İLAHİYAT ÖĞRETİMİNİN YENİDEN YAPILANDIRILMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Prof.Dr.Sönmez KUTLU
Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
Üniversiteler, siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimin, bilimsel bilgiye dayalı olarak istikrarlı bir şekilde gerçekleştirilmesi, kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi hususunda en önemli dinamiklerden birisidir. Bu kurumlar yoluyla bilimsel bilgi yaygınlaşarak kültür haline getirilebilir ve kültür de kendisini evrensel kalıplar içerisinde bu kurumlar yoluyla ifade edebilir. Evrensel eğitim, merkeziyetçilikten, gelenekçilikten ve tek tip eğitim vermekten uzak durarak ilgi alanlarını, metot ve yöntemlerini çeşitlendirmek suretiyle yereli evrensele taşımayı amaç edinir. Üniversite, bilimsel bilgiyi üreten, öğreten ve yaygınlaştıran ve aynı zamanda teknik veya mesleki eğitim veren kurumlardır. “Araştırma ve eğitim birliğine dayanan geleneksel üniversite anlayışı”, son zamanlarda yeni ve özgün bilgi üretimine ve bilimsel araştırmalara dayalı eğitim verme yerine, teknik ve mesleki eğitime ağırlık vermeye, ulus devlet üniversitelerinden ticarî amaçlı bilgi üreten özel üniversitelere, sosyal bilimlerden çok tıp ve teknik bilimlere doğru bir yönelme söz konusudur. Modern dönemde Üniversitenin temel misyonu, sosyal devlet anlayışı ve liberal demokrasinin gelişmesi ve meşrulaştırılması için edebiyat, felsefe, tarih, sanat ve hukuk-siyaset merkezli sosyal bilimlerin ürettiği bilimsel bilgiyle toplumu aydınlatma ve ulus kimliğini güçlendirmek olarak şekillenmişti. Son zamanlarda ulus devlet ülküsünün zayıflamasıyla birlikte özel ve sivil üniversite anlayışı hakim olmaya başlamıştır. Böylece modern üniversiteyi belirleyen en önemli özelliklerden birisi bilimsel eleştiri ve özerkliktir. Yüksek öğretimin içerik ve amaçları, daha önce ulus devletin tekelinde ve onun politikalarıyla belirlenirken, bugün küresel sermayelerin, ticari şirketlerin ve dini-toplumsal yapıların iradesiyle belirlenmektedir. Özellikle Türkiye’de Üniversite anlayışı, toplumsal dönüşümün sağlıklı bir şekilde yürümesinin önündeki engelleri bilimsel bilgi vasıtasıyla kaldırmak yerine, siyasi bir projenin parçası olarak yapılan köklü değişim ve dönüşümlerin haklılaştırılması ve meşrulaştırılması işlevini gördü. Modern dönemde yüksek eğitim ve öğretim anlayışındaki değişim, dönüşüm, kırılma ve savrulmalar, genelde Türkiye’deki Üniversite anlayışını, özelde ise yüksek din eğitim ve öğretimini yürüten ilahiyat anlayışını derinden etkilemeye başladı.[1]
Evrensel
düzeyde eğitim ve öğretim yapılandırılırken, fiziki imkanlar, eğitim kadrosu,
öğrenci, eğitim programı, paydaşlar başta olmak üzere pek çok boyutun birlikte
düşünülmesi gerekmektedir. Bir ülkede eğitim ve öğretim ilköğretimden yüksek
öğretime kadar bu unsurlarıyla bir bütündür; bu genel yapı göz önünde
bulundurularak sorunlar sağlıklı bir şekilde teşhis ve tedavi edilebilir. İlahiyat
eğitiminin yapılandırılmasının önündeki sorunların tespiti ve çözümünde de bu
unsurların birlikte değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Bu bakımdan ilahiyat
eğitiminin yeniden yapılandırılmasının, Türkiye’de ilköğretimden yükseköğretime
kadar büyük bir karmaşanın yaşandığı ve felç olma aşamasına geldiği din eğitim
ve öğretiminin yapılandırılması sorunuyla birlikte düşünülmesinde yarar vardır.
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı İlköğretim, Ortaöğretim, Okulöncesi eğitimde din
eğitimi, İmam-Hatipler, Diyanet kontrolündeki veya ondan bağımsız Kuran
Kursları, Diyanet İhtisas Kursları, ilahiyat fakülteleri, İlahiyat Bilimleri
Fakültesi, Özel Üniversitelere bağlı ilahiyat fakülteleri, bu fakültelerdeki
ilahiyat, uluslararası ilahiyat, Dünya dinleri, yaygın din öğretimi, İngilizce
ilahiyat, yüksek lisans ve doktora programları, ilahiyat fakülteleri dışında
alternatif medrese eğitimi programları, eğitim fakültelerine verilen din
kültürü öğretmenliği, ilahiyat ön lisans ve ilahiyat tamamlama (İLİTAM)
programları ve yabancı Üniversitelerle işbirliği sonucunda yurtdışında açılan
İslam ilahiyat fakülteleri ile buralarda okutulan akademik ilahiyat, imamlık,
manevi bakım rehberliği ve İslam din dersi öğretmenliği programları yüksek din eğitim ve öğretimin altyapısını
veya eğitim sonrası istihdam alanlarını ilgilendiren önemli tartışma alanlarıdır.
Bunların bir kısmı genel olarak yüksek öğretimin yapılandırılması çerçevesinde
çözülebilecek türden sorunlar olmakla beraber, din eğitim ve öğretimi
ilköğretimden yüksek öğrenime kadar
yasal dayanakları, teşkilat yapısı, fiziki imkanlar, programlar, öğretim
kadrosu, öğrenci altyapısı, toplumsal ihtiyaçlar, dini ihtiyaçlar, istihdam
alanları, paydaşlarla ilişkiler, dünyadaki konuyla ilgili gelişmeler ve benzeri
alanlardaki sorunların tartışmaya açılarak eğitim çıktılarının niteliğini
artırmak için öğrenciler ile öğretim üyeleri ve yöneticiler arasındaki ilişki
ve rolleri konusunda köklü değişikliklere gidilerek yeniden yapılandırılmalıdır.[2] Böyle bir yapılandırmanın
bir çok müstakil sempozyum, eğitim şurası, kongre veya çalıştayın konusu
olduğunun farkında birisi olarak, tebliğimde, ilahiyat fakültelerinin programlarının yeniden yapılandırılması ile
ilgili bazı önemli sorunlar ve bunlarla ilgili çözüm önerileri üzerinde
duracağım. Ancak genelde yüksek öğretimin özelde yüksek din eğitim ve öğretimin
yapılandırılmasında Uluslar arası standartlardan özellikle “eğitimde kaliteyi artırmak”, “araştırma ve yeni bilgiye dayalı
eğitim-öğretim yapmak”, “insan kaynaklarını geliştirmek”, “öğrencilerin kalitesini artırmak”, “Öğrenci merkezli eğitim ”, “araştırma ve bilimsel yayınlarda kaliteyi
artırmak”, “kurumsal yapıda ve yönetimde
kaliteyi artırmak”, “kurum kültürünü
geliştirmek” ve “eğitim teknolojisinden yararlanmak” gibi uluslar arası standartların temel
ilke olarak benimsenmesi şarttır. Ben tebliğimde bunlar üzerinde durmayacağım,
ancak bu standartların ilahiyat eğitiminde en az diğer alanlarda olduğu kadar
önemli olduğu ve bunların gerçekleştirilmesinin ilahiyat fakültelerinin misyon
ve vizyonunun merkezine yerleştirilmesi gerektiğini belirtmekle yetineceğim.
Batı’da ve Doğu’da evrensel eğitimin olmazsa olmaz unsurlarından birisi, yüksek din eğitimi ve öğretimidir. Batı’da bu eğitim devlet üniversitelerine veya kiliselere bağlı teoloji fakülteleri yoluyla verilmektedir. Bu sebeple yüksek öğretimin yapılandırılması, yüksek din eğitimi ve öğretimin görmezden gelinerek yapılamaz. Ancak bu süreçte karar verilmesi ve çözülmesi gereken bazı sorunlar bulunmaktadır: İlahiyat mı İslam ilahiyatı mı? İlahiyat bir meslek mektebi mi yoksa evrensel bilgi üreten bilim müessesesi mi? İlahiyatın çıktısı mütehassıs/din alimi//mütefekkir (akademisyen) mi, mütefennin/ mütedeyyin/daî (ilahiyat teknisyeni) mi? Tektipleştirici program mı Program çeşitliliği mi? Program yapılanması mı Bölüm yapılanması mı?
Toplumumuzun son iki-üç asırdan beri yaşadığı değişim ve
dönüşümün arkasındaki zihniyet çatışması, Cumhuriyetin ilk yıllarında ilahiyat
fakültesinin kurulması, kapatılması, tekrar açılması ve programlarının bir çok
kere değiştirilmesi çalışmalarında da kendisini göstermiş ve göstermeye devam
etmektedir. İlahiyat fakültesinin kuruluşunda yaşanan tartışmalar ve sorunlar,
bugünkü ilahiyat eğitimine de
yansımıştır.
