EHL-İ BEYT SEMBOLİK KAPİTALİNİN
Tarihî Süreç
İçinde Semerelendirilmesi
Kur'ân'ın, bazı kelimeleri ve kavramları Arap dilindeki sözlük anlamını esas alarak daha önce oluşmuş sosyal gerçekliklere delalet edecek şekilde, bazılarını tamamen yeni anlamlar yüklemek suretiyle yeni oluşmuş tarihi, siyasi ve sosyal olgulara tekabül edecek tarzda kullandığı İslam düşünce ekolleri tarafından kabul edilen bir husustur. Ancak hangi kelime ve kavramların nerede birinci, hangilerinin nerede ikinci şekilde kullanıldığı tartışmalıdır. Öyleki Kur'ân’ın anlamını belirlediği bazı kavramların bile, bazı mezhepler tarafından tarihi ve sosyal olguya delaleti olmayan, tamamen kendi ideolojilerini ve yaşam tarzlarını yansıtacak şekilde yapay, subjektif, siyasal ve ideolojik kavramlar haline dönüştürüldüğü görülmektedir. Önceleri kavramların düşüncelerde yer alan en kalıcı şeyler olduğuna inanılırken, günümüz sosyal bilimcileri, kavramların eskilerin deyimiyle "efradını cami, ağyarını mani " bir şekilde tanımlanamayacağını, düşüncelerde yer alan en kalıcı şeyler olmadıklarını, ekolden ekole, fertten ferde, toplumdan topluma değiştiğini, hatta toplumun farklı dönemlerinde içeriklerinin farklılaştığını kabul etmektedirler. Bu güçlüğün, İman, İslam, Din ve Ehl-i Beyt gibi tanımlanması en güç kavramlarda açık bir şekilde yaşandığı görülmektedir. Her bir bilgi sistemi, "farklı anlam kodlarına" ve "referans çevrelerine" sahip olduklarından, aynı kavramları kullanmalarına rağmen, kendi ideolojileri ve algılama biçimlerine uygun birbirinden farklı muhtevayı kastederler. İşte Ehl-i Beyt kavramı, Sünniler, Şiiler ve Alevî–Bektaşiler arasında en fazla ihtilaf edilen, istismar edilen ve siyasallaştırılan Kur'ânî kavramlardan birisidir. Bazıları Ehli-i Beyt'in Hz. Peygamber'le hanımlarından, bazıları Hz. Peygamber, hanımları, kızı Fatıma, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin'le Selman'ı Farisi'den, bazıları Hz. Peygamber, Fatıma, Ali, Hasan ve Hüseyin'den, diğer bazılarına göre 12 imam, Hz. Peygamber ve Fatıma'dan, bir kısmına göre Peygamber'e akraba olan bütün Haşimilerden, diğer bir kısmına göre de, Hz. Peygamber'in bütün ümmetinden ibarettir. Neticede Şii ve Sünniler arasında siyasal iktidarı ele geçirmek ve mevcut iktidarlarını meşrulaştırmak, insanlar arasında ayrıcalıklı bir statü elde etmek veya menfaat temin etmek için Ehl-i Beyt’i kullanan pek çok kimse, grup, mezhep ve tarikat ortaya çıkmış, hala da çıkmaya devam etmektedir.
Tarih boyunca Ehl-i Beyt üzerinden siyaset yapmış olan
Şia’nın inancının belkemiğini İmamet
nazariyesi yani Ehl-i Beyt imamlarına
itaat oluşturmaktadır. Çünkü Şia, Ehl-i Beyt’i oluşturan oniki imama
itaati bir inanç esası haline getirerek siyasal iktidarı ele geçermenin ve
meşruiyyetin kaynağı olarak görmektedir.
Sünni bazı tarikatlar, tarikat silsilesini Ehl-i Beyt’e dayandırarak
prestij kazanmaya çalışmışlardır. Hala Sünniler arasında, etnik olarak Arap dahi olmayan kimseler kendilerini Seyyid ve Şerif
olarak takdim etmekte, insanların Peygamber ve soyuna olan saygısını istismar
etmektedirler. Bir çok Alevi topluluk
arasında da, etnik olarak Türk asıllı olan bazı Alevi dedeleri, prestij
ve imtiyaz elde etmek için Seyyid
olduklarını iddia ederek soylarını Ehl-i Beyt’e dayandırmaktadırlar. Bu
yüzden, dedelik babadan oğula
geçmektedir.[1]
Gerek Şia ve gerekse
Ehl-i Sünnet alimleri, içinde yaşadıkları toplumsal, siyasi ve ekonomik
sebeplerden dolayı, Tefsir'lerde ilgili
ayetin yorumunda veya yazdıkları müstakil eserlerde, ayetlere, Peygamber
hadislerine, İslam öncesi Arap geleneğine, mitolojik unsurlara ve
linguistik/gramatik delillere başvurmak
suretiyle kendi görüşlerine meşrulaştırmak için çok büyük çaba
harcamışlardır. Bu kısa makalemizde bunları bütün ayrıntılarıyla ele alacak
değiliz. Ancak, biz önce Ehl-i Beyt kavramının, İslam öncesi Arap kültüründe
hangi anlamda ve İslam'ın gelişiyle beraber Kur'ân'ın bütünlüğü içerisinde
hangi anlamda kullanıldığını, kimleri kapsadığını tesbit edip daha sonra
Şia'nın istismarı üzerinde duracağız.
