Söyleşiyi Yapan: Yaşar Çolak
Diyanet Dergisi
DİN ANLAYIŞINDA FARKLILAŞMALAR VE TÜRKİYE'DE ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Hz. Peygamber'in sağlığında herhangi bir mezhepten ya da tarikattan bahsedilemez. Gerek itikadi ve siyasi mezhepler gerekse ameli mezhepler ve tarikatlar, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Bunun sosyo-ekonomik, siyasi, psikolojik, etnik, kültürel ve felsefi birçok sebebi vardır. Bütün bunlara burada ayrıntılarıyla girmek mümkün değildir. Ancak ben bu sebepleri üç ana başlıkta almak istiyorum. Bunlar sırasıyla Psikolojik durum, Sosyo-Politik ve Kültürel Durum, Dini Metinler. Psikolojik durumdan kastettiğim insan unsurudur. Günümüzde yapılan araştırmalar, dini söylemlerdeki farklılıkların, insanlar arasındaki bireysel farklılıklarla ve insan tabiatındaki psikolojik farklılıklarla yakından ilişkisi olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber döneminde İslam'ı anlama, yorumlama ve pratiğe dönüştürme bakımından Müslümanlar arasında çok ciddi sayılabilecek farklılaşmalar söz konusu olmamıştır. Ancak Hz. Muhammed’in vefatından kısa süre sonra aynı dine inananlar arasında etkileri günümüze kadar uzanan birtakım anlayış ve yaşayış farklılıkları ortaya çıkmıştır. Bu gelişme sadece bizim dini tarihimizde değil, bütün dini geleneklerde de benzeri şekilde gerçekleşmiştir. Ülkemizdeki dinle ilgili farklı anlayış tarzlarına verilebilecek en önemli örneklerden biri de Alevilik-Bektaşiliktir. Hangi kültür çevresinden olursa olsun herkes söz konusu farklı anlayışların doğru anlaşılmasını kolaylaştıracak bilgilere ihtiyaç duymaktadır. Okuyucularımıza bir katkıda bulunmak amacıyla bu çerçevede araştırmaları ile tanınan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Sönmez Kutlu ile yaptığımız bir röportajı bu sayımızda yayınlıyoruz. Beğeneceğiniz ümidiyle...
Sayın Kutlu, dilerseniz söze önce dine ilişkin farklı anlayış ve pratiklerin arka planındaki etkilerden bahsederek başlayalım. Sizce hangi sebepler bu konuda daha çok etkili olmuştur?
Hz. Peygamber'in sağlığında herhangi bir mezhepten ya da tarikattan bahsedilemez. Gerek itikadi ve siyasi mezhepler gerekse ameli mezhepler ve tarikatlar, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Bunun sosyo-ekonomik, siyasi, psikolojik, etnik, kültürel ve felsefi birçok sebebi vardır. Bütün bunlara burada ayrıntılarıyla girmek mümkün değildir. Ancak ben bu sebepleri üç ana başlıkta almak istiyorum. Bunlar sırasıyla Psikolojik durum, Sosyo-Politik ve Kültürel Durum, Dini Metinler.
Psikolojik durumdan kastettiğim insan unsurudur. Günümüzde yapılan araştırmalar, dini söylemlerdeki farklılıkların, insanlar arasındaki bireysel farklılıklarla ve insan tabiatındaki psikolojik farklılıklarla yakından ilişkisi olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanların her biri ilgi, alaka, hal, tutum, davranış, huy, mizaç, zeka ve muhayyile konusunda birbirinden farklıdır. Ayrıca her insan akıl sahibi kuşku, duyan, anlamaya çalışan, düşünen, sorgulayan, açıklayan, yorumlayan, anlamlandıran ve kutsallaştıran bir varlıktır. Bireysel karakter farklılıkları ve insan tabiatındaki eğilimler en genel anlamda tepkisel/şiddet yanlısı, akılcı, gelenekçi-muhafazakâr, sezgici-tecrübeci, radikal ve uzlaşmacı olarak sınıflandırılabilir. Bu karakterlerden birisine sahip olan veya birisinin ağır bastığı kimseler, hayatın çeşitli alanlarında karşılaştıkları dini problemlere sahip oldukları eğilimler doğrultusunda çözümler üretir. Hatta kendi mizaç ve tabiatına uygun dini hareketlere yönelirler. Kısacası insanın olduğu her yerde farklılık ve zenginlik vardır. Bu, onun din anlayışına da yansımaktadır.
