İnsanlık
tarihi boyunca mahallî ve evrensel pek
çok medeniyet doğmuş, büyümüş, zirvesine ulaşmış ve sonunda çökmüş, İbn
Haldun'nun deyimiyle ölmüştür. Mahallî olanları bir kenara bırakacak olursak,
evrensel olanlar arasında Yunan Medeniyeti, İslam Medeniyeti ve içinde yaşadığımız
çağa hakim olan, bilimsel ve teknolojik gelişmelere damgasını vuran ve temelini
Hristiyan kültürünün oluşturduğu Batı Medeniyeti olmak üzere üç büyük
medeniyetten söz etmek mümkündür. Son yıllarda yaşanan hızlı değişmelerin
sonucunda Kominizmin iflas etmesi ve
Berlin Duvarının yıkılması ile birlikte Rusyanın önderliğindeki Doğu Bloku ve
Amerika'nın başını çektiği Batı dünyası arasında yaşanan soğuk savaş dönemi
sona ermiş bulunmaktadır. Rusya'nın çöküşüyle birlikte, iki başlı bir dünya
hakimiyetinden Amerikan'nın başkanlığında tek başlı bir dünya hakimiyeti dönemi
başlamıştır.
Batılı
bazı yazarlar, bütün bu değişmeleri, batı medeniyetinin bir zaferi kabul
ederek, insanlık tarihinde ideolojiler savaşının sonu ve beşeri yönetim
biçiminin son evresi olan Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi şeklinde
değerlendirmektedir.[1] Tarihin sonu tezi, ilk
önce Fıransız ihtilalinin başarıya ulaşması neticesinde, hürriyet ve eşitlik
esaslarına dayanan devlet anlayışının bütün dünya ülkeleri tarafından benimsenmeye
başlanması üzerine 1806'da Hegel tarafından ortaya atılmıştı. [2]
Batılı bilim adamları arasında, sanayi devrimini Hristiyanlığın bir zaferi
olarak görmek isteyenler de çıkmıştı. Acaba Fukuyama'nın da dediği gibi,
ideolojik gelişme tamamlandı mı, gerçekten
tarihin sonuna geldik mi ? Homojen devlet anlayışı bütün dünyada zafere
ulaşacak mı ? İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu ekonomik ve siyâsî bunalımı, silahlanma,
çevre ve benzeri sorunları çözmede liberalizme rekabet edecek başka
ideolojilerin varlığından söz edilemez mi ? Böyle bir alternatiften
bahsedilecekse bunun İslâm olduğu
söylenemez mi?
Farklı dünya
görüşlerini savunan bütün büyük medeniyetler, zirvede oldukları dönemlerde, bu
tip ülkü ve idealler ortaya atmışlardır. Bu, geçmişte Roma İmparatorluğu ve
Osmanlı İmparatorluğu, bugün ise batı medeniyetinin temsilcisi kabul edilen
Amerika tararafından benimsenen bir ülkü ve idealdir. Osmanlı, buna
Nizamı Alem ülküsü adını verirken bugün Amerika buna Yeni Dünya Düzeni
demektedir. Rusya'nın yıkılmasıyla
birlikte, İslâm dünyasının ikinci bir süper güç olarak ortaya çıkması endişesi,
batı dünyasının, böyle bir fikri ortaya atmasının başlıca sebeplerinden
birisidir. Ancak onların böyle bir şeyi ortaya atmalarının bir başka sebebi de, müslümanların şu anda güçlü
olduklarından veya batının İslâm'la ilgili korkularından çok, " batı
medeniyetinin kavgacı bir temel üzerine kurulmuş olmasından "[3]
kaynaklanmaktadır. Yani batı medeniyeti bir başkasını nefyetmeden veya dışlamadan
yaşayamaz. Başka bir kimliğe ve
kendilerinin başkası tarafından köle olarak kullanılmasına engel olacak ilahî
bir kitaba ve düşünceye sahip tek güç
müslümanlar ve İslâmdır. Bu özelliği ile onlar batı medeniyeti karşısında bir
başkası olarak kabul edlmişlerdir.
Batı, İslam
Dünyasını, zayıf, güçsüz ve acizliğine rağmen batı için tehlike ve düşman ilan
ederek Rusya'dan sonra kendisine rakip olabilecek potansiyel bir güç ve düşman
olarak görmektedir. Bu sebeple Yeni Dünya Düzeni adıyla ortaya atılan bu görüşün
gerçekleşmesi, batı tarafından veya Hristiyan dünyası tarafından İslâm dünyasının ikinci defa işğal
edilmek istenmesinden başka bir şey değildir.Böylece, fiilî sömürgecilik döneminin sona ermesiyle
bağımsızlıklarını kazanan İslam ülkelerindeki gelişmeler, kontrol altına
alınabilecektir.
Batı,
kurulacak böyle bir sistemin içine bizleri dahil ederek, İslam ülkelerinde
filizlenmeye başlanan veya doğum sancısı çeken müslüman Türk dünyasının
liderliğinde yeni bir İslam medeniyetini doğmadan öldürmek istemektedir.
Hristiyan batının bu yeni sömürgecilik planının gerçekleşmesini kolaylaştırmak
için onun evrensel ahlakı yazılmaya çalışılmaktadır. Bu yüzden
Yeni Dünya Düzenine batı sömürgeciligini güzel göstermek için giydirilmiş yeni
bir maske olarak bakılabilir. O halde İslam dünyasının önünde iki seçenek
vardır, ya böyle bir sistemin parçası olacak veya kendi kimliğinin bilincinde olarak
Kur'an merkezli yeni bir İslam
mediniyeti kurmak zorunda kalacak.
Osmanlı
Devleti'nin zayıfladığını ve çökmeye başladığını gören Batı Dünyası, onu, " hasta adam " ilan ederek bu
devletin hakimiyeti altındaki toprakları paylaşmaya yönelik işğal planları ve sömürülmesini kolaylaştıracak pek çok projeler ortaya attı. Bu bölgelerde
sınırlarını kendilerinin cetvelle çizdikleri yeni İslâm devletleri oluşturarak,
birbirine düşman hale getirdi. Uzun süre işgal altında kalan bu ülkeler,
1940'lardan sonra bağımsızlıklarınnı elde edememişlerdir. Sovyet ler'in
çökmesiyle Müslüman Türk dünyası kendi bağımsız Devletlerini kurarken,
Filistin, Keşmir, Bosna-Hersek ve diğer bölgelerde müslümünlar henüz bağımsız
devletlerini kuramamışlardır. Bağımsızlığını kazananların ise, ekonomik ve
siyâsî pek çok konuda batıya bağımlılığı devam etmektedir. Çünkü müslümanlar,
kendi teknolojilerini ve gelişmeyi sağlayacak diğer kurum ve kuruluşlarını gerçekleştirebilmiş
değiildirler.