Birinci ve ikinci ilahiyat tecrübesinde, ilahiyat fakültesi,
Cumhuriyet’in vazgeçilmezlerinden olan laikliğin meşrulaştırılmasında, modernleşmenin
gerçekleştirilmesinde ve tek tip
zihniyete mensup insanlar yetiştirilmesinde bir araç olarak görülmüştür. Buna
bağlı olarak ilahiyat fakültesine ilmî zihniyeti temsil etmek, tek umumî bir
tahsil müessesesi olmak, mektep ve medrese çatışmasını ortadan kaldırmak gibi
görevler verilmişti. Aslında ilahiyattan beklenen bazı görevler, yeni kurulan
ulus devletin meşruiyeti ve yapılan inkılapların güçlendirilmesi, dini-politik
söylemlerin önünün kesilebilmesi ve karşı devrime dönüşecek radikal eğilimlerin
engellenebilmesi ile ilgiliydi. Beklenen destek istenilen düzeyde olmadı, ancak
bu beklentiler ilahiyatın bilimsel amaçlarını gerçekleştirmesini de belli
ölçüde engelledi. Ancak devletler bu kurumlar
arasındaki ilişki, devletin din politikası ve toplumun dini, toplumsal, siyasal
ve ekonomik hayatındaki belirleyicilik taleplerine göre şekillendi. Devlet, bu belirleyiciliği
ortadan kaldırmaya veya dar bir alana hapsetmeye çalışırken toplum bunun daha
derinlemesine olmasını istemektedir. Bu durum bir taraftan devletin batılılaşma
ve laikleşme söylemi, diğer tarafta eğitim politikasında bilimsel zihniyet
olarak pozitivizmi benimsemesi, İlahiyat Fakültesi’nin bu siyasete uygun olarak
Tevhid-i Tedrisat içerinde yapılandırılmasını gerekli kılmış görünmektedir. Bunun
sonucu olarak yeni Cumhuriyet, gelenekçi medrese ulemasının gücünü kırabilmek
için yüksek din mütehassısları yetiştirecek bir proje olarak İlahiyat Fakültesi’ni,
DİB’nin din hizmetlerini yürütecek din adamı yetiştirmek için de İmam-Hatip
okullarını açtı. 3 Mart 1924 tarihinde kabul
edilen Tevhid-i Tedrîsât, “ maziye bağlanan düşünüş tarzının yıkılıp, modern
kültürün kurulması hareketi”[3] olarak
görülmüştür. Muhtemelen ilk ilahiyat tecrübesi, kendisine yüklenen
işlevlerden birisini, belki de en önemlisini, yani inkılaplara yeterli desteği
sağlayamadığı için kısa sürdü. Ankara İlahiyat Fakültesi, ilk ilahiyat fakültesi
kadar olmasa da, bilimsel zihniyet olarak “dini kritik edilebilir bir olgu
düzeyinde ele almayı ve İslam’ın daha çok sosyolojik bir tasvirine ağırlık
vermeyi önceleyen” [4]
bir zihniyeti temsil etmekteydi. Böyle olmasına rağmen, İlahiyat Fakültesi ve
onun akademik kadrosu, ne devletle ne de
toplumla güvenilir bir ilişki içerisinde olabilmiştir. Bu kurum toplum ve
devlet nazarında sürekli güven sorunu
yaşamış ve bu ikisi nezdindeki itibarını aralarındaki dengeyi gözeterek
korumaya çalışmıştır. Subaşı’nın dediği gibi, “devlete yaklaştığında dinsel
yorumlama gücünün imkanı tartışılmakta, topluma yaklaştığı zaman da entelektüel
tatminin sağlanmasında açıkça bir eksiklik yaşamaktadır.[5] Bu sebeple ilahiyat öğretimi, Cumhuriyetin
din politikasından ve eğitim politikasının bir parçası olarak uygulanmıştır.
Cumhuriyet döneminde daha sonraları yüksek din öğretimi
kurumu olarak ilahiyat fakültesinin
Ankara’da yeniden açılması teklifi ile ilgili
hükümet adına söz alan Milli
Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu’nun konuşmaları ilahiyat eğitimi ve öğretimi ile
ilgili tartışmalarda zihniyet çatışmasının yansımalarını bütün çıplaklığıyla
ortaya koymaktadır:
“ Bir ilahiyat fakültesinin kuruluşunda düşündüğümüz en
önemli nokta şudur: Bugün üniversitelerimiz camiası içerisindeki bir ilim
camiasıdır. Kurmak istediğimiz bu müessese Atatürk inkılabının bizi ulaştırdığı
yeni medeni ve içtimaî hayat şartlarıyla mütenasip ve yeni cemiyetimizin
hüviyetine layık bir müessese olacaktır. … Biz memleketimizde eski medrese
tarzındaki tedrisatı yeniden canlandırmak ve onun yetiştirdiği tarzdaki adamları
yeniden yetiştirmek düşüncesinde değiliz.
Bundan kati olarak içtinap kararındayız. Mektep ve medrese yüz yıl
müddetle, Tanzimat’tan bu yana yan yana çalışmışlar ve memleketimizde iki türlü
zihniyete sahip insan yetiştirmişlerdir. Bu iki türlü zihniyet sahibi insan bir
asır boyunca süren dahili bir zihniyet mücadelesi içinde yuvarlanmışlardır.
Tesisine teşebbüs ettiğimiz İlahiyat Fakültesi bu zihniyetle çalışan bir
müessese olmayacaktır. Memleketimizi,
münevverlerimizi, yeniden bir zihniyet mücadelesine asla düşürmemek
kararındayız. Bu ilmi camia içerisinde
teşekkül edecek bu müessesenin yetiştireceği yüksek din adamları sivil
ve asker bütün münevverlerimizle aynı zihniyette, aynı emelde insanlar
olacaklardır. … Bu itibarla İlahiyat Fakültesi müspet bir ilmi camia
içerisinde kurulacak ve bazı irticai
hareketlere cesaret vermek şöyle dursun, onları menetmek, onları selbetmek ve
onları yok etmek fonksiyonunu icra edecektir. Tanzimat’tan bu yana kurulmuş
bütün müesseselerimiz gibi İlahiyat Fakültesi de bir meşale olacaktır ve
hurafeciler bu meşaleden yarasalar gibi kaçacaklardır.” [6]
Bu konuşma yeniden açılacak ilahiyat fakültesinin ilkiyle
aynı görevlerin yanı sıra irtica ve hurafecilerle mücadele şeklinde yeni bir
takım görevleri de üstleneceğini göstermekteydi. Birincisinde olduğu gibi,
bunun kuruluşunda da, “laiklik zihniyeti ve modern ilmî düşünceye sahip din
adamları yetiştirmek gayreti hakim bulunmakta idi.” [7] Gelenekçi
ve laik-modernist zihniyet çatışmaları, Ankara İlahiyat Fakültesi ve daha sonra
açılan Yüksek İslam Enstitüsü ve İslami İlimler Akademisi gibi kurumlar
üzerinde etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Özellikle Ankara İlahiyat Fakültesi
modernleşmeci zihniyeti, yüksek İslam enstitüleri ise geleneksel medrese
anlayışını sürdürmek isteyen gelenekçi zihniyeti temsil etmiştir.[8]
Dönemin siyasi atmosferi ve zihniyet çatışması çerçevesinde
oluşan ilahiyat algısı, 2. ilahiyatın açılmasıyla da tartışılmaya devam
etmiştir. Ali Fuat Başgil’in konuyla ilgili yazdıkları ile birlikte, ilahiyatla
ilgili eleştiri laiklikle hesaplaşmaya dönüştü.
İlahiyat fakültesi ve İslam enstitüsünün kuruluş felsefesi
araştırıldığında, her iki kurumun da yüksek din eğitim ve öğretimine farklı
yaklaşımların sonucu oluştuğu açıkça görülecektir. Birisi bilimsel zihniyeti önceleyen
ve mütefennin yetiştirmeyi ikinci plana iten, diğeri ise mütefennin
yetiştirmeyi planlayan ve bilimsel zihniyeti ikinci sıraya koyan iki ayrı zihniyetin
tezahürüdür.
1980 yılında İslam enstitülerinin ilahiyata dönüştürülmesi
durumu değiştirmemiş, modernleşmeci zihniyet ile gelenekçi zihniyet çatışması
devam etti. Bazı çevrelerde Batı bilim tarihinde üretilen tarihsel yaklaşım,
aynen benimsenerek Kur’an ve hadisler ile tarihi olaylara uygulandı. Ancak bunu
yaparken İslam’ın kendi klasik kaynakları ve kavramları üzerinden ve kendi
bilginlerine referansla değil batılı kavramlar ve batılı bilim adamlarına ve
eserlerine müracatla yapıldı. Klasik kaynaklara referansı olmayan bir eleştiri
geleneği oluşturulmaya çalışıldı. 1. ve 2. ilahiyat fakültesi programlarında
klasik kaynakların önemi ve eleştirisine büyük ehemmiyet verilmekteydi. Yeni
kuşak ise, İslam’ın klasik dönemi ve eserleri konusunda yeterli donanıma sahip
olamadı veya olmak istemedi. Modern batı bilim yaklaşımları ve teolojisi daha
çok ilgisini çekti. Kendi kültürünü batılı kavramlar ve kaynaklar üzerinden
analiz etmeye çalıştı. Bu yüzden tutarlı olmayı yeterince başaramadılar.
İkincisi Başörtü ve 28 Şubat sorunu, genç ilahiyatçı kuşağı siyasi ve ideolojik
çatışmaların içine çekti. Siyasi bir din söylemi üretmeye başladılar. Sert
tarihselci söylem üreten bazı kimseler, bir çok sorunda, tarihsel-eleştirel
yaklaşımı askıya alarak siyasal bakış
açısını tercih ettiler.
İlahiyat alanının bilimselliği ve bu alanda ihtisas sahibi
kimselerin yetiştirilmesinde belirleyici unsur yöntem ve güvenilir-doğrulanabilir
veya temellendirilebilir bilgi üretimi olmalıydı. Her ne kadar Sosyal bilimler
yöntemine yakın durulduysa da ilahiyat bilimleri için, özel ve genel anlamda
yöntem sorunu çözülemedi. Bilgi üretmenin yolları, metin tenkidi ve analizi
gibi hususlar zayıf kaldı. Sadece dini bilgileri aktarmak sosyal bilim yapmak
demek değildir. İlahiyat alanı, dini hayatı ve dini tecrübeyi, sosyolojik,
psikolojik, antropolojik bir olgu olarak ele aldığında sosyal bilim
olacaktır. 1998’de hazırlanan
programlarda dinin doğru anlaşılması ve bilimsel yollarla dine yaklaşılması,
son derece önemli bir söylemdi, ancak bu bakış açısı din bilimlerinin veya
İslam bilimlerinin temeli yapılamadı. Bu olmayınca dini bilgi üretimi sosyal
bilimin yöntem ve usulü doğrultusunda gerçekleştirilemedi. Bazı bölümlerde Usul
ve yöntem sorunu tartışıldı, ama bilimsel çerçeveye oturtulamadı. İlahiyatlarda
akademisyen olmak, bilgi yüklenen ve onu öğrencilere aktaran aracılar olarak
görev üstlendi. Bilim ve ideoloji ile siyaset birbirine karıştırıldı. Dini
doğru ve bilimsel yöntemlerle anlamaya çalışan akademisyenler ise, Laik,
Oryantalist ve Pozitivist damgası vurularak hep kuşkuyla karşılandılar. İslam
Bilimleri için bilimsellik ölçütü/ölçütleri titizlikle korunamadı ve bilim,
dini anlamanın bir yolu olarak genel kabul görmedi. Akıl dışlandı, gelenek ve
kontrolsüz bilgi (sufilik) ise kutsallaştırıldı. İlahiyatın başlı başına bir
ilim olup olmadığı, hep tartışıldı. Pozitivist anlayışı benimseyenler ilahiyat
için bir bilim denemeyeceğini savundu.[9]
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de siyasi alandaki zihniyet
kutuplaşması belli ölçüde ilahiyat programlarının yenilenmesi çalışmalarında
rekabet etmeye, bazen de birbirini devre dışı bırakacak kadar ciddi gerilimlerin
yaşanmasına kadar vardı. Bu zihniyeti kutuplaşması, ilahiyatla ilgili
tartışmalarda ve onun amaç, hedef ve
istihdam alanlarını tanımlarken şu karşıt kavramların üretilmesine sebep olmuştur:
“yüksek diniyat mütehassısı-yüksek diyanet mütehassısı”, “ilmî müessese-dinî
müessese”, “ilmî fakülte-medrese”, “ilahiyat fakültesi-İslam ilahiyat
fakültesi”, “diyanete bağlı-üniversiteye bağlı”, “din eğitimi-din öğretimi”,
“mütehassıs-mütefennin”, “mütefekkir-mütedeyyin”, “bilim adamı-alim”, “modernleşmeci-gelenekçi”,
“ilahiyat fakültesi-diyanet akademisi”, “alaylı-mektepli” ve “Sosyoloji/Felsefe fakültesi-İslami
ilimler fakültesi”. İlahiyatın veya
yüksek din eğitimi ve öğretimi ile ilgili sorunların çözümünde, geçmişte
düşülen hatalara düşmemek için, zihniyet kutuplaşması mantığıyla değil, İslam
medeniyetinde medrese tecrübesini, Cumhuriyet dönemindeki ilahiyat tecrübesini
ve dünyada şu anda var olan tecrübeleri doğru okuyarak ve de toplumun
ihtiyaçları göz önünde bulundurularak, bu kurumları İslamî değerleri yeniden
üreten ve güncelleştiren yeni ilmî müesseseler olarak yapılandırma yoluna
gidilmelidir.