Arapça
"Beyt" kelimesi, sözlükte
barınak, sığınak, dinlenme ve konaklama yeri, saray veya şeref anlamlarına
gelmekte olup çoğulu "Buyût"
veya "Buyûtât" şeklinde kullanılmaktadır. Ehlu'l-Beyt/Ehlu'l-Buyûtât,
Beytu'r-Racul ve Beytu'l-Kavm olarak,
kişinin hanımına, çoluk-çocuğuna, kabilenin şeref ve nesebini kendisinde
toplayan yetkili ve nüfuzlu kişi/kişilere veya ailelere delalet etmektedir.[2] İslam gelmeden önce Arap kültüründe,
her kabile, kendisinin misafirperverlik, binicilik, savaşma tekniği, hilm,
kahramanlık ve sayı bakımından daha faziletli ve şerefli olduğunu iddia
ediyordu. [3] Ayrıca Arap kabilelerinden her
birinin Kabe'de putları vardı ve onun çevresinde hakim kabileyi/soyu ve siyasi
otoriteyi temsilen kendilerine ait evleri (Buyûtât) vardı. Siyasi, askeri ve dini
bakımdan önemli etkiye ve nüfuza sahip olan soy ve kabileleri temsil eden
Buyûtât / Buyûtâtu'l-Arap (Evler/ Arap Evleri), dini mabedi (kabe)
korumak, onu ziyaret edenlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara hizmet etmek
için kurulmuştu. Bu görevi ellerinde bulunduran soylar, diğer kabileler karşısında dini ve siyasi bakımdan daha
itibarlı bir makamı işgal ediyorlardı.[4] İslam öncesi dönemde Kusay,
Huzaa'nın elinden siyasî liderliği alarak Arap kabilelerinin tamamını nüfuzu
altına almıştı. Böylece Kusay'la birlikte, Kureyş kabilesi liderliği ele
geçirmişti.[5] Araplar da kullanılan bu kelime'nin
Kabe ve onunla ilgili bazı dini görevlerle de yakından ilişkisi vardır. Çünkü
Kabe'nin etrafında evleri bulunan önemli ve nüfuzlu aileler, İlahlar evi
(Beytu'l-Âlihe) haline dönüştürülen Kabe'yle ilgili aynı soyda devam eden ve
diğer kabilelere karşı imtiyazlar kazandıran dini ve siyasi bazı görevler
yürütmekteydiler.[6] Kur'an'da İbrahim tarafından kurulan
ve insanların toplanacakları ve emniyet içinde olacakları yer olan
Kabe'nin Beyt olarak tanımlanması[7], bu kelimenin dini içeriğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu
kavramın, semantik bakımdan “genellikle kabilenin siyasî ve askerî önemli şahsiyetleri için kullanılan Şeref”[8]
kavramıyla ilişkisinin olması dolayısıyla zaman zaman ikisi birlikte
veya birbirinin yerine kullanıldığı görülmektedir. Bu Mesela Abdimenaf, siyâde ve rifâdeden sorumlu oldukları için diğer
kabilelere karşı " bu görevleri
ellerinde tutan Ehl-i Beyt ve Şeref
Sahipleri (Ehl-i Şeref) " olarak meşhurdu.[9]
Aslında Cahiliyye döneminde Buyûtâtu'l-Arap içerisinde, en etkili ve
siyasî nüfuzu sahip üç büyük Ev (Buyûtât) vardı: Beytü Kays (Kureyş), Beytü
Rabia ve Beytü Temim.[10]
Bunlar
arasında bu konuda en etkili ve pek çok görevi yürüten kabile Kureyş kabilesi
idi. Ona asıl itibarını Kusay kazandırmıştı. Çünkü o, diğer kabilelere karşı
siyasî üstünlüğü ele aldıktan sonra Kabe'deki görevlerde bazı yeni düzenlemeler
yapmıştı. Kabe'yi ziyaret edenlere karşı verilen hizmetlerden sikâye (hacılara
su dağıtma), sidâne (kabenin koruyuculuğu), rifâde (hacılara yemek
hazırlanması), livâ (askeri idare) ve nedve (siyasi idare) görevlerini kendi
yetkisinde topladığı için, Kusay'a bütün yetkileri elinde toplayan
anlamında "el-Mücemma" lakabı
verilmişti.[11] Daha sonra bu görevler, Abdimenafoğulları ve Abdiddaroğulları
arasında tartışma konusu olmuş; sikâye ve rifâde Abdimenafoğullarına, hicâbe,
livâ ve nedve görevleri ise Abdiddaroğullarına verilmiştir.[12]
Kureyş
kabilesi de Emeviler ve Haşimiler olarak iki ana kola (Beyt) ayrılmaktaydı.
Haşim, komşu devletlerle ticarî diplomatik ilişkiler kuracak ve yılda iki
ticarî seyahat düzenleyecek kadar önemli bir mevki elde etmişti. Aynı zamanda o, hacc işlerini organize
ediyordu ve bu konuda Kureyşin desteğini alıyordu. Her hac mevsiminde
Kureyşlileri toplayarak onlara," Ey Kureyş topluluğu! Siz Allah'ın
komşuları ve onun Ehl-i Beyti'siniz. Para toplayarak buraya gelen
ziyaretçilere yardım ediniz. "
mealinde konuşmalar yapıyordu.[13]
Haşimî
tabiri, bu tarihten itibaret Abdulmuttallib'in nesli için kullanılmıştır. Hz.