Diğer
taraftan, yeni bağımsızlığını kazanan devletlerde ortaya çıkan İslâm medeniyetine
mensubiyet şuurundan rahatsızlık duyan Batı dünyası, bunu silebilmek için
Osmanlı kültürünü ve sanat eserlerini yıkma çabalarına tekrar hız vermiştir.
Bunun en bariz örneği ve uygulaması bugün Bosna ve Hersek'te yaşanmaktadır.
Osmanlı'nın yıkımı, eski projenin bir
devamı olarak, hala devam etmektedir. Bütün dünyanın gözleri önünde ve sözde
insan haklarının beşigi Avrupanın göbeğinde
binlerce müslüman, katledilmekte,
içkenceyle öldürülmekte, kadınlara ve kız çoçuklarına tecavüz edilmektedir. Bu
yüzden Fukuyama'nın tarihin sonu iddiası ve diğer bazı batılı yazarların artık
savaşların sona ereceği fikri, daha
şimdiden iflas etmiştir. Çünkü Yeni dünya düzeninden bahsedilmeye
başlandığından itibaren yaşanan şavaşlar, soğuk savaş döneminde yaşanan savaşların
yüz katına çıkmıştır.Bosna'da ve başka bölgelerde yaşanan etnik ve dinî
temizlemeler Hitlerin soy kırımını
gölgede bırakmıştır. Batı, Avrupa'nın kalbinde bir İslâm devleti
istemediğinden, başarıya ulaşabilmek için, geçmişteki haçlı-hilal kavgasını
tekrar bir medeniyetler çatışmasına döndürmüştür. Sırplar işğal ettikleri
yerlerde kadınlara, gelin kilisede Hristiyan olun size hiç birşey yapmayalım
diyerek, niçin savaştıklarını açıkça ortaya koymuşlardır. Ayrıca ele
geçirdikleri stratejik bir tepenin üzerindeki camiyi dozerle yıkarak yerine
kilise yapmaktadırlar. Batı kendisine rakip olabilecek ve gelecekte karşısında
duramıyacağı bir medeniyetin doğuşunu engellemek için, Demokrasi'yi ve insan
haklarına saygıyı birtarafa bırakmıştır.Teknolojik ve bilimsel gelişmelere
sahip olmayan bir İslâm mediniyetinin kalıntıları ile bu batı vahşeti karşısına
çıkabilmek oldukça zordur.Eger bu medeniyetler savaşşında islam dünyası galip
gelmek istiyorsa, İslâm medeniyetinin yeniden
inşası ve müslümanların öz benliklerine
dönmesi şarttır. Bir başka ifadeyle, müslümanların, dinî, ahlakî, bilimsel ve
felsefî düşünce bakımından yenilenmesi gerekmektedir.
Allah
insanlara en son mesajı Kur'an'ı gönderdiğine göre artık vahiy kapısı kapanmış
ve yeni bir vahiy beklemenin imkanı ortadan kalkmıştır. O halde müslümanlar, bu
ilahi mesajdan çıkaracakları ilkelerle yaşamak ve insanlığa ışık tutmak
zorundadır. Bu dinin son bulmasından bahsedilemiyeceğine göre, o zaman bu din,
Hamdi Yazır'ın ifadesiyle, " tekamül safhasında kalacak ilkel bir olgu
değil, her tekamülü içeren Rabbanî ve Rahmanî bir hususiyettir."[4]
Biz burada, dinde yenilenmenin ilahi bir emir olduğu fikrini son asrımızın
büyük müfessirlerinden Hamdi Yazır'ın fikirleriyle izah etmeye çalışacağız. O
bu düşüncesini, " Biliniz ki Allah,
ölen toprağı diriltir." Hadîd suresi 17. ayetine getirdiği oldukça
enterasan bir yorumla şu şekilde izah etmektedir. Burada Allah şunu demek
istemiştir: " Ey Müminler, biliniz ki Cenab-ı Allah'a yalnız aklen değil,
aklen ve hissen bağlı olan insanlar için zaman aşımı korkusu yoktur. Onlar
eskidikçe yenilenme imkanını bilmeli, ardarda gelen yeni şevkler içinde sonsuza
dek devam etmelidirler.Bu din sınırlı bir tekamül safhasında durmak için inmiş
özel bir din değil, sonsuz tekamül devrelerini idare için indirilmiş Hakkın
ilkelerini içeren evrensel bir dindir."
Yazır,
bu ayetten çıkardığı dinde yenilenme ve tekamülün sürdürülmesi ilkesini "
Cenab-ı Allah şüphesiz her yüz sene başında yani her asırda bu ümmete dinini
yenileyecek adam veya adamlar gönderecektir."[5]
hadisine getirdiği yorumlarla da desteklemektedir.
1-Hadiste
geçen gönderme " ba's " kavramı bir yenileyiciyi vadetmektedir.
2-Dinî
yenilenmenin " tecdidin "gerekliliği uyarısına ve bunun asır ile sınırlandırılmasına
işaret vardır.
3-İma
yoluyla ümmet her asrın başında yenilenmeye sevk ve bunu kabul etmeye teşvik
ediliyor.
4-Bu
ümmet ibaresi yenilenmede ümmetin kimliğinin korunması gerektiğinde ve
yenilenmenin başkalaşım değil, bu kimlik ve hüviyeti doğrulayıp devam ettirmesi
lüzumunda kesin emir ifade etmektedir.