Sosyo-politik ve kültürel değişmeye gelince, İslam'ı benimseyenler arasında farklı kültürel çevrelerden, farklı dinlerden, farklı boy ve soylardan insanlar vardı. Hatta bunlar, genelde eskiden beri rekabet halinde olan dini, kültür ve medeniyet çevresinden gelmekteydiler. Örneğin en etkin dinler arasında Hristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Hinduizm, Sabiilik bölgede oldukça etkiliydi. Kültür olarak Arap, Roma, Mısır, Türk ve Sasani kültürler rekabet halindeydi. Diğer yandan Araplarda toplumsal hayatın merkezinde kabilecilik vardı. Uzun yıllardan beri Kureyş'in iki büyük kolu birbiriyle mücadele ediyordu. Bunlar arasındaki güç dengeleri İslam'ın gelişiyle birlikte bozuldu ve devletleri yıkıldı. Aslında İslam göçebe hayatı yaşayan, köle ve efendilerden oluşan, kitabi kültürü ve devlet geleneği olmayan bu toplumu medeni bir topluma dönüştürmek istedi. Ancak bu güçlü kültür ve medeniyetler tamamen yok olmadı ve ölmediler. Sosyolojik olarak, hiçbir kültür bütünüyle ölmez, farklı kültür ve medeniyetlerde farklı kalıplar içesinde tekrar ortaya çıkarlar. Dolayısıyla farklı din mensupları İslam'a girmekle önceki dinlerine tamamen sırt çevirmemişler ve onları İslam kılıfı içerisinde yaşatmak istemişlerdir. Hz. Peygamber'in ölümünden sonra kabileler, dinler, kültürler ve medeniyetler arası bu rekabet tekrar su yüzüne çıkmaya başladı. Bunun neticesinde İslam toplumunda Emevilerle Haşimiler arasında yaşanan siyasi iktidar kavgaları yaşandı. Böylece kökleri geçmişe uzanan sosyal, kültürel, ekonomik, tarihi, politik ve kültürel yapı daha sonraki nesillerin Kur'an'ı farklı anlama ve yorumlamalarına sebep oldu.
Bu etkenlerden üçüncüsü olarak zikrettiğiniz dini metinler, müslümanlar arasında dinin farklı anlaşılması ve yaşanmasında nasıl ve ne şekilde etkili olmuştur?
Dini metinlerle kastettiğim öncelikle Kur'an ayetleridir. Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinin manası kapalıdır veya farklı anlamlara gelmektedir. Yani her insanın aynı şekilde anlayacakları ayetler vardır, farklı anlayabilecekleri ayetler vardır. Birincisine,Yüce Allah'ın varlığı ve birliğiyle ilgili Tevhid'i ilgilendiren ayetler örnek verilebilir. İkincisine insan özgürlüğü konusundaki ayetler örnek verilebilir, ya da kapsamına kimlerin girdiği tartışmalı olan Ehl-i Beytle ilgili ayet verilebilir.
Hz. Peygamber döneminde, toplumda yaşanan belirli olaylar ve problemlerle ilgili olarak parça parça vahiy geliyordu. Hz. Peygamber, bu mesajı onlara açıklıyordu. Vahiyle toplum arasında sıcak bir diyalog vardı. Hz. Peygamber Yüce Allah'ın ne demek istediğini en iyi bilen birisi olarak örneklik teşkil ediyordu. Kur'an’ın indiği dönemden uzaklaşıldıkça, sosyal gerçeklik değiştikçe, müslümanlarla vahiy arasındaki daha önceki sıcak diyalog her geçen gün canlılığını kaybetmeye başladı ve metin üzerinde anlaşmazlıklar çıktı. İnsanlar farklı bakış açılarına göre bu metinlere yaklaştıklarından farklı sonuçlar elde ettiler. Çünkü bunların kültür düzeyleri, anlayışları, bakış açıları birbirinden farklı idi. Neticede her grup kendi anlayışının doğru olduğunu iddia etmeye, onu ayet ve daha sonraları hadislerle temellendirmeye çalıştılar. Her bir fırka ve mezhep farklı bir Kur'an tasavvuru oluşturdular. Kısaca açıklamaya çalıştığım bütün bu süreçler, farklı din anlayışlarının ortaya çıkmasına ve kurumsallaşmasına sebep olmuştur. Haricilik, Şia, Mürcie, Mu'tezile, Hadis Taraftarları, Maturidilik, Eşarilik ve benzeri itikadi/kelâmi fırkalar; Hanefî, Malikî, Hanbelî, Şafiî ve Caferî gibi amelî/ fıkhî mezhepler ve daha geç dönemde ortaya çıkan Yesevilik, Nakşilik, Bektaşilik formu içerisinde yaşayan Kadirilik ve Rufailik ile Alevilik gibi mistik oluşumlar bu kurumsallaşmanın tezahürleridir. Bunlar, adını zikrettiklerimizle sınırlı olmayıp daha pek çok fırka, mezhep ve oluşumlar vardır, ancak bunların büyük bir bölümü zamanımıza ulaşamamıştır.