Peygamber, Haşimilerden çıkmıştı. Abdulmuttalib'in Kabe'yle ilgili bazı
görevleri devralması ve Yemen valisi Ebrehe'nin Kabe'ye saldırılarında onunla
görüşmelerde bulunması gibi sebepler onun Kureyş içerisindeki itibarını açıkça
göstermektedir.[14] Haşimoğulları, daha sonra Talibi ve Abbasi olmak üzere iki
kola ayrılmıştı. Abdulmuttallib'ten sonra rifâde'nin Ebu Talib'e, sikâyenin
Abbas'a geçtiğini, hatta İslamiyetin zuhuru sırasında rifâde'nin Ebu Talib , sikâyenin
de Mekke'nin fethine kadar Abbas
tarafından yerine getirilmekte olduğu söylenmektedir.[15]
Ümeyyeoğularına
gelince, Ümeyye b. Abdişems'in soyuna dayanmaktadırlar. Şeref ve itibarda
amcası Haşim'e denk kabul edilirdi. Bu iki kabile, Kureyş'in liderliğini ele
geçirme konusunda rekabet halindeydi. Ümeyye, oldukça zengin bir tüccardı.
Ümeyenin asıl itibarı, büyük ölçüde mal ve evlat çokluğuna ve Kureyş
kabilesindeki ordu komutanlığı görevine bağlı bulunmaktaydı. Kureyş'in komşu
ülkelerle diplomatik ilişkilerinde görevlendirdiği heyette onların da özel
temsilcileri bulunuyordu. Görüldüğü gibi, Ümeyyeoğulları, İslam'ın geldiği
sırada Kureyş'in en nüfuzlu ailelerinden birisiydi.[16] Hz. Peygamber'in de Haşimiler'den
çıkması, Emevî-Haşimî çekişmesinde
dengenin Haşimilerden yana ağır basmasına sebep oldu. İslam geldikten sonra Mekke'nin fetine kadar
Ümeyyeoğullarının bu nüfuzu, Ebu Sufyan'ın elindeydi. Ümeyyeoğulları,
Peygamber'in Haşimilerden çıkmasını kendileri açısından bir tehdit olarak
gördüklerinden ellerindeki nüfuzu
kaybetmemek için İslam'ı kabul etmekte direndiler, ancak Mekke'nin fethiyle
beraber bu nüfuzları kırıldı ve müslüman oldular. Emevilerle Haşimiler
arasındaki bu ezeli rekabet, Mekken'in fethinden Osman'ın halife seçilmesine
kadar biraz durakladıysa da, Ümeyyeoğullarının iktidarı ellerine geçirmesiyle
beraber, eskisinden daha şidddetli bir şekilde tekrar gündeme geldi. Ehl-i Beyt
kelimesinin İslam öncesi Arap kültüründeki anlamı ve Buyûtât'ların dinî ve
siyasî bir güç olarak rollerini ortaya koyduktan sonra Kur'an'da Ehl-i Beyt
kavramına geçebiliriz.
Gerek
Şia ve gerekse diğer mezhepler bu
kavrama kendi ideolojileri ve çıkarları uğruna
Kur'ân’ın temel felsefesiyle uyuşmayan, tamamen Cahiliyye dönemine dönüşü
çağrıştıran anlamlar yüklemişlerdir. Kur'’an'ın genel bütünlüğü içerisinde ve
bazı çerçeve temel kavramların ışığında, en azından Ehl-i Beyt'in semantik
alanının ne olduğunu, ne olmadığını ve
hangi misyonların yüklenemeyeceğini ortaya koymakla işe başlamak daha faydalı
olacaktır.
Ehl-i
Beyt kavramının belirlenmesinde önemli bir fonkisyonu olan Kur'an'ın çerçeve kavramlarının başında
"Tevhid", "İman",
"Takva" ve "Veli"
gelmektedir. Bu sebeple öncelikle sözü edilen kavramların Kur'an'ın
bütünlüğü içerisindeki anlamlarını ele almak gerekir:
1)Tevhid:
Allah'ın birlenmesi, eşi, ortağı ve benzerinin bulunmaması anlamına gelen[17] bu kavram, ontolojik olarak bütün
varlıkların Allah'ın yaratıkları olduğunu, özellikle insanlar arasında bu
bakımdan hiç bir farklılık olmadığı ve bütün insanların insan olmaları
itibariyle eşit hak ve özgürlüklere sahip oldukları, birbirlerine kul köle
olmamaları ve de hemcinslerini
ilahlaştırmamaları demektir. İslam'a inananlar esas alındığında Tevhid, Allah'ın bir ve tek olduğuna inanan,
ona hiç bir şeyi ortak koşmayan kimsenin müslüman ve mümin vasfını kazandığını,
Tevhid ehli olmak için bundan başka bir tanımlamaya, ünvana, belli bir soya,
aileye, sınıfa veya dini bir mezhep ve meşrebe mensup olmaya
ihtiyacı olmadığı anlamına gelmektedir.
2)
İman : Allah'ın birliğini, Peygamber'in getirdiklerini doğrulayan, bunlara
samimiyetle inanan ve Ahirette tek başına hesap vereceğini kabul eden kimse
mümindir. Allah, hiç kimseyi doğuştan mümin veya kafir yaratmamıştır. İnsanlar,
bu imanı özgür iradesiyle ve bütün bilgi aktlarını kullanarak gerçekleştirdiği
takdirde mümin ve müslüman olur. Geçerli bir imana sahip herkes imanı
bakımından, Allah katında eşittir. İman
ve amellerde sorumluluk kişiseldir. İslam, sorumluluğun, mükafatın, suç ve
cezanın ferdiliği üzerinde önemle durur. Çünkü Araplar atalara tabi olmayı veya
bir kabileye mensup olmayı
haklılıklarına gerekçe gösteriyorlardı. Bedevi hayattan gelmeleri ve
Karizmatik toplum anlayışına sahip
olmaları dolayısıyla, kabilenin bütün fertlerinin şeref ve itibarda, suç ve
cezada ortak olduklarına inanmaktaydılar. Kişisel başarılardan çok mensup
olunan kabilenin başarısı esastır. İslam'a ilk anda girmekte zorlanmalarının
sebebi de, buydu. Bu dini kabul ettikleri takdirde, kabile olarak izzet ve
şereflerini kaybedeceklerine
inanıyorlardı. Bundan dolayı Kur'an atalara tabi olmayı eleştirdi, şerefin
Allah'ın dinine tabi olmakta,
kurtuluşun, imanda, kişisel sorumluluk
ve özgürlükte olduğunu, kimse kimsenin günahını ve sevabını yüklenemeyeceği,
herkese çalıştığının karşılığının verileceği, zerre kadar iyilik yaparsa
karşılığını, kötülük yaparsa cezasını göreceği, herkesin tek başına hesaba
çekileceği ilkesini getirdi. Peygamber de dahil hiç kimse, hiç bir aile, sınıf
ve mezhep mensubu veya lideri bundan
istisna edilemez, ayrıcalıklı kılınmadı.