5-Dini
yenileyecek olanın belirli bir şahıs olacağına işaret vardır.
o halde zaman aşımına uğramamanın
yolu, bu ilkeye bağlı kalmaktan geçtiğini bizzat bu dinin Peygamberi haber
vermiştir. Ancak bu sayede Nübüvvet nurundan uzaklaştıkça. biz ona yaklaşacak
ve hassasiyetimizi koruyarak neşeden neşeye koşacağız. Yazır, dinde
yenilenmenin ayet ve hadisle temellendirmesini yaptıktan sonra şu sonuca
varmaktadır: " Demek ki her asrın başında dinimizin yenilenmesini beklemek
hakkımızdır. Bu yenilenmeyi gerçekleştirecek yenileyici'yi yetiştirmek için çalışmak vazifemizdir."[6]
Kültürel
ve sosyal değişme olgusu tarihin her döneminde insanlığın yaşamak zorunda
olduğu bir olgudur. Kur'an'ı Kerim'in
inzali ve İslam toplumunun oluşumu 610 yılından itibaren başlamıştır. " O
tarihten bu yana ordört asır geçmiştir. Günümüzün tarihi , siyâsî, ekonomik ve
sosyal yapısındaki şartlar önemli bazı açılardan Hz. Peygamberin zamanındaki
duruma hiç bir şekilde benzemememktedir. En azından toplum yapısı değişmiş ve
değişmeye devam etmektedir. "[7] Ancak daha önceleri oldukça yavaş
görülen bu değişme, sanayi devriminden
sonra, insanların düşüncelerini ve hayat
tarzlırını değiştirecek kadar ani ve hızlı değişiklikler haline gelmiştir. Bu
değişikliklerden etkilenmeyen hiç bir dünya görüşü yoktur.[8] Diğer yandan İslam mediniyeti, birinci
asırdan itibaren, Hint, Yunan, Sasanî, Hristiyan, Mecusî ve Yahudi
kültürleriyle yakın temasta bulunmuştur. Bu sebeple İslâm'ın hassas
noktası olan tevhid inancına bu kültürlerden bazı yanlış ve bozuk
inançlar ve hurafeler girmiştir. Bugün müslümanlar tarafından bu gibi
telakkiler din gibi kutsal kabul edilerek yaşanmaya devam edilmektedir. Bu
yüzden de, İslâm'ın bin yıl önce yapılan
yorumu ve İslamî sanılan bu değerler ve ortaya atılan görüşler
sosyal, ekonomik ve siyâsî değişmeler sonucu meydana gelen ihtiyaçlara cevap
verememektedir. Veya her devrin kendine has şartlarının ürünü olan alimlerin
görüşleriyle, yeni yeni ortaya çıkan bu sosyal, ekonomik ve asrî problemlere
çözüm getirmek oldukça güçleşmiştir. Mirza Beşirüddin Mahmut Ahmed'in de ifade
ettiği gibi, " Hz. Peygamber zamanında kabul edilen bir sistemin ve
İslâmiyyetteki ictimaî ve iktisadî prensipleri gerçekleştirmek üzere ilk dört
halife döneminde tatbik olunan projelerin, bugün kifayet etmiyeceği aşikardır.
Şu halde, bu asırda İslâm8 sisteme amelî bir şekil vermek lazımdır...Halifeler,
İslâmiyet'in bu hususa ait prensiplerini, kendi zamanlarındaki ihtiyaca göre
tefsir ederek, amelî bir şekle sokmuşlardır"[9]
Eğer
günümüz müslümanı, içinde yaşadığı toplumun bu tür ihtiyaçlarını karşılayamaz ve ona yön
veremezse, kendi kendine yön vermek üzere başka kültürlerin ve dünya görüşlerini çözümlerini yardıma çağıracak ve İslâm'ın
evrensel mesajı hayatın dışına itilecektir.
O halde sosyal şartların değişmesi neticesinde ortaya çıkan problemlere İslam'ın evrensel ilkeleri
doğrultusunda günümüz insanına çözüm üretebilmek her asırda olduğu gibi bu gün
de sosyal bir ihtiyaçtır. Hülasa halifeler İslâmî prensipleri kendi zamanlarına
göre tatbik etmişlerdi. Bugün insan hayatı ve cemiyeti çok daha kompleks
olduğundan, o prensipleri gerçekleştirebilmek için yeni bir sisteme ihtiyaç
vardır.[10]
Yüce
bir dinin ve medeneniyetin mensubu olan
günümüz müslümanı, batı medeniyeti karşısında, ekonomik siyasî, askeri
ve teknolojik sahalarda, güçsüz ve aciz
duruma düşmesini nefsine ve gururuna yedirememektedir. Bu yüzden batı
medeniyeti karşısında aşağılık kompleksine düşmektedir. Bu ise, insanımız üzerinde davranış bozukluğuna ve
kimlik krizine sebep olmaktadır. Çünkü o, hayatında bazan asıl kimliğini, bazan
benimsemediği kimliği kullanmak zorunda kalmakta, yani birbirine zıd iki rolü
oynamaktadır. Bu da, müslümanları bazan
ya tamamen yanlışıyla doğrusuyla geleneğe bağlanarak batı düşmanı olmak veya
ona teslim olmak gibi iki seçenek arasında güç durumda
bırakmaktadır. Neticede kimlik krizi içerisine düşmüş insanların baş vurduğu
şiddet, huzur ve güvenin garantisi olan İslam'a mal edilerek karalanmasına
sebeb olmaktadır. Günümüz müslümanlarının, Allah'ın kendisine vermiş olduğu
seçilmiş bir toplum olma misyonunu[11]
yerine getirebilmesi için ve Allah'ın evrensel ilkelerini hayata geçirebilmek
için Kur'an'ı yeniden yorumlayarak yeni bir islam medeniyetinin inşası sosyal
ve psikolojik bir zorunluluk haline gelmiştir.
Teknolojik
ve bilimsel bilgide üstünlüğü inkar edilemeyen batı medeniyeti, insanlığa refahla beraber yıllar boyu çözülemeyecek
sorunları ve korkuları da beraberinde
getirerek mevcut bazı problemleri daha
çözülmez hale getirdi , hatta onlara yenilerini ekledi.[12]
Genetik mühendisliği, silah, ekolojik meseleler ve benzeri alanlarda yürütülen
bilimsel faaliyetler, insan olmanın en belirgin şartı olan, ahlakın temel
ilkelerinin yol göstericiliğine sırt çevirmiştir.[13]Bugün
dünyamız, kendisini bir kaç defa yok edebilecek güçte nükleer silahlarla
doldurulmuş, sanayi artıklarııyla kirletilmiştir. Maddeci ve ferdiyetci bir
anlayış üzerine kurulan bu medeniyet artık günümüz insanının manevi dünyasını
tatmin edememektedir. Toplumun çekirdeğini oluşturan aile hayatı çözülmeye
başlamıştır. Batı'da din kendine sığınak olarak kiliseleri seçmiş ve sosyal
hayatta genç nesil için fazla bir önemi kalmamıştır. Bundan dolayı "
Avrupa medeniyeti zihniyet ve hassasiyeti birbirinden ayrı çatlak bir
medeniyettir. İlim ile duygu arasındaki bu çatlaklık , Avrupa'yı insan olma
üstünlüğünden yoksun bırakan ve bir gün gelip mevcut bünyesini yıkacak olan en
büyük çıkmazıdır."[14]
Burada
batı medeniyetinin yıkılmak üzere olduğunu[15]
ve İslâm medeniyetinin onun yıkılması neticesinde inşasının başlayacağını iddia
etmiyorum. Açıkça belirtmek isteodiğim husus batı medeniyetinin yozlaşmaya
başladığı ve insanlığın manevî problemlerine cevap veremediğidir. Onun batı
milletlerine temin ettiği saadet, ilim ve sanayide kendilerinden aşağıda
bulunan müslüman veya diğer üçüncü dünya ülkelerinin felaketleri üzerine
kurulmuştur. O halde insanlığa, Allah'ın
halifesi[16]
misyonunu gerçekleştirebileceği bir yeni İslâm mediniyetinin inşası şarttır.