Tanzimat’tan itibaren medreselerin programları üzerinde
yapılan ıslahat çalışmalarında bir taraftan İslam bilimleri üzerinde
derinleşmeyi öngören ve bu bilimlerin yeniden üretilmesini amaç edinen bölümler
veya programlar açılırken, diğer taraftan okullaşma oranına paralel olarak mütefennin yetiştiren yeni mektepler ve
programlar ihdas edildi. Bu değişiklikler neticesinde mütefennin yetiştirme politikası ağır basarak
bu durum belli ölçüde yüksek din eğitimi
kurumları ve programlarına da yansıdı. İlahiyat’ın ilmî müesseseler veya dinî
müesseseler olması, ilahiyatçı veya
İslam ilahiyatçısı, diniyat mütehassısı veya diyanet mütehassısı yetiştirmesi
gibi sorunlar tartışmaların özünü oluşturmaktaydı. İlmi müesseseler olduğunda
mütehassıs, dinî müesseseler olduğunda mütefennin yetiştirme misyonu öne
çıkmaktadır. Hatta ilahiyat fakültelerinin Mearif Vekaletine (Milli Eğitime) bağlanması, üniversite
sistemi içerisinde yer alması veya Şeyhülislamlığa veya Diyanet İşlerine
bağlanması sorunu da bu tartışmanın bir parçası oldu.
Osmanlı döneminde 1316/1 Eylül 1900 tarihinde Darülfünûn-i
Şahane’nin bünyesinde “Ulûm-i Âliye-i Diniye” şubesi açılmıştır. Dört yıllık bu
bölümde Tefsir-i Şerif, Hadis-i Şerif Usûl-i Hadis, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, İlm-i
Kelam, Tarih-i Dini İslam dersleri konuldu. 1908 yılında Darülfünûn-ı Şahane, İstanbul Darülfünun’u oldu. Ulûm-i Âliye-i
Diniye şubesinin adı Ulûm-i Şer’iye Şubesi oldu. Emrullah Efendi’nin reformunda Darulfünun’a bağlı bir Ulum-i
Şeriye şubesi İslam’ın dogmatik ilimlerinden sonra Aristo mantığı, modern mantık
, felsefe ve kelam cereyanlarının incelenmesine
ve de metodolojiye mühim bir yer ayrıldı. Bunlar mütehassıs yetiştirmeyi
önceleyen ilmi zihniyetin bu tarihten itibaren oluşmaya başladığını açıkça
gösterir. Hocalar hem klasik geleneği hem de batı düşüncesini iyi biliyorlardı.
Ders programları buna uygun olarak İslam ilimlerinde mütehassıs yetiştirmeye
yönelik hazırlandı. Programlarda yer alan dersler arasında, Tefsîr-i Şerif, Hadis-i Şerif, İlm-i Ahlak-ı
Şer’iye ve Tasavvuf, Usûl-i Fıkıh, İlm-i Fıkıh, Kelam, Siyer-i Nebevî, Tarih-i
Din-i İslam ve Tarih-i Edyân, İlm-i Hilaf, Edebiyat-ı Arabiyye, Hikmet-i Teşri,
Tarih-i İlm-i Fıkıh, Tarih-i İlm-i Kelam, Arap Felsefesi, Felsefe ve Tarih
Felsefesi dersleri bulunmaktaydı. Emrullah Efendinin Ulum-i Şeriye programında
derslerin ağırlık merkezi dinî idi.
18 Eylül 1914 (1330)’daki
medrese islahatında Medresetü’l-Mütehassisîn adıyla bir medrese açıldı.
Böylece Darülfünûn’un bünyesindeki Ulûm-i Şer’iye şubesine gerek kalmayarak
ilga edildi.[10]
Osmanlı döneminde 1900/1908 yıllarında açılan medreseler, Maarif Vekaleti’ne
bağlı iken, 1914 yılında açılan medrese Şeyhülislamlığa bağlandı. Yeni
medreseliler arasında modernist ve batıcı zihniyette alimler yetişiyordu. Hilmi
Ziya Ülken’in tespitlerine göre, “Meşrutiyet sonrasında medreseden bağımsız üniversite
kadrosu içerisinde modern zihniyete uygun bir İlahiyat Fakültesi tasavvuru
uyandı.” [11]
Bunun sonucu olarak modern Türk üniversitesinin içinde İslamî ilimlerin ilmî
zihniyet ile okutulması ihtiyacından dolayı, bir ilahiyat fakültesinin
kurulması zorunlu hale geldi.[12] İlahiyat
fakültesi ilk defa 3 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4.
maddesinin 1. fıkrasında “yüksek diniyat
mütehassısı” yetiştirecek umûmî bir tahsil müessesesi olarak tanımlandı: “Maarif
Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir
ilahiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin ifası
vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat
edecektir.” Bu
fıkrada, üniversite yapısı içerisinde yer alacak olan ilahiyat fakültesine,
yüksek diniyat uzmanlarını yetiştirmek görevinin verilmesi; imamet ve hitabet
gibi “din hizmetlerini” yürütecek elemanları yetiştirme görevinin ise
İmam-Hatip okullarına verilmesi dikkat çekicidir. Bu ayrım, Cumhuriyet döneminde
mütehassıs ve mütefennin ayrımının ilk adımlarıdır. Ancak ilahiyat fakültesinin
programlarının genel anlamda bir ilahiyat eğitiminin mi yoksa İslam ilahiyat
eğitiminin mi hedeflendiği açıkça belirtilmedi. Ancak programda yer alan
derslere bakılacak olursa, hedefin sadece ilahiyat olmadığı İslam ilahiyatının
uzmanlarının yetiştirilmek istendiği açıktır. Talimatname’nin 8. maddesine göre
okutulan dersler şunlardır: Tefsir ve Tefsir Tarihi, Hadis ve Hadis Tarihi,
Fıkıh Tarihi, İçtimaiyat, Ahlak, Din-i İslam tarihi, Arap Edebiyatı, Felsefe-i
Din, Kelâm Tarihi, İslam Feylosofları, Tasavvuf Tarihi, Felsefe Tarihi, İslâm
Bediiyatı, Hal-i Hazırda İslam Mezhepleri, Akvâm-ı İslamiyye Etnografyası, Türk
Tarih-i Dinîsi, Tarih-i Edyân. Batı kaynaklı medeni hukuk benimsendiğinden ve
şeri hukuk terk edildiğinden dolayı, bu programda, Fıkıh dersine sadece Fıkıh Tarihi olarak yer
verilmiş, şerî hukukun okutulması istenmedi.[13] Şeri
Hukuk yer almazken Sosyoloji, Entnografya ve Felsefe derslerinin yer alması
dolayısıyla ilk ilahiyat programına İslam ilahiyat eğitimi olarak değil, genel
anlamda ilahiyat eğitimi olarak bakılmıştır. Halbuki Medresetü’l-Mütehassîsin
programından ve 2. ilahiyat programından pek farklı değildir.
Mütehassıs ve mütefennin yetiştirme görevi, Cumhuriyetin ilk yıllarında “yüksek diniyat mütehassısı”
yetiştirmek üzere ilahiyat fakültesi, “din hizmetleri vermek üzere” imam-hatip okullarının açılması
ayrı ayrı kurumlarda verilmesi anlamına
geliyordu. Bu yeni kurumların açılmasından kısa bir süre sonra, yeni ulus
devletin kurucu iradesinin yaptığı inkılaplara ve köklü değişimlere yeterince
destek vermemeleri dolayısıyla ve üniversitenin yeniden yapılandırılması
bahanesiyle bu iki kurum kapanmakla karşı karşıya kaldı. Ancak Cumhuriyet
dönemindeki 1. ilahiyat ve imam-hatip tecrübesi, “yüksek diniyat mütehassısı”
ile “din hizmetleri” teknisyenliğini birbirinden ayırması bakımından oldukça
önemli bir gelişmeydi.
Dinî bilimlerde ihtisaslaşmayı hedefleyen ilk ilahiyat fakültesi, bu konuda kendisini
ispat etmiş ve 1925-1933 yılları arasında toplam 20 sayıya ulaşan bir dergi
yayımladı. Bu dergide yayımlanan makalelerde, içtimaî, dinî ve felsefî konulara
ağırlık verildi. İslam Tarihi, İslam Sanatları Tarihi, Dinler Tarihi, Mezhepler
Tarihi ve Kelam alanında yayımlanan bu makalelerin bilimsel düzeyleri ve
değerleri, gerçekten sonrakilerle kıyaslanmayacak kadar yüksektir. Bunlar, bugün ilahiyatın
bilimselliğini gösteren klasikler arasında yerini aldı. Bu çalışmaların
bilimsel değerinin, batıdaki bilimsel yayınlarla eşdeğerde olduğu pek çok kimse
tarafından belirtildi.[14] İlk
ilahiyat fakültesindeki bu bilimsel anlayış, bu insanları zaman zaman
inkılaplar ve inkılapçılarla karşı karşıya getirdi. Çünkü inkılaplar ve
inkılapçılar, “ emr-i vakileri ihdas edip sonra efkarı tenvir etmek” yolunu
seçerken bilimsellik “ efkarı tenvir ettikten sonra emr-i vakileri ihdas etmek”
yolunu seçiyordu[15].
