tevhid-i Tedrisat'tan geriye dönüş
olduğunu, tekrar birlik ve bütünlük içerisinde yaşayabilmek için
eğitimde birliğin yeniden sağlanması ve Atatürkçülüğe dönülmesi gerektiğine
inanıyordu. Bunun için 1980'de geniş kapsamlı bir komisyon kuruldu. 1981'de bu
çalışmalar sonuçlandı. Bu çalışmaların başladığı sırada, Prof. Dr. Hüseyin Atay
MGK'na bir rapor verdi. Bu raporda kısaca, Türkiye'de din derslerinin, benim yaptığım çalışmaların sonuçlarına
dayanarak, seçmeli olması dolayısıyla hep sorun olduğu, seçmeyen öğrencilerin
okul dışına gittikleri ve disipline edilemedikleri gerekçesiyle, herkesin tarih
ve diğer dersleri öğrendiği gibi bu dersi de zorunlu olarak okuması gerektiği
ve bunun faydaları anlatıldı. MGK bu
raporu ciddiye aldı ve kendisini dinledi. Daha sonra MEB'lığındaki komisyona
Fakülte'den seçilecek bir kişinin müşahit olarak katılması istendi. Bunun için
ben seçildim. Daha sonra başka Fakülte ve Enstitüler de aynı teşebbüslerde
bulundu. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin kabulü ve mecburî oluşu şu üç
aşamada gerçekleşti: a) Prof. Dr. Hüseyin Atay'ın Milli Güvenlik Konseyi’ne 1980 yılında sunduğu
rapor b) MEB Din Eğitimi Çalışma Grubu c) MEB Din Eğitimi Danışma Kurulu.
İlgili komisyonlarda ben, din derslerinin keyfi değil mecburî olması
gerektiğini, Laikliğe aykırı olmadığını, Ahlak derslerinin, din dersine
alternatif olmadığını ve din kültürünün herkes tarafından bilinmesi gerektiği
konularında komisyon üyelerini bilgilendirmeye çalışıyordum. Bu arada,
doktrin/mezhep merkezli din dersinin toplumu bölmeye götüreceği ve Laikliğe
rağmen din dersi konulamayacağı şeklinde itirazlar oldu. Bu itirazlara karşı
şöyle cevap verdim: Ülkemizde bazı mezhepler varsa, bunlar inkar edilemez.
Mezhep merkezli yerine mezhepler arası din öğretimini öneriyorum. Bu derslerde
bir mezhebin bilgisi değil din bilgisinin verilecek. Verilen din bilgisi kişiyi
mümin yapması beklenemez. Bilmek ayrı şey, mümin olmak ayrı şey. Mezheplerarası bir din öğretimi, kişilerin
birbirinin mezhebine saygılı olmasını
öğretecek ve herkes kendi mezhebiyle iftihar edecek. Amaç, daha iyi
müslüman olarak yaşamak. Laikliğe aykırılık meselesine gelince, bunun ne
olduğunu tespit için de komisyon kuruldu. Ben, Türkiye'deki laikliğin bizim
ülkemize has bir laiklik olduğunu, kanun ve yasama hakkının TBMM'ne
verildiğini, Diyanet'in ise inanç, ibadet ve ahlâkî konularda halkın ihtiyacını
karşıladığını söyledim. Komisyon raporları hazırlandı ve Kenan Evren'e verildi.
Bu arada din dersinin leh ve aleyhinde bir çok haberler çıktı. Bunların bir
kısmı Kenan Evren'e özel olarak uluştırılmıştı. Sonra bu konuda bir birifing
verildi. Burada da pek çok şey söylendi. Ben de söz alıp bu dersin
Mezheplerarası ve Dinlerarası verileceğini
ve zorunlu olmasının faydalarını anlattım. Ertesi günü Meclis'te ele alındı ve eğitim sistemi içerisinde zorunlu bir ders
olarak verilmesi yasalaştı.