İslâm
Tarihi'nde Hz. Peygamber'in ölümünden otuz yıl sonra müslümanların kendi
aralarında Cemel ve Sıffîn gibi oldukça acı olaylar yaşadıkları ve bu olaylar
neticesinde, bugün de hala yaşayan bazı
siyasî kamplara ayrıldıklarını görmekteyiz. Maalesef günümüze kadar hala bu
olayların neticeleri tartışılmış ve tartışılmaya devam edilmektedir. Ben burada
onlar üzerinde ayrı ayrı durmak yerine, siyâsî alandan itikadî ve dinî alana
taşınan bu görüşlerin sanki dinin akîde esaslarıymış gibi kabul edilmelerinin
doğurduğu bazı tehlikelerden bahsetmek istiyorum.
İslam'da
pek çok fikir akımının, felsefî ekolün ve amelî mezhebin ortaya çıkmış
olması her müslümanın övünç kaynağı bir
konudur. Ancak bu mezheplerin görüşlerinin daha sonraları şaşmaz doğrular
haline veya din haline getirilmesi İslâm'ın bu zengin ve münbit fikir
dünyasının kısırlaşmasına sebep olmuştur. Çünkü her mezhep kendi görüşünün
savunucusu ve mutaassıbı kesilerek karşı görüşlere hayat hakkı tanımamaya ve birbirlerini tekfir etmeye başlamışlardır. Mu'tezile'nin siyasî iktidarı da kullanarak,
Kur'an'ın yaratılmış olduğu fikrinin diğer kimselere zorla kabul ettirmeye
çalışmasını bu konuda örnek verebiliriz. Daha sonra onların karşısında yer alan
Ahmed b. Hanbel'in taraftarları, kendileri için yapılan baskıların aynısını bu
defa onlar Mu'tezile için yapmıştır. Hatta bir Mu'tezile ve heva ehlinden diğer
bir mezhep mensubunun Ehl-i Sünnet'ten birisine varis olamıyacağı, kestiğinin
yenilmeyeceği ve müslüman kadınların onlarla evliliğinin caiz olmadığı ileri
sürülmüştür.[17] Bağdat'ta, camilerde,
çarşılarda ve medreselerde Hanbelilerle Eşa'riler arasında hoş olmayan olaylar
olmuştur.[18] Hanbelîler, Kelamcılara
ve Felsefecilere saldırmış ve Kindî'nin kütüphanesini tahrip etmişlerdir.[19]
Bu da yeni fikirlerin ortaya atılmasını engelliyerek, daima geçmişin
tartışılmasına ve onun kutsallaştırılmasına sebep olmuştur.
Mezhepler,
ortaya çıktıkları siyâsî, ictimaî ve ekonomik şartların ürünüdürler ve
doğdukları dönemin fikir akımıdırlar. Yani her mezhep önce doğduğu dönemin
düşünce kalıbı veya o döneme mahsus İslâm'ın anlaşılma biçimleridir.[20]
Bir mezhebin esaslarını gelecek zamanlar için de geçerli olduğunu kabul etmek,
onun evrenselliğini kabul etmek demektir. Kur'an'nın dışındaki bütün görüşler
beşer ürünü olduğu için evrensel olamıyacağından, hiç bir mezhep, siyasî parti
ve hiç bir tarikat evrensel bir din olan
İslâm'ı bütün boyutlarıyla temsil ettiğini iddia edemez. Müslüman için şiî,
sünnî veya benzeri ikinci bir etikete gerek yoktur. En büyük şeref herkesin
göğsünü gere gere müslümanım demesidir. Bu yüzden ortaya çıkan fikir ekolleri
kendilerini bu dinin yeğane temsilcisi veya savunucusu kabul ederek fikirlerini
başkalarına kabul ettirme sevdasından vaz geçmelidirler. Her fikrin yeri ve
zamanı geldikçe ifade edilmesine hiç kimsenin karşı çıkmaya hakkı yoktur.Kavga
etmeden, insan gibi, yani bir anlayış ve hoşgörü içerisinde olmak
şartışla, her şeyin doğrusunu öğrenmemiz
gerekir.[21]
İslâm dünyası yeni fikirlerin ifadesine tahammül etmedikçe doğruları
öğrenemeyecek ve bulunduğu seviyeden değil ileri gitmek geri gidecektir.
Tarihin belli bir dönemini ilgilendiren hadiseler ve bunlar üzerine kurulmuş
siyâsî teoriler dinin veya imanın bir parçası olamıyacağı gibi günümüz
müslümanının beklentilerine de cevap vermekten uzaktır.Mesela ne çürük esaslar
üzerine kurulmuş şiî imamet nazariyesi ne de buna tepki olarak doğmuş
sünnî hilafet nazariyesi bugün için
siyâsî düşüncedeki bunalımı çözecek niteliğe sahiptir. Artık siyasî meselelerin
çözümünün insana bırakıldığı gerçeğini kabul etmemizin zamanı gelmiştir.