Bu yöntem farklılığı, özellikle ilahiyatın devrim kanunlarına ve inkılaplarına
ayak uyduramama şikayetine dönüştü. Örneğin Maarif Vekili Dr. Raşit Galip, 1
Ağustos 1933 yılındaki bir konuşmasında bu durumu açığa vurmuş ve muhtemelen
1933 yılında bu bilim kurumlarının kapanmasına sebep olmuştur: “ Memlekette
siyasî, içtimaî büyük inkılaplar oldu. Darülfünûn bunlara karşı bîtaraf bir müşahit
kaldı. … Hukukta radikal değişiklikler oldu. Darülfünûn yalnız yeni kanunları
tedrisat programına almakla yetindi. Harf inkılabı oldu, özdil hareketi
başladı. Darülfünun hiç tınmadı. Yeni bir tarih telakkisi millî bir hareket
halinde bütün ülkeyi sardı, Darülfünun’da buna bir alaka uyandırabilmek için üç
yıl kadar beklemek ve uğraşmak lazım geldi. İstanbul Darulfünun’u artık
durmuştu. Kendisine kapanmıştı. … Türkiye gibi radikal bir inkılab memleketinde
vatanın müstakbel zimamdarlarının terbiyesi, hayattan bu kadar uzak kalan,
inkılabın seyrinden bu kadar geride duran bir müessese artık daha uzun müddet
devam edemezdi.”[16]
Aslında Cumhuriyetin kurucu kadroları, dinî terbiyeden ziyade milli terbiyeyi
önemsiyorlardı. Nitekim Atatürk’ün 28 Eylül 1925 Samsun Ticaret Mektebinde
yaptığı konuşmasında “ Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’nin yeni nesle
vereceği terbiyenin millî terbiye olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra
diğerleri üzerinde tevakkuf etmiyeceğim.”[17] demiştir.
İlk ilahiyat ve sonraki ilahiyatların tarihinde bu çekişme üstü örtülü bir
şekilde hep sürmüştür.
14 Ocak 1948 tarihinde
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türk-İslam ilahiyat fakültesi açılması
ve 2 Şubat 1948 tarihinde İslam ilahiyat
fakültesi açılması şeklinde iki ayrı teklif verildi.[18]
Cumhuriyet Halk Partisi, müftü, vaiz ve İslam dininde mütehassıs yetiştirmek
için İslam ilahiyat fakültesi kurulmasını kabul etti.[19] Ancak hükümetin
ve meclisin tercihi ilahiyat fakültesi oldu. Burada müftü ve vaizlik hizmetleri
verecek elamanların yetiştirilmesi de ilahiyat fakültesinin yetkisine verildi.
Muhtemelen bu hizmetleri yüksek diniyat mütehassısı içerisinde mütalaa etmiş
gibi görünmekte ise de, zamanın hükümetinin 9 Mayıs 1949’da Meclise
sunduğu bir teklifte yüksek diniyat
mütehassısı ile din hizmetleri verecek elamanların yetiştirilmesi bu fakültenin
görevi olarak belirlendi:
“ Din meselelerinin sağlam ve ilmî esaslara göre
incelenmesini mümkün kılmak, meslekî bilgisi kuvvetli ve düşünüşünde ihatalı
din adamlarının yetişebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadiyle
memleketimizde de garptaki örneklerine benzer bir ilahiyat fakültesinin
kurulmasını kararlaştıran Ankara Üniversitesi Senatosu, bu fakültenin şimdilik
geniş tutulmasında zaruret olmayan kadrolarını ilişik cetvelde görüldüğü şekilde
tespit etmiştir.”[20]
Kabul edilen bu teklifte geçen dini meseleleri sağlam ve
ilmî esaslara göre incelemek, mesleki bilgisi kuvvetli ve ihatalı din adamları
yetiştirmek ifadesiyle mütehassıs ve
mütefennin yetiştirme hususu birlikte zikredilmiştir. Ancak garptaki
örneklerine benzer bir ilahiyat fakültesinin kurulması ifadesine bakılırsa ilmi
ve uzmanlık tarafının ağır bastığı ve İslam ilahiyat eğitimi yerine ilahiyat
eğitiminin hedeflendiği görülmektedir. Mecliste
yapılan tartışmalardan anlaşıldığına göre, ilahiyatın bilimsel zihniyeti ile
medreseninki birbirinden ayrılmaktadır.[21] İkinci
ilahiyat fakültesinde, ilkine yöneltilen eleştirilere muhatap olmamak için, “
İslâmiyet’i bütün olarak tetkik etmekle beraber metotlarında, meselelerinde
müspet ilimlere dayanması” gerektiği ve ilk ilahiyat fakültesinden farklı olduğu vurgulanmaktadır. Birincisi bir
nevi sosyoloji fakültesi olarak; ikincisi ise İslami bilgiler esas, sosyolojik
bilgilerin yardımcı olacağı, akıl ve nassı mihver alan bir İslam ilahiyat fakültesi
olarak tanımlandı.[22] Aslında ikinci ilahiyat fakültesinin
programı, birinci ilahiyatın programıyla zihniyet olarak ve yer alan dersler
itibariyle hemen hemen aynıdır. Hatta İslam Hukuku, bu programda da İslam Hukuku
Tarihi olarak yer aldı. Yalnız Arapça, Farsça
ve batı dilleri ile Felsefe, Mantık, Din Psikolojisi Din Sosyolojisi
derslerine 1. ve 2. sınıfta yer verildikten sonra 3. ve 4. sınıflarda İslamî
bilimlere yer verilmiştir. Bu programda da ilahiyat eğitimi, ilmî ihtisaslaşma
paradigması üzerine kurulmuştu. İlk ve Orta öğretime ihtiyara bağlı, daha sonra
seçmeli din dersleri konulması ve imam-hatip okullarının artmasıyla birlikte
öğretmen yetiştirme (mütefennin) bir ihtiyaç haline geldi ve fakültenin ikinci
misyonu bu oldu.
Dönemin siyasi atmosferi ve ideolojik kutuplaşmasının
etkisinde kalınarak ilahiyatların İslam’ı araştıran kurumlar olarak
görülmemesi, “İslam’ı araştıran bu dinin mümini olan din bilginleri
yetiştirecek bir eğitim müessesesi olarak İslam enstitülerinin kurulması” fikrini
doğurmuştur. Ali Fuat Başgil 1954
yılında “İslami ilimler enstitüsü” veya
“ İslam ilahiyat enstitüsü” adıyla bir eğitim kurumunun kurulmasını teklif
etmiş ve bu fikrini şu şekilde savunmuştur: “ Yalnız şuna dikkat edelim ki, Tevhid-i
Tedrisat Kanununun vazıı, bilerek veya bilmeyerek (yüksek diyanet mütehassısı
ile İlâhiyat Fakültesinden yetişecek olan yüksek ilâhiyatçıyı birbirine
karıştırmıştır. İlâhiyatçı, din felsefesi, dinler tarihi ve din sosyolojisi
öğrenmiş bir mütehassıs ve filozoftur, din adamı değildir. (Yüksek Diyanet
Mütehassısı) ise, her şeyden evvel, zühd-ü takva sahibi bir dindardır; saniyen
de muayyen bir dinde yüksek ilim ve kemal sahibi olmuş bir din adamıdır.
Bunlardan biri hakkıyla inanmış, öbürü ise sadece iman üzerinde zeka oyunu
oynamayı öğrenmiştir. Maarif Vekaleti’ne bağlı ve onun murakabesi altında yahut
bugün Üniversite camiası içinde çalışan bir İlâhiyat Fakültesinde, itiraf
ederim ki, yüksek ilâhiyat felsefecisi ve sosyologu yetişebilir. Fakat (yüksek
diyanet mütehassısı) din adamı ve âlimi asla yetişemez. Çünkü tekrar edelim ki,
(yüksek diyanet mütehassısı) her şeyden
evvel halis bir dindardır, zahid, müttekîdir; sonra da inandığı ve içinin
samimiyetle kani olduğu dinde yüksek ilim ve kemal sahibidir. Bu vasıflardaki
bir insanın yetişmesi için nasıl bir hava ve muhitin mevcut olması lazım
geldiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum. Şurası muhakkaktır ki, dünyanın
hiçbir yerinde, laik üniversite çatısı
altındaki ilahiyat fakültelerinde din adamı ve âlimi yetişmemiştir. Üniversite
gibi ladini bir camia içinde din adamı ve âlimi elbette yetişemez. Ve bunun
yetişmemesine değil, yetişmesine hayret edilse yeridir. Kayalıkta pirinç
bitmez. Devlet mekteplerinde, ortaokul ve lisenin ladini havası, hatta din
aleyhtarı muhiti içinde yetişip on sekiz, on dokuz yaşına gelen bir genç aldığı
bu aleyhtar terbiye ve menfi zihniyetle, idaresi ve hocaları çok kere dine
muarız olan, sivil bir İlâhiyat Fakültesinde okuyup da din adamı olamaz.”[23] Ali Fuat
Başgil, daha önce DİB Ahmet Hamdi Akseki’nin 18.12.1950 yılında hazırladığı Raporda, “İslam ilahiyat fakültesi”’nin
açılmasına karar verilmiş olmasına rağmen İslam’ın fakültenin adından çıkarıldığını
ileri sürer: “Binaenaleyh bugünkü ilahiyat fakültesi katiyen memlekete lüzumlu olan
din adamlarını yetiştirecek durumda değildir. Ve bu şerait altında bunun imkanı
da yoktur. Bununla beraber üniversite dahilinde böyle bir fakültenin
bulunmasına muarız değiliz, öyle bir müessese de bulunabilir. Bizim istediğimiz
ise, bu değil, belki memleketin her sahasındaki dini ihtiyaçlarıyla mütenasip
yüksek İslam âlimleri yetiştirebilecek hakiki bir din müessesesidir. Ve bu da,
dünyanın her tarafında olduğu gibi, ancak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından
idare edilmek suretiyle olacaktır. Bunun bir an evvel açılması ise memleket
için hayati bir zarurettir.”[24] Ali
Fuat Başgil de, bu fikri desteklemektedir: “ Bu Fakülteler, üniversite gibi
ladini bir müessesenin içinde ve çatısı
altında değildir, Katolik veya Protestan enstitü ve üniversitelerin içindedir.