Oturumun
üçüncü bildirisi Prof. Dr. Cemal Tosun tarafından sunuldu. Tosun, "
2000'li yıllarda Türkiye'de Din Öğretimi: Bugünden Geleceğe" başlıklı
bildirisinde, son yıllarda Türkiye'de
Din Öğretimi ile ilgili program geliştirme
çalışmalar, özellikle de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi programları üzerindeki çalışmaları, bunun arka planı,
çıkış noktaları ve hedefleri üzerinde durdu. 1980 öncesinde din öğretimi
konusunda " varlık-yokluk"
tartışmaları yaşandığı, bu tartışmaların bilimsel zeminlerde değil, siyasî zeminlerde siyasî amaç, bilgi ve söylemlerle
yapıldığı tespitinde bulunan Tosun, din öğretiminin ancak 1980 yılından sonra
bu kısır tartışmalardan kurtulduğunu, Din Eğitimi Anabilim Dalları adı altında
geçekleştirilen bilimsel çalışmaların uygulama alanına doğru akışının başladığı
ve bunun sonucunda program çalışmalarının başladığını söyledi. Tosun, ikibinli
yıllarda Din Öğretimi alanındaki gelişmeleri, İmam- Hatip Liseleri Öğretim
programları ve İlköğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim programları olmak üzere iki ayrı sahada yapılan
değişiklikleri anlattı. Bütün bu değişmelerin kaynağında, Türkiye'de 1997 yılında
"Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim " uygulamasına geçişin bulunduğunu
söyleyen Tosun, yoğun bir çalışma süreci sonucunda konusunda uzman kişilerden
oluşan komisyonların, bu iki programı hazırladıklarını; birincisinin
sonuçlandığını ikincisinin ise İlköğretim kısmının sonuçlanarak yürürlüğe
girdiğini, programlarda hedeflenen kaliteyi yakalayabilmek için ilgili her
kurum ve kişinin gereken katkıda bulunmaktan kaçınmaması ve özellikle İHL'ni
etkileyen diğer hususlarda öncelikli tedbirlerin alınması gerektiğini belirtti.
Bildirisinin ikinci bölümünde, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi programının
bilimsel arka planını, hazırlanış sürecindeki temel mantık örgülerini,
ilkelerini ve programın genel amaçlarını inceledi. Tosun, programın çıkış
noktaları ve yaklaşım biçimi konusunda
da şu bilgileri verdi: Programın hazırlanmasında konu merkezli
yaklaşımdan mümkün olduğu kadar uzak durulmuştur. Bunun yerine öğrenciyi, toplumu,
kültürü ve evrenseli nazarı dikkate alan sorun ve hedef merkezli bir yaklaşım
benimsenmiştir. Genelde din, özelde ise İslam dini ve ahlâk, bu merkezî
yaklaşım çerçevesinde göz önünde bulundurulmuştur. Türk Milli Eğitimi’nin amaçları, ile
İlköğretim okullarının amaçları, duruma göre yönlendirici, sınırlayıcı veya
bütünleyici olarak işlev görmüştür. Doğrudan din ve ahlâk alanından alınan konu
ve hedefler ise, mutlaka öğrenci, toplum, kültür, evrensel, Türk Milli
Eğitimi’nin amaçları ve ilköğretimin amaçları süzgecinden geçirilerek alınıp
şekillendirilmiş ve ona göre yerleştirilmiştir. Ayrıca bu bildiride, programın hazırlanmasında gözetilen hedefler,
öğrenme-öğretme sürecinde uyulması gereken ilkeler, uygulama ile ilgili
açıklamalar ve genel amaçlara yer verildi. Genel amaçlar ise, bireysel,
toplumsal, ahlâkî, kültürel ve evrensel açılardan analiz edildi. Bildirinin
sonuç kısmında şu görüşlere yer verildi: İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi dersleri öğretim programları, Milli Eğitimimizin yetiştirmek istediği
insan tipinin din ve ahlâk boyutunu desteklemek için yapılmıştır.
Laik-Demokratik ülkelerde okul herhangi bir dine mensuplar yetiştirmek için din
öğretimi yapmaz. Bunun için okullardaki din ve ahlâk öğretiminin amacı,
öğrencilerin bireysel, toplumsal, kültürel ve evrensel boyutlarda
karşılaştıkları ve karşılaşacakları dinsel ve ahlâksal gerçeklerle insanî
ölçütler içerisinde doğru, olumlu ve uygun şekilde başa çıkabilecek şekilde
yetiştirmektir. Ancak, bu başa çıkmanın şekli bireylerin vicdanlarına
kalmıştır. Kimisi dindar olarak başa çıkmayı tercih ederken, kimisi dinsiz veya
dine ilgisiz kalarak başa çıkmayı tercih edebilir. Okuldaki din ve ahlâk
öğretimi açısından önemli olan, ne şekilde olursa olsun, yapılan tercihin doğru
öğrenmelere dayanmasını sağlamaktır. Dolayısıyla okuldaki din ve ahlâk öğretimi
dindar olmak isteyene yeterli öğrenmeleri kazandırmak durumundadır. Buradaki
esas amaç ise, bireylerin dinsel açıdan istismarının ve sömürülmesinin önüne
geçmektir. Dindar olmak istemeyene veya dine ilgisiz kalana da din ile ilgili
karşılaştıkları durumlarda insanî açıdan uygun ve doğru davranışları
gösterebilecek öğrenmeleri kazandıracaktır. Buradaki amaç ise, din lehine veya
aleyhine takınılacak tavırlardan ortaya çıkabilecek çatışma ve huzursuzlukları
engellemektir.
