Mürcie, İslâm'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan, ılımlı ve
uzlaşmacı fikirleriyle tanınan itikadî ve siyasî bir fırkadır. İslâm düşünce
tarihinde olumlu ve olumsuz izler bırakmış olmasına rağmen, son zamanlara kadar
hakkında çok az şey bilinmekteydi. İslâm
Mezhepleri Tarihi'nin klasik kaynaklarının ve özellikle Mürcie'nin teşekkül dönemine ait bazı dökümanların
yayınlanmasıyla birlikte, bu konu çağdaş araştırmacıların dikkatlerini üzerine
çekmeye başladı. Özellikle Batı'da ve az
da olsa Doğu'da bu mezhebi farklı açılardan ele alan pek çok akademik çalışma
yapıldı ve yapılmaya devam etmektedir. Bunlardan bazıları yayınlanırken
bazıları hala tez olarak basılmayı beklemektedir. Gerek Türklerin İslâmlaşma
sürecinde ve din anlayışlarının teşekkülünde, gerekse Maturidiliğin
teşekkülünde önemli rol oynayan mezheplerden biri olduğu halde, bu mezhep hakkında dilimizde
yapılan araştırmalar, maalesef,
yok denecek kadar azdır. Bu sebeple konuyu genel hatlarıyla bir
makale olarak ele almayı uygun gördük.
Mürcie kavramının , " geriye bırakmak, ertelemek
veya geciktirmek " anlamlarına gelen
son harfi hemzeli RECEE'den, veya "beklenti içinde olmak ve ümit
etmek" anlamındaki RECÂ'dan türetildiği konusunda farklı görüşler ileri
sürülmüşse de, aslında
birincisinden sıfat isimdir.
Çünkü dilciler, bu kelimenin ister hemzeli ister hemzesiz okunsun, her iki kökten gelmiş olabileceğini
söylemekle beraber, İrcâ' şeklinde kullanıldığında birinci anlamının
değişmediği ve ümit vermek anlamına gelmediği konusunda müttefiktirler.
Müberred[1], Şehristani[2] ve Makrizi[3] gibi yazarlar, bu görüşü kabul etmeyerek ümit
vermek anlamı ihtimali üzerinde dururlar. Kelimenin türevlerinin Kur'ân-ı
Kerîm'de, Mürcevne[4] Türcî[5] ve Ercih[6] şeklinde ayette
geçmesi dolayısıyla müfessirler tarafından da
uzun uzadıya tartışılmış, hatta kabilelerinin okuyuş biçimleri ve kıraat imamlarının farklı okuyuşlarına
varıncaya kadar etimolojik tahlili yapılmıştır.
Aslında RECEE ve RECÂ Arapça'da
ayrı anlamlarda kullanılan iki ayrı kelimedir. Birincisi, sadece dört harfli
kipte yani İRCÂ' olarak
kullanılırken, ikincisi, sadece bu
kipte, yani İRCÂ şeklinde
kullanılmamaktadır. Şayet bu kipte kullanılsaydı, o zaman ümit vermek anlamına
gelirdi. Dilci Razî, bu gerekçeye dayanarak,
İrcâ''ın, Recâ'dan geldiğini iddia edenleri, Arap dilini bilmemekle
suçlamaktadır.[7] Bu sebeple
dilcilerden İrcâ''ın, Recâ'nın
türevi olarak kabul edenler dahi, bu kelimenin anlamını, yine ertelemek
ve geriye bırakmak şeklinde açıklamışlardır. O halde, Mürcie ve Mürcevne aynı kelimeden yani ERCEE'den türetilmiştir ve
" geriye bırakmak, ertelemek ve geciktirmek" anlamına gelmektedir.
Mürcie'nin terim anlamına gelince, etimolojik anlamından
daha fazla tartışmalıdır. Bu kavram, yazardan yazara, mezhepten mezhebe, hatta
asırdan asıra farklı tanımlanmıştır.[8] Mürcie ve İrcâ’ ila ilgili tanımlardan bazıları şunlardır:
1-İlk Mürcie (el-Mürcietü’l-Ûlâ); " Hz.Ali ve
Osman'ın durumlarını tehir eden ve onların imanlı olduklarına ve küfre
girdikleri konusunda fikir beyan etmeyen
kimselerdir." [9]
2- Mürcie; "
Küfürle birlikte taat fayda vermediği gibi, imanla birlikte günahın da
zarar vermeyeceği fikrini iddia edenlerdir."[10]
3- İrcâ'; " Kesin bilgi olmayan bir hususta, zanla
hüküm vermemek, bilinmeyen şeyin peşine düşmemektir."[11]
4- İrcâ' ; "Amelleri imandan veya inançtan sonraya
bırakmaktır."[12]
5-Öğülen (Mahmûd) İrcâ’, " Büyük günah işleyenlerle
ilgili kararı, dilediği şekilde hükmetmesi için, Allah'a bırakmak, onların
cennetlik veya cehennemlik olduğuna hükmetmemektir. Çünkü, Allah buyuruyor ki, " Allah kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar, Allah'a ortak koşan da
gerçekten büyük günah işlemiştir."[13] ( 4. Nisa 48)
6-Yerilen (
Mezmûm) İrcâ’, " Fiilleri Allah'a ait kılarak kulun fiillerini ve bunlarda kulun özgürlüğünü kabul etmemek
"[14] . Mürcie ise, "Yaratıkların fillerini Allah'a bırakanlar"[15]
7- Mürcie;
“Cennet karşılığında nefislerini Allah uğruna feda eden kimseler demektir.
(Şârî) “ [16]
8-Mürcie; " Günahları Allah'a ertelemeyen,
müminlerin affedildiğini ve cennetlik olduklarını söyleyenlerdir. "[17]
9-Mürcie; " Amelin farziyetini reddedenlerdir."[18]
10-Mürcie; "İmanın, amelsiz söz veya sadece söz olduğunu söyleyen
kimselerdir."[19]
11-İrcâ'; " Meliklerin dinidir veya Meliklerin
dinine tabi olmaktır."[20]
12-Mürcie; " Ehl-i Kıble hakkında susan (vakf eden),
onların mezheplere ayrılmaları ve anlaşmazlıkları sonucu birbirinin kanlarını
akıtmaları veya birbirini tekfir etmeleri ile ilgili görüş belirtmiyerek ceza
ve mükafat konusundaki durumlarını
Allah'a havale eden, Allah'ı tanımayı, cennetine girmeyi, enbiyasına komşu
olmayı arzulayan kimselerdir. "[21]
13- Mürcie; " Muhammed ümmetinden büyük günah
işleyenleri mümin kabul edip, durumlarını Allah'a havale ederek, affedileceğine
veya azab edileceğine dair görüş beyan etmeyen ve buna delil olarak "Geri
kalanların bir kısmının işi, Allah'ın emrine kalmıştır, Allah dilerse affeder,
dilerse azab eder,"[22] ayetini ileri süren kimselerdir."[23]
14-Mürcie, " Ehl-i Kıble'nin tümünün zahirdeki
imanları dolayısıyla mümin olduğunu iddia eden ve onların hepsi için Allah'tan
mağfiret uman kimselerdir. Onlar herkesi dost edinirler."[24]
15- İrcâ'; " Ali (R.A)'ı, (hilafet
sıralamasında) birinciden dördüncü
sıraya bırakmak demektir. "[25]
Siyasî ve itikadî bir fırkanın adı olarak şöyle tanımlanabilir: " Mürcie, Hz. Osman ve Hz. Ali başta olmak
üzere bütün büyük günah işleyenlerin durumlarını Allah'a bırakarak,
onların cennetlik veya cehennemlik
oldukları konusunda hiç bir fikir ortaya koymayan kimseler ve topluluklara verilen müşterek bir isimdir. "
Böyle bir tanım, önce siyasî bir tavrın tezahürü, daha sonra bu tavrın itikadî
alana taşınarak temellendirilmek istenmesiyle uyum içindedir. Mürcie'yi "
pratik fiilleri niyet ve inançtan sonraya bırakanlar", " büyük günah
işleyenlere ümit verenler", " Ali'yi hilafet sırasında dördüncüye
koyanlar" ya da " imanı sırf dilin ikrarı olarak görenler"
şeklindeki tanımlamalar, imanla ilgili
fikirleri sebebiyle onları karalamak amacıyla
yapılmıştır. Mürcie ismi, ilk
defa Haricî Nâfi b. el-Ezrak tarafından verildiği için ve "70 Nebi'nin
diliyle lanetlendiğini" haber veren rivayetler dolayısıyla mezhep
mensuplarınca böyle bir tanımlamaya hiç bir zaman sıcak bakılmamıştır. Bu
yüzden kendilerini, bazan " Zemmedilen
Mürcie" değil " Övülen
Mürcie " olarak, bazan da "Cennet karşılığında canlarını ve
mallarını Allah'a satanlar" anlamında " Şârî’"[26] olarak ya da birlik ve bütünlüğü savunanlar
anlamında " Ehlu'l-Cemaa el-Mürciûn"[27] adıyla
isimlendirilmişlerdir. Hariciler, büyük
günah işleyenlerin Ahiret'te cezalandırıp cezalandırılmayacağı konusunda bir
hüküm vermedikleri için Mürcie'yi Şüpheciler (Şükkâk) olarak isimlendirmiştir.
Mürcie'nin ortaya çıkışında etkili olan
sebeplerin başında, Haricî zihniyet, Emevî-Haşimî çekişmesi, Emevilerin siyasî
ve ekonomik politikaları ve kentleşme ya da yerleşik hayata geçiş sürecinin
doğurduğu siyasî, ekonomik ve toplumsal problemler bulunmaktadır.
Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra yaşanan dramatik
olaylardan Cemel ve Sıffın'de müslümanlar, birbiriyle savaştılar. Daha sonra
haklı tarafın tespiti için, hakeme başvuruldu. Hz. Ali'nin yanında, onunla
birlikte Muaviye'ye karşı savaşan bir grup, hakeme başvurulmasına, önce
taraftar iken daha sonra Hz. Ali'nin hakemlerin verdiği kararı kabul etmesine
karşı çıkarak , " Hüküm ancak Allah'ındır" deyip ondan ayrıldılar ve
bu gruba Hariciler dendi. Bunlar bir
araya gelerek, Hz.Ali'yi ve tahkimi kabul eden herkesi tekfir edip onlarla
savaşmaya karar verdiler. Bundan sonra Hz. Ali'ye, Muaviye ve Emevilere karşı
ardı arkası kesilmeyen isyanlar gerçekleştirdiler. En sonunda kendileri gibi
düşünmeyen bütün müslümanları tekfir ederek, baskınlar yapmak suretiyle
kanlarının akıtılmasını helal gördüler. Nâfi b. el-Ezrak ve grubu, Haricilerin
sayı ve kuvvet bakımından en güçlü ve en büyük fırkası oldu. Onlara göre,
"büyük günah işleyen küfre girmiştir ve küfür topluluğundandır. O, bütünüyle
İslâm'dan çıkmış olup, diğer kafirlerle
beraber ebedi cehennemliktir.”[28] Ayrıca
onlar, kendileri gibi düşünmeyenleri
tekfir ederek onlardan teberrî ediyorlar ve zalim imama karşı isyanı gerekli
görüyorlardı. Aslında Haricilik, bedevî
hayattan yerleşik hayata geçiş dönemi yaşayan bedevî Arap zihniyetinin tipik
bir tezahürüdür. Bu hayattan gelmeleri, onların olaylar ve hadiseler üzerinde
derinlemesine ve sistematik düşünmelerine engel olmuş ferdiyetcilikten çok
karizmatik bir cemaat anlayışını savunmalarına sebep olmuştur. Devlet
geleneğine sahip olmayan ve farklı fikirlerin birarada yaşadığı, bütün
müslümanların eşit haklara sahip olması gerektiği medeni hayata alışamayan bu
zihniyetin karşısında, devlet geleneği olan, bütün müslümanların eşitliğini ve
istikrarlı medenî bir hayatı savunan ılımlı ve uzlaşmacı zihniyetin doğması
kaçınılmazdı. Bu fırkanın fikirleri ve davranışları, kendilerine karşı, karşıt
bir grubun müesseseleşmesini gerekli kılmıştır. Genelde Arap olmayan müslümanların temsil ettiği bu
zihniyetin adı Mürcie olmuştur.
Hz.Peygamber'in vefatıyla birlikte Hilafeti eline geçiren
Kureyş kabilesi, Hz. Osman döneminde meydana gelen fitne hadisesine kadar
zahiren bütünlük içinde olmuşlardı. Siyasî idare, her ne kadar Kureyş'in elinde
idiyse de, cahiliye döneminde Arap siyasiî hayatının çekirdeği durumundaki kabilecilik anlayışı hiç bir zaman
yok edilememişti. Kureyş içinde, hilafet
konusunda, rakip iki kabileden, Ümeyyeoğulları, yeni müslüman
olduklarından Hz. Ebû Bekir'in
halife seçilmesi sırasında sessiz kalmak
durumundaydılar. Ancak Haşimoğulları Hz.Peygamber'in kendi aralarından çıktığı
için, hem Ümeyyeoğullarına, hem de diğerlerine karşı daha nüfuzlu idiler. Bu
sebepten hilafetin kendi hakları olduğuna inanıyorlardı. Ebû Bekir, halife seçilirken
Haşimoğulları'nın halifeliği gündeme gelmiştir. Ancak Kureyş'in bazı endişeleri
dolayısyla fazla dikkate alınmamıştır. Kureyşin, bu konudaki iç dengeyi
kaybetmesiyle, Hz. Osman dönemi fitne hadiseleri çıkmış, sonra da Ali-Muaviye
çekişmesi halinde devam etmiştir. Cahiliye döneminde var olan Emevî-Haşimî
çekişmesi, Hz. Ömer'in ölümü üzerine, teşkil edilen şurâda Hz. Ali ile Hz.
Osman'ın karşı karşıya kalmalarıyla ve Hz. Osman'ın ölümüyle sonuçlanan fitne
hadiseleriyle tekrar su yüzüne çıkmıştır. Hz.Peygamber zamanında siyasî
nüfuzunu kaybeden Ümeyyeoğulları, Hz. Osman'ın hilafete gelmesiyle tekrar nüfuz
sahibi olmuşlar ve önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu en fazla, Haşimoğullarını
rahatsız etmekteydi. Emevî-Haşimî mücadelesi, Sıffîn savaşı ile tekrar su
yüzüne çıkmıştı. Ali b. Ebi Talib taraftarları bu savaşa Emeviler'le yapılan
ikinci savaş gözüyle bakmışlardır.[29] Hz. Ali'nin
ölümünden sonra, Hasan'ın hilafeti Muaviye'ye devretmesiyle, hilafet
konusundaki Emevî-Haşimî çekişmesi bir ara durmuş gibi gözükmektedir. Hatta
41/661 yılına "Cemaat Yılı" adı verilmiştir. Emevî-Haşimî
mücadelesinde, Sıffîn'den itibaren birçok insan öldürüldü. Basra'da zaman zaman
Haricîler boy gösterirken, Kûfe'de Hz. Ali taraftarları sürekli isyan
halindeydi. Emevîler ise, sürekli onlarla fiilî
mücadele içerisindeydi. İşte bu mücadelenin temelinde iktidar
mücadelesinin yattığını bildiklerinden olmalı ki, bir çok kişi Sıffın'de, ne
Hz. Ali ne de Muaviye'nin yanında yer
almıştır. Özellikle Medine halkının
geneli Hasan'ın hilafeti Muaviye'ye
devretmesinden sonra, Abdullah b. Zübeyr'i desteklemeleri bir kenara
bırakılacak olursa, siyasî olaylardan el çekerek, tarafsız kalmayı ve ilimle
uğraşmayı tercih etmiştir.[30] Bu çevre ne Kûfe ve Basra'daki olayları ne de
Emevîlerin tutumunu tasvib etti.
Emeviler iktidarı ele geçirdikten sonra kendilerini
meşrulaştırma yolları aradılar. Bunun için de Allah'ın kaza ve kaderiyle halife
olduklarını ve onun hükmünü icra ettiklerini, bu sebeple kendilerine yapılan
isyanın Allah'a karşı yapılmış bir isyan olacağını iddia ettiler. Hatta
kendilerinin Allah'ın en yüce askerleri, insanların en hayırlıları olduklarını ve dillerinin en üstün dil
olduğunu söylemeye başladılar. Bu durum onların Emevî soyu dışındakileri ve
Arap olmayanları hakir görmeleriyle ve müslümanlar arasında asabiyet ruhunun
yeniden ortaya çıkmasıyla neticelendi. Emevî halifelerinin, Arapların tarafını
tutup mevaliyle onlar arasında eşit
muamele yapmamaları, Arap olmayanların biraraya gelerek onlara karşı zaman
zaman ayaklanmalarına sebep oldu. Irak'ta ve hilafetin doğu bölgelerinde İslâm
toplumuna mevalî sıfatıyla katılanların sayısı her geçen gün artmaktaydı.
Onların müslüman olarak kendilerini tanımlaması, cizye ve haractan muaf
tutulmalarını gerektiriyordu. Haccac'ın,
harac toplamak için görevlendirdiği kimseler, kendisine zimmilerin müslüman
olduğunu, bu nedenle harac sisteminin iflas ettiğini yazdılar. Bunun üzerine,
Haccac Basra ve diğer şehirlere yerleşmiş ve harac ödemeyen kim varsa onların
şehirlerden çıkarılmasını emretti. Daha sonra, bunlar, bir meydanda toplanarak
nereye gideceklerini bilemedikleri için Ey Muhammed ! Ey Muhammed ! diye
bağırıp ağlamaya başlamışlardı. Hatta bir kısım Basra'lı kurrâ'nın da kıyafet
değiştirerek yanlarına gidip onları destekledikleri bilinmektedir.[31] Haccac, onların
her birinin ellerini damgalatarak gitmek istedikleri yerlere gönderdi. Yeni valinin
bu uygulamasıyla, bir ara din kardeşleriyle tam bir eşitlik ümidine kapılan mevali, topraklarına geri dönmeye ve eskiden
olduğu gibi harac ödemeye mecbur oldu. Ancak bu davranışlar, birçok kurrâ'nın
da katıldığı Abdurrahman b. Eş'as'ın isyanına sebep oldu. Haccac, böyle bir
uygulamayla, Emevî iktidarının ayakta durması ve ekonomik güç uğruna İslâm'ın
" müminlerin kardeşliği " ilkesini ihlal ederek cemiyete üyelikte
arap olmayı birinci, müslüman olmayı ikinci plana koyuyordu. Haccac,
Abdurrahman b. Eş'as'la birlikte, kendisine karşı isyan eden Said b. Cubeyr de
dahil pek çok kimseyi işkenceyle öldürttüğünden halkın ve ulemanın nefretini
kazandı.
Hz. Osman'ın ölümü üzerine meydana gelen siyâsî
çekişmeler, siyâsî ve itikadî bir mezhep olarak Mürcie'nin de ortaya çıkmasının
başta gelen sebeplerinden birisidir. Mürcie söz konusu olunca, onların " Hz. Osman ve Ali'nin
durumlarının Allah'a bırakılarak cennetlik veya cehennemlik olduklarına
şehadette bulunulmaması "[32] şeklindeki İrcâ’ fikrini benimsemeleri
dolayısıyla, mezhebin ilk nüvelerini bu
hadiselere karşı geliştirilen tavırlar
arasında aramak gerekecektir. Çünkü Hz. Osman döneminden itibaren
meydana gelen fitne hadiselerinden uzak duran, Cemel ve Sıffîn savaşlarında Hz.
Ali, Talha, Zübeyr ve Muaviye'nin yanında yer almayan, bunu da sırf İslâm
ümmetinin birliği için yapan, Hz. Ali ve Osman taraftarlarının dışında
tarafsızlar diye tanımlanan üçüncü bir grup vardır. Böyle bir tavrın, ilk defa Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra
Medine'ye dönen ve " Şüpheciler " ( Şükkâk ) olarak tanımlanan gaziler
tarafından sergilendiğini görmekteyiz. Bunlar Hz.Osman'ın ölümü üzerine
Medine'ye döndüklerinde, birlik ve beraberlik içerisinde bıraktıkları
insanların birbirini öldürmekte ve birbirleriyle çekişmekte olduklarını
görünce, onlardan hangisinin haklı olduğundan şüpheye düşerek şöyle dediler:
" Biz sizi birlik, beraberlik içerisinde bırakmıştık. Şimdi ise, sizin
ayrılığa düştüğünüzü, bir kısmınızın, "Hz. Osman mazlum olarak öldürüldü,
o ve ashabı en adil kişilerdi", bazınızın ise, "Hz. Ali ve ashabı
daha adil ve doğrudur" dediğinizi görüyoruz. Halbuki bize göre, onların
hepsi güvenilir ve doğruluğu kabul edilen kimselerdir. Biz onlardan hiç
birisinden nefret etmez, lanet etmez ve aleyhlerinde şahitlikte bulunmayız.