Kur'an'ın şu ayeti bu gerçeği açık ve net bir şekilde dikkatlerimize
sunmaktadır: "" Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri
de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz."[18] Dolayısıyla gerçek mümin olmak en
üstün derecedir[19] ve bunun dışında insanların
birbirlerine karşı ayrıcalığa sahip değildir.
3)Takva:
İyilik, ilim ve güzel davranışların dışında insanları birbirinden üstün kılan
şey yoktur. İman ettikten sonra gerçek
üstünlüğün bunlarla elde edileceği daima vurgulanmaktadır. Bu Kur'an'da en
temel ilkelerden birisidir: "
.... Sizin Allah yanında en üstü
olanınız ona en saygılı (takva)
olananızdır. "[20]
Takva, her çeşit küfürden, çirkinlikten, eksiklikten, aşırılıktan, haksızlıktan,
adaletsizlikten uzak durup, kemal mertebesine erişmektir.[21] Az önce zikredilen ayetten ve "
İnsana ancak çalışmasının karşılığı vardır"[22] ayetinden anlaşılıyor ki, herkes emeğinin ve iyiliklerinin karşılığını
eksiksiz alacak, itibarı ve saygınlığı buna göre olacaktır.
İnsanlar
arasında üstünlük ölçülerinden birisinin de ilim olduğu dikkatlere şu şekilde sunulmaktadır:
"Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?"[23] Allahın nazarında müminin değeri,
Peygamber soyundan olmak değil, gerçeğin araştırılmasına önem vermek, bilgili
olmak, Allah'ın dininde sebat etmek, iyilik yapmak, Allah'ın sevdiği ve Allah'ı
seven kişi olmaktır. Böyle bir kimse, nesebi ne olursa olsun, ailesi kim olursa
olsun Allah'ın makbul kuludur.[24]
4)
Veli: Allah'ın yakın dostu olmanın en öncelikli şartı onun birliğine inanmak ve
duygusal olarak onu sevmek, ona saygısızlık yapmaktan korkmak ve ona itaat
etmektir. Böyle bir imanı gerçekleştiren, diğer taat ve emirlere nazaran en
büyük itaati ve ahlaklılığı gerçekleştirmiş olur. Bu konuda unutulmaması
gereken, dostluğun ve sevginin kaynağının Allah olduğudur. İnanan herkes
Allah'ın velisidir, dostudur. Kur'an bu
gerçeği şöyle dile getirmektedir: " İşte burada yardım ve dostluk, Allah'a
mahsustur. Mükafatı en iyi olan O, en
güzel akibeti veren yine o dur."[25] Allah'ı dost edindikten ve onu
sevdikten sonra Hz. Peygamber ve ona inanaların dostluğu gelmektedir.
Ayetlerden anlaşıldığına göre, bu konuda, Peygamber de dahil, onun Evhalkı'nın
veya ona yakın olanların hiç bir ayrıcalığı yoktur: " Sizin dostunuz (veliniz), ancak
Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah emirlerine boyun eğerek
namaz kılar zekat verirler."[26]
ve " Kim Allah'ı, Resulünü
ve iman edenleri dost edinirse, üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah
tarafını tutanlardır. "[27] Dolayısıyla bütün müminler eşit
derecede birbirinin dostu ve velisidir; hiç bir soya, haneye, mezhebe veya
tarikata mensup kişi, dost edinmede her
hangi bir önceliğe sahip değildir:
" Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar
iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı
verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir.
Şüphesiz Allah aziz, hikmet sahibidir. "[28]
Bununla birlikte Allah dışındakileri sevmek ve onları dost edinmek
şarttır, ancak bu imanın şartı değildir. Kişileri sevip sevmemek iman şartı
haline getirildiği zaman onların ilahlaştırılması ve onlar üzerinden siyaset yapılması
tehlikesiyle karşı karşıya kalınılabilir. Hatta bazı İslam bilginleri Allah'ı
sevmeyi, ona saygıyı, itaati ve
kibirlenmemeyi iman hasleti olarak sayarken Peygamber sevgisini iman
hasletlerinden saymamışlar, sadece Peygamber'e imanı ve onun nebi olarak
Allah'tan getirdiklerini tasdik etmeyi imanın şartı olarak görmüşlerdir. Bu
sebeple onlar, Peygamber'in bu misyonunu
kabul eden birisi, ona kötü söz söylese veya onu döğse, hatta bazı kişisel
problemlerden dolayı öldürse, bizatihi bu fiiler dolayısıyla onun dinden
çıkmayacağı sonucuna varmışlardır.[29]
e) Peygamberler'e "Âl" veya
" Ehl" olmanın öncelikli şartı neseb değil onun getirdiği dine
inanmaktır. Bunun en bariz delili Nuh Peygamber'le Allah arasında geçen şu
diyalogdur: " Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz
oğlum da ailemdendir. Senin vadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin.