Bu enstitü ve üniversitelerin ve bu ilahiyat fakültelerinin hocaları gibi
idarecileri de tamamiyle (Yüksek Diyanet Mütehassısı) alimler ve din
adamlarıdır.”[25]
Yukarıdaki
tartışmalar dikkatle analiz edildiğinde, aslında bu tepkilerin kaynağında ilahiyat fakültelerinin CHP tarafından
açılmasının olduğu ve buna karşılık Demokrat Parti’nin alternatif olarak başka
bir kurum oluşturma ve daha dini bir eğitim verme fikri olduğu görülecektir.
Ali Fuat Başgil’e göre, Tevhid-i Tedrisat’ın İslamî alanda yetişmiş olan mütehassısların
kökünü kazımıştır. Bunun önüne geçebilmek için İslami İlimler Fakültesi
kurulmasını teklif etmiş ve bir proje hazırlamıştır. Sonuçta 1959 yılında
Yüksek İslam Enstitüsü açılmıştır. Daha sonra Muhammed Hamidullah’ın
girişimleriyle İslam Enstitüleri İslami İlimler Fakültesi, Tamamlayıcı İlimler
Fakültesi ve Yabancı Diller Fakültesinden oluşan bir akademiye dönüştürülmek
istenmiştir. Ancak bu proje gerçekleştirilememiştir. [26] İslam
enstitülerinin ilahiyat fakültelerine bir alternatif oluşturma girişimin bir
ürünü olduğu bu projede ifade edilen üç gayeden anlaşılmaktadır:
a) İdeal gaye: Ana kaynaklardan hüküm çıkarabilecek ilmî
güce ulaşacak yüksek ehliyet, dinî terbiye ve seciye sahibi âlimler yetişmesine
imkan sağlamak.
b) Enstitünün pratik gayesi: Asıl hedefi sırf ilim
değildir. Memlekette duyulan ihtiyaçları karşılamaktır: 1) İmam Hatip okulları
ve diğer okullarda din derslerinin hoca ihtiyacı, 2) İlim ve kültür nuruyla
aydınlanmış müftü ve vaiz ihtiyacı, 3) Enstitüyü gayesine ulaştıracak, asistan,
doçent ve profesör ihtiyacı.”[27]
Daha sonra alınan bir kararla orta ve muadil okullarla
öğretmen okullarının tamamında Din
Dersleri öğretmeni olma şeklinde değiştirildi. Bu belgeler ve daha sonraki
kanunlarda amaç şöyle belirlendi: “İslam
dininin esaslarına sadık kalarak müsbet
ilmin ışığı altında İslam ilimlerinin ve bunlara yardımcı bilgileri
öğretecek İmam Hatip Okullarıyla ilköğretmen okullarına ve diğer ortaöğretim
müesseselerine öğretmen yetiştirmek ve aynı okullardaki din dersleri
öğretmenlerinin mesleki gelişmelerine yardım etmek amacıyla Milli Eğitim
Bakanlığınca kurulmuş dört yıllık bir yüksek okuldur. Bu müssese MEB’nın
ihtiyaçları dışında Diyanet İşleri Teşkilatı’nda müftü, vaiz vesaire gibi din
elemanlarını yetiştirmekle de görevlidir. Enstitütü, ayrıca Türkiye’de İslam
ilimleri alanında araştırmalarda bulunmak ve araştırmaların neticelerini yurt
ve dünya ilim âlemine sunmak amaciyle de vazifelidir.” [28]
Bu belge yüksek İslam enstitülerine, Türkiye’deki din
eğitim ve öğretimi ile İslam ilimleri üzerine araştırmalar yapma görevini
verdi. Ancak mütefennine ilave olarak öğretmenlik mesleğini tekeline almak
istedi. İlahiyat Fakültesi Dekanı Bedii Ziya Egemen, Yüksek İslam Enstitüsü’nün
açılış konuşmasında bu misyonuna vurgu yaparak: “ Müslüman Türk evlatlarına İslam’ın gerçek
ruhuna uygun din terbiyesini, din derslerini verecek öğretmenleri yetiştiren
bir ilim müessesesi”[29]
olduğunu ifade etti. Aydın bu iki kurumun amaçları itibariyle farklılığını şu
şekilde açıklamaktadır: “İlahiyat Fakültesi, temelde teolog yetiştirmeyi,
modern bilimlerin ışığında İslam düşüncesinin gelişmesine katkıda bulunacak
insanları yetiştirmeyi amaçlarken, Yüksek İslam Enstitüsü, iyi eğitimli din
görevlisi, İHL ve orta dereceli okullar için din eğitimcisi ve öğretmeni
yetiştirmeyi kendisine amaç edinmiş durumdadır. Birincisi daha ziyade akademik
hedefler ön planda iken, ikinci de bu yön ikinci plana atılmış gibi
gözükmektedir.” [30]
1972-1973 ders yılından sonra fakülte 5 yıla çıkarıldı ve
ilk yılda kaynak dili Arapça’ya, Farsça’ya,
bir batı diline ve ilahiyat eğitiminde ihtisaslaşmaya yardımcı olacak
felsefe grubu derslerine ağırlık verildi. Son iki yılda İslam bilimlerinde
ihtisaslaşmayı sağlayacak derslere yoğunluk verildi. Bu ihtisaslaşma Tefsir ve
Hadis Bölümü ile Kelam ve İslam Felsefesi Bölümü olarak yapılandırıldı.[31]
Diplomalar da bu ihtisaslaşmaya uygun olarak düzenlendi. İmam-Hatip okullarının
artması ve seçmeli din derslerinin orta
öğretim ve lise programlarında yer alması sebebiyle, Fakülte programına,
muhtemelen İslam Enstitüleriyle yaşanan zihniyet çatışması dolayısıyla, ilk
defa öğretmenlik misyonunu güçlendirmek için
ders programlarına iki ayrı ihtisas bölümüne 2 saat Pedogoji dersi
konuldu. Bununla birlikte ilahiyat fakültesinin programlarda ihtisaslaşmanın
esas alınarak iki ayrı bölüm oluşturulmasına bakılırsa, her ne kadar mezunlar
öğretmenlik yapmak durumunda kalsalar da, bu kurumun ihtisas yönünün ilahiyat
teknisyeni veya öğretmen yetiştirme yönüne ağır bastığı söylenebilir.
İslam enstitülerinin ilahiyat fakültesine dönüştürülmesiyle
birlikte, ilahiyat programları da değiştirildi.
1982-1991 yılına kadar okutulan
programlar incelendiğinde ilahiyat programlarının ihtisaslaşma boyutunun
zayıflamaya başladığı ve öğretmen yetiştiren meslekî kuruma dönüştüğü
görülecektir. Daha önceki programlarda hikmet dersleri öncelenerek felsefe ve
mantık grubu dersleri ilk yıllarda verilirken, bu programda pedagojik formasyon
dersleri büyük bir yekün tutmuş, hikmet
ve hüküm karışık olarak birlikte verilmeye ve de ilahiyat fakülteleri, İslam enstitülerinin
misyonunu üstlenmeye başlamıştır. Arapça hazırlık sınıfının konulması ve
Farsça’nın 8 saat yapılması İslam kültür ve medeniyetini anlamanın aracı olan
bu bilimlere önem verilmesi bakımından önemlidir. Bu program, 12 Eylül’ün de
etkisiyle öğrenciye ihtisaslaşmak ve ilmî uzmanlaşma için boş zaman bırakmayan
ve onu ders yoğunluğu altında meşgul eden bir program olduğundan, mütehassıs kimliği zayıflamış, mütefennin
kimliği öne çıkmaya başlamıştır.
1997 yılındaki değişiklik ilahiyat fakülteleri açısından
son derece önemli bir açılım getirmekteydi. 1970’li yıllarda İlahiyat akademik
eğitiminin yanı sıra öğretmen yetiştirme
ile birlikte 1997 yılına kadar iç içe yürüyen yüksek din eğitim ve
öğretimi, bu tarihten itibaren iki ayrı program halinde planlanmıştı. Böylece ilahiyat
eğitimi ve öğretmenlik eğitimi birbirinden ayrılmıştı. Bu ayrım ilahiyatlardaki
ihtisaslaşma ile ilahiyat teknisyeni olarak öğretmenlik bölümünün ayrımı
anlamına gelmekteydi. Ancak ilahiyat programından Arapça hazırlık sınıfının
kaldırılması, Arapça, Farsça ve yabancı dillerin yeterince verilememesi ve
hikmet dersleri ile hüküm derslerinin karıştırılması programların ihtisas
eğitimi boyutunu zayıf düşürmüştür. Bununla birlikte zorunlu ve seçmeli dersler
mantığının benimsenmesi, araştırma ve incelemeye yönelik olarak ders
saatlerinin azaltılması, öğrenci için
özel ilgi alanları oluşturmasına ve belli alanlarda ihtisaslaşmasına imkan
tanımıştır. Özellikle DİKAB programı,
mütefennin yetiştirme misyonunu hakkıyla yerine getirmiştir. Ancak buna
rağmen her hangi bir araştırma ve inceleme yapılmadan bu programlar eğitim fakültelerine
aktarılmıştır. Bazı ilahiyat fakültelerinde eğitim fakültelerinin birikiminden
faydalanmadan yürütülmesi gerekçesi hariç, böyle bir değişikliğin tutarlı bir
yanı yoktur. Şu anda da eğitim fakültelerinde alan bilgisini verebilecek
ilahiyat fakültelerinden yeterince
yararlanılmadan yürütüldüğü için, bu bölümler büyük sorunlarla karşı
karşıyadır. Diğer taraftan eğitim fakültelerindeki bu programların, ilahiyatların
bulunduğu yerlerde kısmen işbirliğine gidilerek yürütülmesi bir kenara
bırakılırsa, son zamanlarda iki üç ilahiyatçı öğretim elamanı takviyesiyle bu
programın yürütülmesi gelecek nesillere din kültürü verecek bu kuşağın oldukça
zayıf yetişmesine sebebiyet verecektir. Buna karşın ilahiyat fakültelerinin ilahiyat programlarına tekrar pedagojik formasyon
derslerinin yerleştirilmesi veya program dışında verilmesi, fakültelerin hem akademik
(ihtisas) kimliğine hem de mütefennin
yetiştirme kimliğine büyük zarar verecektir. Bu iki alanın birbirinden ayrı
programlar halinde verilmesi kaçınılmazdır.