Onların durumlarını Allah'a ircâ ederiz. Allah kıyamet gününde o ikisi arasında
hükmedecektir."[33] Burada sergilenen tavır, İbn Sa'd'ın " İlk Mürciîler "'le ilgili
kaydettiklerine tamamen uymaktadır. Çünkü İbn Sa'd onları şu şekilde tarif
eder:
"İlk Mürcie, Hz.Ali ve Osman'ın durumunu tehir eden ve onların iman ve küfürlerine
şahitlik etmeyen kimselerdir."[34]
Benzer bir siyâsî tavır, yukarıda zikrettiğimiz gazilerin dışında,
siyâsî çekişmelere karışmayanlar ( Mu'tezile) veya köşeye çekilenler ( Huleysiye )[35] olarak tanımlanan diğer bazı sahabiler arasında da vardı.
Bazılarının Hz. Osman tarafından çeşitli görevlere getirilmeleri
dolayısıyla, " Osmânî "[36] diye de
tanımlanan bu tarafsızlar grubu
içerisinde, Abdullah b. Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Muhammed b. Mesleme, Üsame b.
Zeyd, Kudâme b. Maz'ûn, Ka'b b. Mâlik, Sa'd b. Malik, Zeyd b. Sabit, Hassan b.
Sabit, Mesleme b. Muhalled, Ebû Saîd el-Hudrî, en-Nu'mân b. Beşîr, Rafi' b.
Hadîc, Fedâle b. Ubeyd, Ka'b b. Ucre, Kays b. Hâzım, Eymen b. Hureym ( Huzeym
?), Muhammed b. Ebî Bekre, Velîd b. Ukbe, Imrân b. Husayn başta olmak üzere
sahabe ve tabiundan Hz. Ali'ye başlangıçta beyat etmekten kaçınan ancak daha
sonra beyat edip harbe katılmayı ve Ehl-i Kıble'ye kılıç çekmeyi reddeden pek
çok kişi bulunmaktadır.[37]
Bu şahıslar, müslümanların birbirine kılıç çekmesini kabul
etmeyip, İslâm ümmetinin birliğini bozacak fitneden uzak durmayı din ve fazilet
görmüşler, her asırda iktidarı ele geçiren imamı tanımışlar ve Ehl-i Kıble'den
isyan edenle savaşı haram kılmışlardır.[38] Mekke ve Medine'de büyük bir nüfuza sahip, 84
yaşında 73/692 veya 74/693 yılında ölen
Abdullah b. Ömer, bu Tarafsızlar
grubunun başını çekmektedir. İlk Mürciî fikirlerin oluşma dönemi, onun
hayatının sonları olan hicri 60/679'lı yıllardan itibaren başlamıştır. Daha
sonra kaynaklarda ilk Mürciî fikirler olarak ele alınan pek çok görüşle ilgili
ilk tartışmaların onun şahsında düğümlendiğini görmekteyiz.
O, müslümana karşı savaşmanın doğru
olmadığını ileri sürererek fitne döneminde Medine'ye ve Mekke'ye vali olarak
kim geldiyse, onun arkasında namaz kılmış ve ona zekâtını vermiştir. Hatta o,
Haccac'ın ve
Haricî Necde b. Amir'in ve İbn Zübeyr'in
arkasında namaz kıldığı için tenkit edilmiştir. Şam, Mısır ve
Basra'da da var olmakla beraber Tarafsızlar grubunun yoğunlukta olduğu
yer Mekke ve Medine idi. Bu cereyan, Hz. Ali'nin öldürülmesinden sonra Hasan'ın
hilafeti Muaviye'ye devretmesiyle daha da güçlenmişti. Çünkü bu olaydan sonra,
Hz. Ali taraftarı pekçok kimse de dahil, bütün halk Muaviye'ye beyat etti.
Onlar evlerine ve mescidlerine çekilip biz ilimle, ibadetle meşgul olacağız,
dediler. Bütün bunlar, fitneden uzak duran, ona iştirak etmeyen kimselerin I.
asırda Mürcie'nin ilk nüveleri olduğunu göstermektedir.
Tarafsızlar
diye bilinen şahısların gerek Hz. Ali'ye gerekse Muaviye'ye vermiş oldukları
cevaplar incelendiğinde, onların her
ikisinin taleplerini de kabul etmeyerek, hiç birisinin yanında yer
almamaları, Givony'nin de ifade ettiği gibi, ortaklaşa aldıkları bir karar
sonucu değildi[39] , veya "
siyâsî hareketlere iştirak edip etmeme konusunda o devir alimlerince takip edilmiş bir hatt-ı hareket yoktu.
"[40] denebilir. Onların, savaşan iki taraftan hiç
birisine katılmama şeklinde bir tavır sergilemiş olmaları, siyâsî olarak gayet
tabii ve kaçınılmazdır. Ancak bu çeşit
bir siyâsî tavır ve ileri sürülen görüşler, daha sonraları, İrcâ fikrine
dönüştürülebilecek cinsten fikirlerdi. Bu yüzden, Nâşî el-Ekber, Nevbahtî, Kummî ve İbn Asakîr
başta olmak üzere pek çok yazar, Mürcie'nin tarih sahnesine çıkışını, Hz.
Osman'ın öldürülmesinden sonra meydana gelen iç savaşlara kadar gerilere
götürmektedirler. Ancak onlar doğrudan doğruya Mürcie'nin temsilcileri değil, " Mürcie'nin ilk nüveleri "[41] olarak kabul
edilebilir. Bir başka ifadeyle, İrcâ fikri bu kimselerin tavırları ve
fikirlerinin itikadî alana taşınarak sistematize edilmesiyle başlamış olabilir.
Mürcie'nin siyasî ve dinî haraket
olarak teşekkül tarihini, hemen hemen bütün Şii ve Mu'tezili Mezhepler
Tarihçileri ve bazı Tarihi kaynaklar, Hz.
Osman'ın ölümü üzerine, Hanbelî dökümanlardaki bazı rivayetler ise, Abdurrahman
b. Muhammed b. el-Eş'as isyanının sonrasında, yani 82/701 tarihi sonrasında başlatmaktadırlar.
Kaynaklarda Mürcie'nin tanımı yapılırken,
daha önce görüldüğü gibi, daima iki
nokta eses alınmıştır. Birincisi; Hz.
Ali ve Osman hakkında verilecek hükmü Allah'a bırakarak onların iman ve küfürlerine şahitlik
edilmemesi [42], ikincisi ise
bütün büyük günah sahiplerinin durumunun Allah'a bırakılarak cennetlik veya
cehennemlik olduklarına şehadette bulunulmaması ve Allah'ın dilerse onları affedeceği, dilerse
azab edeceği hususudur. Bu daha sonra, kıble ehlinden hiç kimsenin büyük günahı
dolayısıyla tekfir edilmemesi şeklinde ilkeleştirilmiştir.[43] Mürcie
mezhebini belli bir şahısla başlatmak yerine ilk mürciî fikirlerin toplum
tarafından bir siyasî tavır olarak benimsendiği dönemden itibaren başlatmanın
daha uygun olacağı kanaatindeyiz. Çünkü kaynaklarda, ilk İrcâ fikrini ortaya
attığından bahsedilen birden fazla kişi bulunmaktadır. Bunların başında
Medine'li Hasan b. Muhammed, Kufe'li Hammad b. Ebî Süleyman[44] ve Zer b.
Abdillah[45], Basra'lı
Hassan b. Haris el- Müzenî ve Ebû Salt es-Semmân[46] gelmektedir.
Hanbeliler, daha önce zikrettiğimiz iki esastan çok imanla ilgili düşünceleri
dolayısıyla Hammad ve Zerr'i İrcâ fikrini ilk ortaya atan biri olarak
vermektedirler. Hasan'ı da böyle bir gerekçeyle Mürciî gösterirler.[47] Biz, İrcâ
fikrinin bu şahıslardan birisi tarafından ortaya atıldığını değil, tam tersine,
onların her birinin bulundukları bölgede bu fikrin ilk temsilcisi olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Mürcie'nin doğuşu ile ilgili verilen bu
farklı tarihler, son zamanlarda
yayınlanan 72/691'de yazılan Salim b. Zekvan'ın Sîre'si; 75/694'de veya
hemen sonraki yıllarda yazılan Hasan b.
Muhammed'in Kitâbu'l-İrcâ'sı ve diğer kaynaklarda yer alan bilgiler
ışığında değerlendirildiğinde doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Bütün bu
sebeplerden dolayı Mürcie'nin
teşekkülünün, 60-75/679-694 tarihleri arasında gerçekleştiği söylenebilir.
Çünkü Muaviye'nin iş başına gelmesinden sonra başlatmış olduğu Hz. Ali'yi
lanetleme ve Hz. Osman'ı övme kampanyası ve Haşimî olsun veya olmasın pek çok
kimsenin buna tepki göstermesi sonucu, Hz. Ali ve Osman hakkında İrcâ fikrini
benimsemek, hicriî birinci asrın ortalarından itibaren, bizatihi siyasî bir
tavrın işareti haline geldi. O zamana kadar , bu fikir, ferdî veya siyasî
amaçla bir araya gelmemiş her hangi bir topluluk arasında benimsenmiş olsa
bile, muhtemelen siyasî bir tavır olarak görülmüyordu. Ancak hicrî ilk asrın
yarısından sonra, işin içerisine Ali'yi veya Osman'ı sevmek (tevellî) ve onlara düşman olmak(teberrî) kavramları sokularak politik
alana taşınınca artık , Hz. Ali ve Osman'ın durumlarıyla ilgili bir İrcâ,
siyasî bir tercih olarak görülmeye başlandı. Çünkü böyle bir fikir hem
Haricilerin, hem Muaviye'nin, hem de Haşimilerin son iki halife ile ilgili
görüşlerinin reddi anlamına geliyordu.
Hz.Ali ve Osman'ın durumlarının Allah'a bırakılmasının bizatihi siyasî
bir tavır olarak benimsenmesi, onların
Cennetlik ve Cehennemlik olduğu konusunda her hangi bir hükümde bulunulmaması,
bunun genişletilerek bütün büyük günah işleyenler için de uygulamaya konulması
şeklindeki ilk İrcâ fikrinin kurumlaşması ve bunun zümrelere mal olması ancak
bu tarihlerde olmuştur. Hatta Nafi b. el-Ezrak'ın tam aksi fikirleri ile ortaya
çıktığı 63-64/682-683 yıllarında bu
konular hararetle tartışılmaktaydı ve Abdullah b. Zübeyr'den ayrılma sebebi
omuştu. Bazı kaynaklarda, "büyük günah işleyenleri Allah'ın hükmüne
bırakmak" fikrini benimseyenleri Mürcie olarak isimlendiren ilk kişinin
Nafi olduğu bildirilmektedir. Bazı batılı araştırmacılar da Mürcie'nin teşekkülünü, 66/685'de Kufe'de
başlatılan Muhtar es-Sakafi isyanından hemen sonra başlatmaktadırlar.[48]
Mürcie,
İslâm toplumunu tehdit eden başta Haricî zihniyetine, ikinci olarak
Emevî-Haşimî çekişmesine, Emevîlerin Haricilere ve kendilerine beyat etmeyen
kimselere karşı oldukça acımasız
davranışlarına ve mevaliyi ikinci sınıf vatandaş olarak görmelerine, özellikle
de müslümanların birbirini öldürmelerine tepki olarak doğmuş, 60/679 ile 75/694
tarihleri arasında teşekkül etmiş uzlaşmacı, birlik ve barış taraftarı siyasî bir fırkadır.
Yukarıda zikredilen ve günümüze kadar
ulaşan kaynaklardan hareketle, ilk Mürcii fikirler şu şekilde tesbit
edebiliriz:
a) Bilinmeyen konularda hükmü Allah'a
ertelemek: Mürcie, Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra müslümanlar arasında
meydana gelen Cemel ve Sıffin savaşlarında ölen ve öldürülenlerin durumu ve bu
olaylarda kimin haklı kimin haksız olduğu konusunda müslümanlar arasında önemli
görüş ayrılıkları bulunduğu için ve her grup kendisini haklı, karşı tarafı
hatalı ve günahkar kimseler olarak görmeleri sebebiyle, başta Hz. Osman ve Ali
olmak üzere, bu ilk ayrılıklarda yer alanların Cennetlik veya Cehennemlik
oldukları hakkında verilecek kararın Allah'a bırakılması gerektiği fikrini öne
sürdü. Bu olaylara katılanlarla ilgili hükmü ertelemelerinin arkasında, onların
olaylara bizzat yetişmemiş ve karışmamış olmaları bulunmaktadır. Ayrıca
Kur'an'ın getirdiği bilgi nazariyesinde, bilinmeyen ve hakkında kesin delil
bulunmayan ihtilaflı her hangi bir
konuda en doğru hükmedecek olan, her şeyi en iyi bilen Allah'tır. Her iki
metinde'de ümmet ayrılığa düşmediği
için, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in tartışma dışı tutularak Osman ve Ali'nin
Cennetlik ve Cehennemlik oldukları ile ilgili verilecek hükmün Allah'a bırakılması İrca fikrinin esası
olarak kabul edildi. Hasan b. Muhammed bu görüşünü şu şekilde formüle etti:
" Biz öyle bir topluluğuz (Kavim) ki, Rabbimiz Allah, dinimiz
İslâm, önderimiz (İmâmımız) Kur'ân,
Nebimiz Hz.Muhammed'dir. Bütün işlerimizde Allah'a ve Resulüne dayanıyoruz.
Biz, imamlarımız Ebû Bekr ve Hz. Ömer'den razıyız. Bu sebeple onlara itaat
ediyor, isyan edilmesini nefretle kınıyoruz. İkisine düşman olanları düşmanımız
olarak ilan ediyoruz. Bunlardan ilk ayrılıkta yer alanlara (Ehlü'l-Firkati'l-Ûlâ) gelince,
onları erteliyoruz (Allah'a ircâ ediyoruz).
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e dostluk konusunda bütün gücümüzle mücadele ederiz.
Çünkü Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer yüzünden bu ümmet birbiriyle savaşmadı, hatta
onların durumları hakkında ihtilaf etmek şöyle dursun şüpheye dahi düşmedi.
Gerçekte İrcâ, bizzat yetişmediğimiz ve daha önce yaşamış kimseler ( fî men Ğâbe ani'r-Ricâl) hakkında
takınılan bir tavırdır. "[49]
b)
Kıble Ehli'nden büyük günah işleyen hiç kimse tekfir edilemez: Mürcie'ye
göre, bir kimsenin kendinden önce
yaşamış Kıble Ehli'nden birisi için veya büyük günah işleyen kimse için sapık
olduğu ve teberrî edilmesi gerektiği veya hidayette olduğu ve dost edinilmesi
gerektiği şeklinde bir hüküm verebilmesi, istisnasız bütün müslümanların onun
hakkında aynı hükmü vermesiyle mümkündür.[50] Bu yüzden onlar günahkar ve zalim yöneticilere kafir
değil günahkar/ ahlaksız mümin gözüyle bakmışlar ve haklarında verilecek kararı
Allah'a bırakmışlardır. Bunun teolojik
temellendirmesini iman-amel ayrımıyla yapmışlardır.
c) Din birlik ve beraberlikten ibarettir: Bir
kimse iman ettikten sonra İslam toplumunun bir üyesidir. Bu bakımdan bütün
müminler eşit olup birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Ayrıca müminler
birbirinin kardeşidir ve her birisi Allah'ın dostudur. Hangi mezhebe vaya
görüşe sahip olursa olsun, o kimse
dışlanamaz, tekfir edilemez ve öldürülemez. Her hangi bir müslüman sadece nefsini savunma ve zulme
engel olma durumunda kılıca başvurabilir. Ancak bir müslümanı müslüman olduğu
için öldüren küfre girer. Bu sebeple Cemaat'i/Birliği bozacak her türlü fitne
ve bozgunculuktan uzak durmak lazımdır.[51]
Medine ve Mekke'nin Ebu Bekir ve Ömerci
atmosferi içerisinde ortaya çıkan
Mürcie, teşekkülünden hemen sonra toplumun Arap ve Arap olmayan her kesiminden büyük destek almış, çeşitli
bölgelere yayılmaya başlamış ve pek çok meşhur alimin mezhebi olmuştur. Öyleki
bazı yazarlar onları Şam Mürciesi, Kufe
Mürciesi, Irak Mürciesi ve Horasan Mürciesi şeklinde tasnif etmişlerdir.
Emeviler döneminde mezhebin mensupları arasında Hasan b. Muhammed gibi Mütekellimler, Ebû Rü'be, Sabit Kutna ve
Haris b. Sureyc gibi komutanlar, Said b. Cübeyr gibi müfessirler, Hammad b.
Süleyman gibi Fakihler ve Muharib b. Disar ve Sabit Kutna gibi meşhur Şairler
çıkmıştır. Özellikle Hasan b. Muhammed, İrca konusunda bir eser yazarak Basra,
Mekke, Kufe ve diğer büyük şehirlere göndermiştir. Onun bu eseri, mezhebin
fikirlerinin yayılmasında önemli rol oynamıştır. Özellikle Emevî-Haşimî iktidar
çekişmesinden bunalan, Arap asıllılar ve
Emeviler tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören ve ilmî başarılarıyla topulumda itibar
kazanmaya çalışan mevali kesimi arasında büyük ilgi gördü. Hariciler ve Şîa
gibi Mürcie, iktidarı ele geçirme gibi bir gaye gütmediğinden Emeviler onların
faaliyetlerine engel olmadı ve onları çeşitli görevlere getirmekte beis
görmedi. Ancak kendilerini ilme veren bu mezhep mensupları, iç çekişmelere ve iktidar kavgalarına taraf olmayarak, daha
çok Horasan ve Maveraünnehir'de yürütülen fetih hareketlerine katılmak
suretiyle kafirlerle cihadı tercih etti ya da kadılık ve imamlık gibi resmi görevler
üstlendi. Bu durum, Kufe ve Basra'daki mevaliyi, Mürcie'nin fikirlerini
benimsemeye ve kurtuluşu bu mezhebin fikirlerinde görmeye sevketti. Mürcie,
Emevilerin Irak valisi Haccac'ın yeni müslüman olan mevaliden haraç ve cizye
almak istemesi üzerine, müminlerin eşitliğini savunarak bu uygulamaya karşı
çıktı, onlara bu konuda en büyük destek Kurra' kesiminden geldi. Çünkü onların
içerisinde pek çok kimse mevali sınıfındandı. Bu olaylardan sonra Emevilerle
olan ilişkileri bozulmaya başladı.
Mürcie içerisinde, haksız tarafla
mücadeleyi şart koşan kanada mensup olanlar Haccac'ın 76/695 yılında Irak
valiliğine getirilmesiyle, ona karşı
açıkça tavır aldılar ve bundan sonra Emevîlere karşı gerçekleştirilen
isyanların hemen hemen hepsine fert veya grup olarak katıldı. Emeviler
döneminde, Mürciîlerin şahıs veya grup olarak destekledikleri isyanlar arasında, tarihî sırayla, 81/700 yılında Abdurrahman
b. Muhammed b. el-Eş'as,
101/719'de Yezid b. Mühelleb,
122/739'de Zeyd b. Ali ve 127/744 yılına kadar yaklaşık onüç yıl süren Haris b.
Süreyc isyanı bulunmaktadır.
Mürcie, bir grup olarak ilk defa,
Abdürrahman b. Muhammed b. el-Eş'âs'ın 81/700 yılında Haccac'a karşı isyanına katılmıştır.
Mürciî ulemadan Kays b. Ebî Müslim
el-Mâsırî, Saîd b. Cübeyr, Talak b. Habib, İbrahim b. Yezid et-Teymî, Avn b. Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd, Amr b.