Bu etkiler sonucu ortaya çıkan farklı din anlayışları ile din arasında nasıl bir ilişki vardır?
Sorunuzu cevaplamaya İslam'ın bir din olarak tanımıyla başlamak istiyorum. Akıl sahiplerini kendi özgür iradesiyle iyiliğe ve hayra sevkeden ilahi bir kurumdur. Bu tanımdan anlaşılacağı gibi, din ilahi kaynaklı bir mesajdır ve insanın doğru düşünüp doğru davranması ve doğru eylemde bulunabilmesi için bir katkıdır. Muhatabı ise akıl sahibi insandır. İnsanın olmadığı yerde din yoktur. Dinin en önemli unsurlarından birisi de insanın baskı altında kalmadan kendi özgür iradesiyle gönülden benimsemesiyle inancını gerçekleştirmesidir. Din insan için olduğundan, onun en genel anlamda maksatları şu beş şeyin emniyet altına alınması ve dokunulmazlığının sağlanmasıdır. Bunlar; dini, nesli, nefsi, aklı ve malı korumaktan ibaret olup dinin temel kurucu ilkeleridir. Din, içerik olarak ele alındığında ise, inanç, ahlak, ibadet ve muamelattan oluşur. Peygamberimize gelinceye kadar bunlardan ilk üçü bütün peygamberlere gönderilmiştir ve dinin evrensel boyutunu temsil eder. Muamelat ve ibadet ediliş biçimleri ise, peygamberden peygambere değişmektedir ve bazı kısımları itibariyle zamansaldır. Her dinin bir Peygamberi, bir kitabı ve ibadethanesi vardır. Bir kimse, Allah'ın varlığını ve birliğine, Hz. Muhammed'in onun resulü olduğuna ve onun Allah'tan getirdiklerine, öldükten sonra dirilmeyi ve hesaba çekilmeye inanan herkes mümin, müslüman ve Kıble Ehlidir. Yani bunlara, Uluhiyet, Nübüvvet ve Mead denir. Bunlara inanan bir kimseyi hiç kimsenin İslam dışı gösterme yetkisi yoktur. Mezhep ise, Hz Peygamber'in ölümünden sonra, sosyal, siyasi ve ekonomik sebeplerle belli fikirler ve şahıslar etrafındaki siyasi-itikadi veya fıkhi-ameli fikri zümreleşmelerdir. Bunlardan siyasi-itikadi alanla ilgili olanlarına fırka, ameli-fıkhi boyutu ağır basanlara da fıkıh mezhepleri adı verilir. Asıl itibariyle, fırka ve mezhepler, her dinin tarihinde yaşanan bir olgudur. Bu bakımdan mezhepler, dinle özdeşleştirilemez. Çünkü esas olan dinin evrensel boyutudur, mezhep ise, inanç ve amel konusunda dinin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanması ile ilgili ortaya çıkmıştır. Ancak dinle mezhep arasındaki ilişki her zaman masum olmamıştır. Mezhepler, siyasi menfaatleri temin etmekte birer araç olarak kullanılmıştır. Bunun neticesinde dinin yeni yorumlarla güncelleştirilmesi ve fonksiyonel kılınması yerine müslümanlar arasında ayrılık ve kavgaların, taassubun, iktidar savaşlarının birer aracı haline gelmiştir.
İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan bu din anlayışlarının ve farklı hayat tarzlarının ülkemizdeki farklı din anlayışlarını ve hayat tarzlarını nasıl etkilemektedir?
Günümüzdeki din anlayışları ve yorumları temelde İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan anlayışların bir uzantısıdır. Fakat bugünkü dini-itikadi zümreleşmelerin onlarla tamamen aynı olduğu söylenemez. Mezhepler de dönemin şartlarına göre ve insanların o günkü ihtiyaçlarına göre oluşmuştur. Bunlar değiştiği zaman, mezhepler de değişmekte ve farklılaşmaktadır. Bu sebeple tek bir mezhepten birden fazla kollar çıkmıştır veya sosyal değişimin ihtiyaçlarına göre kendilerini yeniden ifade etmek zorunda kalmışlardır. Bugün toplumumuzda itikadi yorumlardan Maturidilik, Eş'arilik- bu ikisine Ehl-i Sünnet denir- Şiilik, Nusayrilik ve Yezidilik varlığını sürdürürken, fıkhi-ameli sahada ise Hanefilik, Şafiilik ve Caferilik varlığını sürdürmektedir. Tasavvufi düşüncede ise Nakşilik, Kadirilik ve Rufailiki le Bektaşilik Alevilik ve diğerleri yaşamaya devam etmektedir. Tarihi çok gerilere uzanan bu mezhepler ve tarikatlar ve oluşumlar günümüz insanı için bir kimlik oluşturmaktadır. Maalesef, bazen bu mezhebi kimlikler İslam kimliğinin önüne geçebilmektedir. Aslında modernitenin getirdiği değişim, geleneksel yapıları zorlamaktadır. Hızlı göç ve değişim sonucu, bu ekoller ya daha az fonksiyonel olmakta veya kendi kabuğuna çekilmekte ve direnmeye çalışmaktadır. Ama Türkiye'de hâlâ tarihin belli döneminde ortaya çıkan fikri oluşumların bilgi kuramları çerçevesinde din anlaşılmakta ve gerek Sünni gerekse Alevi çevrelerde yeni fikirlere ve anlayışlara bir direnme söz konusudur.