Osmanlı’nın son yüzyılından başlayıp Cumhuriyet döneminde
devam eden ıslahat ve inkılapların teknik, siyasi, toplumsal, askeri, ekonomik
alanlarla sınırlı kalmadığını dini
kurumlar ve din eğitimi alanını da içine aldığını görmekteyiz. Bunun sonucu
olarak din eğitimi veren medreseler, bu süreçte
tartışmaların odağında yer almış ve bu kurumların ıslahı veya yeniden
yapılandırılması için pek çok ıslahat yapılmıştır. Bu ıslahatın bir kısmı
Osmanlı toplumunun kendi iç dinamiklerinin, bir kısmı ise dış dinamiklerin
zorlaması ile yapılmış görünmektedir. Yüksek din eğitim ve öğretimi alanında
19. ve 20. Asırda yapılan ıslahat, genel olarak programlar üzerinde olmuştur.
Toplumsal ihtiyaç analizleri yapılarak, toplumdaki dinî-toplumsal yapılar
dikkate alınarak, din eğitim ve öğretiminde dünyadaki gelişmeleri yakından
izleyerek değil “mektep-medrese” veya “mektepli-alaylı” kutuplaşması
çerçevesinde merkeziyetçi ve tektipleştirici
bir anlayışla ve siyasi projenin bir parçası olarak gerçekleştirilmiştir.
Mecliste yapılan konuşmalarda ilahiyat fakültesinin tek tip insan yetiştirme
gibi bir amaca hizmet edeceğine dair önemli vurgular bulunmaktadır: “Bir tek
terbiye vermek ve bir tek zihniyet sahibi insanlar yetiştirmek, bir tek bütün
millet meydana getirmektir.”[32] Bir
bilim kurumu olarak ilahiyat fakültesinin asıl amacı, insanların tabiatına
aykırı bir tutumla herkesin aynı düşünmesini sağlamak değil, onun doğru
düşünmesine ve sağlıklı bir dindarlık oluşturmasına katkıda bulunmak olmalıdır.
Farklı görüşlerin ortaya atıldığı ve serbestçe tartışıldığı üniversite ortamı,
ilmî ve tefekkür hayatının gelişmesini ve çeşitlenmesini sağlayacaktır. Aksi
takdirde ilmî alanın ve tefekkür hayatının çoraklaşmasına sebep olacak,
mütehassıs ve yeni mütefekkirlerin yetişmesini engelleyecektir.
Birinci ve ikinci ilahiyat fakültesi için siyaset
tarafından belirlenen tektipleştirici misyon, pek çok kimsenin sandığı gibi,
eğitim kadrosuna, programlarına ve mezun ettiği öğrencilere yansımamıştır. Bu
fakülteden gelenekçi ve modernist anlayışa sahip değişik anlayışta kimseler
yetişmiştir. Çünkü ilk kuşak ilahiyatçılar, genel olarak güçlü bir özgüvenle hareket
etmişler ve sorunların çözümünde eleştirel yaklaşım ve ilmî bakış açısında
ısrar etmişlerdir. Bu yaklaşımı Ankara İlahiyat Fakültesi’nde yapılan ilk
doktora çalışmalarında, klasik kaynaklara inmedeki hassasiyet ve bilimsel
yönteme bağlılıkta görmek mümkündür. İlk öğretim üyesi kuşağından hemen hemen
herkes klasik bir eserin tahkikiyle uğraşmıştır. Bunun yanı sıra fakültenin ilk
40 yılında dergilerde çıkan yazılar, yapılan çeviriler ve telif çalışmaları bu
zihniyeti ele veren önemli ip uçlarıdır.
İlahiyat Fakültesi Dergisi’ni, batılı araştırmacılar, -özellikle Fakültede
öğretim üyeliği yapmış Schimmel- bilimsel zihniyetin ürünü olarak görürler ve programdan
övgüyle söz ederler: İlahiyat Fükültesi Dergisi, “İlmî, eleştirel ve özgün” bir
dergi; programı hem temel İslamî bilimleri,
hem de Dinler Tarihi, Psikoloji, Din Sosyolojisi ve benzeri dersleri
içermekteydi. [33]
Bilimsel hassasiyet Kelam ve Mezhepler Tarihi derslerinde öğrencilerin
yararlanabilmeleri için verilen kaynak kitaplar listesine şu ifadelerle
yansımıştır: “Bu eserler, itimad ve tasvip hissiyle değil tenkid zihniyetiyle okunmalıdır”
Bu dönemlerde programlar, DİB ve MEB’nin
mütefennin ihtiyacına göre şekillenmemişti. Çünkü henüz Din Kültürü dersleri
zorunlu hale gelmemiş ve DİB bu kadar hizmet çeşitliliğine kavuşmamıştı. Yani
programlar, yüksek din mütehassısları yetiştirilmek üzere hazırlanmıştı.
İlahiyat öğretiminin ya da yüksek din eğitiminin yeniden
yapılandırılmasının önündeki bazı sorunları burada ana hatlarıyla analiz ettik.
O halde bu sorunların nasıl aşılacağı konusunda önerileri tartışabiliriz.
İlahiyat eğitimi, bir meslek eğitimi olmayıp, din olgusunu, din toplum
ilişkisini, din birey ilişkisini eleştirel bir yaklaşımla ve bilimsel
yöntemlerle incelenmeyi amaç edinen bir ilmî faaliyet olarak görülür. Bu eğitimin
asıl hedefi dinî konuları kendi asıl kaynaklarından bilimsel yöntemlerle analiz
edebilen, toplumun güncel dini sorunlarını analiz edebilen ilahiyat
uzmanları/diniyat mütehassıları yetiştirmek anlamına gelen ilahiyat eğitimi olmalıdır.
İlahiyat fakültesinin bu amacı, korunmalı ve ondan asla taviz verilmemelidir.
Buna öncelik vermek din hizmetleri ile ilgili eğitim verilmemesi olarak
anlaşılmamalıdır.
Din hizmetleri elamanı (müftü/vaiz ve imam) ve meslekî eğitim (ilköğretim, ortaöğretim,
İmam Hatip Lisesi ve Kuran Kursu Öğreticiliği vb.) de bu kurumlar yoluyla
verilebilir. Ancak bu alanlar üniversal bir eğitimin parçası olan ilahiyat
eğitiminin araştırma ve yüksek din
öğretimi misyonunun önüne geçmemelidir. Mesleki alanlar, İlahiyat Çekirdek Eğitimi’nin
üzerine bölüm mantığı ile ilave edilebilir. Ayrı programlar halinde verilme
yoluna gidilmesi, ilahiyat fakültelerinde enerjinin boşa harcanmasına sebep
olmaktadır. İhtisaslaşmayı öne çıkaran bölüm mantığı ile ilahiyat eğitimi, beş yıllık sürede usûl,
giriş, tarih dersleri, araç dersleri ve ilahiyat bilimleri-uzmanlık alan
dersleri veya meslekî alan dersleri olarak şu şekilde yapılandırılabilir. İlk
üç yılında usul, giriş, tarih ve araç dersleri ile temel ilahiyat eğitimi
verilebilir. Bu aşamada 1. Sınıfta
Arapça, Farsça, İslam Doktrini ile Bilim
Tarihi, Tarih Felsefesi ve Bilimsel Yöntem ile ilgili dersler verilebilir. 2.
Sınıfta Din Sosyolojisi, Din
Psikolojisi, Antropoloji ve Etnografi ile
Kur’an’ın Ana Konuları, Hz.
Muhammed’in Hayatı, Sistematik Kelam, Felsefe, Mantık, Fıkıh Usulü, Mezhepler Tarihi ve İslam Tarihi, 3. Sınıfta
İslam Sanatları, İslam Felsefesi, Yazmaları Tahkik Yöntemi, Tefsir, Hadis, Karşılaştırmalı Fıkıh Mezhepleri, Türk
İslam Edebiyatı, İslam Tasavvufu, Batı Felsefesi. 2. ve 3. Sınıflarda bir batı dili orta düzeyde
verilebilir. Ancak ileri düzeyde bir veya birden fazla batı dilini
Üniversite’nin Yabancı diller bölümünün açacağı yaz kursları veya Dil
okullarından alma imkanları öğrenciye tanınmalıdır.
4. ve 5. Sınıflarda artık bölüm mantığı benimsenmelidir. Bu
aşamadan itibaren ilahiyat alanında uzmanlaşmaya imkan verecek Tefsir-Hadis
Bölümü, Fıkıh ve Fıkıh Usulü Bölümü, Kelam-Mezhepler Tarihi Bölümü, Felsefe-Din
Bilimleri Bölümü, İslam Felsefesi ve Ahlakı Bölümü, İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü gibi bölümler
oluşturulabilir. Bu bölümleri seçenlere
o alanda uzmanlaşacağı ölçüde derinlemesine eğitim ve öğretime imkan veren proje
ve seminer dersleri konulmalıdır. İlahiyat programının bu kısımlarının kaynağı
İmam-Hatip Liseleriyle sınırlandırılmamalı, başarı düzeyi yüksek bütün lise
mezunlarına açık olmalıdır.
4. ve 5. Sınıfta mesleki eğitim ve din hizmetleri ile
ilgili modüler programlar konabilir. Bu yaklaşımla ilk üç yılda ortak eğitim
aldıktan sonra bu sınıflarda ilgili mesleklerin tadadı yapılarak hangi kurumda
hizmet verecekse o kurumlardan meslekî yeterliliklerini belirlemeleri istenir
ve buna göre modüler programlar
hazırlanır. Örneğin İlköğretim Din Kültürü Öğretmenliği Bölümü, Ortaöğretim Din
Kültürü Öğretmenliği Bölümü, İmam-Hatip Lisesi Öğretmenliği Bölümü, Kuran Kursu
Öğreticiliği Bölümü ve Müftü-Vaizlik Bölümü veya ihtiyaca göre benzeri bölümler
ihdas edilebilir. Meslekî bölümler, ilgili paydaşlarla işbirliği ile uygulama
ağırlıklı olarak verilebilir. Bu bölümleri, her bölüm için konulacak kriterleri
sağlayan ilahiyatlar açabilir. Bu
bölümler de bütün lise mezunlarına açık olmalıdır.