Mürre ve Zer b. Abdillah bu isyana bizzat iştirak etmişlerdir.[52] İsyan aylar
süren bir çarpışmadan sonra hezimetle sonuçlanınca, Saîd b. Cübeyr
İsfehan'a, oradan Rey'e, daha sonra
Azerbeycan'a kaçmış ve en sonunda umre için geldiği Mekke'de Talak b. Habib,
Mücahid ve Atâ ile birlikte Amr b. Dinar'ın yanında saklanmıştır. Mekke'de
saklandıklarını duyan Haccac, Halid b. Abdillah el-Kasrî'den onları yakalayıp
kendisine teslim etmesini istemiştir. O, bunların üçünü de yakalayarak Haccac'a
gönderdi. Talak, yolda öldü, Mücahid Haccac'ın ölümüne kadar hapiste yattı,
Saîd b. Cübeyr ise, Haccac tarafından öldürüldü.[53]
Mürcie, Emevi halifeleri arasında en
büyük desteği Ömer b. Abdilaziz'den gördü. Medine valisiyken, isyandan sonra
Talak b. Habib ve Said b. Cübeyr gibi pek çok kişiyi koruduğu için görevinden olmuştu. Onun dönemi Mürcie'nin
zafer yılları oldu.[54] Hatta o halife olunca, Kufe'den Avn b.
Abdillah, Musa b. Ebî Kesîr ve Ömer b. Zer'den oluşan üç kişilik Mürciî bir grup, onunla İrcâ
fikrini tartışmak üzere gelmişlerdi. Kaynakların verdiği bilgiye göre, onlar,
bu görüşmeden sonra Ömer b. Abdilaziz'in İrcâ fikrini benimsediğini iddia
etmişlerdir.[55] Diğer taraftan, yeni müslüman olmuş kimseler
adına Horasan ve Maveraünnehir'de yapılan Mürciî mücadeleyi ona anlatmak üzere
gelen heyet içerisindeki Ebû's-Sayda Salih b. Tarîf ve Said en-Nahvî'nin
şikayetlerini dinlemiş ve onlara destek sözü vermiştir. Bunun üzerine bölgedeki
mevali üzerinden harac ve cizye kaldırılmıştır ve binlerce insan bu Mürciî
şahsiyetlerin yardımıyla müslüman olmuştur.[56] Ömer, Hariciler'le mücadelede de Mürcie'yle
işbirliği yapmıştır.
Ömer b. Abdilaziz'in ölümünden sonra,
Mürcie'yle Emevîler arasındaki ilişkilerin kötüleştiğini görüyoruz. Ebû Rü'be
komutasında Basra'lı bir grup Mürciî,
Yezid b Mühelleb'in 101/719 yılında Yezid b. Abdilmelik'e karşı gerçekleştirdiği isyanına, ayrı bir bölük
halinde katıldı.[57] Ebû Rü'be ve
beraberindeki Mürciîler, Kitab ve Sünnet'e uygun bir politika izlemedikleri
gerekçesiyle onlara karşı ayaklandılar, bu yüzden onlar Emevîleri önce Kitap ve
Sünnet'e uymaya çağırdılar. Bu çağrılarına bir cevap alıncaya kadar,Yezid b.
Mühelleb'in geceleyin ani saldırı
planına karşı çıkarak onlara saldırmak istemediler. Saymada' ve Ebû Rü'be'nin
itirazı üzerine, Yezid b. Mühelleb'in böyle bir saldırı düzenlemeden
vazgeçmesi, Mürcie'nin orduda ne kadar
önemli bir güç oluşturduğunu göstermesi
bakımından önemlidir. Ancak Ebû Rü'be başkanlığındaki bu Mürciî grubun
akibeti ve savaştan sonraki durumları
konusunda bilgi yoktur.
Ömer b. Abdilaziz'den sonra tekrar
Horasan ve Maveraünnehir'de halktan cizye ve harac alınması üzerine halk bu
uygulamayı protesto etmek üzere toplandı. Bazı Mürciiler de sırf bu kararı
protesto etme konusunda yardım etmek için onların yanında yer aldı. Bunlardan
Ebû Sayda ve Sabit Kutna yakalanarak hapsedildi.[58] Semerkand'da harb işlerinden sorumlu
Müceşşer, Nasr b. Seyyar'ın valiliğe
getirilmesine kadar, Sabit Kutna'yı hapisten çıkarmadı. Nasr, onu hapisten
çıkararak Merv'e gönderdi ve Eşres tarafından hapsedildi. O, Abdullah b. Bistam
b. Mesud'un kefaletiyle hapisten çıkarılarak, daha önce haklarını savunduğu ve
bu yüzden hapsedildiği kimselere ve Türklere karşı savaşmak zorunda bırakıldı.[59] Askerlere ateşli konuşmalarla cesaret
vermeye çalışan Sabit Kutna, bu savaşta
şehid düştü. Horasan ve Maveraünnehir'de
Mürcii fikirler, onun yazdığı İrcâ Kasîdesi yoluyla yayılmıştır.
Bu çarpışmalarda, daha sonra Mürcie'nin
önderliğini yapacak ve Mevali adına yapılan mücadelenin devamında onların
yanında yer alacak olan Haris b. Süreyc de vardı. Emevîler böylece, hem
haklı bir mücadele veren mevalininin
isyanına son verdi, hem de onların yanında yer alan Mürciî önderleri onlara
karşı savaşmaya mecbur etti. Böylece Mürcie'nin ileri gelenleriyle, Mevali (Soğdlar ve Türkler) arasındaki bağlantı,
5 veya 6 yıl gibi kısa bir süre de olsa,
koparılmaya çalışıldı. Ancak 116/734'de Haris b. Süreyc'in isyanıyla,
Mürcie ile mevali arasındaki münasebet tekrar önem kazandı.
Mevaliye eşit haklar sağlamak amacıyla
yapılan bu reformların başında
Mürcie'nin önderlerinden Ebû's-Saydâ ve Sabit Kutna ile arkadaşları
bulunmaktaydı. Ancak onlar, Emevîler'in maddî menfaatleri yüzünden başarıya ulaşamadılar.Fakat
bölgedeki İslâm'a toplu ihtidalar, Mürcie'nin faaliyetleri sonucu gerçekleşti.
Onların mücadelesi, daha sonra, Haris b. Süreyc tarafından devam ettirildi.
Haris, Asım'ın 116/773'da Horasan valisi olması üzerine,
onun yeni müslüman olmuş kimselerle
Emevîler'e karşı oniki veya onüç yıl süren ve onların yıkılışını
hazırlayan bir isyan başlattığını
görmekteyiz.
Haris b. Süreyc'in bu hareketi, temelde, Ebû Saydâ ve
Sabit Kutna'nın daha önce başlattığı
Mürciî tez üzerine kurulmuş bir islah hareketinin devamıydı. Her iki mücadele, Emevî
valilerinin zorbacı yönetimlerine ve kötü ekonomik politikalarına karşı
sürdürülmekteydi. Bu Mürciî liderler, mevali unsuruna destek vererek cizyenin
kaldırılması ve askerlere ödenen maaşlara ortak olma isteklerini gerçekleştirmeleri
için onları ayaklandırdılar.[60] Bu yüzden daha önce Ebû's-Saydâ ve Sabit
Kutna'ya destek veren Rebi' b. Imran et-Teymî, Ebû Fatıma el-Ezdî, Bişr b.
Curmûz ve Kâsım eş-Şeybânî, Haris b.
Süreyc'in yanında da yer aldılar. Sabit Kutna gibi, Haris de, en önemli desteği
Aşağı Toharistan, Cüzcan, Faryab, Talikan ve Belh'ten almıştı. Aynı şekilde,
Ebû's- Saydâ ve Sabit Kutna'nın yanında mücadele eden dihkanlar ve köylüler Haris'in isyanına da
destek verdiler.[61] Bu desteğin altında, "Haris b. Süreyc'in
hareketinin Mürciî bir hareket" olması yatıyordu.[62] Haris b.
Süreyc, 119/737 yılından itibaren Esed'e karşı mücadelesine Toharistan'da
yanlarına sığındığı Hakan'la birlikte
devam etti. Nasr’ın ordusuyla savaşmayı sürdürdü. O, 126/744'e kadar yaklaşık onüç sene Türk bölgelerinde kaldı.
127/745 yılında Nasr'la anlaşarak Merve döndüyse de, tekrar uygulamaları
eleştirerek isyan etti ve 128/746 yılında pek çok yakını ve taraftarıyla
beraber öldürüldü. Haris, bu mücadelesinde Cehm b. Safvan ve diğer meşhur
Mürciilerden büyük destek aldı.Haris,
Horasan ve Mâverâünnehir'de sadece Mürciî fikirlerin yayılmasında değil,
İslâm'ın yayılmasında ve insanların topluca İslâm'a girmesinde de önemli bir
rol oynadı. Onun, Türklerle birlikte kaldığı yıllarda, İslâm'ı yayma
faaliyetlerine devam ettiği
anlaşılmaktadır.
Mürcie, Haris ve taraftarlarının
yenilgiye uğraması ve pek çoğunun öldürülmesi sonucu, Horasan ve Mâverâünnehir'de önemli ölçüde güç
kaybetti. Böylece, Mürcie'nin mevaliye müslüman Araplar karşısında eşit haklar
sağlama, onlara karşı adil davranılmasını isteme mücadelesi yarıda kaldı. Haris b. Süreyc isyanı, Emevîlerin, Arap
olmayan müslümanlara karşı olumsuz tavırlarının ve ekonomik baskılarının bir
neticesi olarak ortaya çıktığı için Mürcie'nin bölgedeki faaliyetleri açısından
ve ayrıca, Emevîlerin yıkılışını hazırladığı ve Abbasî ihtilalinin, dolaylı da
olsa, başarılı olmasını kolaylaştırdığı için, siyasî tarih bakımından da
önemlidir.
Mürcie'nin bizzat katılmadığı ancak maddî
destekte bulunduğu isyanlardan birisi de Zeyd b. Ali'nin 122/739 yılında
Emevîlerin zulmüne karşı isyanıdır.
Ebû'l-Ferec, Zeyd b. Ali'ye saygı duyan Mürcie arasında ona destek veren
kimselerden sadece Ebû Hanîfe'nin ismini zikretmektedir.[63]
Emeviler döneminden itibaren Mekke,
Medine, Kufe, Basra ve Şam gibi şehirlerde, hatta Kuzey Afrika'da faaliyet gösteren Mürcie, Emevilerin
sonlarına doğru ve Abbasilerin ilk yıllarında Horasan ve Maveraünnehir'de güçlenmeye
başladı. Öyleki İrcâ fikri denildiği
zaman Horasan akla geliyordu ve bazı kimseler İrcâ akîdesinin bu bölgeden
alınmaması konusunda uyarılar yapıyorlardı. Mürcie, Ebû Muslim'in sürdürdüğü
Abbasî davetine ilk yıllarda Emevî zulmüne son vermek için sıcak bakmıştır.
Ancak ihtilalin gerçekleşmesinden sonra Ebû Müslim'in de aynı politikaları
sürdürdüğünü görünce ona karşı çıkmışlardır. Ancak Ebû Müslim, bu kimseleri ya
öldürmüş ya da başka yollarla sindirmeye
çalışmıştır. Gücünün anlaşılması üzerine,
bu mezhep Horasan'daki Haricî ve Şiî tehikesine karşı Abbasiler
tarafından desteklenmiştir. Bu sebeple
bölgedeki bütün kadılık ve imamlık makamları Mürciilerin eline geçmiştir.
Baştan beri, diğer mezhepler kadar bizzat siyasetin içerisine girmeyen Mürcie, Abbasiler döneminde resmî
kadılık görevlerine atanmaları dolayısıyla, her ne kadar Abbasiler'in her
politikasını kabul etmedilerse de, özellikle akîde konusundan çok fıkıhla
meşgul olmaları yüzünden eski başarılarını sürdüremediler. Diğer taraftan, bazı
Mürciîler, Mihne
döneminde, devletin “Kur'ân’ın
yaratılmışlığı” fikrini dayatmasında,
Me’mun’a destek vermelerinden
dolayı, gerek Bağdad, gerekse Horasan ve Mâverâünnehir'de, Mutezile ile aynı muameleye tabi tutuldular.
Mürcie'nin tarihinde iki önemli
fikri kırılma yaşanmıştır. Birincisi Emeviler döneminde kader problemi,
ikincisi Abbasiler döneminde Kur'anın yaratılmışlığı problemi etrafında
yaşanmıştır. Bunun neticesinde bu mezhebin mensupları Kaderci/Özgürlükçü ve Cebirci
olarak ikiye ayrılmışlardır. Hatta öyleki bazı Makalât yazarları, bu
görüşü benimseyenleri Mürcie’den bağımsız ekoller gibi göstermişlerdir.
Kur'anın yaratılmışlığı probleminde de, kimisi Mu'tezilenin yayınında yer
alırken, kimisi de onların bu dayatmasına karşı çıkmışlardır. Tirmiz, Nisabur,
Bağdad ve Rey Mürcie’si arasında Halku’l-Kur’ân fikrini
destekleyenler olmuştur. Bu sebeple bazı Makalât yazarları, başta Bişr
el-Merisî olmak üzere bu görüşte
olanları, sırf bu konudaki fikirleri dolayısıyla Mu’tezilî ya da Cehmiyye
olarak değerlendirmişlerdir.
Abbasiler'in ilk yıllarında
Horasan'da Belh; Tahiriler döneminde Nisabur, Rey ve Herat; Samaniler döneminde
ise, Mâverâünnehir'de Semerkand, Buhara
ve Fergana şehri, Mürcie'nin faaliyet
gösterdiği merkezler haline geldi. Öyleki Belh şehrinden Kufe'ye ilim öğrenmeye
gelenlerin, özellikle Ebû Hanîfe'yi ve daha sonraları onun öğrencilerini tercih
etmeleri sebebiyle, buraya Mürcie'nin kalesi/yurdu (Mürciabâd) adı verildi.[64]
Abbasiler döneminde, bu bölgelerde Mürcie'nin tartışılmaz manevî lideri Ebû Hanîfe'dir. Bu yüzden, orada
Mürcie denince, Ebû Hanîfe ve taraftarları olarak bilinen Re'y Taraftarları akla geliyordu. Ebû
Hanîfe'nin ölümünden sonra, Irak'taki öğrencileri, onun daha çok fıkha dair
görüşlerini sürdürürken Belh, Rey, Nisabur ve Semerkand'daki Mürciîler, hem fıkhî, hem de itikadî
görüşlerini devam ettirdiler. Bölgede temelde Mürciî akideye bağlı Rey'de Neccârilik, Nisabur'da ve Sicistan’da Kerrâmilik, Semerkant'ta Mâtürîdilik olmak üzere üç ayrı fikir
ekolü ortaya çıktı.
Bölgedeki devletçiklerden
Saffariler, Haricilerin üstesinden gelebilmek için Mürcie'yi desteklerken
Tahiriler onlara karşı cephe aldılar. Ancak büyük destek gördükleri Samaniler
döneminde yıldızları tekrar parladı. Mezhep,
bölgedeki dinler ve kültürlerin yanısıra
İsmaililik, Zeydilik, Hadis Taraftarlığı ve Mu'tezile’yle de mücadele
etti. Bu üç ekol arasında, sadece Mâtürîdilik,
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat içerisinde
devam edebildi.
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî'nin ismi,
bizzat Mürcie mensupları arasında zikredilmiyorsa da, kaynakların Ebû Hanîfe ve
ashabını bu ekolün mensupları arasında saymaları, dolaylı olarak onun da aynı
şekilde değerlendirildiğini akla getirmektedir. Bu sebepten olsa gerek, o, Kitâbu't-Tevhîd'de "el-Mes'ele
fî'l-İrcâ’ "[65] adıyla bir başlık açarak Ebû Hanîfe'ye böyle
bir ismin neden verildiğini tartışmakta ve onu “Zemmedilen ve Lanetlenen
Mürcie'nin” dışında tutmaya çalışmaktadır. Bu tavrı Te'vilât'a da yansımış ve Ebû Hanîfe'nin "Zemmedilen Mürcie"(İrcâü'l-Mezmûm)'den
değil "Övülen Mürcie"(İrcâü'l-Mahmûd)'den olduğunu savunmaktadır.
O, hadislerde zemmedilen İrcâyı,
"fiilleri Allah'a bırakarak onları kulun fiileri kabul etmeme ve onlarda kulun tedbirini
reddetmekten ibaret olan Cebir" şeklinde; Mürcie'yi ise, "Taat ve
masiyet dahil hiç bir fiili kulun fiili olarak görmeyenler"[66] şeklinde
tanımlamakla, İrcâ ve Mürcie kavramına kendi dönemine kadar yapılmamış
bir yorum getirerek, hadiste zemmedilen
Mürcie'nin, bu olduğunu ileri sürmektedir. Muhtemelen Mâtürîdî, Ebû Hanîfe ve
dolayısıyla kendisini bazı uydurma hadislerde lanetlenen Mürcie'den aklamak
için böyle bir yola baş vurmuştur. Aslında Matüridi, eserlerinde büyük günah,
İmanın tanımı, İmanda artma eksilme, İmanda istisna, İman-İslam ilişkisi,
İman-Amel ayrımı, Va'd ve Vaîd gibi
temel konularda Mürcie'yi savunduğu görülmektedir.[67] Ayrıca Ebû Mansûr el-Mâtürîdî'nin ilim
silsilesi Mürciî akideyi benimsemiş şahıslarla üç ayrı yolla Ebû
Hanîfe'ye kadar uzanmaktadır. Onun, Ebû Hanîfe'nin görüşlerini en iyi
bilenlerden olduğu, eserlerini bu
görüşleri kesin olarak isbatlamak ve delillendirilmek için yazdığı
bilinmektedir. Onun eserlerinde Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat kavramını hiç
kullanmaması dikkat çekicidir.
Muhammed b. Kerram ve
taraftarları, Hüseyin b. Muhammed b.
en-Neccar ve taraftarları Mürcie'nin aşırı uçlarını temsil ederken, Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî ve öğrencisi Hakîm es-Semerkandî gibileri bu akımın mutedil ve ana
bünyesini temsil etmekle kalmamış aynı zamanda bu ekolün sistematik bir
kelamını da oluşturmakla Mürcie ile Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat arasında bir
köprü görevi görmüştür. O, Kitâbu't-Tevhîd'inde
her ne kadar Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat
kavramını kendi Kelâm sistemi için kullanmamışsa da, kendinden sonraki
yazarlar, muhtemelen ilk defa Pezdevî tarafından, " Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ın reislerinden"[68] kabul edilmiştir. Hatta bazı kereler, genel
olarak sadece Semerkand ekolü olarak isim verilmeden zikredilmiştir. Onun Kelâm sistemi, önceleri daha çok Mâtürîdiyye şeklinde kendi adıyla, fakat daha
sonraları Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak
isimlendirildi. Bununla birlikte, Mürcie'nin temel tezleri Matüridî kelam
ekolüne mensup kelamcılar tarafından savunulmaya devam edildi.
Mürcie, siyasî ve itikadî, fıkhî ve tasavvufi3i
meselelerin çözümü konusunda pek çok görüş ileri sürmüştür. Ancak onlar, daha
çok iman nazariyeleri ile dikkat çekmişlerdir. Aslında Mezhepler Tarihi'nin
kaynakları, onlardan bahsederken, daima bu iman nazariyeleri üzerinde
durmuş, Haricî ve Hadis
Taraftarları'ının eserleri ise, onların bu konudaki görüşlerini çürütmekle
meşgul olmuşlardır. Haricilerin iman ve küfürle ilgili görüşlerini
reddederek kendilerine özgü ve orjinal
görüşlerini ortaya atan Mürcie, bu konuda onlara muhalefet eden ilk fırkadır.
Mutezile'nin ortaya çıkmasıyla, bu mesele onlarla Mürcie arasında tartışılmaya
devam etmiştir. İman nazariyesiyle,
Haricî ve Hadis Taraftarları'nın karşısında yer alan Mürcie, diğer konularda,
kendi aralarında ayrılığa düşmüşlerse de, bu konuda, bazı noktalar hariç,
temelde aynı görüşleri savunmuşlardır.
Mürcie, büyük günah işleyenin dünyadaki durumu ile
Ahiret’teki durumunu birbirinden ayrı ele alır. Şöyle ki Kıble Ehli'nden büyük
günah işleyenler (Fâsıklar), imanlı
olmaları dolayısıyla mümindirler, ancak büyük günah işledikleri için aynı zamanda
fasıktırlar. Onların durumları Alah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse
cezalandırır.[69] Onlar, fıskı İmanın zıddı kabul
etmediklerinden ve amelleri İmanın bir parçası olarak görmediklerinden, büyük
günah işleyeni fıskı ve fücuru ile birlikte kamil bir mümin saymaktadırlar.