Hep beraber yaşadığımız ve ilelebed de beraber yaşamayı arzu ettiğimiz bu ülkede farklılıklarımızı ayrılığa dönüştürmeden bize ait inanç ve düşüncelerimizle bir arada yaşamanın sizce formülü nedir?
Öncelikle Alevi ve Sünni çevrelerde hakim olan şu yanlıştan vazgeçmektir. Alevilik ve Sünnilik birbirinin zıddı olarak görülmekte ve her ikisi de karşıtlık ilişkisi içerisinde ele alınmaktadır. İslam düşüncesinde ortaya çıkan farklı anlayışlar arasında, birbiriyle karşıtlık ilişkisi söz konusu değildir. Çünkü onların tamamı, farklı farklı anlayışlar benimsemekle beraber, tek bir Allah'a, Peygamber olarak Hz. Muhammed'e, kitap olarak Kur'an'a ve öldükten sonra dirilmeye inanmaktadırlar. Bu sebeple farklılıkları ayrılıklara ve imtiyaza dönüştürme yerine her iki kesimi birleştiren ortak noktalara daha fazla vurgu yapmak gerekmektedir. Bütün farklı anlayışlar, varlıklarını dine borçludur. İslam kimliği her iki kesim için mezhepler üstü birleştirici bir kimlik olmaya devam etmelidir. Sünni veya Alevi olmak bir ayrıcalık değildir. Hatta birbirlerinin varlık sebebidirler. Hepsi bir arada yaşadığı sürece ve özgünlüklerini korudukları sürece bir zenginliktir. Birbirini ortadan kaldırmak hedefine hizmet ettikleri sürece özgür düşüncenin önünde birer engeldirler. Bu sebeple her iki kesimin, öncelikle birbirini çok iyi tanıması ve birbirileri hakkındaki önyargılardan kurtulması gerekmektedir. Birbirini dışlamak ve incitmekten vazgeçmelidirler. Ahmet Yesevi ne güzel söylemiş: "Kafir de olsa incitme onu." İkinci bir husus şudur: İslam ruhbanlık sınıfını kaldırmıştır. Bu sebeple herhangi bir mezhep, tarikat veya oluşum dini hakikatleri temsil konusunda diğerinden daha imtiyazlı değildir. Çünkü İslam'da temsil değil, fikirde ve hayırda yarış vardır. Mezheplerin hakikat iddiaları, mutlak ve evrensel olmayıp görecelidir, tarihseldir. Kendisini bağlar. Mezhepler arasındaki farklılık, dinin bütün boyutlarında bir farklılık olarak ve hak-batıl çerçevesinde anlaşılmamalıdır. Hiçbir mezhep bütünüyle ne doğrudur, ne de yanlıştır. Her mezhebin yanlış ve doğru olan fikirleri vardır. Mutlak doğruluk iddiası din için söz konusudur. Yanlış ve doğruluğun ölçüsü Kur'an ve Hz. Peygamber olmalıdır. Dolayısıyla Kur'an ve Hz. Muhammed, tarihte olduğu gibi bugün de bütün müslümanların en önemli ortak paydasıdır.
Az önce belirttiğiniz gibi Alevi-Bektaşilerle Sünniler arasında birbirini doğru bir şekilde tanıyamamaktan kaynaklanan birtakım yanlış yargılar söz konusu olabilir. Bunların bertaraf edilebilmesi ve farklılıkların zenginliğe dönüştürülmesi için öneriniz nedir? İletişim devriminin yaşandığı çağımızda iletişimsizlik mazeret olmaktan çıkmayacak mı?