Allah buyurdu ki: Ey Nuh ! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı
kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben
sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim. "[30]
Hatta Peygamberlik vazifesi, o sülale mensuplarına herkesten farklı bir
imtiyaz, ayrı bir fazilet sağlamaz ve diğer sülaselere karşı bir üstünlük ve şeref iddiasında bulunma hakkını vermez.[31]
Burada
"Âl" ve "Ehl" kavramlarının Kur'an'da hangi ayette ne
anlama geldikleri veya daha kapsamlı oldukları gibi gramatik ve ideolojik tartışmalara girmeyeceğim.[32] Bu ayetten anlaşılıyor ki,
Peygamberlere yakınlığın asıl sebebi nesep değil onun dinine mensubiyet, fikir
ve ameldir.[33] Allah'ın dinine inanmış ve
Peygamberlerini tasdik etmiş kimseler birbirlerinin manevi mecazi akrabası, yakını ve dostlarıdır.
Nitekim Hz. Nuh'un oğlu babasına inanmadığı için, Allah Teala onu Nuh
Peygamber'in ailesinden saymamıştır.
Ehl-i
Beyt için biçilen bütün misyonlar ve verilen ayrıcalıklar ele alınan çerçeve kavramlarda belirlenen ilkelere ters düşmemesi gerekir
Ehl-i
Beyt'in Kur'an'da yer alan tavsifleri incelendiğinde bunlarda nesep unsuruna
önem değer verilmemiştir. Ayetlerde Ehl-i Beyt, bir terkib olarak üç yerde
geçmektedir. Hud Suresi'nde Hz. İbrahim'in Ehl-i Beyt'i[34] yani hanımları, Kasas Suresi'nde
Musa'nın Ehl-i Beyti[35] yani ev halkı, Ahzab Suresi'nde Peygamber'in Ehl-i Beyti şeklinde
kullanılmaktadır. Yukarıda tesbit ettiğimiz genel çerçeve içerisinde, önce ayetin tam metnini verip, daha sonra ayette geçen "Ehl-i Beyt"
kavramının ne anlama geldiğini ortaya koymaya çalışalım: " Evlerinizde
vakarla oturun, eski cahiliye adetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namaz
kılın, zekatı verin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah
sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. "[36]
Bu
ayette , "Peygamber'in ailesini oluşturan kimseler olarak, sadece
hanımları zikredilmekte, kızları, damadları ve diğer akrabalarıyla ilgili hiç
bir hususi hükme yer verilmemektedir.
Hz. Peygamber ve zevcelerinden ibaret aile halkına bu ayette Ehl-i Beyt
demekte ve bu tabir içerisine başka akrabanın alınmasına da imkan
bulunmamaktadır"[37] Çünkü bu ayet, rivayet edildiğine
göre, hicretin 6. yılında inmiştir. Hz. Fatıma, Hz. Ali ile hicretin ikinci
yılında evlenmiş ve Hz. Hasan ve Hüseyin, bu ayet inmeden iki üç
yıl önce hicretin 4. ve 5. yılında doğmuştur.
Hz. Ali'nin evlendikten sonra, Hz. Peygamber'den ayrıldığı ve başka evde
oturduğu bilinen bir gerçektir. Bu durumda Hz. Peygamber'in damadı Ali ve kızı Fatımayla onların çoçukları
evhalkından sayılamaz. Eğer onlar dışarda oturmalarına rağmen bu ayetin
kapsamına girselerdi, o tarihlerde Hz. Peygamber'in iki kızıyla evlenmiş olan
-her ne kadar birisi yaşıyor idiyse de- Hz. Osman'ın da girmesi gerekirdi. Bu
durum, Şia tarafından Ehl-i Beyt'e yüklenen karizmanın, Kur'an'dan hiç bir vahyi temeli bulunmadığını açıkça
ortaya koymaktadır.
Daha
sonraları bu ayeti tefsir edenler, ayetin devamında erkekleri de kapsayan "sizler" zamirinin
kullanılması ve Arapça'da bu kavramla evhalkının kastedilmesi, bunun sadece
kadınları değil ayet indiği sırada sosyolojik anlamda Hz. Peygamber'in hane halkını ifade ettiğini
söylemişlerdir. Her ne kadar Arap
geleneğinde Ehl-i Beyt, sosyolojik
anlamda, nesep esasına dayalı hane halkını, hatta bütün yakınları ifade etse
de, İslam Dini, "Müminler kardeştir"[38] ayetiyle bütün inanırlarını tek
bir manevi çatı altında birleştirmekte,
dil ve kan birliği esasına dayalı eski Arap toplum yapısının yerine inanç
birliği üzerine kurulu bir toplum vücuda getirmektedir.[39]
Öyle anlaşılyor ki Kur'an, nesebe değil
inanma şartına öncelik tanımıştır.