Günümüz müslümanı hangi mezhepten ve görüşten olursa olsun, kendi problemlerine
geşmişten değil günümüzden çare aramalıdır. Bunun da tek yolu ortak payda
Kur'an'da birleşmekten geçmektedir. Bizi Hz. Ebû Bekir'in, Ömer'in, Osman'ın veya
Ali'nin gelip kurtaracak hali yoktur. Onların yaptıklarından bizim sorumlu
tutulamıyacağımız gibi, bizim yaptıklarımızdan da onlar hesaba
çekilmiyecektir. Meseleleri konuşarak tartışarak halletme yerine, çok
eskiden beri zaman zaman baş vurulan
şiddet, geçmişte olduğu gibi bugün de bizim asıl baş belamızdır. Şiddetin
başladığı yerde fikir hürriyeti sona erer. Bu yüzden günümüz müslümanı fikir
üretememektedir. Bunun en bariz örneğini Afganistan'da şu anda yaşamaktayız.
İslâm dünyası bu ülkenin Sovyet işğalinden kurtulması için elinden gelen bütün
imkanları seferber etti. Pek çok insan Allah uğrunda şehit düştü ve sakat
kaldı. Savaşın bitmesi üzerine orada maydana gelen hadiseler, oraya canını ve
malını feda eden insanları utandırmaktadır. Çünkü daha dün Uhud'u yaşayan aynı müslümanlar bugün
Afganistan'da Cemel ve Sıffîn'i yaşamaktadır. Müslümanlırın yeni bir İslâm
Medeniyeti kurabilmeleri için bu kronik hastalıklarına son vererek Allah'ın
bütün insanlar için yaptığı fikir
hürriyetinin esası şu çağrıya kulak vermeleri gerekmektedir: " Onlar ki,
fikirleri (sözleri) dinlerler ve onun en
güzeline uyarlar, İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği
kimselerdir ve onlar aklı selim
sahipleridir. "[22]
Eğer
müslümanlar, geçmişin düşünce kalıplarını kutsallaştırarak, Kur'an'ı onlar
doğrultusunda anlamayı sürdürürse, Kilise babalarının Hristiyanlığı ,
Hahamların Yahudiliği yozlaştırdığı ve bozduğu gibi, bu zihniyete sahip olanlar
da İslâm'ı tahrif edecekler. Müslümanların Yahudi ve Hristiyanların düştüğü
duruma düşmemeleri için Allah'ın şu mesajını daima akıllarında tutmaları
gerkmektedir: " İnananların gönüllerinin titreyerek Allah'ı anması ve
ondan gelen gerçeğe içten bağlanması zamanı hala gelmedi mi? Onlar daha önce
kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar.Onların üzerinden uzun zaman geçti
de kalpleri katılaştı. Çoğu zaten fasık olmuş durumdadır. "[23] Halbuki İslâm'da Hristiyanlık'ta olduğu gibi
akide esası koyacabilecek ne bir şahıs ne bir mezhep ne de bir kurum yoktur.
İslâm'da akîde esası koyacak tek otorite Allah'tır, dolayısıyla Kur'andır. Her
hangi bir mezhebin kendi dönemin kendi döneminin sosyal bunalımlarına dair
ortaya attığı görüşlerini ve yorumlarını
akide veya iman esası olarak insanlara dayatmaya kimsenin yetkisi yoktur.
Ondört
asırlık İslâm kültürü hatalarıyla sevaplarıyla bizimdir. Ancak bunun daha iyi
anlaşılması ve daha faydalı hale getirilmesi için Kur'an'a uygunluk açısından tenkide ve
tahlile tabi tutulması şarttır.[24]
İslâm kültürünün kaynakları yeniden değerlendirildiği takdirde, geçmiş
alimlerin görüşleri tabulaştırılmaktan kurtarılacak, yeni oluşum ve
anlayışların doğmasına imkan sağlayacaktır.
Kur'an, insan aklına ve düşüncesine Allah
tarafından yapılmış önemli bir katkıdır.
O, bir fizik, astronomi, kimya, tıp kitabı değildir, fakat bütün bu bilimlerin
ulaştığı kesin neticelerden hiç birisiyle de çelişmemektedir. Yirmiüç senede
indirilen bu ilahî kitab, kendine tabi
olan kimseleri daima doğru ve adaletli davranmaya sevkedecektir. Allah,
son din olarak insanlığa İslam'ı seçmiş ve ilkelerini onda açıklamıştır. Allah,
insanların din olarak inanmak zorunda olduğu akide ve inanç esasları topluca
bildirmiş olduğundan ondan sonra hiç kimse böyle bir esası koyma iddiasında
bulunamaz. Ancak geçmişte olduğu gibi bugün de pek çok kimse Kur'an'ı, mensubu
olduğu mezhebin veya ideolojinin gözlüğünü takarak okumaktadır. Neticede
Kur'an'dan ilkeler değil kendi ilkelerini onda arama yoluna gidilmektedir. İşte
bu yüzden solcu İslâm, sosyalist İslâm, Kaddafi İslâm'ı ve saire adıyla pek çok
görüşler ortaya atılmıştır. Halbuki tek bir İslam vardır, O da Kur'an'da ortaya
konulmuş İslâm'dır.
Hiç
bir müslüman Kur'an'ı sadece arap harfleriyle okumakla yetinmemeli, günümüz
Türkçesi'yle yapılmış tercümelerini de defalarca okumalıdır. Sadece Kur'an'dan
hüküm çıkaracak olan alimlerin, Arapça'yı en iyi bir şekilde blmesi gerekir.
Onların dışındakilerin Kur'an'dan öğüt almak için Arapça bilmesi şart değildir.
Kur'an adından da anlaşıldığı gibi okunmak ve anlaşılmak için indirilmiş bir
kitabtır. Onu sırf Arapça okumakla , ona karşı saygımızı ve sorumluluğumuzu
yerine getirmiş olamayız. Onu kim okursa okusun, herkes kendi kültür seviyesine ve
bilgisine göre, ondan istifade
edecektir. Böylece Kur'an bütün müslümanlarca en çok okunan kitap olacaktır. Sorulabilir ki, o zaten
bugün de, bütün müslümanlarca en
çok okunan bir kitap değil mi? Biz bunun aksini iddia
etmiyoruz ancak şunu söylüyoruz: Kur'an bugün bütün müslümanlar tarafından en
çok okunan ancak en az anlaşılan bir kitap haline gelmiştir. Çünkü daha önce
onun anlaşılmak için okunması ibadet iken şimdi sadece okunması ibadet kabul
edidi. Neticede ölülerin arkasından okunan bir kitap haline getirildi. Oysaki
Allah onu, ölüleri değil " dirileri uyarmak"[25]
için göndermiştir.