5. Yıllık eğitim sürecinde öğrenciye yeni ilgi alanları
oluşturmak veya ilgi duyduğu alanda kendini geliştirmek için 2. Sınıftan
itibaren seçmeli dersler havuzu oluşturulabilir. Bu havuzdan bütün bölümlerdeki
kişiler, 20 kişilik kontenjan içerisine
girebilmek için sistem üzerinden ilk seçen 20 kişi alınır. Seçmeli dersler, her
yıl okutulmak yerine birkaç yıllığına projeli dersler şeklinde okutulmasına da
imkan tanınacak şekilde belirlenebilir. Bu derslerde güzel Kuran okumak
isteyenler, bunu bir sanat olarak icra etmek isteyenler kendisini
geliştirebilir ve bunlarla ilgili sertifika alabilir ve diploma transkribine
işlenebilir. Kur’an’ı iyi okumak
bir sanattır. Sese, hançereye ve diğer becerilere ihtiyaç duyar, hatta sanata
kabiliyeti olanların işidir. Sanat icra edildikçe gelişir. İlahiyatlarda Kur’an
okumayı bir sanat işi olarak görüp görmeme
sorunu vardır. Her ilahiyat öğrencisini bu konuda aynı seviyede görmek
ve aynı şeyleri istemek doğru değildir. Bu sorun Kur’an okumak isteyenlere
seçmeli ders koyarak, isteyenlere kendini geliştirme imkanı verilerek
çözülebilir. Seçmeli dersin cazip hale gelmesi, Kur’an okumayı bir sanat olarak
icra eden kimselerin vermesiyle de yakından ilgilidir. Seçmeli ders kapsamında isteyen öğrenciler, klasik medrese geleneğinde okutulan
derslerin kitaplarını okuyabilir, yanısıra İslam bilim ve medeniyetinin köşe
taşları durumundaki şahsiyetleri bu projeli derslerde genişçe inceleyebilirler.
İlahiyat alanına yardımcı olabilecek iletişim, medya, bilim ve teknik,
yöneticilik gibi dersleri ya kendi Fakültesinde veya Üniversitenin seçme
dersleri havuzundan alabilir. Beş yıllık eğitim, ilahiyat uzmanlık alanı için
bir bitirme teziyle sonlandırılarak yüksek Lisans mezunu, diğer bölümler için
ise tezsiz yüksek lisans diploması verilebilir. Doktora eğitimi bu eğitimde
yeterince başarılı olanlara verilebilir. İlahiyata alınacak öğrenciler, ilahiyat
bölümünü ve meslekî/din hizmetleri bölümünü seçerek gelirler. İlk üç yılı ortak
son iki yılı ise ayrı bölümlerde okurlar.
Günümüzde toplumun
dini ihtiyaçları artmış ve sorunları farklılaşmış ve bu ihtiyaçları
karşılayabilmek ve sorunları çözebilmek için din hizmeti ile ilgili farklı
mesleki alanlar ortaya çıkmıştır. Örneğin İlköğretim Din Kültürü Ahlak Bilgisi Öğretmenliği,
Kuran Kursu Öğreticiliği, İmam Hatip Öğretmenliği, Diyanet Din Hizmetleri
Uzmanlığı, Dini Danışmanlık, Manevi Bakım Rehberliği ve benzerleri birer meslek
alanı haline gelmiştir. Toplumsal değişimin ve ihtiyaçlardaki farklılaşmaların
farkında olup, bütün bunları merkezden empoze edilen tek tip ilahiyat programı
ile birlikte vermek hem imkansız hale gelmiş hem de bilimsel eğitim ve meslekî
eğitimin temel ilkelerini ve çerçevesini zorlamaya başlamıştır. İlahiyat
programı, ya tamamen teknik meslekî bir eğitime veya her konuda eğitim veren
ama hiç birisinde başarılı çıktıları olmayan, tabir caiz ise, aspirin eğitimine
dönüşmeye başlamıştır. Çünkü böyle bir programın uygulanmasında mevcut ilahiyat
fakülteleri ne yeterli kadroya ve fiziki imkana ne de yardımcı elemana
sahiptir. Birden fazla program uygulayan ve yanı sıra ikinci eğitim ile ön lisans,
lisans tamamlama eğitimi veren ilahiyat fakültelerinin her birinin kendine özgü
ihtiyaçlarını karşılayacak programlara ihtiyacı vardır. Mevcut programları ayrı
ayrı fakülte programları gibi yürütmek, öğretim üyelerinin boşa enerji
harcamasına ve öğrencilerin yeterince eğitimden amaçlanan yeterlilikleri ve
kazanımları edinememelerine yol açmaktadır. Her şeyden önce, program geliştirme
eğitimin önemli bir alanıdır ve bu konudaki bilimsel gelişmeler doğrultusunda
yapılmasında büyük faydalar vardır.
Dünyanın pek çok yerinde akademik eğitim ile meslekî eğitim
farklı modüler programlar şeklinde veya bölümler mantığıyla verilmektedir. Bu sebeple programda
yer alacak zorunlu ve seçmeli bütün dersleri tek tek belirleyip bütün ilahiyatlara
uygulamaya mecbur etmek sorunu çözmek yerine daha büyük sorunlara sebep
olmaktadır. Her fakülte, önce ne tür bir eğitim vereceğine ve bu eğitimi hangi
programla vereceğine kendisi karar verebilmelidir. Yüksek öğretim evrensel
eğitim açısından bunu koordine edebilir ve bu programların geliştirilmesine
katkıda bulunabilir.
Yüksek Öğretim Kurulu, Fakülteleri, mevcut akademik potansiyeline, fiziki imkanlarına, tarihsel
tecrübesine ve öğrenci kapasitesine uygun olarak sınıflandırabilir ve dünya
eğitim standartlarına uygun olarak hangi programın kaç öğretim üyesi tarafından
yürütüleceğini ve bir öğretim üyesine kaç öğrenci düşeceği konularında temel
ilkeleri belirleyebilir. Fakülteler buna uygun olarak kendini geliştirerek,
hangi programa uygun yeterli kriterleri sağlarsa o programı açar ve öğrenci
alımına başlar. Bu sürecin tersinden işlemesi bilimsel olarak önemli sorunların
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Fakültelerin öğretim üyesi kapasitesi ne
kadar güçlü olursa olsun, gelinen süreçte var olan ilahiyat programlarının
tümünü yürütebilmeleri imkansızdır. Bu durum üniversitenin araştırma ve
incelemeye dayalı bilimsel bir eğitim yapmasını güçleştirmekte, öğretim
üyelerinin ilahiyat alanında etkili ve evrensel düzeyde araştırma yapmalarını
engellemektedir. Böylece ilahiyat fakülteleri geleneksel bilginin aktarıldığı,
bilimsel bilginin üretilemediği ve daha çok kazanmaya yönelten ticari kurumlara
dönüşmeye başlamıştır.
Son
dönemde yapılan program değişikliklerinde, ilahiyat eğitim ve öğretiminde bilimsel
zihniyet zayıflatılmış, dini bilgi üretiminde akıl ve vahiy işbirliği görmezden
gelinmiş, onun yerine duygular ve toplumsal heyecanı öne çıkaran, dini
bilgiyi Kur’an ve Sünnetle sınırlandıran,
felsefî bilimleri ve din bilimlerini (hikmeti) zayıf düşüren, Temel İslam
Bilimlerine (Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam) ağırlık veren bir yaklaşım
benimsenmiştir.[34] Yeni programda, hüküm ve gelenek, hikmet ve
akla öncelenerek, ilahiyat eğitimi geçmişte üretilen dini bilginin aktarımına
dönüştürülmüştür. Bu durum programda yer alan derslerin saatlerine kadar
yansımakla kalmamış, hüküm derslerinin arkasına “Tarihi” konularak geleneğin
arkeolojisi yapılmaya yönelmiştir. İkinci önemli bir husus, ilahiyat öğretimi,
yüksek diniyat mütehassısı, bilim adamı ve mütefekkir yetiştirmek yerine Diyanet
İşleri Başkanlığının ve Milli Eğitim Bakanlığının mesleğe yönelik ihtiyaçları
doğrultusunda diyanet teknisyeni ve meslek öğretmeni (mütefennin) yetiştirmeye
yönelmiştir. Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığının ilahiyatla program hazırlama
konusundaki işbirliği, program yapmak veya önermek değil, her kurumun kendi
mesleğinin yeterliliklerini belirleyerek ilahiyat fakültelerinden bu
yeterliklere sahip mezunlar yetiştirecek programlar yapmasını istemesi şeklinde
olabilir. Hiçbir dönemde ilahiyat fakülteleri paydaşı durumunda olan bir
kurumun bu kadar emri altına girmemiştir. Gelenekçi zihniyet burada kendini
göstermektedir. İlahiyat fakülteleri, ilmi müesseseler olarak kalmalı ve
meslekî eğitim yaptıran bir fakülteye dönüşmemelidir. İlahiyat öğretimi,
heyecanlı, duygusal, dindar ve mütedeyyin yetiştirmeyi amaç edinmez, bunun
yerine klasik kaynaklardan hareketle bilimsel verilere dayalı doğru ve tutarlı
dini bilgi üreten, araştırma ve sorgulamayı sanat haline getiren, başkalarının
fikirlerine tahammül edebilen, söyleneni anlayabilen, en küçük ayrıntıları
dikkate alan tecessüs ruhlu, yaşanan hadiselerle ilgili medeni bir şekilde
olumlu ve olumsuz görüş bildirebilen, görüşlerinin eleştirilmesine
katlanabilen, kendini ifade edebilen özgüven sahibi ve bedii zevkleri olan,
sanat ruhlu kimseler yetiştirmektir.
Yeniden yapılanma, metot, ölçme değerlendirme, programlar
ve ders kitaplarını daha da güçlendirme, mevcut uygulamayı geliştirme ve
taşranın merkezle olan ilişkilerinin esnek hale getirilmesi, karar verme
yetkisinin paylaşılması demektir.[35]
Son değişikliklerde merkeziyetçi bir yaklaşım öne çıkmış, ilahiyatların her
birine kendi ihtiyaçlarına göre kendi programlarını hazırlama ve uygulama
imkanı verilmedi. Üniversitelere ve fakültelere gerekli özerklik verilmedikçe, ne
yüksek öğretimde ne de ilahiyat öğretiminde yeniden yapılanmadan söz
edilebilir.
Eğitim-öğretim ve özellikle din eğitimi ve öğretimi, sık sık
değişen ve sil baştan yapılandırılan ya da kurgulanan günübirlik bir konu
değildir; bu sebeple güncel ve ideolojik siyasi projelerin bir parçası olarak
değil, siyaset üstü ve uzun vadeli
politikalar gerektiren hassas ve hayatî bir konudur. Yüksek din eğitim ve
öğretimini yapılandırmadan önce, tarihsel din eğitimi ve öğretimi tecrübemizin güçlü
ve zayıf noktalarının belirlenmesi, din eğitimi ve öğretimi konusunda toplumsal
ihtiyaç analizlerinin yapılması, bu ihtiyaç analizlerine göre din eğitimi ve
öğretimi ile ilgili mesleklerin tadadının yapılması, yüksek din eğitim ve
öğretimi alanında bilim dünyasında geliştirilen yöntem ve yaklaşımların
bilinmesi büyük önem arz etmektedir.