Günah işleyen ister te'ville, ister tevilsiz işlesin, yani her hangi bir yorum
sonucu işlesin durum aynıdır. Çünkü bütün günahlar fısktır. Bu yüzden onlar,
te'ville kan dökmeleri, kadınları esir almaları ve malları yağmalamalarından dolayı Hariciler'i
fasık olarak görmüşlerdir.[70] Büyük günah
işleyenin, günahı dolayısıyla fasık olmakla beraber gerçek mümin olmaya devam
ettiği fikrini " Küfürle birlikte iyi ameller ( ta’at ) fayda vermediği gibi, İmanla beraber de kötü ameller (seyyie/ma’siyet) zarar vermez "[71] şeklinde formüle ettikleri için, bu ilke
Mürcie'nin tanımı olarak kabul edildi. Onlar böyle bir ifadeyle, büyük günah
işleyenin ne bu dünyada, ne ahirette hiç bir ceza görmeyeceğini
kasdetmişlerdir. Çünkü burada anlatılmak istenen, büyük günahın kişinin İmanına zarar vermemesi ve küfre
girmemesi hususudur. Yani, onlar iyiliklerin daha ağır bastığını, bu sebeple
tek bir iyiliğin bile şirk ve küfrün dışındaki diğer günahları ortadan kaldırabileceğini
ileri sürerler. Böyle bir fikri, büyük günah işleyen herkesi İmandan, İslamdan
ve İslâm toplumunun bir üyesi olmaktan çıkmış kabul eden Haricilerin,
onlara kafir muamelesi yapmalarına engel olmak ve Allah'a inandığını
açıkca söyleyen kimseye büyük günah işlemiş bile olsa İslâm'da bir yer bulabilmek için ileri sürdüler.
Ahiret’teki durumunu ise, Allah'ın dilemesine bıraktıkları için onun ceza görmeyeceğini iddia etmediler. Bu
yüzden onların dünyevî cezaları yürürlükten kaldırdıklarını söyleyebilmek de
oldukça zordur. Asıl amaçları, büyük günah işleyenin bu dünyada mümin ve
müslüman olduğunu ortaya koymaktı. Bu iddialarını doğrulamak için Kur'ân'dan
pek çok ayeti delil olarak kullanmaktadırlar.[72] Aksine onların,
günahkar müminle ilgili şu noktada birleştiklerini görmekteyiz: " Ehl-i Salat'tan
( Ehl-i Kıble ) Allah'ı ve
resullerini bilip onu ikrar eden ve bundan sonra büyük günah işleyen biri,
sahip olduğu bu İmanı dolayısıyla mümindir
ve İmanını kaybetmemiştir. Bununla beraber, kendilerinde bulunan fısk sebebiyle aynı
zamanda fasıktırlar. "[73] Amelleri İmana dahil etmeyen Mürcie, terkini helal görmedikçe, daha sonra kaza
etmek suretiyle bir kimsenin namaz ve orucunu terketmekle kafir olmadığı
fikrini benimsemiştir. Hatta bir Peygamber'i öldüren veya döven birisi, bu
fiili dolayısıyla değil onu hafife alması, ona düşmanlığı ve kini dolayısıyla
(Peygamber'i, Peygamber olduğu için öldürmesi dolayısıyla) kafirdir.[74] Büyük günah işleyenin Ahiret’teki
durumuna gelince, Allah bilir, dilerse
cezalandırır dilerse affeder.[75] Mürcie'ye göre, hükmün Allah'a ertelenmesi, sadece büyük günah işleyenlerin
durumuyla ilgilidir. Çünkü günah işlememiş ve günahından tevbe ederek ölmüş
olan cennetliktir. Kafir olarak ölmüş ise, cehennemliktir. Bu yüzden onlara
göre, başta Hz. Osman, Ali ve taraftarları olmak üzere büyük günah işleyen hiç
kimsenin cennetlik veya cehennemlik
olduğuna bu dünyada şahitlik edilemez.[76] Hz.Osman ve Ali için böyle bir İrcâ'yı, ilk
uygulayan Mürcie, daha sonra bunu bütün günah işleyenler için yürürlüğe koydu.
Mürcie'ye göre, günah işlememiş veya ölmeden önce tevbe etmesi sonucu günahları
affedilmiş bir mümin için cennetlik, küfür üzere ölen birisi için cehennemlik
olduğuna şahitlik edilebilir. Ama büyük
günah işleyen bir mümine gelince cezalandırılması veya mükafatlandırılması ile
ilgili verilecek karar Allah'a bırakılır. Allah dilerse affeder dilerse azab
eder. Bu görüş, daha sonraları Ehl-i Sünnet'in bütün çevrelerince temel bir
esas olarak benimsenmiştir.
Mürcie, genelde, Kur'an'daki her hangi
bir ayete dayanarak bir görüş ileri süren
kimsenin asla tekfir edilemeyeceğini savunur. Bir insanın yorumuyla veya işlediği günah dolayısıyla
tekfir edilebilmesi için bütün müslümanların
aynı fikirde birleşmelerini şart koşar. Eğer ayetin delaleti açık ve
seçikse, herkes aynı anlamı anlıyorsa tenziliyle aynı olan bir ayeti inkar
küfre götürebilir. Ancak ayetin yorumu tek değilse ve tenzilinden farklı
yorumlara müsaitse, bu durumda farklı yorum yaptığı için ya da bir başkasının
yorumunu inkar ettiği için ayeti inkar etmiş olmaz ve tekfir edilemez.
Amellerin iman olmadığı ve onun özüne
dahil edilemiyeceği konusunda bütün Mürciiler hem fikirdir. Ameller imanın
neticesi olduğu için onların iman olarak isimlendirilmesi sadece mecazen
mümkündür.[77] Bu yüzden Mürcie amellere inanmayı ayrı şey,
farz olduğunu bildiği halde yerine getirmemeği ayrı şey kabul ederler. Farz
olduğuna inanmayan kafir, farz olduğuna inandığı halde kılmazsa günahkar mümin
olur. Onlara göre namaz, oruç, zekat, hac iman değil imanın dışında birer farzlar
veya İman ve İslam'ın ilkeleridir ( Şerâi).[78] Kur'ân'da pek çok yerde iman edenlerin ve
salih amel işleyenlerin Arapça’da atıf
harfi olan “vav”la birbirinden ayrılması, aynı isim altında birleştirilmemesi
amellerin imandan olmadığının delilidir. Eğer, taatler İmandan olsaydı, Allah
amel ve İmanı ayırmazdı. Aynı şekilde, bu ayetlerde geçen lafızlar aynı anlama
gelseydi, onların tekrarı anlamsız olurdu. Bu da gösteriyor ki amel ve İman
ayrı ayrı şeylerdir. Onların amellerin İmandan sayılmasıyla doğacak bazı
tehlikelerden endişe etmeleri de, amelleri İmanın dışında başka farzlar olarak
kabul etmeye sevketmiştir. Eğer namaz, İman olursa bir defa bile terk edenin,
İmanını terketmiş sayılması gerekecektir. Eğer ameller imandan olsaydı, Nebîler
bile bütün iyilikleri (ta’atları)
tamamlayamadığından hiç kimsenin imanı makemmel olmazdı. Aynı şekilde tek bir günah işleyenin imanı da
tam olmazdı. İman vacipleri yerine getirmek, haramları terketmek olursa hiç kimse gerçek mümin olduğunu
söyleyemeyecektir. İslâm'a girmenin şartı ameller değil Allah'ı ikrar ve
tasdiktir. İnsanlar, amelleri terketmekle
mümin ismini kaybetmez, ama tasdiki kaybetmekle iman ismini kaybeder.
Müminlerin iman ismi amellerden önce olması amel ve imanın ayrı olduğunu
gösterir. İnsanların farzları işlemeleri iman etmiş olmalarından dolayıdır.
Yoksa imanları farz olan şeyleri işlemiş olmalarından doğmuş değildir. İnsanlar
tasdikte birbirine eşit, fakat amellerde birbirinden farklıdır. Ayrıca fakirin zekatı vermesi gerekmez, ama
zekatın farziyetine inanması gerekir.
Mürcie bu yüzden amelleri hafife almakla suçlanmıştır.
Bu temel esasla, bir kimsenin, "
İnşallah, müminim " veya " Ümit ederim, müminim " yerine, " Ben gerçekten müminim "
diyerek İmanına şek ve şüphe katmaması gerektiği kasdedilmektedir. Mürcie,
şartlı İmanı yasaklayarak şartlı
mümin olduklarını söyleyenleri ,
" İmanından şüphe edenler
" (Şakkûn) olarak
tanımlamışlardır.[79] Çünkü Hz. Peygamber'in tebliğinden sonra,
insanlar, ya mümin, ya kafir, ya da münafıktır. Bu üç grubun
dışında bir grup olmadığına göre, mümin olan birinin gerçekten müminim demesi
gerekiyordu.
Ebû Hanîfe'ye göre, bir kimseye sen mümin
misin? diye sorulduğunda, Allah bilir şeklinde cevap verirse, o kimse imanından
şüphe etmektedir. İmanından şüphe eden kimse, münafık da değildir. Bu yüzden
ben gerçekten müminim demesi gerekir, çünkü gerçek bir mümin, İmanından şüphe
etmez. Her ne kadar amellerinde kusur
etse de, yine gerçek mümin olup, İmanı
meleklerin İmanı gibidir. Ancak, kim, cennetliğim
veya cehennemliğim derse, yalan söylemiştir.[80]
Mürcie'nin imanın tanımı ile ilgili
görüşlerini üç grup halinde ele almak mümkündür. Birinci görüşe göre iman,
kalple gerçekleşen marifettir veya tasdiktir. Cehm'e ve taraftarlarına göre;
İman, yalnızca Allah'ı, Resulleri'ni ve O'ndan gelen herşeyi bilmektir.
Marifetin dışındaki dil ile ikrar, kalb ile kabullenme, Allah'ı ve Resulü'nü
sevme, onlara saygı, onlardan korkma ve azalarla amel İman değildir. Küfür ise,
Allah'ı bilmemek olup, İman ve küfrün her ikisi de, sadece kalpte bulunur.[81] Bazı Mürciîler, İmanı sırf marifet olarak
tanımlama yerine, lügatteki anlamını esas alarak, sırf tasdik şeklinde
tanımlamayı tercih ettiler. Kalp ve dil
ile gerçekleşen bu tasdik yoksa, İman da yoktur
diyerek dilin ikrarı (İkrârün bi'l-Lisân) yerine dilin tasdiki
(Tasdîkun bi'l-Lisân) kavramını
kullanan bu grubun mensuplarının, Bişr el-Merisî ve taraftarlarının olduğu
kaydedilmektedir.[82] İmanın sırf
tasdik olduğu fikrinde olanlar, bu
görüşlerini temellendirmek için, söz
bulunduğu halde İmanın kabul edilmediğinden bahseden bazı ayetleri delil getirmektedirler. İkinci görüşe göre,
İman, dil ile ikrar
kalp ile tasdiktir. Yani İman,
Allah'ı ve ondan gelen şeyleri toptan kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir.[83] Bu, genel
olarak Ebû Hanîfe ve ashabının oluşturduğu Kufe'li Mürciî fakih ve zahidlere
ait olup, Mürcie'nin çoğunluğunun
görüşüdür.[84] Üçüncü görüşe
göre, İman sadece dille ikrardır.
Muhammed b. Kerram ve taraftarlarınca benimsenen bu görüşe göre, İman, kalbin
değil dilin ikrarı ve tasdikidir. Kalb ile bilmek İman olmadığı gibi, dil ile
ikrarın dışında hiç bir şey de İman değildir. Bu sebeple, Resulullah döneminde
münafıklar gerçek mümindiler. Küfür ise, Allah'ı dil ile tanımama ve inkardır.[85] Mürcie, İmana
üç farklı tanım getirdiyse de, bu tanımların hiç birisinde, amelleri İmana
dahil etmediler.
İmanın, amellerle artmayacağı, amelleri
terketmek veya günah işlemekle de azalmayacağı fikri Mürcie tarafından ısrarla
savunulmaktadır. Mürcie arasında sadece, Hüseyin b. Muhammed b. en-Neccar[86] İmanın artacağı, ama eksilmeyeceği fikrinde
ise de, bununla, amellerle İmanın artması ve amellerin terkiyle azalmasını
kasdetmemektedir. O'na göre, ikrar
yoksa, tek başına marifet taat değildir. Allah tek emirle, inanılması
gerekenlerin hepsine inanmamızı emretmiştir. Bunları yapmayan O'na itaat etmiş
olamaz. Bir kimse, bu hasletlerden birisini terketmekle kafir olmadığı
için, insanlar İmanlarında birbirinden
farklıdırlar. Bazısı Allah'ı daha çok bilebilir veya tasdiki daha güçlü
olabilir. Bu bakımdan İman artar ama eksilmez. Mümin olandan İman ismi,
yalnızca küfürle kalkar. Ebû Hanîfe'ye göre,
İmanın eksilmesi, küfrün artması, küfrün artması ise İmanın eksilmesi
halinde mümkün olabilir. Bir şahsın aynı anda hem mümin, hem kafir olması
mümkün değildir. Halbuki mümin gerçek
mümin, kafir de gerçekten kafirdir.[87]
Bütün müminler, İman konusunda,
birbiriyle aynı olup, birinin diğerine üstünlüğü yoktur.[88] Mürcie'nin bu esası, Kitâbu'l-Îmân'larda şu şekilde ifade edilmiştir: " İnsanlar,
İmanlarında birbirlerinden üstün değildirler, bu sebeple, onların günahkarları
da, salih amel işleyenleri de, İman konusunda eşittirler.[89] Müminlerin
İmanları meleklerin İmanı gibidir.[90] Onlara göre,
İmanın ikrar, marifet ve Allah'a boyun eğme gibi bir takım hasletleri vardır.
Bunlardan herbirisi taat veya İmanın bir kısmını oluşturur. İmanın bir kısmını
yerine getirirse kafir, hepsini yerine getirirse, mümin olur. Bu bakımdan, İmanı
oluşturan hasletlerde, bu hasletlerin sahipleri birbirinden üstün olabilirler.[91] Alah'ın vahyi
tamamlandıktan sonra, insanların İman
konusunda birbirinden üstün olacak yanı kalmadı. Bu yüzden, bütün insanların (müminlerin),
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi ilk müslümanların İmanı ile Haccac, Ebû Müslim
el-Horasanî ve diğerlerinin İmanı aynıdır. Diğer yandan, Allah'ın kullarına
farz kıldığı İman, bütün kulları için farz kılınmış olan aynı İmandır. Yani bir
şahıs için vacip olan İmanın aynısı bütün şahıslar için de vaciptir. Ebû
Hanîfe, bu fikri, Kitâbu'l-Âlim
ve'l-Müteallim'de, şöyle formülleştirmiştir: " Bütün müminler,
marifet, yakîn, tevekkül, Allah sevgisi, Allah korkusu ve İman konusunda eşittirler. Bunların
dışında İmanı ilgilendiren konularda, birbirinden farklıdırlar. Aynı şekilde
küfürde de kafirler eşittirler "[92] Ebû Hanîfe'ye göre,
sema ehlinin ve Resullerin dini aynıdır. Farklı olan sadece, farzlardır.[93] O'na göre, İman
ve tevhitte inananların eşit olması demek, insanların ve Meleklerin, İman
konusunda eşit olması demektir. Bir
insan, amellerinde kusur etse bile, İmanı bakımından gerçek mümindir ve onun
İmanı Meleklerin İmanı gibidir.[94]
Mürcie, İman ve İslam'ın aynı manaya
geldiği ve her müslüman için mümin , her
mümin için de müslüman tabirinin kullanılabileceğini ileri sürmektedir. Ebû
Hanîfe'ye göre, İman, tasdik, marifet, yakîn, ikrar ve İslam demektir. Aslında
bu kelimeler birbirinden farklı, fakat aynı manaya, yani İman manasına, gelen kelimelerdir. İmanın tarifinde bu
anlamlar bizzat ifade edilmiştir. Şöyleki, İman; Allah'ın Rab olduğunu, hem
ikrar ve tasdik etmek, hem de şüphesiz
kesin bir bilgiyle bilmek, tanımak ve
aynı zamanda O'nun Rab oluşunu kalbi ve diliyle kabullenmektir ( İstislâm). Bütün bunlar, farklı isimler
olsa da, manaları aynıdır. Mesela; bir kişi için Ey İnsan!, Ey Adem! veya Ey Filan denmesi
gibi. Bu kelimeleri söyleyen kimse,
onlarla aynı manayı kastettiği halde,
onu muhtelif isimlerle çağırmaktadır.[95] Yani İman,
ikrar ve tasdik iken, İslam; Allah'ın emirlerini kabullenmek ve Ona itaat etmektir. Bu iki kelime arasındaki
fark, sadece sözlük anlamı itibariyledir. Bu ikisi, bir şeyin içi ve dışı gibi
olup, İslamsız İman İmansız İslam olamaz. Yalnız geniş anlamlı olan Din
kelimesidir. Bu hem İmana , hem İslama, hem de
şeriatlerin bütününe verilen bir isimdir.[96] Bu
prensip, Mürcie tarafından, " İman
ve İslam tek bir isimdir. İmanın derece itibariyle İslama bir üstünlüğü yoktur
"[97] şeklinde formülleştirilmiştir. Mürcie, bu fikri benimsemekle amelleri
hem İmanın hem de İslamın dışında bırakmıştır.
Va'd; Allah'ın emir ve yasaklarına uyan
kimseyi mükafatlandıracağına söz vermesi, Vaîd ise, emirlerine uymayan ve bazı
günahları işleyenleri ebedî bir ceza ile
tehdit etmesidir. Mürcie
" Diğerlerinin durumu Allah'ın emrine kalmıştır; O dilerse onları affeder,
dilerse cezalandırır"[98] ayetini esas
alarak, Muhammed ümmetinden büyük günah işleyenin durumunu Allah'a bırakarak,
affedileceği veya cezalandırılacağı konusunda kesin bir hüküm vermemiştir.
Onlar, genelde, Allah'ın va'dinin değişmeyeceğini, ama vaîdinin değişebileceğini, bazı kayıtlarla
daraltılabileceğini veya va'dde istisnanın olmadığını, sadece vaîdde gizli bir
istisnanın olduğunu iddia ettiler. Çünkü
sevap ve mükafatlandırma, onlarca bir
fazilet ve üstünlüktür. Allah, onu ifa eder. Va'dden dönme, bir noksanlık ve
yalan olacağından onu yerine getirir. Cezalandırma ise adalettir. Allah'ın
istediği şekilde tasarruf hakkı vardır. Bu nedenle vaîdden dönmek, noksanlık
sayılmaz, çünkü vaîdden dönme fazilet sahibi ve bağışlayan birinin vasfıdır.[99] Aslında Mürciîler, ayet ve hadislerde
geçen tehdit ve uyarıların, müminleri de muhatab aldığını kabul ederler. Bazı Mürciîler, Nisâ 11. ve
93. ayetiyle Nûr 4. ayetteki ve benzeri ayetlerdeki tehditlerin ifade
olarak umumîliğini, mana itibariyle ise hususîliğini iddia ettiler. Mürcie
arasında bir grup da, vaîdin Kıble Ehli için değil sadece müşrikler için olduğunu ileri
sürmektedir. Mesela; Allah her hangi bir mümini kasden öldüren veya diğer
ayetlerdeki tehditler, bu şeyleri bizzat haram kabul ederek yapanlar için
değil, helal kabul ederek yapanlar içindir. Allah'ın va'dine gelince, o,
müminler için vaciptir, çünkü Allah va'dinden dönmez. Allah için affetmek,
şanına daha layıktır.[100] Mürcie'ye göre; büyük günah işleyen, ebedi
Cehennem'de kalmayacaktır. Resulün şefaati, Kıble Ehli'nden hem mümin hem de
fasık içindir.[101]
Mürcie, müslümanların birlik ve
beraberliğini her şeyin üstünde tutar ve bunu dinin geliş amacı olarak görür.
Bu sebeple müslümanlar arasında, ilk dönemlerde meydana gelen ayrılıkları
tasvip etmez. Hata bu olaylarda yer alanlarla ilgili olarak, onlara
yetişmedikleri, olayları bizzat görmedikleri ve kimin haklı olduğu konusunda
kesin bir kanıt olmadığı için verilecek hükmü Allah'a bırakırlar. İlk dört
halifeyle ilgili olarak, Ebû Bekir ve Ömer'i, haklarında ümmetin her hangi bir
tartışması olmadığı için sonuna kadar
savunurlar, dostluklarını sürdürürler. Osman ve Ali'ye gelince ümmetin,
bu ikisi konusunda ikiye ayrılması sebebiyle, dünyada mümin olduklarını,
işledikleri günah ve hatalarından dolayı ahirette nasıl bir ceza göreceklerini
bilmediklerinden, verilecek hükmün Allah'a bırakılması gerektiğini iddia
ederler. Mürcie, Hz. Osman ve Ali'nin durumunu Allah'a bırakarak kıble ehlinden
hiç kimseyi büyük günahı dolayısıyla tekfir etmediği için, Haricî ve Şiî
olmayan, çoğunluğun oluşturduğu geniş bir kitlenin desteğine sahipti. Çünkü
onlar, Haricîler gibi son iki halifeyi, diğer sahabeyi ve büyük günah işleyen
herkesi tekfir etmiyor, Şiâ gibi ilk üç halife aleyhtarlığı yapmıyor ve
Emevîler gibi, Hz. Osman'ı methedip, Hz. Ali'yi lanetlemiyorlardı. Onların Hz.