Bazı
kimseler onu anlayamıyacakları gerekçesiyle,
onun yerine diğer kitapları okumayı şart koşarlar. Halbuki Allah, pek
çok ayette onun ayrıntılı bir kitab olduğunu[26],
her şeyin onda açık seçik belirtildiğini[27] insanların
üzerinde düşünmesi, anlaması ve öğüt alması için kolaylaştırıldığını[28] " And olsun biz Kur'an'ı öğüt olması
(anlaşılması) için kolaylaştırdık.Öğüt alan (düşünen) yok mudur? " haber
vermektedir. Bu sebeple Kur'an'ın anlaşılması için önüne engeller koymanın
doğru olmadığı kanaatindeyiz. Kaldıki Kur'an'ın anlaşılmasını kolaylaştıracağı
iddia edilen kitapların anlaşılması da sanıldığı kadar kolay değildir. Bu yüce
kitabımız, herkes tarafından okunur ve üzerinde düşünülürse, din olarak
duyduğunun sağlamasını onunla yapacak, ona uygun olmayan görüşleri kabul
etmeyecektir. Böylece Kur'an, bütün müslümanların üzerinde birleştiği ortak
payda olacaktır. Aksi takdirde Kur'an dışında bazı otoriteler ortaya çıkacak ve
kendi görüşlerini din olarak insanlara sunmaya devam edecektir. Her müslümanın
üzerine düşen en büyük görev, inandığı şeye bilerek inanmasıdır. Özellikle
itikadî konularda taklide ve kontrolsüz bilgiye yer yoktur. Taklide, sadece
ameli konularda bir öğrenme yolu olarak
başvurulabilir. Kur'an'ın dışında mutlaka başka doğrular vardır, ancak
bunlar insan ürünü olduğundan yanılma payı daima göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu yüzden ilimde ve bilgidi mutlak otorite Allah'tır, ondan başkası mutlak
otorite olakmaz.
Günümüz
müslümanı, bugün Kur'an'ı yeniden keşfederek[29],
böylece onun başta sosyal hayatla ilgili olmak üzere hayatın bütün yönleri için
getirdiği esasları kurumlaştırmalıdır. Bunu da, geçmişte olduğu gibi ona
getirilecek yeni yorumlarla yapmak gerekmektedir. Ancak tarih boyunca ve şimdi
yapılan yorumların hiç birisi Kur'an değerinde değildir, sadece onun
yorumlarıdır. Bu yorumlar yanlış veya doğru olabilir, ayeti inkar etmedikçe hiç
kimse o görüşü dolayısıyla tekfir edilemez.
Ebû Hanife'nin ifadesiyle, "ayeti inkar etmedikçe, onun yorumunu
inkar etmekle hiç kimse kafir olmaz ve bundan dolayı tekfir edilemez."
Bütün müslümanlar bu kaideye uyarak, yüce kitabımızı tekrar tekrar yorumlayıp
günümüz müslümanlarının meselelerine çözümler üretmelidir. Akif'in deyimiyle,
"Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı/ asrın idrakine söyletmeliyiz
İslâm'ı" Ancak bundan sonra yeni bir İslâm Medeniyetinin inşası mümkün
olabilecektir.
Allah'ın
insanoğlu için verdiği, onu hatadan koruyacak en önemli iki esasın biri vahiy
diğeri de akıldır.[30]
İnsanlar bu iki esasa birlikte bağlı kalırlarsa süreklelilik içerisinde
yenilenmeyi başarabilecek ve insanlığı mutlu kılacak yeni dünya görüşleri
geliştirebileceklerdir. Bu sebeple müslümanlar, vahyi yeniden anlamaya, ne
kadar ihtiyaçları varsa, onu anlayabilecek olan aklı kullanmaya da o kadar
ihtiyaçları vardır. Burada akıl ve nakil şeklinde bir ayrım yaparak, birbirine
alternatif iki görüşünün varlığından bahsetmiyoruz. Bütün müslüman
filozoflar, felsefe ve dinin, metodları
farklı olmakla beraber, gerçeği ve hikmeti bilmeyi, kurtuluşa ve saadete ulaşmayı hedefleyen aynı şey
olduklarında birleşmektedirler.[31]
aynı ğayeye hizmet eden aynı şey
olduğunda birleşmişlerdir. Çünkü
Kur'an bütün emirlerini, yasaklarını ve kendi varlığı ile ilgili konuları izah
ederken akla ve aklın ilkelerine göre izah etmektedir. Bunların her ikisi de
birbirini tamamlayan iki değerdir. İnsanlığın felaketi bu ikisinden herhangi
birini ihmal etmekle başlamıştır. Bu yüzden özellikle müslümanlar, onlara
itibarını tekrar iade etmelidir. Bu demek değil ki müslümanlar aklını hiç
kullanmıyorlar, tabiiki kullanıyorlar ancak bulgular yaparak ve elde edilen
bilgiler arasında ilişkiler kurarak yeni keşifler veya buluşlar
gerçekleştiremiyorlar ve bilimsel bilgi üretemiyorlar. Bugün batı medeniyeti bu
gelişmeyi aklını kullanarak sağlamıştır. Fakat müslümanlar aklını kullandıkları
zaman, aynı teknolojiyi tekrar bulacak değiller, onların bulacağı teknoloji
insan hayatının kutsallığına daha önem veren ve dünya'da yaşamı tehlikeye
sokmayacak bir teknoloji olmalıdır. Onlar kuracakları medeniyetin ilahi yönünü
oluşturan vahyin ahlakî kurallarına sırt çevirmiyeceklerdir. Onları
buluşlarında esas alarak, geliştirilebilir bir teknoloji kurmaya
çalışacaklardır. Eğer müslümanlar bugün teknolojik üstünlüğe sahip olsalardı,
onların teknolojisi bu dünyayı
üzerindeki bütün canlıların hayatını tehlikeye sokacak her an patlamaya
hazır bir barut fıçısı haline getirmezdi.