Yapılandırma, geçmişte uygulanan ilahiyat fakülteleri, yüksek İslam
enstitüleri ve İslami ilimler akademisi programlarını masaya koyarak, onlarda
yer alan derslerin saatleri üzerinde matematiksel olarak oynamak ve belli bir
sayıyı tutturmakla veya Bologna sürecine uydurma iddiasıyla sadece programlar
üzerinden gerçekleştirilemez. Şu noktanın altını çizmekte yarar görüyorum:
İlahiyat meslek elamanı yetiştiren bir kurum değildir. Bu kurum düşünen
insanların dini bütün yönleriyle tartışabildikleri bir kurum olmalıdır. İlahiyat
fakültelerini doğuş dönemindeki kimliğine, yani yeni araştırma alanları keşfetmeye
çalışan, sorgulamayı esas alan, tarihsel eleştiriye ve özeleştiriye önem veren
yüksek diniyat mütehassısı yetiştiren bir kurum olma kimliğine yeniden
kavuşturmalıyız.
[1] Geniş bilgi için bkz.: Üniversite ve Üniversite Eğitimi Kongresi: Türkiye’de Üniversite Sistemi ve Dönüşümü” Kongresine Sunulan Bildiri, Eğitim-Sen, Ankara, 4-5-6 Mayıs 2007. (Dönüştürülen Üniversiteler ve Eğitim Sistemimiz (Der. Servet Akyol ve diğ. Eğitim Sen Yayınları, No. 1, Ankara 2008) kitabı içerisinde, s. 185-213), s. 185 vd.
[2] Cemal Tosun- Recai Doğan, “İlahiyat Fakültelerinin Yeniden Yapılanması Üzerine”, Türkiye’de Yüksek Din Eğitiminin Sorunları, Yeniden Yapılanması ve Geleceği Sempozyumu Bildiriler-Müzakereler, 16-17 Ekim 2004 –Isparta), Isparta 2004, s. 492.
[3] Hasan Âli Yücel, Türkiye’de Orta Öğretim, Ankara 1994, s. 25.
[4] Necdet Subaşı, Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme, Ankara: Vadi Yayınları, 2003, s. 153.
[5] Subaşı, Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme, s. 156, 167.
[6] Hilmi Ziya Ülken, “ Bugünkü İlahiyat Fakültesi”, İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1961, s. 13; Halis Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, 1999, s. 217
[7] Ülken, “ Bugünkü İlahiyat Fakültesi”, İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, s. 8.
[8] Cumhuriyet dönemi yüksek din öğretimi kurumlarının oluşturulmasının arkasında yatan zihniyetle ilgili geniş bilgi için bkz.: Subaşı, Öteki Türkiye’de Din ve Modernleşme, s. 148-152.
[9] İlahiyatın bilim olup olmadığı yeni bir tartışma değildi. Örneğin Peyami Safa, İlahiyatın bilim olmadığı fikrine karşı çıkarak İlahiyatın bir bilim olduğunu savundu: “İlahiyat etimolojik olarak ilimdir, İlahiyat ve Teoloji Tanrı ilmi demektir. Sistem olarak ilimdir. Kendine has konusu, şubeleri, metodu ve hep bir arada insicamı vardır. Rusya hariç dünyanın bütün üniversitelerinde İlahiyat Fakülteleri vardır. Bütün lügatlerde ve felsefe lügatlerinde İlahiyatın ilim olduğu ilk verilen değişmez hükümdür. Bir ilim mütehassıslarından alim sıfatını çok görmek doğru olmaz.” Bkz.: Peyami Safa, Din İnkılab İrtica, İstanbul 1978, s. 48-49.
[10] Mehmet Ali Aynî, Darülfünûn Tarihi, İstanbul 1928, s. 32, 42, 48; Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 38-39.
[11] Ülken, “ İlâhiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar”, İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, s. 2.
[12] Ülken, “ İlâhiyat Fakültesinin Geçirdiği Safhalar”, İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, s. 1, 5.
[13] Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 40-41.
[14] Aynî, Darülfünûn Tarihi, s. 40; Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 18, 80.
[15] Baltacıoğlu’nun konuyla ilgili Atatürk ile yaptığı bir görüşmede bu tutum açıkça görülür. Bkz.: İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Hayatım”, Yeni Adam, sayı: 346, 347, (7-14 Ağustos 1941), s. 14.
[16] Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 45; Nevzad Ayas, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi, Ankara 1948, s. 280.
[17] Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, Birinci Kitap, İstanbul 1988, s. 290.
[18] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem IX., s. 22, 23 ve X, s. 3. Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 211.
[19] Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi,s. 212
[20] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, Cilt 20, Toplantı 3, Salı: s. 227-234.
[21] İsmail Hakkı Baltacıoğlu, medrese ile ilk kurulan İlahiyat Fakültesi ve şimdiki İlahiyat arasındaki farkı şöyle açıklamaktadır: “İlahiyatın açılmasından maksat, gelenekçi eğitim sistemini temsil eden medreseyi diriltmek değildir. Onlara göre medreseler, nassî, apriyori ve kablettecrübîdir. Açılaçak olan Fakültenin bilimsellik ölçütü ise, ilim evleri olmaları, mukayese, müşahede ve sonunda da mümkün olursa izaha çalışmaktır. Medreseler subjektif, İlahiyat Fakültesi objektiftir. Hükümetin böyle bir fakülte açmaktaki amacı şudur: “bütün manasiyle ilim haysiyeti ve ilim karakteri taşıyan bir fakülte meydana getirmek … “ Bu İlahiyat Fakültesi bence iki türlü kurulabilir. Biri Katolik Fakültesi, Protestan Fakültesi gibi ki, İslam İlahiyat Fakültesi olabilir. Diğeri ise yine İlahiyat Fakültesi adını taşır, haddizatında İlahiyat Fakültesi değildir. Felsefe Fakültesidir. Bu ayrı bir şeydir. İçinde Psikoloji, Sosyoloji, Dinler tarihi gibi, din ruhiyatı vardır. Bu ayrı bir şeydir. Bu adeta dil ve edebiyat Fakültelerinin devamı gibi bir şeydir. … Bizim istediğimiz İslam İlahiyat Fakültesi, ama medrese değil, ilmî karakter taşıyan İslam İlahiyatı Fakültesi, İslam dinini, İslam Mezheplerini … ilmî surette tetkik edecek bir ilmi fakülte” Bkz.: Ülken, “ Bugünkü İlahiyat Fakültesi”, İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, s. 11 vd. Krş.: Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 214.
[22] Ülken, “ Bugünkü İlahiyat Fakültesi”, İlâhiyat Fakültesi Albümü 1949-1960, s. 11-12, 15, 16.
[23] Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul:Yağmur Yayınları, 1991, s. 210-211.
[24] 18.12.1950’de hazırladığı rapor.
[25] Başgil, Din ve Laiklik, s.211, Dipnot: 108.
[26] Geniş bilgi için bkz.: Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 232-233.
[27] Başgil, Din ve Laiklik, s.211, Dipnot: 108; Ayhan, Türkiye’de Din Eğitimi, s. 229. Talim Terbiye Kurulu’nun Yüksek İslam Enstitüsünün açılması ile ilgili 22.08.1958 tarih ve 2890 sayılı kararında, bu dönemde yaşanan zihniyet çatışmasının hangi boyutlara vardığını açıkça ortaya koymaktadır: “ İmam Hatip Okulu mezunlarına daha yüksek bir tahsil imkanı sağlamak, orta dereceli okullarımızla öğretmen okullarının din derslerini ehliyet ve salahiyetle verebilecek öğretmen yetiştirmek ve İmam-Hatip okullarının birinci devrelerine yeter sayı ve değerde bir tedris heyeti kazandırmak gayesiyle, Eğitim Enstitüleri seviyesinde yüksek bir din okulu açılması uygun olacağına ve gereken tescil muameleleri yapılmak üzere işbu kararımız kopyalarının Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığı ve Öğretmen Okulları Umum Müdürlüğünce görülerek Zatı İşleri Müdürlüğüne tevdiine karar verildi. İş, Vekalet yüksek makamının tasdikine sunulur.” (Muhammed Şevki Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni, DEM yayınları, İstanbul 2005, s. 144) Daha sonra alınan bir kararla orta ve muadil okullarla öğretmen okullarının tamamında Din Dersleri öğretmeni olma şeklinde değiştirildi. Bu belgeler ve daha sonraki kanunlarda amaç şöyle belirlendi: “İslam dininin esaslarına sadık kalarak müsbet ilmin ışığı altında İslam ilimlerinin ve bunlara yardımcı bilgileri öğretecek İmam Hatip Okullarıyla ilköğretmen okullarına ve diğer ortaöğretim müesseselerine öğretmen yetiştirmek ve aynı okullardaki din dersleri öğretmenlerinin mesleki gelişmelerine yardım etmek amacıyla Milli Eğitim Bakanlığınca kurulmuş dört yıllık bir yüksek okuldur. Bu müssese MEB’nın ihtiyaçları dışında Dİ Teşkilatı’nda müftü, vaiz vesaire gibi din elemanlarını yetiştirmekle de görevlidir. Enstitütü, ayrıca Türkiye’de İslam ilimleri alanında araştırmalarda bulunmak ve araştırmaların neticelerini yurt ve dünya ilim alemine sunmak amaciyle de vazifelidir.” (Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni, s. 146.)
[28] Talim Terbiye Dairesi Başkanlığı’nın 31 Mart 1961 tarih ve 211 sayılı kararı. Bkz.: Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni,s.146.
[29] Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni, s. 146.
[30] Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni, s. 147-48.
[31] Bkz.: Münir Koştaş, “Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ( Dünü, Bugünü)”, AÜİFD., (Özel Sayı), Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1999, s. 153.
[32] TBMM Tutanak Dergisi, Dönem VIII, c. 15 ( 3.1.1949), s. 9.
[33] Anemarie Schimmel, “ Islam in Turkey”, Religion in the Middle East, ed. A. J. Arberry, Cambridge: Cambridge University Pres, 1969, II, 80. Ayrıca bkz.: Gottahard Jaschke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1972, s. 75.
[34] Bu programların hazırlanmasında yer alan Salim Öğüt, bir yazısında İlahiyat programlarının amacını şöyle tanımlamaktadır: “Programların amacı, iki temel kaynak olan Kur’an ve Sünneti temelli nesiller yetiştirmekten ziyade, çağdaş değerlerle uyumlu bir İslam anlayışı inşa etmektir.”
[35] Cemal Tosun- Recai Doğan, “İlahiyat Fakültelerinin Yeniden Yapılanması Üzerine”, Türkiye’de Yüksek Din Eğitiminin Sorunları, Yeniden Yapılanması ve Geleceği Sempozyumu Bildiriler-Müzakereler, 16-17 Ekim 2004 –Isparta), Isparta 2004, s. 492.