Osman ve Ali'nin dost veya düşman edinilmemesi şeklindeki görüşleri, Emevîlerle
olan ilişkilerinde önemli bir rol oynamaktaydı. Hz. Ali'ye hutbelerde lanet
okuma geleneğini başlatan Muaviye'yi, bu politik davranışı dolayısıyla
sevmiyorlardı. Bu yüzden yaşlı Mürciîler, Muaviye'ye yetişmeyen genç nesli
ondan uzaklaşmaya (teberrî)
çağırıyorlardı.[102]
Mürcie arasında, Emevîlere karşı
gerçekleştirilen isyanlara ve diğer siyasî hareketlere katılma konusunda, ortak
bir tavır bulunmadığını görmekteyiz. Tarafsızlar diye bilinen geniş tabanlı bir
grup arasından çıkmaları, onlar arasında siyasî
hadiselerde yer alıp almama
konusudaki farklı eğilimlerin Mürcie'de de devam etmesine sebep olmuştur. Bu konuda rivayet edilen
hadislerden hareketle, siyasî hadiselere karışmayanlar arasında, haksız tarafla
mücadelenin şart olduğunu ileri süren, baştakine itaati telkin eden ve uzleti
tercih eden üç eğilimin varlığı tesbit edilmiştir.[103] Mürcie
içerisinde, bu üç eğilim bulunmakla beraber, haksız tarafla mücadeleyi şart
koşanların ağır bastığını ve kaynaklara daha çok onlarla ilgili haberlerin
yansıdığını görmekteyiz.
Müslümana kılıç çekmenin karşısında olan
Mürcie, siyasî yönetime karşı, Şîa ve Hariciler gibi, bir grup halinde sürekli
mücadele içerisinde olmamışlardır. Her hangi bir tarafta yer almanın zorunlu
olduğu ve yöneticilerin zulüm ve işkenceye baş vurdukları durumlarda bu esasa
bağlı kalmayarak tepkilerini göstermişlerdir. Bu durumlarda, bütün
Mürciîler paylaşmamakla beraber, genelde
yöneticileri, küfrü gerektirmeyen bir sapıklık içerisine düşmüş mümin ve
müslüman kabul etmeyi sürdürmüşler, fakat onlardan teberrî ederek dostluklarına
son vermişler, onlar için af dilemenin Allah tarafından yasaklandığını iddia etmişler, hatta bazan
beyatlarını bozmuşlardır.[104]
Mürcie, şu ana kadar, Şiî kaynaklardan
gelen bazı bilgiler dolayısıyla, Emevilerin bütün bütün destekçileri olarak
görüldü. Ancak Salim b. Zekvan ve diğer dökümanların yayınlanması sonucu, bu
kanaat değişmeye başladı. Çünkü Salim'in Sîre'sinde anlatıldığına göre,
Mürcie, Muaviye'yi eleştiren ve onunla dostluğu haram kılan bir gruptu. Aslında
Mürcie'nin Ömer b. Abdilaziz'le ilişkileri son derece iyi idi, ancak diğer
Emevî halifelerini meşru görmekle beraber, onların zulmüne ve haksızlıklarına
karşı susmadı ve boyun eğmedi. Onların yaptıkları zulme son vermek için,
Abdurrahman b. Muhammed'in 81/700'de, Yezid b. Mühelleb'in 101/719'da yaptığı
isyana topluca katıldılar. Hatta Emevilerin sonlarında, Mürcii bir lider olan
Haris b. Süreyc komutasında 116/734'de yapılan isyanla, onların sonunu
hazırladılar. Onlar, bu konuda " Mecbur kalmadıkça ve kanları dökülmedikçe
bir müslümanın kanını asla akıtmayacakları" şeklinde bir prensip
geliştirdiler. Mürcie'nin Emevilerle ilişkilerinde tek bir siyasî tavır
belirlediklerini söylemek mümkün değildir. Ancak Bütün Mürciîleri, Emevîlere beyat etmelerini delil getirerek,
onların sadık destekcileri olarak görmek yanlıştır. Mürcie, tabanı itibariyle
mozaik bir yapıya sahip olduğundan, daha önce bahsettiğimiz Tarafsızlar grubu
arasındaki üç ana eğilimi içinde bulundurmaktadır. Bu yüzden haksızlık ve zulme karşı mücadeleyi seçenler
ağır basmakla beraber, bazıları yönetime itaati
ve bazıları da uzleti tercih
etmişlerdir. Şimdiye kadar, Mürcie'nin özgürlükçü olmadığı, hatta Cehm b.
Safvan gibi kimseler dolayısıyla insan özgürlünü kabul etmediklerini, bu
sebeple de Emevilerin her dediğine itaat ettikleri düşünülmekteydi. Ancak bu
ekol içerisinde Cebr fikrinin ileri süren kişi
olarak görülen Cehm bile, Emevilere karşı Horasan ve Maveraünnehir
bölgesinde yapılan Mürciî isyana katılmış ve bu isyanın önderlerinden Haris b.
Sureyc'in danışmanlığını yapmıştır. Kader konusundaki düşünceleri, Emevilere
karşı çıkmalarına engel olmamış, tam aksine sebep olmuştur. Çünkü onlar,
Allah'ın kaderiyle zulmettiklerine inanalara Allah'ın kaderiyle isyan
etmişlerdir. Ancak böyle bir şeye mecbur
kalmadıkça, asla baş vurmamışlardır.
Mürcie, diğer mezheplerden oldukça farklı
bir siyaset nazariyesi geliştirdi. Onların çoğunluğu tarafından benimsenen bu
nazariyeye göre, hilafetin Kureyşten olması şart değildir. Bu görüşü savunanlar
için " Mürcie için Mürcie " tanımlaması yapıldı. Hatta bazı
kaynaklar, bu sebeple onları Haricî Mürciiler olarak isimlendirdi. Aslında
Haris b. Sureyc'in isyan sırasında Emevi valilerinden yaptığı taleplere
bakılacak olursa, onların seçilecek halife veya valinin meşruiyetini halktan
alması gerektiğini iddia ettikleri ve bunu
" müslümanlar tarafından seçilmesi" (Şûrâ beyne'l-Müslimîn ) veya
"Herkesin razı olacağı birisine beyat edilmesi" (el-Bey’a li'r-Rızâ) şeklinde ilkeleştirdiklerini görüyoruz.[105] Bu bakımdan,
Mürcie'yi İslam düşüncesinde teorik ve pratik olarak, meşruiyetini halktan alan
bir yönetim biçimini savunan ilk mezhep olarak görmek doğrudur. Muhtemelen bu
sebepten dolayı, Orta Asya'da Abbasiler döneminde, Tahiriler, Saffariler,
Samaniler gibi mahalli devletçikler kurulabilmiştir. Hatta bir anda iki ayrı
halife olabileceği fikri de Mürcii çevrelerden gelmiştir.
İtikadî konularda olduğu gibi, fıkhî
konularda da akla, akıl yürütmeye, tevile, nazar ve kıyasa büyük önem
vermelerinden dolayı İslam düşüncesinde aklı, aklî istidlalleri, kıyası, nazarı
ve tevili sistematik olarak kullanan ilk ekolün Mürcie olduğu söylenebilir.
Hicri I. asrın son çeyreğinden itibaren Mürcie'nin fıkhî görüşleri, Hammad b.
Ebi Süleyman'ın başını çektiği ve daha sonra Ebû Hanîfe etrafında odaklaşan bir
grup tarafından Kufe'de sistemleştirildi. Mezhebin Hammad b. Ebî Süleyman'dan
sonra fıkhî ve itikadî konulardaki tartışılmaz otoritesi Ebû Hanîfe idi. Ebû
Hanîfe ve taraftarları problemlerin çözümünde, özellikle fıkhî konularda, re’yin
kullanımı üzerinde ısrar etmeleri ve pek çok meseleyi bu yöntemle çözmeye
çalışmaları sebebiyle, kendilerine, muhalifleri tarafından Rey Taraftarları, Kufe
Mürciesi veya Fukaha Mürciesi
gibi isimler verildi.[106] Haricî, Şiî, Mu’tezili, Sünnî Makalât
yazarlarının pek çoğu, Mürcie ile Rey Taraftarları arasında, gerek mensupları
gerekse fikirleri itibariyle bir ilişkinin varlığından açıkça ya da dolaylı
olarak bahsetmektedirler. Hatta bazıları, Ebû Hanîfe'nin Ashabı veya Rey
Taraftarları adı altında onları doğrudan Mürcie'nin bir alt grubu olarak
vermektedirler.[107] Mürcie mezhebine mensup Rey taraftarları,
Abbasilerin kuruluş yıllarından itibaren pek çok merkezde kadılık görevini
ellerinde tuttular. Hatta Harûn er-Reşid kadılık makamına Ebû Yusuf'u getirmesiyle
Horasan ve Mâverâünnehir'deki kadılık görevleri Hanefî-Mürciîlerin eline geçti.
Böylece Kufe ve Bağdad'dan sonra Rey Taraftarları’nın en güçlü merkezleri bu
bölgeler oldu. Ebû Hanîfe'nin fıkıhta ve itikadî konularda gerçek temsilcisi, Belh, Merv, Semarkand ve Fergana Mürciesi
olmuştur.
Uzun süre mezhebin fıkhi merkezi olmaya
devam eden Kufe'nin itibarını kaybetmesi üzerine Belh ve Merv Fukahası ön plana
çıktı. III. ve IV. hicri asırlarda ise Mürciî-Hanefî fıkhının merkezi Semerkand, Fergana ve Buhara olmaya başladı. Hanefî mezhebinin fıkhî
görüşlerine göre amel etmiş oldukları için bütün Mürciîler Hanefîdir ve Rey
taraftarıdırlar. Hatta Horasan ve Mâverâünnehir'de Mürcie'nin mümeyyiz
vasıflarından birisi Hanefî ya da Rey Taraftaro olmaktır ve bu adlarla
yayılmıştır.
Mürcie'nin imanla ameli birbirinden
ayırması ve kalbî tasdike ya da dilin
ikrarına çok özel bir önem atfetmesi, farklı görüşlere ve mezheplere karşı
oldukça hoşgörülü davranmalarına sebep oldu. Onlara göre bütün müminler,
imanlarından dolayı Allah'ın velileridir ve imanlarında eşittirler. Kıble
Ehli'nden hiç kimse, büyük günah işlediği için veya te’vil yaptığı için, yani farklı görüş ileri sürdüğü için tekfir
edilemez. Bu kişi hakkında hüküm verecek olan Allah'tır. Özellikle Belh ve
Nisabur Mürciîleri arasında zühd, takva
ve abidliği ile meşhur Selm b. Salim, Halef b. Eyyub, İbrahim b. Yusuf,
Nusayr b. Yahya, Ahmed b. Harb ve Muhammed b. Kerram gibi kimseler vardı.
Mürcie'nin iman anlayışı, Sufîliğin Mürciî çevrelerde yayılmasına zemin
hazırlamıştır. Muhammed b. Kerram, Horasan ve Mâverâünnehir'in çeşitli
şehirlerinde "hankahlar" açarak
Sufiliğin bölgedeki ilk tohumlarını yaymaya çalışmıştır.[108] Mürciî anlayış,
daha sonraları, Ebû Leys Semerkandî ve Ahmed Yesevî'nin tasavvufî
düşüncelerinin oluşmasında dolaylı olarak tesirli olmuş ve bu dönemden sonra
mezheb akılcılıktan irfaniliğe doğru kaymaya başlamıştır. Ayrıca Türklerin
İslamlaşmasında önemli rol oynayan Mürcie, sonraki dönemlerde yerini Sufîliğe
bırakmıştır.
Makalât yazarları, Mürciîleri, kendi
aralarında pek çok fırkaya ayırmış, hatta
her bir fırkayı küçük alt gruplara bölmüşlerdir. Pek çoğu yapay olmakla
beraber, 70'e yakın Mürciî fırka ve tali koluna yer veren İslâm Mezhepleri
Tarihi’nin klasik kaynakları,
birbirinden farklı tasnifler yapmaktadırlar. Bazıları Mürcie'yi Horasan, Kufe,
Irak veya Şam Mürcie'si şeklinde bölgesel olarak; bazıları fırka liderlerine
göre Sevbâniyye, Kerrâmiyye, Gaylâniyye, Şimriyye, Tumeniyye, Neccâriyye şeklinde;
bir kısmı, uzmanlık alanlarına göre
Fukahâ Mürcie'si ve Ehl-i Kelâm Mürciesi veya Ehl-i Sünnet karşısındaki
konumuna göre, Sünnet Mürcie'si, Bid’at Mürcie'si şeklinde, ya da kader
problemine bakışlarına göre, Kaderci, Cebirci veya Halis Mürcie olarak;
bazıları da fikirlerine göre Kat'iyye, Şakkiyye, Vâcibiyye, Sâlibiyye
şeklinde tasnifler yapmaktadırlar.
Bununla birlikte, eserlerde öne çıkarıldığı şekliyle, ana Mürciî fırkaları şu
başlıklar altında incelemek mümkündür:
a)
Gaylâniyye: Şamlı Gaylan b. Mervan'a
nisbet edilen, imanı, Allah'ı sonradan
elde edilen bir bilgiyle bilmek, sevmek ve ona itat etmek, Peygamber'in
getirdiklerinin tamamını dil ile ikrar etmek şeklinde tanımlayan
bir fırkadır. Onlara göre, Alemin ve insanın kendisinin bir yaratıcısı
olduğu şeklindeki doğuştan gelen bilgiye iman denmez. Daha önce bahsedilen
imana bizzat kulun kendisinin ulaşması gerekir. Bu fırka mensupları daha çok
Şam ve civarındaki Mürciilerden oluşmakta olup insan hürriyetini
savunmaktadırlar. Ayrıca Gaylan, kitap ve sünneti bilen her müslümanın devlet
başkanı olabileceğini, bunun için Kureyşliliğin şart olmadığını ileri
sürmüştür. Bu yüzden kendilerine Şam Mürciesi, Haricî Mürcie/ Mürcie
içinde Mürcie veya fillerinin önceden belirlenmişliği fikrini (kader) kabul
etmeyen Kaderci/Özgürlükçü Mürciiler de denmektedir.
b)Cehmiyye:
Cehm b. Safvan ve ona bağlananlardan oluşan bu fırka, Allah'a imanın, Allah'ı,
resulünü ve Allah katından gelen her şeyi bilmek olduğunu, bunun dışında dilin
itirafı, kalbin benimsemesi, Allah ve resulünü sevmek, onlara saygı göstermek,
onlardan korkmak ve organlarla iyi
davranışlar sergilemek gibi şeylerin ise iman olmadığını ileri sürdüler. Onlara
göre, inkar da Allah'ı bilmemektir. Bu fırkanın Horasan ve Mâverâünnehir'de çok
sayıda taraftarı olmuştur. Onların insan fiillerinde özgür olmadığı, onların
Allah tarafından belirlendiği ve sorumluluk ve hatta cezanın dahi bir çeşit
kader olduğu fikrini benimsemeleri sebebiyle, kendilerine Cebirci Mürcie
veya Horasan Mürcie'si adı da verilmiştir. Sorumluluğu da bir kader
görmeleri, Emevi zulmüne karşı pasif kalmalarına engel olmuş ve onlara karşı
yaptıkları isyanları Allah'ın kaderi olarak gerekçelendirmişlerdir.
c)Yunusiyye:
Yunus b. Avn en-Nemirî'ye nisbet edilen, imanı, Allah'ı bilmek, ona boyun
eğmek, ona karşı kibirlenmeyi terketmek ve kalpten sevmek olduğunu, bütün bu
hasletleri kendisinde toplayanın mümin olacağı ve bunun dışındaki iyi fiillerin
imanın bir parçası olmadığını iddia eden bir
fırkadır. Onlara göre, iyilik yapmamak imanın hakikatına zarar vermez,
eğer imanı halis ve kesinse, işlediklerine karşı azap da görmeyebilir. Mümin
Cennet'e ameli ve itaatiyle değil ihlas ve muhabbetiyle girecektir.
d)Gassâniyye:
Gassan el-Kufi'ye nisbetle anılan fırka, imanın Allah'ı ve resulünü bilmek,
Allah'ın gönderdiğini ve resulünün getirdiklerini ayrıntılarıyla değil toptan
ikrar etmek olarak tanımlayarak imanın artıp eksilmediğini ileri sürerler. Bu
grup daha çok Kufe civarında yayılmıştır. Ebû Hanîfe ve onun öncülüğünü yaptığı
Rey Taraftarları'nı da bunlardan saymak
mümkündür. Bu sebeple kendilerine Kufe Mürciesi, Irak Mürcie'si
veya Hâlis Mürcie de denmektedir.
e)Tûmeniyye:
Ebû Muaz et-Tumenî'in taraftarlarından oluşan bu fırka, imanı küfürden koruyan
şey ya da terkedildiği takdirde küfre götüren hasletler olduğunu ileri
sürmektedir. Onlara göre, bu hasletlerin tamamına iman denir. Tek bir haslet
iman olmadığı gibi imanın bir kısmı da değildir. Bunlar, Allah'ı bilmek,
sevmek, kalbiyle onaylamak, sevmek, ihlaslı olmak ve resulün getirdiklerini
ikrar etmekten ibarettir. Bu durumda, namaz ve orucun terkini helal görerek
yerine getirmezse kafir olur, ama kaza niyetiyle terkederse küfre girmez. Bütün
müslümanlar onun inkar olduğunda birleşmemişlerse, büyük veya küçük her hangi bir
günah işleyen müslümana fasık denemez ve işlenen şey küfür olmadıkça büyük
günahla insan imandan çıkmaz. Bütün
iyilikler, imanın uygulama tarafıdır. Farz olsa dahi, terkeden şu konuda fısk
işledi, asî oldu denir.
f)
Sevbâniyye: Ebû Sevban el-Mürcii'ye nisbet edilen bu fırka, imanı Allah'ı resullerini ve aklen yerine
getirlemesi mümkün olan ya da aklen terki caiz olan şeylerin iman olmadığını
bilmek ve ikrar etmek olarak tanımlar.
g)
Merîsiyye: Bişr el-Merisî’ye nisbet edilen ve sözlükte kalb ile onaylama
anlamına geldiği için imanı tasdik olarak tanımlayan, tasdik olmayan şeyin iman
olmadığını, bu tasdikin kalp ve dille birlikte gerçekleşeceğini savunan
fırkadır.
ğ)
Neccâriyye: Hüseyin b. Muhammed en-Neccâr'a nisbet edilen ve imanı, Allah'ı
ve resullerini, müslümanların üzerinde birleştiği farzları bilmek, Allah'a
boyun eğemek ve sözle ifade etmek olarak tanımlayan fırkadır. Onlara göre,
kendisine deliller serdedildikten sonra bunları görüp de bahsedilenlerden
birine iman etmeyen kimse inkarcıdır. İmanın her bir hasleti faydalı eylem olup
iman değildir. Ayrıca bunların her biri iman olmayıp tamamı imandır. İman artar, fakat eksilmez.
Hüseyin b. Muhammed ve taraftarları, Kur'ân'ın yaratılmış olduğu görüşünde her
ne kadar Mutezile ile aynı görüşü paylaşıyorsa da, Mutezilî olmayan diğer
Hanefîler gibi iman konusundaki nazariyelerinde Mürciî idiler. Hüseyin b.
Muhammed'in Kitâbu'l-İrcâ adıyla bir
eser yazdığı bilinmektedir.[109] Rey'de hicrî
IV. asrın sonlarında Hanefî mezhebinden olan kalabalık bir cemaat vardı ve
bunların hepsi Hüseyin b. Muhammed'in taraftarları olarak bilinmekteydiler.[110] Cürcan ve Horasan'ın diğer şehirlerinde
etkili olan bu fırka, daha sonra Burgusiyye, Za'ferâniyye ve Müstedrekiyye
gibi tali grublara ayrılmıştır. Onlar,
bölgede Şiîliğin yayılmasına karşı Sünnîliğin temsilcileri olarak devam
ettiler.
h)
Kerrâmiyye: Muhammed b. Kerram ve taraftarlarından oluşan bu fırka, imanı dilin ikrarı ve tasdiki olarak
tanımlayarak, bunun dışındakilerin iman olarak tanımlanamıyacağını ileri sürdü.