Yeni
bir medeniyet kurmak için ilimlerin yeniden inşası şarttır.[32]Bunun
için aklî ve naklî ilimler şeklinde yapılan önceki tasnifler gözden geçirilip
ilimlerin yeniden tasnif edilerek yeni metodolojilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu yapılacak tasnifte
ilimlerden herhangi birisini daha faziletli görme alışkanlığını bin kenara
bırakarak, müslümanların ve insanlığın çıkmazlarına çözüm getirecek bütün
ilimlere yeterince önem verilmelidir. İnsanlık düşüncesinin en olgun
meyvelerini verdiği felsefeye yeniden ağırlık vererek, müslümanlar kendi
filozoflarını ve Kelamcılarını yetiştirmelidir. Çünkü bir milletin medeniyet
kurması filozof yetiştirmsine bağlıdır. Bir dinin düşünürü yoksa, o din
medeniyet dini olamaz.[33]
Bu sebeple, Katip Çelebi, Osmanlı'da
bilimsel bilgideki gerilemeyi, medreselerden felsefe derslerinin
kaldırılmasına bağlamaktadır. O halde Kur'an'ın evrensel ilkelerinin yüceliğini
ortaya koyacak düşünülere ( felsefeci,
kelamcı ve mutasavvıfa ) ihtiyaç vardır. Bunu örneklendirecek olursak
müslümanlar bugün yeni Ebû Hanife'lere, Yeni Farabilere, İbn Sina'lara, İbn
Bacce'lere, Mevlanalara, Yunuslara ve İbn Haldunlara ihtiyacı vardır. Ancak bu
insanların fikirleri aşılması şarttır. Çünkü bir nehrin kaynağına olan saygısı
onun okyanusa akmasındadır. Fikirlerini aynen tekrar yerine onları aşarak yeni
fikirler üretmekle, onlar için en büyük saygıyı göstermiş olacağız.
Bütün
bunlar geliştirilecek yeni bilgi teorileri üzerine kurularak yapılmalıdır. Bu
teorilerde tıpkı İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi, bilimde Allah dışında
hiç kimse mutlak bir otorite olarak kabul edilmemelidir.[34]
Çünkü bilimlerin gelişmesi bu sebeple kilitlenmektedir. Yunan medeniyetinin
yıkılışı Aristo'nun yanılmaz otorite kabul edilmesine[35],
İslâm medeniyetinin yıkılışını ise, sahabe ve tabiinin, mezhep imamlarının,
filozofların veya mutasavvıfların ayrı ayrı otorite olarak benimsenmesine
bağlanmaktadır. O halde cevaplandırılması gereken soru şudur: Bu insanlar bugün
yaşasaydı acaba aynı eserleri yazacaklar mıydı? Mesela Farabî ilimleri "
İhsaü'l-Ulûm"daki gibi mi tasnif edecekti. Veya İbn Sina yaşasaydı, yine
Şifa ve Necât'ı mı yazacaktı. Her halde aynı kitapları yazmıyacaklardı. Netice
itibariyle, bilgi teorisinde otoriteler kabul eden sistemlerin, medeniyetlerin
veya ideolojilerin uzun süre yaşama veya insanlara hükmetme şansı yoktur. Bu
bakımdan grek dinî bilgilinin gerekse bilimsel bilginin siyasetin sultasından
kurtarılması şarttır.
Bugün
İslâm dünyasında bir canlanma olduğu açıkça görülmektedir. Bunun bir medeniyete
dönüşüp dönüşmeyeceği üzerinde dikkatle durmak gerekir. Burada en fazla dikkat
edilecek husus herkse kendisi ifade etme hürriyetini tanımak ve ortaya atılan
görüşleri kavga etmeden medeni usüllerle tartışmaktır. Yeni bir İslâm
Medeniyet'i bütün İslâm milletlerinin tabanına dayanması ve kendi iman anlayışı
çevresinde gerçekleşmesi gerikir. gerekir. Bütün İslâm milletleri bu konuda
kendisini sorumlu kabul edip ona katkıda bulunması gerikir. İslâm dünyasında
doğum sancısı çeken yeni bir mediniyetin, motivasyonu siyaset olmamalıdır. Onun
bütün alanları bir bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. Bunun içinde müslümanlar
her sahada, düşünce planında kendisini yenileyerek "İslâm Düşüncesine
İtibarını Yeniden Kazandırması" [36]
gerekmektedir. Bu yenilenmenin mahiyetinin nasıl gerçekleşeceğini, Hamdi Yazır
aynen şöyle ifade etmiştir:" Yenilenme başkalaşma ve bozma değildir.
İslâm'da en büyük düstur vahdet olduğu için diğer bütün prensipler bu vahdet
düsturunun gelişmesi açısından etkili olacaktır. Yenilenme'nin bütününde bu
bakış açısı korunarak ümmetin kimliği muhafaza edilecektir...Nihayet akıllar
ile duygular birleştirilerek vicdanlara yeni ihtiyaçları karşılayan yeni bir
canlılık ve emniyet neşesi verilmesine özen gösterilecektir. Nas ile
belirlenmiş ilkeler korunacak, fakat teferruat ve tatbikat açısından yenilikler
meydana gelecektir."[37]
Yazır'ın bu yenilenmeye katkıda bulunacakların görevleri konusunda sözleriyle
bu makaleyi bitirmek istiyorum: " Yenileyici'nin yapacağı şey birliği
parçalamak, dağılmayı hızlandırmak, dinin asıl prensiplerini inkar edip ikinci
dereceden önemli prensipleri soyutlamak, doğru yoldan sapmak, soyut tutkulara
kapılarak ümmetin vicdanını yabancı vicdanlara benzetmek, ümmetin kimliğini
ortadan kaldırarak bidatlere yol açmak olmayacaktır. Yenilenme bize refret
değil, muhabbet aşılayacak, korku değil emniyet getirecektir. Her asrın
tarihini güzelce yazmak ve o tarihde dinî illet ve sebeplerin amelî değeri ve
sosyal sonuçlarını araştırmak; bu şekilde geçmiş dönemin bir fezlekesini yapıp
gelecek asrın ihtiyaçlarını belirlemek. İşte Peygamber'in varisleri olan din
alimlerinin vazifeleri bunlardır."[38]
Ancak
bundan sonra bilgi-iman-amel prensibine uyan toplumlar ortaya çıkabilecek ve
onların kurduğu medeniyet, batı medeniyetinin alternatifi olabilecektir.
Müslümanlar potansiyel olarak bu güce sahiptir. Çünkü elinde kurulacak
medeniyetin temel taşı olan Kur'an bulunmaktadır. Ayrıca tarihî tecrübesi
vardır. İnsanlık düüncesine yapılan bu ilahi katkıyla birlikte geriye aklını kullanmak kalmıştır. Batı aklı kullandığı için ilerledi, biz ise ne
aklı ne de ona önemli katkı olan ilahi vahyi yeterince kullanamadığımız için
geri kaldık.