Peygamber'in
ev halkından olarak kim sayılırsa sayılsın onların hiç birisinin diğer müminlerden farklı korunmuşlukları,
karizmaları yoktur. Çünkü böyle bir ayrıcalığa sahip olmak, İslam'ın takva
anlayışı, suç, ceza ve mükafatın kişiselliği prensibiyle çelişki teşkil eder.[40] Bütün müslümanların birbirlerini
sevmeleri ve dost olmaları nasıl şartsa bu hane halkına karşı sevgi beslemek de
öyle şarttır. Bu müslümanların birlik ve beraberliğinin gereğidir, ancak imanın
şartı değildir. Çünkü bunlardan hiçbirisi masum/günahsız olmadığı gibi vahiy, ilham veya gizli ilahi bilgiye
de sahip değildirler. Hele hele gaybı bildiklerini iddia etmek bu ayete ve Kur'an'ın diğer ayetlerine
tamamen terstir. Çünkü Peygamber'in
şahsının dahi gaybı bilmediği bizzat Kur'an'da açık olarak bildirilmiştir:
"Ben size: " Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum,
gaybı da bilmem. "Ben meleğim " de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor
gördüğü bazı kimseler için, " Allah onlara asla bir hayır
vermeyecektir" diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir.
Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum."[41]
Aynı
şekilde Ehl-i Beyt'le kim kastedilirse edilsin, her hangi bir " siyasi,
dini ve hukuki ayrıcalık" söz konusu değildir. Çünkü Kur'an ayetleri
dikkatli bir şekilde okunduğunda, Peygamber'in vefatından sonra müslümanların
kim veya kimler tarafından ve nasıl yönetileceği
konusunda dolaylı veya doğrudan bağlayıcı bir hüküm olmadığı görülecektir.
Devletin yapısı ve idari teşkilatı nasıl olacağı tamamen insanların kendilerine
bırakılmış bir konudur. Kur'an ayetleri hukuki ve siyasi konularda oldukça
sınırlı düzeyde "dolaylı hukuki ve siyasi malzemeleri" ihtiva eder.
Bunların başında vahiyle belirlenmemiş konuların şura'ya bırakılması[42] , "görevlerin (emanetlerin)
ehline verilmesi"[43] , "insanlar arasında adaletle
hükmedilmesi[44] ve
"zulmedilmemesi" gibi siyasi konularda önemli bazı prensipler
bulunmaktadır. Bu ayetlerde, Hz. Peygamber'in ev halkına ve soyuna hiç bir
ayrıcalık tanınmamaktadır. Onun hanımlarıyla ilgili Kur'a'daki özel uyarılar
ise, tamamen Hz. Muhammed'in İslam'ı getiren bir Peygamber olarak, kendisinin
ve inananlar topluluğunu oluşturan müslümanların, hanımları dolayısıyla ayıplanmaması ve
lekelenmemesi içindir. Bu sebeple, onun hanımlarından, diğer hanımlara göre
daha dikkatli davranmaları ve sıradan birisi gibi davranmamaları istenmektedir.
Yoksa Peygamber hanımlarına, diğer müslüman hanımlardan farklı bir görev ve
yükümlülük getirmemektedir. Diğerleri için yasaklananlar Peygamber hanımları
için de yasaklanmıştır. Aslında onların şahsında bütün müslüman kadınların ve
dolayısıyla müslümanların iffet ve şerefi korunmaya çalışılmıştır. O halde bu
ve diğer ayetlerde, Peygamber soyuna her hangi bir siyasi karizma ve dini bir
masumiyet yüklenmediği aşikardır.
Eğer
Ehl-i Beyt'e dini bir misyon yüklenecek olursa, doğruya en yakını bütün
inananların mecazi olarak Peygamber'in Evhalkı olmalarıdır. Çünkü bir başka
ayette, Peygamber'in hanımları müminlerin anneleri gibidir tanımlaması
yapılmakta ve onlarla evlenmek yasaklanmaktadır. Öyleyse Evhalkı olmakta nesep
şart değildir, inanan herkes onların manevi evlatlarıdır. Bu anlamda bütün
müslümanlar aynı hane halkındandır, birbirinin dostu ve velisidir. Böyle olması
müminlerin eşitliği şeklindeki prensiple de uyuşmaktadır. Beyt kelimesinin
şeref manasına geldiği ve Cahiliyye
döneminde Kabe ile ilgili belli dini görevleri ellerinde bulunduran
kabilelere Ehl-i Beyt kullanılması
dikkate alınacak olursa, bu şeref önceki gibi
belli kabilelere verilmemiş Hz. Peygamber'e inanan ve İslam'la
şereflenen herkes nesebine bakılmaksızın bu şerefin sahipleri kabul edilmiştir.
Kabe için de Beyt kelimesi kullanılması, İslam'ı kabul ederek ona yönelen bütün
Kıble Ehli'ne, mecazen Ehl-i Beyt denebileceğini gösterir. Allah'a ve onun
gönderdiği Peygamber'e inanan herkes bu şerefe ortaktır ve Ehl-i Beyt'in birer
mensubudur. Nitekim İmam-ı Muhammed ve
İmam Malik'in ashabından bir grup, Ehl-i Beyt'in Peygamber'in bütün
ümmetini kapsadığı görüşünü benimsemişlerdir.[45]
Görüldüğü
gibi Ehl-i Beyt kavramının siyak ve sibakı esas alındığında kavramın Peygamber hanımları dışındakiler
için anlaşılması imkansızdır. Kavramın içeriğinin belirlenmesinde asıl problem, her mezhep
mensubunun kendi görüşünü desteklemek için ürettiği rivayetlerdir.[46]
Bunlardan hareketle Ehl-i Beyt kavramının birbirinden farklı en az on çeşit tanımı yapılabilir. Bu sebeple
biz, kavramın belirlenmesinde Kur’â n’la
çelişen ve onun anlamını saptıran
bu çeşit rivayeterin tartışmasını burada yapmadık.