Maalesef, bu kadar geniş iletişim imkanlarına sahip bir dünyada yaşamamıza rağmen, Aleviler ve Sünniler arasında birbirilerini tanıma konusunda büyük bir bilgi boşluğu vardır. Ne Sünniler Alevilik hakkında, ne de Aleviler Sünniler hakkında sağlıklı ve doğru bilgiye sahiptir. Bu da onların birbirleri hakkında önyargılarda bulunmasına sebep olmaktadır. Aslında insanlar tanımadıkları ve bilmedikleri şeyden nefret uzak dururlar. Geçmişte kalan ayrılık ve gayrılıkların sorumluları, asla bizler değiliz. Onların yanlış yapması bizim yanlış yapmamızı gerektirmez. Bu konuda her iki kesime büyük görevler düşmektedir. Küreselleşen dünyamızda dinler arası diyalog toplantıları yapılırken, dini çoğulculuk ön plana çıkarılırken kendi aramızda var olan diyalogun zayıflaması bir talihsizliktir. Böyle bir diyalogda, hareket noktası Kur'an olabilir. Bundan sonra varolan diyaloğumuzu geliştirmemiz ve birbirimiz hakkında doğru bilgilenmemiz, farklılıklardan çok birlikteliklerimizi vurgulamamız, farklılıklarımızı ayrılıklar olarak değil zenginlikler olarak takdim etmemiz yararlı olacaktır. Bu konuda, aydınlara, siyasi partilere, medyaya, İlahiyat Fakültelerine, Diyanete ve her iki kesimin önderlerine de büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Türk toplumundaki din yorumlarını, inanç boyutu ve toplumsal boyutuyla iyi okuyup, bu yönde halkı doğru bilgilendirmek şarttır.
Alevi yorumla Sünni yorum farklılığı, aşkın olan Allah'la ilgili teolojik ve dinsel bir farklılık mıdır? Yoksa birçok etkenlerle oluşmuş tarihsel-siyasi bir farklılık mıdır?
Maalesef, bazı kimseler Alevi yorumla Sünni yorum arasındaki farklılığı, aşkın varlıkla ilgili teolojik bir farklılık gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek bu farklılığı sanki iki farklı din gibi algılamak istemektedirler. Bu son derece yanlış bir kanaat olup İslam'ı, Sünniliği ve Aleviliği bilmemekten kaynaklanmaktadır. Son zamanlarda yapılan bazı sosyolojik araştırmalar, bu farklılığın aşkın alanla ilgili bir farklılık olmadığı, günümüze kadar devam edegelen farklı etkenlerin birleşmesi sonucu ortaya çıkan tarihsel, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi bir olgu olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu araştırmalara göre hemen hemen bütün alevi ocakzadeleri, Allah, Kur'an ve Peygamber üçlüsünde birleşmişlerdir. Bu açıdan teolojik bir sapma söz konusu değildir. Aksine bunlar her iki kesimin bütünleşmesinin temel taşlarıdırlar. Aleviler arasında okunan kitaplar konusunda yapılan anketlerde Kur'an'ın birinci sırada yer alması da bunun önemli kanıtlarından birisidir. Ayrıca halk düzeyinde yaşanan dini, ahlaki ve kültürel değerlere inildikçe ortak noktaların fazlalaştığı görülecektir. Örneğin Alevi ve Sünniliğin yazılı kaynaklarında eserlere başlarken Allah'a hamd, Resûlüne salat ve selam, onun Ehl-i Beytine ve inananlara saygı ifadeleri yer alır. Görüşlerini açıklarken veya temellendirirken Kur'an ayetlerine ve Hz. Muhammed'in sözlerine başvururlar. Diğer taraftan, Hıdrellez, Nevruz, ay tutulması, eşik saygısı, al basması ve diğer geleneklerde Türk toplumunun her kesiminde yaşatılan ortak geleneklerdir. Yorum farklılığı, her ayette ve Kur'anın bütününde değil, manası kapalı ve yoruma açık ayetlerdedir. Bu ise gayet doğaldır ve insanidir. Bu yorumsal farklılıktan, farklı bir inanç, farklı bir teoloji ya da farklı bir din ortaya çıkarmaya çalışanlar yanılmaktadırlar.
Alevi-Bektaşi yorumunun arka planında etkili olan sosyal ve kültürel yapı hakkında bilgi verir misiniz?