[1][1]Francis Fukuyama, Tarihin Sonu mu ?, Çvr. Yusuf
Kaplan, Kayseri trz. s. 4.
[2]Fukuyama, aynı eser, s. 17.
[3]Tahâ el-Alvânî, Batı ile Anlaşmazlığın
Sorumluluğunu İslam'a Yüklemek Tarihî Bir Demoğojidir. el-Ehrâm, 3/3/1993.
[4]Hamdi Yazır, Dibâce, Sad. Recep Kılıç, ??? s.
77. Elmalı Hamdi Yazır adlı kitabın
44-84. sayfaları arasında,
[5]Ebû Davud, Sünen, Kitâbü'l-Melâhim, I. hadis.
[6]Hamdi Yazır, Dibâce, Sad. Recep Kılıç, s. 77. Elmalı Hamdi Yazır'ınTeceddüd
(Yenilenme) konusundaki değerli fikirleri için ayrıca bkz. Mehmed S.
Aydın, " Elmalı'da
"Teceddüd" Fikri ",
M.E.B. Din Öğretimi Dergisi, 34 (1992),
s. 49-54.
[7]Ethem Ruhi Fığlalı, Değişim Sürecinde İslâm,
İslâmî Araştırmalar, cilt 6, sayı
4, s. 223.
[8]Mazharüddin Sıddıki, İslam Dünyasında Modernist
Düşünce, Çvr.Murat Fırat-Göksel Korkmaz, İstanbul 1990, s. 12.
[9]İslâmiyet ve Yeni Dünyü Düzeni, Çvr. Şinasi Siber,
Ankara 1959, s. 122. ( Diyanet İşleri Reisliği Yayınları, sayı: 71). O,
1940'larda yazdığı bu eserinde, ictimaî ve iktisadî sistemlerin ve büyük
dinlerin insanlığı mutlu kılmak için geliştirdiği dünya görüşlerini tartışarak
onların yetersizliğinden bahseder. Bu sistemlere alternatif Yeni Dünyü
Nizam'ı olarak İslâmiyeti takdim etmektedir. Özellikle onun
sosyal ve ekonomik ilkeleri üzerinde durarak, İslâm'ın bu konudaki
üstünlüğünden bahseder.
[10]Mirza Beşirüddin, aynı eser, s. 123.
[11]" Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a
inanırsınız...." 3 Âl-i İmrân 110.
[12]Mehmed Aydın, " Manevi Değerler, Ahlak ve
Bilim", Felsefe Dünyası, 6(1992),
s.26.
[13]Aydın, " Manevi Değerler, Ahlak ve
Bilim", Felsefe Dünyası, 6(1992),
s.27.
[14]Hamdi Yazır, Dibâce, Sad. Recep Kılıç, s. 72.
[15]Batı medeniyetinin
çökeceğinine dair eser yazanlarda vardır. Bkz. Oswald Spengler, Batının
Çöküşü, İstanbul 1978.
[16]Bkz. 2 Bakara 30.
[17]Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, Beyrut 1981, s. 340-341.
[18]M. Şerafettin, " Selçuklular Devrinde
Mezâhib", Darü'l-Fünûn İlahiyât Fakültesi Mecmuası, sayı: , yıl:, s. 114.
[19]Zühdî Carullah, el-Mu'tezile, Beyrut 1990, s. 260.
[20]Hasan Onat, " Din Anlayışımızın Kaynakları
Üzerine Bazı Düşünceler", Türk
Yurdu, C. 13, 75(1993), s. 48.
[21]Turgut Özal, " Değişim Sürecinde İslâm
", İslâmî Araştırmalar, cilt 6,
sayı 4, s. 231.
[22] 39 Zümer 18.
[23] 57 Hadid 16.
[24]Bkz. Onat, aynı makale, s. 49.
[25] 36 Yasin
70.
[26] 6 En'am
55, 119, 97, 98, 126; 7 A'raf 32, 174; 10 Yunus 24; 30 Rum 28.
[27] 15 Hicr 1; 17 İsrâ 89; 30 Rum 58; 39 Zümer 27.
[28] " Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa
kalplerinin üzerinde kilitleri mi var ( ki hiç bir hakikat gönüllerine girmiyor
" 47 Muhammed 24; 54 Kamer 17, 22,32,40.
[29]Fığlalı, Değişim Sürecinde İslâm, İslâmî
Araştırmalar, cilt 6, sayı 4, s. 22???.
[30]Bkz. İbn Sina, en-Necât, Kahire 1983, s. 2-3.
[31]Hasan Hanefî, Nahve Felsefe İslâmî Cedîd ( Yeni Bir İslâm Felsefesi'ne Doğru ),
el-Mecelletü'l-Felsefiyye el-Mısrıyye, II(1993), s. 63.
[32]Hasan Hanefî, Nahve Felsefe İslâmî Cedîd ( Yeni Bir İslâm Felsefesi'ne Doğru ),
el-Mecelletü'l-Felsefiyye el-Mısrıyye, II(1993), s. 56.
[33]Hüseyin Atay, İbn Sina'da Varlık Nazariyesi, Ankara 1983,
s. III.
[34]Atay yeni bir İslâm Medeniyetinin bilgi teorisinin
iki taşını şu şekildi belirler: "
Birinci köşe taşına göre gerçek ilim Allah'ındır, insanın değildir. İnsan
peygamber'de olsa ancak izafi şekildi bir bilgi sahibi olabilir. Bazan yahlış
da yapabilir. İkinci köşe taşına göre de bilebileceği ilmi, kendisi yapmalıdır
ve bir insan diğer bir insan için mutlak ve şaşmaz ilim
otoritesi olamaz....İlk müslümanlar böyle bildi, böyle inandı, ve böyle
davrandılar.Sonrakiler de öyle bildiler, öyle inandılar, ama öyle
davranmadılar."
[35]Hüseyin Atay, Medeniyet Tarihinde Yeni Bir İslam
Medeniyeti, İslamî Araştırmalar, cilt 3,
3(1989), s. 116- 117.
[36]Muhammed Arkun "İslâm Düşüncesine İtibarını
Yeniden Kazandırması I-II" adıyla
yazdığı makalesinde bu konuda önemli bazı görüşler ileri sürmektedir. Hepsine
katılmadğımız bu görüşleri konusunda bkz. el-Kermil, 34(1989), s.5-40,
39(1990), s. 22-38.
[37]Dibâce,
s. 78.
[38]Dibâce,
s. 78-79