Onlara göre, Allah'ı inkar da, sözle onun inkar edilmesidir. Resulullah
dönemindeki münafıklar mümindir. Bu fırka, Hicrî III./IX asrın sonlarından
itibaren İslâm dünyasının doğusunda Horasan ve Mâverâünnehir'de Mürciî/Hanefî
çevrelerde kendine has siyasî, itikadî,
fıkhî ve tasavvufî görüşleri ile ortaya çıkan ve buradan diğer bölgelere
yayılarak VII./XIII. asrın başlarına kadar yaşayan Mürciî fırkalardan biridir.
Hatta Kerrâmiyye, İshâkiyye, Hakâikiyye, Tarâikiyye, Abidiyye, Tûniyye,
Zirrîniyye, Vâhidiyye ve Heysamiyye gibi pek çok tali kollara ayrılmıştır. Gazneliler döneminde bölgede çok sayıda
tarftara sahip olan Kerrâmiyye ve onun tali kolları, Türkler ve diğer milletlerden pek çok
kimsenin müslüman olmasını sağlamışlardır.[111]
Mürciî bilginler ve ileri gelen
liderleri, kendi akîdelerini açıklamak
ve muhaliflerine cevap vermek için Kitâbu'l-İrcâ,
Kitâbu'l-Îmân ya da Makâlât adıyla bir çok eser yazmışlardır.
Aslında Mürcie'nin bize ulaşan birinci el kaynakları, az ve yeterli olmamakla
beraber diğerlerinden daha fazladır. Bazılarının sadece isim olarak bilindiği,
çok azının ise bize kadar ulaşabildiği bu eserler şunlardır:
a)Kitâbu'l-İrcâ'lar:
1-Hasan b. Muhammed el- Hanefiye
(100/718), Kitâbu'l-İrcâ' : Hz.Ali'nin torunlarından Hasan b. Muhammed
tarafından kaleme alınan bu eser, İrcâ akîdesinin bize ulaşan en eski ilk
yazılı metni kabul edilmektedir. Biyografik eserler, her ne kadar
onu, İrcâ fikrini ilk defa ortaya
atan ve bu konuda kitap yazan biri
olarak gösteriyorsa da[112] bu fikri ilk ortaya atan değil, bu konuda ilk eser yazan birisidir.
İki sayfalık bu risâleyi, İbn Ebî Ömer el-Adenî tam olarak[113], İbn Hacer[114] ve Zehebî[115] kısmen
bize ulaştırmışlardır. Zahiriye Kütüphanesi 104 numarada kayıtlı
mecmuanın 233a- 250b varakları arasındaki Kitâbu'l-İrcâ metni, ilk defa,
van Ess tarafından ortaya çıkarılarak tahkik edilmiş ve hakkında geniş bilgi
verilmek suretiyle, hacimli bir makale olarak yayınlamıştır.[116] Eserin Hasan b.
Muhammed'e nisbeti konusunda şüphe yoksa da, ne zaman yazıldığı tartışmaya açık bir konudur. Onu tahkik eden
van Ess, 75/694 yılıyla[117] ; Madelung
73/692'yi takip eden yıllarla[118] , Cook
ise, daha sonraki yıllarla[119] tarihlemektedir. Fakat biz eserin 75/694 ile
80/699 yılları arasında yazılmış olabileceği kanaatindeyiz.[120]
2- Sabit Kutna(110 /728), İrcâ
Kasîdesi (I): Bu kasîde, Emevî dönemi hiciv şairlerinden Mürcie'ye mensup Sabit Kutna tarafından yazılmış olup Horasan'daki İrcâ
akîdesini bize kadar ulaştıran ilk Mürciî vesikadır. Ebü'l-Ferec, bu kasîdeyi
el-Mürhibî el-Kûfî'nin kendi hattıyla yazmış olduğu Şi'rü Sabit Kutna kitabından almıştır.[121] Sezgin, bunun
Zer b. Abdillah b. Zürare el-Mürhibî el-Kufî olduğunu ve ölüm tarihinin
hicrî II. asrın başlarına rasladığını kaydeder.[122] Bağdâdî de[123] , bu kasîdeyi,
Ebü'l-Ferec'den aynen nakletmektedir. O, bu kasîdeyi, 82/701 yılından sonra
yazmış olmalıdır. Çünkü, daha önce Horasan'da, Mürcie, güçlü bir mezhep
olarak temsil edilmemekteydi.[124] O'nun bize kadar ulaşmış bütün şiirleri,
Macid Ahmet Samerrâî tarafından bir araya getirilerek, Şi'rü Sabit Kutna el-Atekî ismiyle
bir kitap halinde Bağdat'ta 1970 yılında
yayınlanmıştır. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, İrcâ Kasîdesi(I) Almanca[125] ve İtalyanca [126]gibi batı
dillerine çevrilmiştir.
Bu kasîde, ilk defa Türkçe'ye Şerafettin Yaltkaya tarafından çevrilmiştir.[127] . Daha
sonra, Kutlu[128] ve Doğan[129] tarafından Türkçe'ye çevirisi yapılmıştır.
3-Muharib b. Disar es-Sedûsî(116/734), İrcâ
Kasîdesi (II): Bu kasîde, Kufe kadılığı yapmış ve ilk Mürciîlerden olan
Muharib b. Disar tarafından yazılmıştır.[130] Veki'in[131], tam metnini,
Ebû'l-Ferec'in[132] ise, bir
kısmını naklettiği 33 beyitten oluşan bu şiir, 116/734'e kadar Kufe
Mürcie'sinin bilinen ilk yazılı metnidir. Muharib b. Disar'ın özellikle, şiî çevrelerde büyük yankı uyandıran bu şiirine
Seyyid Himyerî(173/789)[133] ve Ebû Mansur en-Nemerî (187/802'den sonra)[134] gibi Şiî şairler, cevap vermek zorunda
kalmışlardır.
4-Ebû Hanife(150/767), a) er-Risâle ilâ Osmân el-Bettî(Kitâbu'l-İrcâ');
b)Kitâbu'l-Âlim ve'l-Müteallim; c) el-Fıkhu'l-Ebsat; d) el-Fıkhu'l-Ekber; e) el-Vasiyye. İlk
üç eser, birlikte 1949'da Kahire'de neşredilmiştir. Birincisi, er-Risâle ilâ Osman el-Bettî olarak
bilinmekteyse de, yazılış sebebi ve içeriği dikkate alındığında, onun Kitâbu'l-İrcâ' olarak
isimlendirilmesi daha doğrudur. Ebû Hanîfe, Osman el-Bettî'ye birden fazla
mektup yazmıştır. Bize ulaşan bunlardan sadece birisidir. Bu beş eser, İmâm-ı
Azam'ın Beş Eseri adıyla,
Mustafa Öz tarafından Türkçe'ye
çevrilerek, Arapça metinleriyle birlikte İstanbul'da 1981'de neşredilmiştir. Mürcie'nin
temel görüşleri ve onların savunulmasından ibaret olduğu için, bu eserlerin
Mürcie'nin edebiyatı arasında sayılması mümkündür.
5-Ebû Abdillah el-Hüseyin b. Muhammed b. Abdullah
en-Neccâr (220/835), Kitâbu'l-İrcâ’.[135]
6-İsmail
b. Hammad b. Ebî Hanife (212/827), Kitâbu'l-İrcâ’[136]
7-Ebû
Bekr Muhammed b. Şebîb, Kitâbu'l-İrcâ’.[137]
8-Bişr el-Merîsî (219/834), Kitâbu'l-İrcâ’.[138]
b) Kitâbu'l-Îmân
Mürcii edebiyat arasında yer alan diğer
bir gurup eser, Kitâbu'l-Îmân olarak isimlendirilmiştir.Bunların bilinen
başlıcaları şunlardır:
1-Ebû Abdillah b. Ebî Hafs el-Kebir, Kitâbu'l-Îmân. Ebü'l-Muîn en-Nesefî'nin bazı alıntılar
yaptığı bu eser, maalesef, bize
ulaşmamıştır.[139] Bu kısımlardan Ebû Hanîfe'ye yöneltilen
eleştirilere cevap için yazıldığı anlaşılmaktadır.
2-Ebü'l-Kasım el-Hakim es-Semerkandî, Risâle fî Beyânî Enne'l-Îmân Cüz'ün
mine'l-Amel em Lâ: İki sayfalık bu
eser, es-Sevâdü'l-A'zam'ın
sonunda İstanbul'da 1288'de yayınlanmıştır. Matüridî ekolü müelliflerinin
kaleme aldığı eserlerin İman bölümleri de, Mürcie'nin iman anlayışını bize
ulaştıran metinler olarak kabul edilebilir.
Mürcie'nin fikirlerini eleştirmek için Hadis Taraftarları ve diğer mezhep
mensupları Kitâbu'l-Îmân adıyla onlarca eser kaleme almışlar, ya da eserlerine
bu adı taşıyan müstakil bölüm başlıkları koymuşlardır. Müstakil olanların
başında, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Zekeriyya b. Yahya b.Sâlih, Ebû Yahya el
Belhî, İbn Ebî Şeybe, Kuteybe b. Saîd,
Ahmed b. Hanbel, İbn Ebî Ömer el-Adenî , İbnu'l-Cebbâb el-Kurtûbî, İbn Şâhin,
İbn Mende, el-Halîmi, Kadî Ebû Ya'lâ ve İbn Teymiyye'nin
Kitâbu'l-Îmân adlı eserleri
zikredilebilir.[140] Kütüb-i
Sitte müelliflerinden Buhârî, Müslim , Tirmîzi ve Nesâî de, Mürcie'nin temel fikirlerini reddetmek için Sahîh
ve Sünen adıyla yazdıkları eserlerinde Kitâbu'l-Îmân adını
taşıyan müstakil bölüm başlıklarına yer vermişlerdir.
c)Makâlât
adıyla veya bu türden yazılmış önemli bazı eserler ise şunlardır:
1- Makâlât.
Muhammed b. Kerrâm'ın nefsin zühd ve tekaşşüf konusunda ve şehvani
arzulardan nasıl kurtulunulacağına dair bazı hadisleri, diğer görüşleri ve
ahlaki ilkelerle ilgili yazdığı makalelerinden oluşur.[141]
2- Kitâbu'r-Red
ale'l-Bida'. Ebû Muti' Mekhul b.
Fazl en-Nesefî(318/930)'ye ait olan bu
eser, İslam düşüncesinde ortaya çıkan
fırkaları ele almakatadır. Marie Bernand tarafından,
Annales Islamologiqes (16 (1980),
39-126. )'de neşredilmiştir.
3- Makale.
Muhammed b. Heysem'in eseridir. Bu üç eser de Kerrami Mürciiler, tarafından
yazılmıştır.[142] Haricî, Şiî, Mu'tezilî ve Hadis
Taraftarlarınca, Mürcie'nin siyasî ve itikadî görüşlerini reddetmek için er-Red ale'l-Mürcie veya başka adlarla
on kadar eser kaleme alınmıştır.[143]
Mürcie
ile ilgili bilgilere, kendi yazdıkları dışında, genel tarih kitapları,
şehir tarihleri, Coğrafya kitapları, biyografik ve bibliyografik eserler,
Menakıplar, Mezhepler Tarihi ve Kelam
kitapları, Edebiyat eserleri ve monografiler kanalıyla ulaşılabilmektedir. Bu
eserlerden en önemlileri tarihi sırayla Salim b. Zekvân'ın Sîre,Taberî'nin Târîh, İbnu'l-Esîr'in
el-Kâmil fî't-Târîh,ez-Zehebî'nin Târîhü'l-İslâm, İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-Nihâye adlı eserleri gibi
genel tarihlerle, Makdisî'nin Ahsenü't-Tekâsîm, Bağdâdî'nin Târîhu Bağdâd, İbn Asâkîr'in Târîhu Medineti Dımaşk ve İbn Davud
el-Belhî'nin Fezâil-i Belh'i gibi
şehir şehir tarihi ve coğrafya kitapları, konuyla ilgili önemli bilgiler
vermektedir. İbn Kuteybe'nin el-Meârif, İbnu'n-Nedîm'in el-Fihrist ve Hârizmî'nin, Terceme-i Mefâtîhi'l-Ulûm'u gibi ansiklopedik ve bibliyografik
eserlerle, İbn Sa'd'ın Tabakâtü'l-Kübrâ,
İbn Hibbân'ın Kitâbu'l-Mecrûhîn, Veki'nin Ahbâru'l-Kudât, es-Saymerî'nin Ahbâru Ebî Hanîfe ve Ashâbihi,
el-Kureşî'nin el-Cevâhîrü'l-Mudîe,
el-Mekkî'nin Menâkıbu Ebî Hanîfe, İbn
Hacer'in Tehzîbü't-Tehzîb,
Zehebi'nin Mizânü'l-İ'tidâl ve Siyerü
A'lâmi'n-Nübelâ, Kerderî'nin Menâkıbu
Ebî Hanife'si gibi biyografik eserler Mürcii alimler ve yazdıkları
eserler konusunda nadir bilgilere yer veren önemli kaynaklardır. Naşî
el-Ekber'in Mesâilü'l-İmâme, Nevbahtî'nin Firakü'ş-Şîa, Kummî'nin Kitâbu'l-Makâlât
ve'l-Fırak, Ebû Bekir el-Hallâl'ın Müsned min Mesâili Ahmed b. Hanbel,
Nesefî'nin Kitâbu'r-Red ale'l-Bida', Ka'bî el-Belhî'nin (Babü) Zikrü'l-Mu'tezile min Makâlât el-İslâmiyye, Ebû Hatim
er-Razî'nin Kitâbu'z-Zîne fî Kelimâti'l-İslamiyye, Eş'arî'nin Makâlât, Malatî'nin et-Tenbîh, Lâlekâî'nin Şerhü Usûli İ'tikadi Ehli's-Sünne, Bağdâdî'nin el-Fark beyne'l-Fırak, İbn
Hazm'ın el-Fasl fî'l-Milel,
İsferâyinî'nin Tabsîr fî'd-Dîn,
Ebü'l-Meâlî'nin Kitâbu'l-Beyâni'l-Edyân, Neşvânü'l-Himyerî'nin el-Hûrü'l-
'İyn, Şehristânî'nin el-Milel
ve'n-Nihal, İbnu'l-Cevzî'nin Telbîsü'l-İblîs,
er-Razî, İtikâdâtü Fırakı'l-İslâmiyye,
İbn Daî er-Razî'nin Tabsıratu'l-Avâm adlı
eserle ise, Mürcii fırkalar ve alt gruplarının siyasi ve itikadi görüşlerini bize
ulaştıran temel kaynaklardır. Mâtürîdî'nin Kitâbu't-Tevhîd,
Semerkandî'nin Cümelü Usûli'd-Dîn, Nesefî'nin, Tabsıretu'l-Edille
fî Usûli'd-Dîn, Saffâr el-Buhârî'nin, Telhîsu'l-Edille,
Pezdevî'nin Ehl-i Sünnet Akaidi'nde
Mürcie'nin görüşleri savunulurken Eş'ari
kelam ekolünün temel kaynaklarında ise, Mürcie'nin bazı görüşlerine zaman zaman
yer verilmekte ve eleştirilmektedir. Ebü'l-Ferec el-İsfehânî'nin Kitâbu'l-Egânî ve Bağdâdî'nin Hızânetü'l-Edeb'i gibi edebiyat
ansiklopedileri de Mürcii şairlerin şiirlerine ve başka mezhep mensubu şairlerin onlara
eleştirilerini bulabildiğimiz önemli kaynaklardandır. Çağdaş araştırmacılardan
Ignaz Goldziher'in el-Akîde ve'ş-Şerîa fî'l-İslâm (trc.. M.Yusuf Musa v.dğr., Kahire 1946), Wilferd Madelung'un Der al-Qasım ibn İbrahim (Berlin 1965), Montgomery Watt'ın The
Formative Period of Islam ( Londra 1973,
T.çvr. Ethem Ruhi Fığlalı, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri,
Ankara 1981), Toshihiko Izutsu'nun İslam
Düşüncesinde İman Kavramı, T.
çvr. Selahaddin Ayaz ( İstanbul 1984), Michael Cook'un Early
Muslim Dogma (London 1981), Ahmed
Emin'in Fecrü'l-İslâm (Kahire 1982),
Hüseyin Atvân, el-Fıraku'l-İslâmiyye fî Bilâdi'ş-Şâm fî Asri'l-Ümevî (Amman
1986), Macid Ahmet
es-Samerrâî'nin Şi'rü Sabit Kutna el-Atekî
(Bağdat 1970), Nu'mân el-Kâdî'nin, el-Fıraku'l-İslâmiyye
fi'ş-Şi'ri'l-Emevî (Kahire 1970),
J. van Ess'in Anfange Muslimischer Theologie (Beyrut 1977) ve Theologie und Gesellschaft im 2. und 3.
Jahrhundert Hidschra (Berlin 1991)
adlı eserlerinin ilgili bölümleri Mürcie konusunda, ciddiye alınması
gereken çalışmaların başında gelmektedir.
Mürcie ile ilgili, çeşitli dillerde çok sayıda müstakil kitap ve makale yazılmış
olup Halil İbrahim el-Kebisî'nin el-Mürcie:
Neş'etühâ, Akâiduhâ,Fırakuhâ ve Mevkıfuhâ esSiyasî (Bağdat 1970. Bağdad Üniversitesi'nde Yayınlanmamış Mastır
tezi), Joseph Givony'nin, The Murjia and
The Theological School of Ebu Hanifa: A Historical and Ideolojical Study,
(Edinburgh 1977, Edinburgh Üniversitesi'nde
doktora tezi ), Sönmez Kutlu, Mürcie ve İ'tikadî Görüşleri, Ankara 1989
(Ankara Üniversitesi İlahiyat Fak. Y. Lisans tezi) ve Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve
Tesirleri (Ankara 2000), İsa Doğan'ın
Mürcie ve Ebu Hanîfe (Samsun
1992), Hüseyin Atvân'ın el-Mürcie ve'l-Cehmiyye
bi Horasan fî Asri'l-Emevî (Beyrut 1993), J. García Antón'un Las murallas medievales
de Murcia. Murcia : (Universidad de Murcia and Real Academia Alfonso X el
Sabio, 1993), Nasır b. Abdilkerim el-Akl'ın el-Kaderiyye
ve'l-Mürcie, (Riyad 1997), Kıyasettin Koçoğlu'nun Maturidinin Mürcie'ye Bakışı, (Ankara 2000, Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Y. Lisans tezi) ve İbrahim Hakkı İnal, The
Presentation of the Murji’a in Islamic Literature, (Manchester 2000,
Basılmamış Doktora tezi) başlıklı kitaplar
bu konuda en önemlileridir. Konuyla ilgili makalelere gelince, kronolojik
olarak, G. van Vloten'in "Irdja
" (ZDMG, 45 (1891). 161-167), von Fr. Kern'in " Murgitische und anti Murgitische Tendenztraditionen in Sujûtî's
al-la'ali al- masnu'a fî'l-ahadîs al-mavdu'a " (Zeitschrift fur
Assyrologie, 26 ( 1912 ) , 169-174), M.Şerafettin Yaltkaya'nın "İslâmda İlk Fikri Hareketler ve Dinî
Mezhepler " (Darü'l-Fünûn İlahiyat Fak. Mecmuası, sene; 4, sayı:14-15,
İstanbul 1930), J. M. Lacarra'nın "El
rey Lobo de Murcia y la formación del señorie de Albarracin" (Etudios
dedicados a Menendez Pidal III, 1952, ss.515-526), Joseph Schacht'ın "An
Early Murciite Treatise: the Kitab al-Alim va'l-Muteallim " (Oriens , XVII (1964), 96-117), Mohamed Talbi'nin "AL-IRĞÂ de la Theologie du Salut al
Kairovan au III./ IX. siecle" (Akten des VII. Kongresses fur Arabistik und
Islamwissenchaft, Göttingen 12-15 August 1974,
348-363), Josef van Ess'in, "
Das Kitâbu'l-İrqa des Hasan b. Muhammed b. el Hanafiyye " (Arabica XXIII (1974),
20-52) ve " The Beginnings of
İslamic Theology ", (The
Cultural Context of Medieval Learning, ed. J.E.Murdoch-E.D.Sylla, Hollanda (1975), 87-111), J.