İslam'ı benimseyen Türk boylarının bir kısmı yerleşik hayata geçen, bir kısmı ise konar-göçer hayat yaşayanlardan oluşmaktadır. Bu iki kesim arasında sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel yapı bakımından bazı farklılıklar söz konusudur. Birinciler, uzun zamandan beri yerleşik hayata geçtikleri için okuma yazma bilen, kitabi kültürle tanışmış şehirleşmiş Türklerdir ve kurumsal İslam'a göre yaşamaktadırlar. İkinciler ise, yerleşik hayata geçmemiş veya geçmede gecikmiş, bunun bir sonucu olarak sürekli yer değiştiren ve İslam'ı temel kaynaklarından öğrenebilme fırsatı olmayan kitabi kültürden uzak Türk boylarını oluşturmaktadır. Bu kesim, eski örf, adet, gelenek ve inançlarını İslam inancıyla uzlaştırmak suretiyle yaşatmaya çalışmışlardır. Bunun için de dini metinlerin yorumlanmasında Batıni yorumu benimsemişlerdir. Bu iki kesim arasındaki sosyal, ekonomik ve siyasi şartların farklılığı, İslam'ı anlama, yorumlama ve yaşama biçimlerinin farklılığını doğurmuştur. Bu sebeple, Alevilik daha çok sufi ve mistik bir kalıp içerisinde şekillenen sözlü kültürün din anlayışını temsil etmektedir. İslam tarihinde ezilen ve haksızlığa uğrayan kişiler ve toplumlar Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'i haksızlıkla mücadelenin bir simgesi olarak kabul ederek onları bayraklaştırmışlardır. Şah İsmail ve Yavuz arasındaki anlaşmazlıkla, söz konusu farklılık siyasi iktidar yarışına dönüşmüştür. Yerleşik hayata geçen Türkmenlerle geçmeyen Türk boyları arasında yaşanan siyasi ve ekonomik anlaşmazlıklar sonucu, her iki kesim arasında daha önce var olan Ehl-i Beyt anlayışı da buna bağlı olarak farklılaşmıştır. Böylece Hz. Ali ve Ehl-i Beyt inancı, Alevi-Bektaşi inancının özünü oluşturmuştur. Bu inanca göre, "tevella" ve "teberra" son derece önemlidir. Yani, Hz. Ali'yi ve Ehl-i Beyti sevmek ve onları sevenleri sevmek (tevella), Hz. Ali'yi ve Ehl-i Beyt'i sevmeyenleri sevmemek (teberra) demektir.
Anadolu Türk Aleviliği ile İran Ca'feri Şiiliği arasında bir bağlantı kuranlar ve bu ikisinin tamamen farklı olduğunu ileri sürenler vardır. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Orta Asya'dan göçüp gelen Türk boyları, yolları üzerindeki çeşitli kültürlerden, inançlardan ve mezheplerden etkilenmişlerdir. 16. asırdan itibaren Aleviliği benimseyen Türk boyları, bu göçleri sırasında Şia'nın, Zeydiye, İsmailiyye ve Onikiimamiyye kolundan ve bazı aşırı gruplarının inançlarından etkilenmişlerdir. Özellikle İsmaili dâiler ve Şah İsmail'in faaliyetleri sonucu Türkmen aşiretleri arasında Şiilik propagandaları yapılarak Oniki İmam ve Ehl-i Beyt kültü onlar arasında yayılmaya çalışılmıştır. Bütün bu çabalara rağmen Azeri Türkler haricinde diğer Türk boylarını Şiileştirmeyi başaramamışlardır. Safevilerle birlikte Oniki imamiyye Şiası, Safevi Devleti'nin resmi mezhebi olmuş ve sonraki süreçte İranileşmiştir. Bugün Alevilikte Ehl-i Beyt bir değerdir. Ancak Aleviler, Şianın aksine, Hz. Ali ve soyunun siyasi ve hukuki yetkiyi Hz. Peygamberden aldığı, bunun için de siyasal iktidarın sahipleri olduğu ve bu uğurda mücadele edilmesi gerektiğine inanmazlar. Oniki imamı siyasal önderler olmaktan ziyade manevi mistik rehberler olarak görürler. Şia'da İmama inanmak iman esasıdır. Alevi yazılı kaynaklarında bu, inanç esası olarak zikredilmez. Halbuki böyle bir iddia bugünkü İran Şiiliğinin varlık sebebi olmuştur. Hz. Hüseyin'in şehid edildiği Muharrem ayında yas ve matem tutarken, Caferi Şiiler, kendilerine eziyet ve acı verirler. Alevilerde böyle birşey yoktur. Ayrıca Anadolu Aleviliği'ndeki Cafer-i Sadık kültü İran Caferi Şiiliğindekinden farklıdır. Caferî buyruklarında sunulan pratik uygulamalarla, İranın bugünkü mezhebi Caferiliğin uygulamaları birbirinden son derece farklıdır. Hatta İran Caferileri, Cafer-i Sadık’ın Buyruk adıyla bilinen bir eserinin olmadığını söylerler. Hepsinden önemlisi de, bugün İran Caferi-Şiiliği, siyasallaşmış bir din anlayışını temsil etmektedir. Bu sebeple Aleviler, genel olarak, Humeyni devrimini tasvip etmezler.
Alevi-Bektaşi geleneğini günümüze ulaştıran temel kaynaklar nelerdir?