Yapılan
müzakerelerde, Türkiye'de Din öğretimi yöntemi ve sorunlarıyla ilgili sunulan
tebliğlerde ortaya atılyan fikirler tartışıldı.
Başkanlığını
Necdet Özkaya’nın yaptığı değerlendirme
oturumunda, üç gün boyunca devam eden oturumlarda sunulan tebliğler ve
bunlar üzerine yapılan müzakerelerde ele alınan konuların genel olarak
özetlendiği raporlar, her oturumun raportörü veya oturum başkanı tarafından okunarak katılımcıların,
dinleyicilerin ve basının dikkatlerine sunuldu. Bu sempozyum, Türkiye'de din
öğretimi modeli geliştirme projesi çalışmalarına ışık tutması amacıyla düzenlendiğinden, bir
sonuç bildirisi hazırlanmadı.
Bu
sempozyum, din eğitimi konusunda önümüzdeki yıllarda uzun süre tüketilmeye devam
edecek önemli bir malzemenin üretilmesine sebep olmuştur. Ayrıca bu
sempozyumdan Türkiye açısından dikkate alınması gereken şu önemli sonuçlar
çıkmıştır:
1) Din
öğretiminin, çocuğun zihinsel gelişim evreleri, bireyin ve toplumun ihtiyaçları
ve öğretilen dinin özgün yapısı dikkate alınarak yapılması,
2) Din
Öğretimi’nde daha önce uygulanan mezhep merkezli modellerin, günümüz
toplumlarının ihtiyaçlarını karşılayamadığı için, artık
Mezheplerarası/Dinlerarası, Birleştirici veya Mezheplerüstü/ Dinlerüstü yaklaşımların
geliştirilmeye başlandığı,
3) Din
Öğretimi’nin, toplumların çok kültürlü ve çok dinli yapıları gözönünde
bulundurularak verilmesi,
4) Din
Öğretiminin bireyin hakkı olduğu ve bunun din mensupları tarafından
karşılanamadığı takdirde devletin bunu karşılaması,
5) Seküler ve post modern toplumlarda,
insanların ferdi dindarlık şeklinde yeni bir dindarlık geliştirdiği ve din
öğretiminin bu gelişmeye paralel olarak yeniden gözden geçirilmesi,
6) Din
Öğretimi’nde ailelerin rolünün önemli olduğu,
7) Din
Öğretimi’nin, sadece Din Dersleri'nde
verilmemesi, diğer derslerle de desteklenmesi,
8) Din
Öğretimi’nin varlık-yokluk tartışmalarından kurtulup hangi yaşta nelerin nasıl
öğretilmesi gerektiğinin tartışılması,
9) Din
Öğretimi yaşının Batılı ülkelerde ilkokul birinci sınıftan başladığı,
Türkiye'de de bunun bilimsel zeminlerde araştırılması,
10) Din
Dersleri ile ilgili geliştirilen modellerin başarıya ulaşabilmesi için bu
derslerin mutlaka bu programların uygulayıcıları olarak yetiştirilen kişilerce
verilmesi ,
11) Din
Öğretimi’nin mutlaka bilimsel metodlarla öğretimin konusu olması,
Bu
sempozyum, basın ve yayın organlarında çeşitli şekillerde değerlendirilmiş ve
hakkında pek çok köşe yazarı yazılar yazmıştır. Üzülerek ifade etmek gerekirse,
bir çoğu sempozyumun birinci günü Diyanet İşleri Başkanı'nın Kur'an Kursları
ile ilgili bir teklifi üzerinde odaklanmış ve Sempozyum'da asıl tartışılan
konuların kamuoyuna yansımasına engel olmuşlardır. Bu sebeple, üç gün süren bu
sempozyumda sunulan tebliğlerin metinlerinin ve üzerine yapılan müzakerelerin
bir an önce yayınlanmasının, akademik seviyede yeni tartışmalar başlatacağı ve
din öğretimi konusunda ülkemizin yaşadığı sıkıntıların aşılmasında ve yeni
modellerin geliştirilmesinde önemli katkılarda bulunacağı kanaatindeyiz.
[i] Sempozyum düzenleme kurulu şu üyelerden oluşmaktadır: Prof. Dr. Mualla Selçuk ( Başkan ), Prof. Dr. Recep Kılıç ( II. Başkan ), Doç. Dr. Sönmez Kutlu ( Sekreter), Ersin Maraşlıoğlu (Sekreter), Prof. Dr. Cemal Tosun, Doç. Dr. Recai Doğan, Muammer Kandemir, Mehmet Çatakçı, Yüksel Kaymakoğlu.