Meric Pessagno'nun, "The Murjia and Abû Ubayd" (JAOS,
59( 1975), 387-394); Joseph Givony, "
wa âharûna Murğawna li amrillahi- An Inquairy into Alleged Qur'anic Origin of
the Idea of Irğa' " (Die Welt Des Orients, XII (1981) ve " Evsâfu'l-İmâm Ebi Hanife fi Edebi'l-Fırak ve
Mesâilu Müteşa'ibe" (el-Kermil,
8(1987), 39-59), Robert Pocklington'un "Nuevos datos sobre cinco puertas
musulmanas y una torre de la cerca medieval de Murcia" ( AL-Qantara: revista de estudios arabes,
cild: 6, 1/2 (1985), 469-489), Hüseyin
Atvân'ın, "el-Mürcie bi Horâsân
fî'l-Asri'l-Emevî" (Mecelletü'l-Mecmuati'l-Lügati'l-Arabiyye
el-Ürdünî, sene: XIX, 28-29(1985), 55-106), L.Pouzet'in "De Murcie à Damas: le chef des Sab'inies
Badr al-Dîn al-Hasan İbn Hud" (Islão
e Arabismo na peninsula iberica: Actas do XI Congresso do União Europeia de
Arabistas e Islamólogos( Évera-Faro-Silves
... 1982). ed. Adel Sidarus. Évora:
Universidade de Evora, 1986. ss. 317-330) , Khalil Athamine'nin "The
Early Murjia: some Note", ( Journal
of Semitic Studies cilt: 35, no: 1, 1990, ss. 109-131), Kamil Çakın'ın"Buharî'nin Mürcie İle Îmân Konusunda Tartışması", (AÜİFD, XXXII( 1992)
ss. 183-198); Wilferd Madelung'un " Horasan ve Maveraünnehir'de İlk
Mürcie ve Hanefîliğin Yayılışı "( T. çvr. Sönmez Kutlu, AÜİFD., 33 (1992), 239-247),
" Early Sünnite Doctrine
Concerning Faith as reflected in the Kitab al-İman of Ebu Ubeyd al-Kasım b.
Sellam ", Studia İslamica,
XXXII(1970), 233-254 ve " Murdji'a", EI², VII, 605-607;
J. Meric Pessagno, "The
Murjia and Abû Ubayd", JAOS, 59( 1975), 387-394);Wensinck'in "Mürcie ",
(İslâm Ansiklopedisi; VIII, 808-809); Saleh Said Agha'nın " A Viewpoint of the Murji'a in the Umayyad
Period: Evolutıon Through Applicatıon "( Journal of Islamic Studies, 8:1(1997), 1-42);
Sönmez Kutlu'nun " Salim b. Zekvân'ın Sîre Adlı Eserindeki
Mürcie İli İlgili Kısmın Tercemesi " (AÜİFD., 35(1996), 467-475 (Notlarla), " İlk
Mürciî Metinler ve Kitâbu'l-İrcâ ", (AÜİFD., 37 (1997), 317-332),
"İlk Mürciî Metinler: İrcâ
Kasidesi(I) ve İrcâ Kasidesi(II)", AÜİFD., 39(1999), 239-252), Michael
Cook'un " İslam'da Aktivizm ve Quietizm: İlk Mürcie'nin Durumu " (AÜİFD., 37 (1997), s. 305-316. (Eleştiri ve
Notlarla) başlıklı makaleler yayınlanmış bulunmaktadır.
Mürcie, İman, küfür, büyük günah ve
amel-iman ilişkisi konusunda Haricîler ve Hadis Taraftarları’na; İmamet
konusunda Şîa'ya; va'd ve vaîd'le büyük günah meselesinde Mutezile'ye karşı çıkarak fikir özgürlüğü,
adalet ve hoşgörü esasına dayalı bir iman nazariyesi geliştirmiştir. Aslında
onlar, Haricilerin kendileri gibi düşünmeyenleri ve Hz.Ali ile taraftarlarını
ve bütün müslümanları tekfir ve tedhiş
eylemlerine başvurmaları neticesinde böyle bir fikri ileri sürerek, sahabeyi
tekfir edilmekten ve büyük günah işleyenleri de onların katliamından
kurtardılar. Bu nazariyede, bütün müslümanların
iman bakımından eşitliğini ve hiç bir müslümanın, Allah'a iman ettiğini
açıkça belirttiği müddetçe, İslâm'ın dışında kabul edilemiyeceği ve ona gayr-ı
müslim muamelesi yapılarak harac ve cizye alınamayacağı tezi savunulmuştur.
Dini, birlik ve beraberlik içinde yaşanan bir olgu olarak
kabul eden Mürcie, teorik olarak, birbirine muhalif müslüman mezhep ve
kabilelerin, Allah'a inandıkları müddetçe, birbirini öldürmelerini ve tekfir
etmelerini bırakarak birarada yaşamak zorunda olduklarını iddia etmesi
dolayısıyla, mezhep kavgalarının ve kabile çekişmelerinin yoğun olarak
yaşandığı Kufe ve diğer büyük şehirlerde,
özellikle yerleşik hayata alışkın Arap olmayan müslümanlar arasında büyük ilgi gördü. Ayrıca müslümanların
eşitliğini ve onlardan cizye ve haracın kaldırılmasını savunduğu için Horasan
ve Maveraünnehir'de yeni müslüman olanlar (mevâlinin) arasında da, çok sayıda
taraftar kazandı.
Akılcılığı
benimseyen ve sistematize eden ve tarihe Rey taraftarları olarak
geçen Mürcie'nin itikadî ve
fıkhî konularda ileri sürdükleri görüşlerinde, daima dinde kolaylık
ilkesine önem vermeleri ve mensuplarının özellikle mevali kesiminden olması
gibi sebepler, Mürcie'yi yeni fethedilen
bölgelerde ortaya çıkan sosyal, ekonomik ve siyasî pek çok problemle
ilgilenmeye ve bunlara çözüm üretmeye sevketti. Böylece Mürcie, ileri sürdüğü
bu görüşleri sayesinde, Horasan ve Mâverâünnehir'de yaşamakta olan çeşitli
milletlerin, özellikle Türklerin topluca müslüman olmasını kolaylaştırdı. Hatta
Mürcie'nin iman nazariyesi, Horasan ve Mâverâünnehir'de yeni müslüman olanların
Arap müslümanlarla eşit haklara sahip
olabilmek için Emevî zulmüne karşı sürdürdükleri mücadelenin temelini
oluşturdu. Diğer taraftan onlar, zaman zaman Arap olmayan ve ikinci sınıf
vatandaş muamelesi gören yeni müslümanlarla birlikte devletten bazı reformları
gerçekleştirmelerini istediler. Mürcie,
kardeşlik ve eşitlik, birlik ve beraberlik, barış ve adalet anlayışı
üzerine kurulu İman nazariyesi geliştirmekle, İslam dünyasında uzun süre şiddet
estiren Haricî fanatizminin sonunu hazırladı. Haricilik, bedevî kültür ve
kapalı toplumun temsilcileri iken, Mürcie, hadarî kültür ve çoğulcu medenî
toplumun temsilcisi olmuşlardır. Başka bir ifadeyle bu iki mezhepten birincisi,
Bedevî zihniyeti, ikincisi Medenî
zihniyetin temsilcisidir.
Ayrıca bu zihniyet, Maturidiliğin doğuşuna ve fikri
sisteminin gelişmesine zemin hazırlamıştır. " Her kul tek başına Allah'ın
huzurunda hesap verecektir"
şeklinde bir prensip benimseyerek ferdî sorumluluğu esas alan bir din
anlayışının öncüleri olmuşlardır. Diğer taraftan yönetici ve halifenin halkın
rızası ve seçimiyle işbaşına gelmesini
savunmakla meşruiyetin kaynağını halka devretmek istemişlerdir. Türkler'in
müslüman olmaları ve Maturidiliği benimsemeleri, büyük ölçüde Mürcie'nin
bölgedeki hakimiyeti ve temsil ettiği ılımlı / uzlaşmacı teolojisi sayesinde
olmuştur.
İman-Amel ayrımı yapmaları, bazı
kesimlerce istismar edilerek amellerin hafife alınmasına sebep olmuştur. Ancak
böyle bir ayrımın yapılmasından maksat amelleri inkar etmek veya hafife almak
değildir.
el-Acürrî, Ebu
Bekir Muhammed b. el-Hüseyin (360/970), eş-Şerîa, thk. Muhammed
Hamid el-Fakî, Beyrut 1983.
--- -- Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye,
(Dûrî-Mutallibî), Beyrut trz.
Ahmed b. Hanbel (241/855), es-Sünne, Beyrut 1985.
Ahmed
b. Hanbel (241/855), Kitâbu Fedâili's-Sahabe, thk. Muhammed Abbas, Beyrut
1983.
Aliyyü'l-Karî
el-Herevî, Şerhü'l-Fıkhı'l-Ekber, Beyrut 1979.
Atvân, Hüseyin, el-Fıraku'l-İslâmiyye fî Bilâdi'ş-Şâm fî Asri'l-Ümevî, Amman
1986.
el-Bağdâdî, Abdülkadır b. Ömer, Hızânetü'l-Edeb, thk.
Abdüsselam Muhammed Harun, Beyrut 1981.
el-Bağdâdî, Abdülkahir b. Tahir b. Muhammed
(429/1037), Mezhepler Arasındaki Farklar, Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul 1991.
Bedir, Faysal, Avn, İlmü'l-Kelam
ve Medârisuhu, Mısır 1982.
Caferyan, Resul, Mürcie,
Kum 1371.
el-Cahız, Ebû
Osman Amr b. Bahr (255/869), el-Osmaniyye, thk. Abdusselam Muhammed Harun, Beyrut 1991.
Cook, Michael, Early Muslim Dogma, London
1981.
el-Cürcânî, Ali b. Muhammed (816/1413), et-Ta'rifât, İstanbul trz.
el-Cürcânî, Ali b. Muhammed (816/1413), Şerhü'l-Mevâkıf, İstanbul 1292.
Cuma, Fatıma,
el-İtticâhatü'l-Hizbiyye
fî'l-Müctemeati'l-İslâmî, Beyrut trz.
Ebû Bekir el-Hallâl, Ahmed b. Muhammed b. Harun(311/923),
Müsned
min Mesâili Ahmed b. Hanbel, British Museum, Or:2676, v.221-290.
Ebû Haltem, Nebil Halil,
el-Fıraku'l-İslamiyye, Beyrut
1990.
Ebû Hatim er-Razî,
Ahmed b. Hamdan (324/936), Kitâbu'z-Zîne
fî Kelimâti'l-İslamiyye, thk.
Abdullah Selam es-Samerrâî, Bağdat 1988.
Ebû'l-Ferec el-İsfehânî, Ebü'l-Hüseyin Ali b. Hüseyin (
356/967), Kitâbu'l Egânî, Bulak 1868.
Ebû'l-Ferec el-İsfehânî, Ebü'l-Hüseyin Ali b. Hüseyin (
356/967), Mekâtilü't-Talibiyyîn,
Seyyid Ahmed Sakar, Beyrut 1987.
Ebû Hilal el-Askerî, Hasan b. Abdillah b. Sehl Ebû Hilal
el-Askerî(400/1009), el-Evâil, thk.
Muhammed es-Seyyid, Mısır 1987.
Ebû'l-Meâlî,
Muhammed b. el-Hüseynî el-Alevî, Kitâbu'l-Beyâni'l-Edyân, Arapça'ya Çev.
Yahya el-Haşşâb, Mecelletü'l-Külliyyeti'l-Adâb Camiati'l-Kahire, 19 (1957).
Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm (224/838), Kitâbu'l-Îmân, thk.
M.Nasirüddin el-Elbânî, (Min Künûzi's-Sünne: Resâilü Erbaa içerisinde, 47-102 ),
Kuveyt trz.
Emin, Ahmed, Fecrü'l-İslâm, Kahire 1982.
el-Eş'arî, Ebû
Hasan Ali b.İsmail (330/941), Makâlât,
(Ritter), Wıesbaden 1980.
el-Halebî, İbrahim b. Mustafa, Lûma, thk. M. Zahid el-Kevserî, Kahire 1939.
el-Halîmî, Hüseyin
b. Hasen (403/1012), Kitâbu'l-Minhâc fî
Şuabü'l-Îmân, thk. Halîmî Muhammed Fûde, Darü'l-Fikr 1979.
Hatipoğlu, M.Sait, İslâmî
Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin
Doğuşu, Ankara 1962, A.Ü. İlahiyat Fakültesi'nde Basılmamış Doktora
Tezi, )
el-Horezmî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Yusuf, Terceme-i Mefâtîhi'l-Ulûm, Farsça'ya
Çev. Hüseyin Hidivcem, Tahran 1346.
Izutsu, Toshihiko,
İslam Düşüncesinde İman Kavramı, Çev. Selahaddin Ayaz, İstanbul
1984.
İbn Asâkîr, Ebî'l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetüllah b.
Abdillah eş-Şâfi'î ( 571/1175), Târîhu
Medineti Dımaşk, Osman b. Affân Kısmı, thk. Sekîne eş-Şihâbî, Dımaşk 1954.
İbn Batta el-'Akberî ( 387/997), Kitâbu'ş-Şerh ve'l-İbane, thk. Henri Loust, Damask 1958.
İbn Daî er-Razî,
Seyyid Murtaza Hasenî (7./14.
asrın başları), Tabsıratu'l-Avâm fî Ma'rifeti
Makâlâti'l-Enâm, Tahran 1313.
İbn Davud el-Belhî, Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Vaizî
(610/1213), Fedâil-i Belh, Farsça'ya
Çev. Abdullah Hüseynî el-Belhî, (Habibî), Tahran 1350.
İbnu'l-Esîr, Ebû
Hasan Ali b. Muhammed Abdülkerim
(630/1223), el-Kamil, Mısır 1965.
İbn Ebî Asım, Hafız Ebû Bekr Amr Dahhâk b.
Muhalled(270/883), Kitabu's-Sünne, Beyrut 1980.
İbn Ebi'l İzz el-Hanefî,
Şerhü Akideti't-Tahaviyye,
Beyrut 1392.
İbn Ebî Ömer el-Adenî,
Muhammed b. Yahya, (243/857), Kitâbu'l-Îmân, thk. Hamed b. Hamdi el-Câbirî el-Harbî, Kuveyt 1986.
İbn Ebî Ya'la,
Ebü'l-Hüseyn Muhammed b. Muhammed (526/1131), Tabakâtü'l Hanâbile, Kahire
1952.
İbn Hacer, Ebü'l-Fazl
Ahmed b. Ali (852/1448), Tehzîbü't-Tehzîb, Beyrut 1967.
İbn Ömer el-Ezdî el-Basrî, Rebi' b. Habîb (170/786), Câmiü's Sahîh Müsnedü'r-Rebi' b. Habîb,
Kahire 1349
İbn Hazm, Ebu
Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd
el-Endülisî(456/1064), el-Fasl fî'l-Milel ve'l-Ehvâ ve'n-Nihal, Beyrut 1986.
İbn Sa'd, Muhammed b. Sa'd (236/850), Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut 1958.
İbn Tayfûr, Târîhu
Bağdâd, Kahire 1948.
İbn Teymiye, Ebü'l-Abbâs Takiyüddîn Ahmed b. Abdilhalim
(728/1328), Kitâbu'l-Îmân, thk. Haşim Muhammed Şazelî, Kahire trz.
İbnu'l-Cevzî, Cemalüddin Ebü'l-Ferec Abdurrahman b.
Muhammed (597/1200), Telbîsü'l-İblîs, Beyrut 1989.
İbnu'n-Nedîm,
Muhammed b. İshak (385/955), el-Fihrist, Beyrut
1964.
el-İsferâyinî, Ebü'l-Muzaffer (471/1078), Tabsîr
fî'd-Dîn ve Temyîzi'l-Fırkatı'n-Nâciye an Fırakı'l-Hâlikîn, thk. Zahid
el-Kevserî, Beyrut 1988.
el-Ka'bî el-Belhî, Ebü'l-Kâsım Abdullah b. Ahmed b.
Mahmûd(319/931), (Babü) Zikrü'l-Mu'tezile
min Makâlât el-İslâmiyye, thk.Fuad Seyyid, Tunus 1986.
Kadî Abdulcabbâr, Abdullah b. Ahmed Ebu'l Hüseyin (415/1020), Şerhü
Usûli'l-Hamse, Kahire 1965.
el-Kadî Ebû Ya'lâ,
Muhammed b. el-Hüseyin b. Muhammed b. Halef b. Ahmed b. el-Ferrâ
Bağdâdî, (458/1066), Mesâilü'l-İmân, thk. Suûd b. Abdülaziz
el-Halef, Riyad 1410.
el-Kâdî, Nu'mân, el-Fıraku'l-İslâmiyye fi'ş-Şi'ri'l-Emevî, Kahire 1970.
el-Kerderî,
Hafızüddin Muhammed b. Muhammed b. Şihab el-Harizmî el-Bezzâzî(827/1423), Menâkıbü Ebî Hanife, Beyrut
1981.
el-Kummî, Sa'd b.
Abdillah Ebu Halef el-Eş'arî (301/913), Kitâbu'l-Makâlât
ve'l-Fırak, Tahran 1964.
el-Kurtubî, Ebû
Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (671/1273), el-Câmiü'l-Ahkâmi'l-Kur'ân,
Kahire 1939.
el-Lâlekâî, Hasan
b. Mansûr et-Taberî (418/1027), Şerhü Usûli İ'tikadi Ehli's-Sünne vel Cemâa, thk. Ahmed Sa'd, Riyad trz.
el-Leknevî, Muhammed Abdülhay el-Hindi (1304/1886), er-Ref' ve't-Tekmîl fî'l-Cerh ve't-Ta'dîl, thk. Abdulfettah Ebû Gudde, Beyrut 1987.
el-Makdisî, Mutahhir b. Tahir, Ahsenü't-Tekâsîm
fî Ma'rifeti'l-Ekâlîm, thk. J. Geoje, Leiden 1906.
el-Makrizî, Takiyüddin, Ahmed b. Ali, (845/1444), el-Mevâız
ve'l İtibâr bi Zikri'l-Hıtât ve'l A'sâr,
Beyrut trz.
el-Malatî, Ebû'l Hüseyin Muhammed b. Ahmed
(377/987), et-Tenbîh ve'r-Red alâ Ehli'l-Ehvâ ve'l-Bida', thk.Zahid
el-Kevserî, Kahire 1991.
el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud
(333/944), Kitâbu't-Tevhîd, thk. Fethullah Huleyf,
İstanbul 1979.
el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud
(333/944), Te'vilâtü'l-Kur'ân, , thk. İbrahim Avdeyn-es-Seyyid
Avdeyn(?), Kahire 1971.
el-Mecdub, Abdulazîz, es-Sırâ'
el-Mezhebî bi Afrikâ ilâ Kıyâmi'd-Devle ez-Ziyâriyye, Tunus 1985.
el-Mes'ûdî, Ebü'l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali (346/957), Mürûcü'z-Zeheb ve Meâdinü'l-Cevher, thk.
Muhammed Muhyiddin Abdülhamit, Mısır
1964.
en-Nesefî, Ebû Muti' Mekhul b. Fazl (318/930), Kitâbu'r-Red ale'l-Bida', thk. Marie
Bernand, Annales Islamologiqes, 16 (1980).
en-Nesefî,
Ebü'l-Muîn Meymûn b. Muhammed (508/1114), Tabsıretu'l-Edille fî Usûli'd-Dîn,
thk. Claude Selame, Şam 1992.
Naşî el-Ekber, Ebü'l-Abbas Abdullah b. Şirşîr
el-Enbarî(293/906), Mesâilü'l-İmâme, Kitâbu'l-Evsât fî'l Makâlât, thk. Josef Van
Ess, Beyrut 1971.
en-Necâşî, Ebü'l-Abbas Ahmed b. Ali (450/1058), Ricâlü'n-Necâşî, thk.
M. Cevad, Beyrut 1988
Neşvânü'l-Himyerî,
Ebû Saîd (573/1175), el-Hûrü'l- 'İyn, Thk. Kemal Mustafa, Kahire trz.
en-Nevbahtî, el-Hasan b. Mûsâ (300/912), Fıraku'ş-Şîa, İstanbul 1931.
en-Nevevî, Muhyiddin Ebû Zekeriyya (676/1277), Şerhü Sahîhi Müslim, Beyrut trz.
er-Razî, Muhammed
b. Ömer b. Hüseyin Fahreddin
(606/1209), İtikâdâtü Fırakı'l-İslâmiyye, Kahire
1978.