Alevi-Bektaşi geleneği, son derece zengin ve dinamiktir. Sosyolojik olarak yaşayan bu gelenek yazılı ve sözlü kültürle canlılığını sürdürmektedir. Konar-göçer hayat yaşayan Türk boyları, İslam'ı Ahmet Yesevi, Yunus'un hikmetleri ve Hacı Bektaş'ın hikmetli sözlerinden oluşan sözlü kültür yoluyla öğrenmişlerdir. Bu sözlü kültür, dedeler yoluyla nesilden nesile aktarılmıştır. Bu konuda şairler ve ozanlar, deyişler, şiirler, ilahiler ve nefesler adıyla önemli ürünler vermişlerdir. Yerleşik hayata geçtikçe, bu sözlü gelenek kitabi kültüre dönüşmeye başlamıştır. Ancak Aleviliğin 16. asırdan itibaren, yavaş yavaş kitabi kültürünün oluştuğunu görmekteyiz. Bunların başında, Buyruklar, Divanlar, Cönknameler, Fütüvvetnameler, Velayetnameler, Menakıplar, Makâlâtlar, Tercümanlar, Erkannameler, Ayin-i Cem Risaleleri, Kenzü'l-Mesaib, Hüsniye, Hutbetü'l-Beyan gibi eserler gelmektedir. Bugün ülkemiz kütüphanelerinde gelenekli ve özgün Alevilikle ilgili yüzlerce eser neşredilmeyi beklemektedir. Ama maalesef, bu eserlerin pek çoğu, henüz ciddi bilimsel araştırmaların konusu olmamıştır.
Pratiğe dönecek olursak, sizce ülkemizdeki Alevi -Bektaşi kültürü ile ilgili bilimsel araştırmalar yeterli düzeyde midir?
Buna keşke olumlu cevap verebilseydim. Maalesef ülkemizde bu konuda büyük bir keşmekeşlik ve kargaşa söz konusudur. Bu sadece Alevilikle ilgili bir durum da değildir. Bu bizim dini konularla ilgili eserlerde karşılaştığımız köklü bir sorundur. Alevilik konusu, tarihsel, siyasi toplumsal boyutları olan oldukça karmaşık bir konudur. Bu konuda yazabilmek için, konunun temel problemlerini, gelişim sürecini ve bugünkü toplumsal siyasi boyutunu çok iyi bilmek gerekiyor. Bu da yetmez, bu konuda bilimsel hazırlık ve ön çalışmalar yapmak ve meseleyi önyargılardan uzak tarafsız bir gözle incelemek gerekir. 1990 yılından itibaren Alevilikle alakalı çalışmalarda, önemli bir artış olduğu görülmektedir. Ancak bu çalışmalar, Aleviliği, çeşitli boyutlarıyla ortaya koymaktan çok uzaktır ve bunlardan pek çoğu da, Aleviliği bilmeyenlerce tamamen ideolojik ve siyasi maksatlara hizmet için yazılmıştır. Bu durum meseleyi daha da karmaşık hale getirmiştir. Öyle ki birbirinden farklı Aleviliklerden bahsedilmektedir. Bu dönemde yapılan bilimsel çalışmalar, diğerlerine kıyaslandığında parmakla sayılacak kadar azdır. Diğer taraftan yapılan araştırmalar konuyu bilmeyen ve bilimsel araştırma usullerinden habersiz olan kişilerce yapıldığı için, bir çok çelişkiler, genellemeler, indirgemeler, yanlış bilgilendirmeler ve saptırmalar söz konusudur. Örneğin, Aleviliğin Marksizm olduğu, Şiilik olduğu, ayrı bir din olduğu ve İslam dışı olduğu ve benzeri tezler genelde hiçbir bilimsel dayanağı olmayan tutarsız tezlerdir.
Alevilik-Bektaşiliğin Diyanet İşleri Başkanlığında temsili ile ilgili son zamanlarda yoğunlaşan talepler konusundaki görüşünüzü alabilir miyiz?