Hz. Peygamber, hayatta iken, kendinden sonra devlet
başkanının kim olacağı ya da hangi aileden ve ne şekilde olacağı konusunda
sözlü ya da ima yoluyla her hangi bir açıklamada bulunmamıştı ve bunun çözümünü bütünüyle insanlara
bırakmıştı. İlk dört halifenin seçiminde bazı problemler yaşanmışsa da veya
seçiliş şekilleri birbirinden bazı farklılıklar göstermişse de, genel olarak
adına ister şura diyelim ister Ehlu'l-Hal ve'l-Akd diyelim, ister beğenelim
ister beğenmeyelim, esasında sınırlı da olsa meşruiyetini halktan alıyordu ve
insanların beyatları öncelikli şartlardandı.
Hz. Ali de, ilk başta her ne kadar bazı itirazları olduysa
da, neticede diğer Haşimiler gibi Ebu Bekir'e beyat etmiştir. Kendinden önceki
iki halifeye de aynı şekilde beyat ederek meşruiyetin halktan alınmasına, yani
şura ile seçilmesi ve beyat edilmesine saygı göstermiştir. Ebu Bekir'e ve diğer halifelere karşı, kendilerinin Ehl-i Beyt'ten olduğu ve Peygamber'in dini, hukuki ve siyasi mirasçısı
olduğu şeklinde bir gerekçe ileri sürerek beyat etmekten kaçındığına dair bir kayda
rastlamıyoruz. Hatta Abbas ve diğerlerinin,
ona, başkaları kadar senin de hakkın diyerek kışkırtmalarına rağmen, o bunları
dinlememiş ve halk tarafında seçilmiş bu insanlara itaat edilmesini
istemiştir.[47] Kendisi de daima bu insanlara dini,
siyasi ve diğer konularda yardımcı olmaktan geri durmamıştır.
"Fikir hadise irtibatı " prensibi çerçevesinde bu
dönemin olaylarını inceleyecek olursak, devlet başkanlığı Peygamber soyuna ait
olsaydı ve Ehl-i Beyt'in hakkı olsaydı Hz. Ali,
bu hakkın kendi elinden alınmasına karşı çıkar ve asla onlara biat
etmezdi. Ayrıca, Sıffin savaşında halifenin hakemler yoluyla belirlenmesine
kesinlikle razı olmazdı. Hz. Ali, diğer halifeler gibi, kendinden sonra kimin
devlet başkanı olacağı konusunda fikir beyan etmemiş ve oğullarından birisini veya bir başkasını dolaylı ya da doğrudan veliahd tayin etmemiştir. Hasan ve Hüseyin de
babasının yaptığı gibi, Ehl-i Beyt'ten
oldukları şeklinde bir iddiayla ortaya
çıkmamışlar, gelişen siyasi olaylar neticesinde kızışan Emevi-Haşimi
çekişmesinin bir sonucu olarak kendilerini siyasetin içerisinde bulmuşlar ve
müslümanlar tarafından biat edildiği takdirde Haşimilerden birisi olarak en az
Muaviye kadar müslümanları temsil edebilecek güçte olduklarınından devlet
başkanlığına talib olmuşlardır. Gerek Şii, gerek sünni kaynaklar, onların
siyasi mücadelelerinde, Ehl-i Beyt'ten olma ayrıcalığı gibi bir gerekçeyi
kullandıklarına dair güvenilir bilgiler olmadığı gibi, olanlar da birbiriyle
çelişkilidir.
Muaviye, haksız olarak görevi başında öldürülen Hz.
Osman'ın kanını talepte ve ondan hilafeti miras olarak devr almakta hak sahibi
olduğu[48], çünkü onun akrabası ve Ehl-i Beyt'i
olduğu iddiasıyla yola çıkmıştı ve onun
bütün yetkilerini devraldığını bir ayete[49] dayandırmıştı.[50] Daha
sonra halifeliği zorla veya hileyle de olsa ele geçirmişti. Muaviye, dini ve
ahlaki bağların eskisi kadar güçlü olmadığını anlayınca, iktidarını
güçlendirmek ve müslümanların biriliğini sağlamak için kabilecilik anlayışını
esas almış, kendisini Hz. Peygamber'in akrabaları olduklarını iddia etmiş, dini ise iktidarını meşrulaştırma aracı olarak
kullanmıştır. Muaviye, hilafeti ele geçirince, iktidarını ve siyasî kıtallerini meşrulaştırmak için,
Allah'ın kaza ve kaderiyle halife olduğunu, O'nun kaderini infaz ettiğini,
Allah'ın istediğini, istemeseydi kendilerini değiştireceğini, bu yüzden kendilerine
yapılacak bir isyanın Allah'a karşı yapılmış bir isyan olacağını iddia etti. Bu
gelenek oğlu Yezid ve diğer Emevî yöneticileri tarafından da sürdürüldü.[51]
Muaviye
ile resmen işbaşına gelen Emevi
sülalesi, iktidarlarının Allah tarafından verildiğini iddia etmekle kalmadılar,
"Kendilerinin Allah'ın en yüce askerleri ve insanların en hayırlıları
olduklarını"[52] söylemeye başladılar. Bu nedenle
Yezid b. Muaviye'nin vefatından sonra Arap kabileleri arasında, asabiyet ruhu
depreşti.