Salim b. Zekvân ( I. asrın sonları ? ), Sîre, (Cambridge Üniversitesi Kütüphanesi Or: 1402
numarada kayıtlı Martin Hinds'a ait mikrofilm içerisinde, v. 154-194).
Sezgin, Fuat,
Târîhu't-Türâsi'l-Arabî, Medine
1983.
es-Seâlibî, Ebû Mansûr Abdülmelik b. Muhammed b. İsmail(
429/1038), Simârü'l-Kulûb
fî'l-Muzâf ve'l-Mensub, thk. Muhamed Ebü'l-Fadl
İbrahim, Kahire 1985
es-Suyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekr b. Muhammed
Celalüddin(911/1505), Kitâbu'l-Leâli'l-Masnua
fî'l-Ahâdîsi'l-Mevdûa, Matbaatü'l-Edebiyye,
1317.
Şebîb b. Atiyye (II.asrın ikinci yarısı
? ), er-Red
ala'ş-Şükkâk ve'l-Mürcie (
Cambridge Üniversitesi kütüphanesi Or: 1402 )
eş-Şehristânî, Ebû Feth Muhammed b. Abdilkerîm,
(548/1153), el-Milel ve'n-Nihal, thk. Abdülemir Ali Mehnâ- Ali Hasan Faur,
Beyrut 1990.
et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Târîhu'l-Ümem ve'l-Mülûk, thk. M.Ebû'l
Fazl İbrahim, Beyrut trz.
Talbi, Muhammed, " Theological Polemics at Qayrawân during the 3rd/9th Century ",
Rocznik Orientalistyczny, T. XLIII(1984).
et-Tûsî,
Ebû Cafer Muhammed b. el-Hasan (460/1067), el-Fihrist, thk. Muhammed Sadık, Necef
1960.
van Ess, J., Anfange Muslimischer Theologie, Beyrut 1977.
van Ess, J., Theologie und Gesellschaft im 2. und 3.
Jahrhundert Hidschra, Berlin
1991.
Veki', Muhammed
b. Halef b.Hayyan, Ahbâru'l-Kudât, thk. Abdülaziz Mustafa
Merağî, Kahire 1947.
ez-Zehebî, Ebû Abdillah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (748/1347), Târîhü'l-İslâm ve Tabâkâtü'l- Meşâhîr
ve'l-A'lâm, Kahire 1947.
ez-Zehebî, Ebû Abdillah Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (748/1347), Siyerü A'lâmi'n-Nübelâ, Beyrut 1985.
Watt,
Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev.. Ethem Ruhi Fığlalı,
İstanbul 1998.
Welhausen, J., Arap Devleti ve Sükutu, Çev. Fikret Işıltan,
Ankara 1963.
Yaltkaya, Ş., " İslâm'da
İlk Fikrî Hareketler ve Dinî Mezhepler ", DFİFM, S.14,
sene:4(1930), 1-27.
[1] Bkz., el-Kurtûbî, Câmiul'-Ahkâmi'l-Kur'ân, VIII/ 252.
[2] Bkz., el-Milel
ve'n-Nihal, I/ 161-162.
[3] Bkz., el-Mevâiz
ve'l-İ'tibâr, II, 349-50.
[4] 9. Tevbe 106.
[5] 33. Ahzâb 51.
[6] 26. Şuârâ 36.
[7] Kitâbu'z-Zîne,
262-263.
[8] Bu tanımlar hakkında geniş bilgi için bkz.,
Sönmez Kutlu, Türklerin İslamlaşma
Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, 28-38.
[9]İbn Sa'd, VI/308; el-Mâtürîdî, Kitâbu't-Tevhîd, 318.
[10]İbn Hazm, el-Fasl, IV/205 (Mukatil b. Süleyman'ın görüşü olarak
verilir); Şehristânî, el-Milel, I, 48; İbnu'l Cevzî, Telbîs, 102; İbn Ebi'l İzz
el-Hanefî, Şerhü Akîdeti't-Tahâviyye,
49; el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, 207; el- Cürcanî, Şerhü'l-Mevâkıf, 631;
Aliyyü'l-Karî, Şerhü'l-Fıkhı'l-Ekber, 59;
Ebû Hanîfe, el-Fıkhu'l Ebsat, 43-44.
[11]Ebû Hanîfe, Kitâbu'l-Âlim
ve'l-Müteallim, 94.
[12] eş-Şehristânî, el-Milel, I, 162;
el-Cürcânî, Şerhü'l-Mevâkıf, 631.
[13] el-Mâtürîdî, Te'vilât, I, 100.
[14]Mâtürîdî, Te'vilât, I, 100.
[15]Kitâbu't-Tevhîd, 318.
[16]Ebû Hilâl el-Askerî, el-Evâil, 374.
[17]Ebû Bekr el-Hallâl, Mesâil,
v. 106a.
[18] el-Makdisî, Ahsen,
37 (Kerramiler arasında, bu isim, amelin farziyetini reddedenlere
verilmiştir.); Yaltkaya , " İslâm'da
İlk Fikrî Hareketler ve Dinî Mezhepler ", DFİFM, S.14, sene:4, s. 25.
[19] İbn Ömer el-Ezdî, Câmiü's Sahîh Müsnedü'r-Rebi' b. Habîb, 3, 5; el-Acûrrî, eş-Şerîa, 144-145, Ahmed b.
Hanbel, es-Sünne, 81, 113; Ebû Bekr el-Hallâl, Mesâil, v. 94b; İbn Ebî Ya'la, Tabakâtü'l Hanâbile, I/25;
İbn Ebî Asım, " Mürcie,
İrcâ’, iman söz ve ameldir, artar eksilir " şeklinde bir başlık koyarak
Mürcieyi eleştiren kendini destekleyen hadisler nakleder. (Bkz., Kitâbu's-Sünne, 447. ) ; Nevevî, Şerhü Sahîhi Müslim, I/147.
[20]İbn Tayfûr, Târîhu
Bağdat, 51; es-Seâlibî, Simârü'l-Kulûb
fî'l-Muzâf ve'l-Mensûb, 185; İbn Batta, Kitâbu'ş-Şerh ve'l-İbâne,
40 ( Mürcie, meliklerin dini üzeredir.)
[21]Nâşî el-Ekber, Mesâilü'l
İmâme Usûlu'n-Nihal, 19-20.
[22] 9. Tevbe 106.
[23] Neşvânü'l-Himyerî, Hûru'l-'Iyn, 203
[24] en-Nevbahtî, Fıkau'ş-Şîa,
6; el-Kummî, Makalâtu'l-Fırak, 6
[25] eş-Şehristânî, el-Milel, I, 161; el-Halebî, Lûma, 47.
[26] Ebû Hilâl el-Askerî, Evâil, 374.
[27] Ebû Muti' Mekhûl en-Nesefî, Kitâbu'r-Red ale'l-Bida', 62.
[28]
eş-Şehristânî, el-Milel,
I/141.
[29] et-Taberî, Târîh,
I/3290
[30] el-Malâtî,
et-Tenbîh, 36.
[31] et-Taberî,
II/1122-3, 1435.
[32] İbn Sa'd, Tabakât,
VI/308.
[33] İbn Asâkîr,
Târîhu Medineti Dımaşk, Osman b.
Affân, 504.
[34] İbn Sa'd, VI/308.
[35] Nâşî
el-Ekber, Mesailu'l-İmâme, 16.
[36]
el-Mes'ûdî, Mürûc, II/361.
[37] Kutlu, 53.
[38] Nâşî el-Ekber,
16-17.
[39] The Murjia', 13.
[40] Hatipoğlu, İslâmî
Tenkid Zihniyeti, 45 .
[41] Kutlu, 58.
[42]İbn Sa'd,
VI/308.
[43]en-Nevbahtî, Fıkau'ş-Şîa,
6; el-Kummî, Makalâtu'l-Fırak, 6; Naşî
el-Ekber, 19-20, el-Matûridî, Kitâbu't-Tevhîd, 318 ; Te'vilât.., I/100, Şehristânî, I/166,
169; Neşvânü'l-Himyerî, Huru'l-Iyn, 203.
[44]Ebû Bekir el-Hallâl, Mesâil, v. 103a. ; İshak b. İbrahim b. Hanî en-Nisâbûrî (275/888), Mesâilü el-İmam Ahmed b. Hanbel, II/162.
[45]Ebû Bekir el-Hallâl, Mesâil, v. 94a., 127b., 137b.; Nisâbûrî, Mesâil.., II/162.
[46] el-Makrizî, II/350.
[47]Ebû Bekir el-Hallâl, Mesâil, v. 97b.
[48] Mürcie'nin teşekkülü konusunda geniş bilgi için
bkz., Kutlu, 58-64.
[49] Hasan b. Muhammed, Kitâbu'l-İrcâ, 23; Salim b.
Zekvan, Sîre, 160.
[50] Salim b. Zekvan, Sîre,161.
[51] Salim b. Zekvan, Sîre, 162; Sabit Kutna, Kasidetu'l-İrcâ’
( Ebu'l-Ferec el-İsfehânî, Kitabu'l-Eğânî
içerisinde) , XIII/50.
[52] Bkz.,
Kutlu, 92-3.
[53] Taberî, II/1264-5.
[54] Givony, 97.
[55] İbn Sa'd,
VI/313.
[56] Taberî,
II/1353-1355,1507.
[57] Taberî,
II/1400, 1407; İbnu'l-Esîr, el-Kâmil,
V, 80, 84.
[58] Taberî, II/1507-1510.
[59] Taberî, II/1510-1514; İbnu'l-Esîr, el-Kâmil, V/149.
[60] el-Kâdî,
el-Fıraku'l-İslâmiyye, 523.
[61] Taberî, II/1569, 1583.
[62] Wellhausen, Arap
Devleti ve Sukutu, 220.
[63]
Mekâtilü't-Tâlibiyyîn, 141.
[64] İbn Davud el-Belhi, Fezâil-i Belh, 28; el-Kerderî, Menâkıb,
II/515.
[65] Bkz., 381.
[66] Te'vilât,
I/99-100. Krş. Kitâbu't-Tevhîd, 384.
[67] Kutlu,
277-282.
[68] Ehl-i
Sünnet Akâidi, 3.
[69]el-Eşa'rî, Makâlât,
229.
[70] el-Eşa'rî, Makâlât, 476-477.
[71] eş-Şehristânî, I/162; İbn Hazm, el-Fasl, IV/205; İbnu'l-Cevzî, Telbîs,
87.
[72] Kutlu,
106-107.
[73] el-Eşa'rî,
138.
[74] eş-Şehristânî,
I/166-7.
[75] Naşî el-Ekber, Mesâilü'l-İmâme, 19-20;
Şehristânî, I/161.
[76] Hasan b. Muhammed, Kitâbu'l-İrcâ,
Arabica, XXI (1974), 23.
[77] Kâzî Ebû Ya'la, Mesâilü'l-İmân, 164, 176
[78] İbn Hazm, III/221.
[79] Ebû Hanîfe,
el-Fıkhu'l-Ebsat, 41; İbn Teymiye, Kitâbu'l-Îmân, 101, 230,
299.
[80] Ebû Hanîfe,
el-Fıkhu'l-Ebsat, 41-42.
[81] el-Eşa'rî,
132; el-Malatî, et-Tenbîh, 149.
[82] el-Eşa'rî,
140.
[83] Ebû Hanîfe, Kitâbu'l-Alim
ve'l-Müteallim, 52 ve 119; el-Fıkhu'l-Ekber, 62.
[84] İbn Teymiye,
Kitâbu'l-Îmân, 141.
[85] el-Eşa'rî, 141; el-Malatî, 151.
[86] el-Eşa'rî, 136.
[87] Ebû Hanîfe, el-Vasiyye, 72.
[88] Ebû Hanîfe, er-Risale ilâ Osmân el-Bettî, 67; el-Eşa'rî,
139.
[89] el-Halimî, Kitâbu'l-Minhâc, I, 80.
[90] Ebû Ubeyd, Kitâbu'l-Îmân, 70.
[91] el-Eşa'rî, 137-138.
[92] Bkz., 123;
el-Fıkhu'l-Ekber, 62.
[93] Ebû Hanîfe, er-Risâle ilâ Osmân el-Bettî,
67.
[94] Ebû
Hanîfe, el-Fıkhu'l-Ebsat, 42.
[95] Kitâbu'l-Âlim
ve'l-Müteallim, 52, 56.
[96] el-Fıkhu'l-Ekber, 62.
[97] el-Malatî,
156.
[98] 9. Tevbe 106.
[99] el-Eşa'rî,
144-145; Neşvânü'l-Himyeri, Hûru'l-'Iyn, 203.
[100] el-Eşa'rî,
147.
[101] Kutlu,
144-145.
[102] Salim b.
Zekvan, Sîre, 160.
[103] Hatipoğlu,
İslamî Tenkid Zihniyeti, 41.
[104] Salim b.
Zekvan, Sîre, 161-162.
[105] et-Taberî, II/1567-1577; İbnu'l-Esîr, el-Kâmil, V/183.
[106] el-Câhız,
el-Osmâniyye, 147; İbn Teymiyye, Kitâbu'l-İmân,
277.
[107] Kutlu, İslam
Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, 42-43.
[108] Bkz.Kutlu,
"Kerrâmiler” maddesi, TDV
İslam Ansiklopedisi. (Yayınlanacak)
[109] İbnu'n-Nedîm, el-Fihrist,
255.
[110] el-Makdisî, Ahsen,
395.
[111] Bkz.,
Kutlu, "Kerrâmiyye” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi.(
Yayınlanacak)
[112] İbn Sa'd,
V/328; Ebû Bekir el-Hallâl, Mesâil, v.127a .
[113] Kitâbu'l-Îmân, 145-149.
[114] Tehzîb,
II, 321.
[115] Târîh,
III, 357-358.
[116] " Das Kitab al-İrğa des Hasan b. Muhammed b.
al Hanafiyye ", Arabica
XXIII (1974), 20-52.
[117] " Das
Kitâb.." , 49.
[118] Der Imam al-Qasım ibn İbrahim, 229.
[119] Early
Muslim Dogma, 68-88.
[120] Kutlu, Türklerin
İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, 70.
[121] Kitâbu'l-Eğânî,
XIII, 50.
[122] Târîhu't-Türâsi'l-Arabî,
C.I, cüz. 3, 56.
[123] Hızânetü'l-Edeb,
IX, 81-83.
[124] Kutlu, Türklerin
İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, 5-6,178.
[125] Bkz., A.von Kremer, Culturgeschichtliche streifzuge...., (Leipzig 1873, 4-5; G. van Vloten,
" Irdja ", ZDMG, 45 (1891), 162-163.
[126] Sezgin, Târîhu't-Türâsi'l-Arabî, C. II, cüz. 3,
102.
[127] " İslâm'da
İlk Fikrî Hareketler ve Dinî Mezhepler ", DİFM, S.14, sene:4, 26-27.
[128] "İlk Mürciî Metinler: İrcâ Kasidesi(I) ve
İrcâ Kasidesi(II)", AÜİFD., 39(1999), 239-252.
[129] Mürcie ve İ'tikadî Görüşleri, 276-277.
[130] İbn Sa'd, VI/307.
[131] Ahbâru'l-Kudât, III/29-30.
[132] Kitâbu'l-Eğânî,
VII/10.
[133] Kitâbu'l-Eğânî,
VII/10.
[134] Kitâbu'l-Eğânî,
VII/10-11.
[135] İbnu'n-Nedîm, 255.
[136] Katip Çelebî, Keşfu'z-Zünun,
II/1388.
[137] Ahmed b.
Yahya(Wilzer), 71.
[138] ez-Zehebî,
Siyer, X, 201.
[139] Tabsıra,
II/821.
[140] Bu eserlerin geniş bir listesi için bkz., Sönmez
Kutlu, İslam Düşüncesinde İlk
Gelenekçiler, Ankara 2000,
22-28.
[141] eş-Şehristânî, I/44, 124.
[142] Kerrâmî Mürciilerin edebiyatı için bkz. Kutlu, " Kerrâmiyye” maddesi.
[143]Mürcie'ye karşı yazılmış, bazı reddiyeler şunlardır:
1-Yemân b. Rebâb, er-Red
ale'l-Mürcie. (İbnu'n-Nedîm, 258.)
2-Ebû Bekr Ahmed b. Ali b.
Ma'cûr el-İhşid (İbnu'l-İhşîd), Kitâbu'n-Nakz ale'l-Hâlidî fî'l-İrcâ. (
İbnu'n-Nedîm, 246.)
3-Ahmed b. Hanbel, Kitâbu'l-İrcâ.
(Ahmed b. Hanbel, Kitâbu Fezâili's-Sahabe,
thk. Muhammed Abbas, Beyrut 1983,
I, 26 (Önsöz),
Fuat Sezgin, Târîhu't-Türâsi'l-Arabî, Medine 1983,
C. 2, cüz.3, 226. Sezgin'in de belirttiği gibi bu eser, Ebû Bekr el-Hallâl'ın, Câmi'
(Müsned min Mesail.. British Museum,
Or: 2675, s. 221-261 ) içerisinde bize
ulaşmıştır. Ancak bu müstakil bir eser olmayıp, 398 sayfalık Câmi''nin bir
bölümüdür. Fuat Sezgin, aynı yerde 261-290. sayfalar arasında Kitâbu'l-Îmân olduğunu söylüyor, ancak
bu iki eseri birbirinde ayırmak oldukça zordur. İrcâ ve iman konusundaki
tartışmalar, birlikte ele alınmaktadır. Eser Mürcie'nin eleştirisiyle başlar ve Kitâbu'l-İmân
ifadesiyle son bulur. Onun baş tarafını, Mürcie'nin tarihiyle ilgili bazı
önemli rivayetlere yer vermesi ve onların iman konusundaki görüşlerini
eleştirmesi dolayısıyla Mürcie'ye reddiye olarak kabul edilebilir.
4-Fazl b. Şazân, Kitâbu'r-Red ale'l-Mürcie. (Tusî, el-Fihrist, thk. Muhammed Sadık, Necef
1960, 150)
5-Zeyd b. Ali(122/739), Kitâbu'r-Red
ale'l-Mürcie. (Sezgin, Târîhu't-Türâsi'l-Arabî, C. I, cüz. 3,
323) Sezgin, bu eserin 116
sayfalık yazmasının Berlin
kütüphanesi 10265. numarada bulunduğunu
kaydeder. Başında ve sonunda
eksiklik bulunan yazmanın elimizde bulunan mikrofilmin, 1.-5. varakları
Mürcie'nin bazı iman görüşlerinin eleştirisi mahiyetinde, diğer varaklar, daha çok,
Zeyd b. Ali'nin hayatı ve imametini ( v. 17a vd.), Kur'an yorumları (v.
28a vd.) ve Fıkhî görüşlerini ( v. 5a vd.) içermektedir. Eserin mikrofilmini çektirip gönderme
zahmetinde bulunan Dr. Tahsin Görgün'e teşekkür ediyorum.
6-İsmail b. Ali b. İshak b. Ebî
Sehl b. en-Nevbahtî, Kitâbu'l-İrcâ’. ( Necâşî, Ricâlü'n-Necâşî,
thk. M. Cevad, Beyrut 1988, I, 393.)
7- Şebîb b. Atiyye, er-Red ale'ş-Şükkâk ve'l-Mürcie. (Martin Hinds'e ait Cambridge Üniv. Kütüphanesi Or: 1402 numaradaki
mikrofilm içerisinde, 279-285). Bu mikrofilme nasıl ulaşabileceğim konusunda
mektupla bilgi verme zahmetinde bulunan
Michael Cook'a teşekkür ediyorum.
8- Dırar b. Amr, Kitâb ale'l-Ezârika ve'l-Haddâd ve'l-Mürcie.
( Michael Cook, Early Muslim Dogma, London 1981, 198. X. Bölüm 42. Dipnot)
Cook, Van Ess'in, Kitâb ale'l-Mürcie fî'l-Esmâ
olarak verdiği bu eserin adının aslında yukarda zikredilen şekilde
olduğunu ileri sürer.
9-Vasıl b. Ata ( 80-131/
699-748), Kitâbu Esnâfi'l-Mürcie. ( İbnu'n-Nedîm, el-Fihrist, Tekmile 1; Sezgin, Târîhu't-Türâsi'l-Arabî,
C.I, cüz. 4, 19. ) Bu eser, Mürcie mensuplarından
bahsediyor da olabilir.
10-Yahya b. Ömer (289/902), Kitâbu'r-Red ale'l-Mürcie. ( Muhammed
Talbi, " Theological Polemics at
Qayrawân during the 3rd/9th Century ", Rocznik Orientalistyczny, T.
XLIII(1984), 153).