Öncelikle bir noktayı açıklığa kavuşturmakta fayda var. Diyanet İşleri Başkanlığı, temsili bir kurum olmayıp, genel idare içerisinde yer alan hizmet kurumudur. Anayasaya göre, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında, yani bütün mezhep, tarikat ve oluşumlar üstü kalması gereken bir kurumdur. DİB.'nın bu statüsü, mutlaka devam etmelidir. Diğer taraftan, onu temsil makamı haline dönüştürmek, İslam'ın temel prensiplerine de aykırıdır. Çünkü İslam'da Allah'ın yetkisini temsil eden bir ruhban sınıfı veya bir kurum söz konusu değildir. Hatta hiçbir mezhep, tarikat ve cemaat İslam'la özdeşleştirilemez ve onu temsil ettiği iddiasında bulunamaz. İslam'ın bu özelliği dolayısıyla, din hizmetleri eğitim, sağlık ve benzeri hizmetler kamu hizmeti kabul edilerek itikad ve ibadete ait esasları yürütmek, ibadet yerlerini kontrol etmek ve halkı dini konularda aydınlatmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Herhangi bir dini görüş ve düşünüşün ya da tamamının temsili durumunda ortaya çıkacak sonuçların tamamının röportaj çercevesinde ele alınması mümkün değildir. Yalnız Alevilik-Bektaşiliğin Diyanet’te temsil edilmesi konusundaki talebin Alevi-Bektaşi çevrelerdeki toplumsal meşruiyeti konusuna değinmek istiyorum. Diyanet’te temsil fikri, sanıldığının aksine, bütün Alevi-Bektaşi çevrelerce benimsenen ve savunulan bir fikir değildir. Birbirinden oldukça farklı yaklaşımlar söz konusudur. Temsili savunanlar olduğu gibi Aleviliği yozlaştıracağı veya Sünnileştireceği iddiasıyla buna tamamen karşı çıkanlar, hatta Alevi İnanç Başkanlığı kurulsun diyenler vardır. Diğer taraftan Diyanet’te temsil tartışmaları Alevi çevrelerde, Aleviliğin mahiyeti, Aleviliğin hangi statüyle temsil edileceği, kimlerin temsil edeceği ve Cemevlerinin dini, hukuki statüsünün ne olacağı gibi son derece ciddi sorunları gündeme getirmiştir. Bana göre yapılması gereken şey, Diyanet ve Üniversiteler işbirliği yaparak önce toplumumuzun dini ihtiyaçlarını tespit edecek araştırmalar yapılmalı ve daha sonra bu ihtiyaçları karşılayacak hizmet birimleri ihdas edilmelidir. Bu ihtiyaca göre, Diyanet yeniden yapılandırılabilir, ancak mezhepler, tarikatlar ve cemaatler üstü statüsü korunmalıdır.
Ülke genelinde toplumu yönlendirmede din görevlilerimize de önemli görevler düşüyor. Bu çerçevede onlara neleri tavsiye edeceksiniz?
Din görevlileri, öncelikle kendileri Alevilik konusunda doğru bilgiler edinmeli ve bu konuda yapılan bilimsel araştırmaları takip etmelidirler. Bu araştırmalarda ortaya çıkan önemli sonuçları ve doğru bilgileri halka aktarmak suretiyle Alevi-Sünni gerginliğinin ve birbirini dışlamanın önüne geçilmelidir. Özellikle müftülerimizin, bulundukları bölgelerde Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın dini ihtiyaçlarıyla yakından ilgilenmeli ve onların ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmalıdır. Din görevlileri, vaaz ve hutbelerinde Alevi vatandaşlarımızın önemsediği ve öğrenmek istediği konulara da yer verebilirler. Hatta onlarca kutsal sayılan gün ve gecelerde onlara yönelik programlar düzenleyebilirler. Diyanet İşleri Başkanlığı, Alevi köylerdeki camilere din görevlisi atarken, İlahiyat Fakülteleriyle işbirliği yapmak suretiyle burada görev yapacak kişileri özel hizmet içi eğitim kurslarından geçirebilir. Bu kurslarda Alevi-Bektaşiliğin yazılı kaynakları, düşünceleri, tarihsel gelişimi, bugünkü toplumsal yapısı ve halkla ilişkiler konusunda dersler okutulabilir, hatta bağlama çalma dahi öğretilebilir. Ayrıca başta Kur'an-ı Kerim olmak üzere Hz. Peygamber'in seçme hadisleri, Ahmet Yesevi Divanı, Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ı, Buyruk, Hz. Ali'nin hayatını ele alan kitapları bir set halinde Alevi köylerine dağıtabilir.
Önümüzdeki günlerde Muharrem ayını idrak edeceğiz. Geçmişte meydana gelen Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi gibi fevkalâde üzücü hadiselerin olumsuz etkilerinin toplumsal hafızada canlı tutulmaya çalışılması hakkındaki yorumunuz nedir?
Muharrem ayı hem Aleviler hem de Sünniler tarafından kutsal ve önemli aylardan sayılır. Bu ayda Aleviler, 12 gün oruç tutarlar, 10. günü sembolik olarak dede ocakları sancak açarlar ve kurban keserler. Sünniler de ayın başında oruç tutarlar. Ayrıca birlik ve beraberliğin sembolü olarak Aşure pişirilip konu-komşuya dağıtırlar. Bu ayda Aleviler, Emeviler tarafından Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'da şehid edilmesi dolayısıyla yas ve matem tutarlar. Hiçbir Sünni Hz. Hüseyin'i şehid eden Yezid'i ve askerlerini asla alkışlamaz. Bu sebeple çocuklarına Yezid ismi koyan bir Sünni yoktur. Ancak Hüseyin ismi son derece yaygındır. Hatta Camilere ve mescitlere onun ismini asmışlardır. Ehl-i Beyt'ten birisi olarak kabul edilir. Bu konuda şunun bilinmesinde fayda var. Bu acı olayın failleri ve mağdurları biz değiliz, çünkü bu olay Türkler'in müslüman olmasından yaklaşık 150-200 yıl önce yaşanmıştır.