İslam'ın
gelişiyle beraber etkisini yitiren Arap
siyasi hayatının çekirdeği durumundaki kabilecilik anlayışı, Hz. Osman
döneminde Emevi sülalesinin önemli görevlere getirilmesi ve bazı imtiyazlar
elde etmesi, Ali- Muaviye mücadelesi neticesinde yeniden gündeme geldi. Hatta Sıffin
savaşı, Emevilerle-Haşimiler arasında Uhud ve Bedirde yaşanan mücadalenin devamı ve ikinci savaş
olarak görüldü.[53] Özellikle Muaviye'nin Hasan'dan halifeliği teslim
alması, Hz. Ali ve soyunu lanetleme kampanyasına girişmesi, oğlu Yezid'i veliahd tayin etmesi ve Yezid döneminde
Hüseyin'in başını çektiği bir grup Haşimi'nin hünharca şehid edilmesi ve Haşimilere karşı baskı ve işkenceler
yapılmasıyla birlikte, siyasi ve ictimai yapıda önemli bir değişiklik başladı
ve yeni dengeler oluştu. Bu süreçle birlikte İslam öncesi Arap toplumunda var olan
Cahiliyye dönemindeki Ehl-i Beyt veya
Buyutatu'l-Arap unsuru, yeniden siyasi hayatta belirleyici ve etkin bir güç
haline geldi. Böylece Kureyş içerisinde
Ümeyyeoğulları ve Haşimoğulları, iktidar mücadelesinde hak sahibi olduğunu idda eden iki ayrı Ehl-i
Beyt şeklinde ortaya çıktı.
Emeviler,
hilafetin Muaviye'ye geçişiyle birlikte, Beyt'in yani siyasi iktidar'ın
kendilerine geçtiğine, bundan dolayı da Ehl-i Beyt olduklarına inanıyorlardı.[54] Onların kendilerini Ehl-i Beyt
olarak gördükleri, bizzat Ömer b. Abdilaziz'le halife Velid arasında Hacac'la
ilgili geçen bir diyalogdan anlaşılmaktadır. Bu
konuşmada Ömer b. Abdilaziz, "Haccac bizden, Ehl-i Beyt'tendir"[55] demiştir.
Bunların dışında Abdullah b. Zübeyr de ayrı bir Ehl-i
Beyt idi. Nitekim Muhtar es-Sakafi, Hicaz'da halifeliğini ilan eden Abdullah b.
Zübeyr'e biat etmediği için şu şekilde eleştirildi: " Sen öyle bir
kimsesin ki, Kureyş ve Ensar'dan tüm Arap
Evleri (Buyutatu'l-Arap) ve Şeref Sahipleri (Ehlu'ş-Şeref)’nin topluca biat ettiği kimseden kaçıyorsun.
Ehl-i Beyt'ten kimse kalmamış, liderleri
gelerek ona biat etmişlerdir."[56]
Rabia
ve Mudar da, Kureyş dışında etkisini tekrar hissettirmeye başlayan Buyutat'tan
idiler. Bunların ilk üçü, I. hicri asrın sonlarına kadar, iktidar mücadelesinde
ön plana çıktı ve zaman zaman aynı anda
farklı bölgelerde hakim oldular.
Hicri
I. asrın sonlarına kadar siyasi arenada görülen iktidar mücadeleleri Emevilerle
Haşimiler arasında cereyan ediyordu. Bu mücadelede Abbasiler ve Talibiler aynı
safta yer almaktaydılar. Gerek Talibiler gerekse Abbasiler, Emevilere karşı
sürdürdükleri mücadelede, meşruiyetlerini Arap kültüründeki akrabalık ve
yakınlıktan, yani Hz. Peygamber'in
akrabası olmaktan ve dolayısıyla Haşimi
olmaktan alıyorlardı. Öyleki Ehl-i Beyt tabiri, Abbas'ın ve Hz. Ali'nin soyu dahil bütün Haşimoğullarını kapsayacak
şekilde kullanılmaktaydı. Haşimilerin
önde gelenlerinden Abdullah b. Abbas, Hz. Ali'nin ölümü üzerine, hatta Ali b.
Hüseyin varken de aktif siyasette yer almak istememiş, onun bu tavrı Muaviye
tarafından şu şekilde takdirle karşılanmıştı: "Artık Ehl-i Beyt'in
efendisi oldun"[57]. Abdullah b. Abbas, İbn Zübeyr'le
halifeliğin kimin hakkı olduğu tartışmasında Peygamber'in Ehl-i Beyti olan Haşimilerin
hakkı olduğunu iddia etmiştir.[58]
Hicri I. asırın ikinci yarısında
yaşanan siyasi mücadelede, Haşimi olmak
ve Hz. Peygamber'e akraba olmak Ali'nin
Fatıma'dan olan soyundan olmaktan çok daha fazla prim yapıyordu. Hüseyin'in
ölümü üzerine Ali b. Hüseyin'in aktif siyasetten uzak kalması, Haşimi soyundan
yeni karizmatik liderler aranmasına sebep oldu ve bu defa Hz. Ali'nin diğer
hanımından olan Muhammed el-Hanfiyye'ye ve Abbasoğullarına gözler çevrildi. Bu
durumu fırsat bilen bazı kimseler, harekete geçerek bu soya mensup birileri adına beyat almaya,
fey ve ganimetleri onlar adına toplamaya başladı. Mesela Muhtar es-Sakafi,
böyle bir rolle ortaya çıkıp Ehl-i Beyt adına, yani Muhammed el-Hanefiyye adına
beyat alıyordu.[59]
Aslında Muhammed el-Hanefiyye, nesep itibariyle Hz. Peygamber'in torunu
değildi ve karizmasını Ali'nin oğlu ve Haşimi soyundan olmaktan alıyordu. Hatta
Kufelilerin Muhtar'a "Ehl-i Bey'tn
kanını talep etmek"[60] şartıyla beyat etttiğini görüyoruz.
Burada kastedilen sadece Hz. Ali'nin Fatıma'dan olan çocuğu Hz. Hüseyin'le
çocuklarının intikamı değildir. Çünkü
Hüseyinle beraber öldürülen toplam 26
kişiden yedisi hariç, geriye kalan 19 kişi ya Hüseyin'in amcalarının soyundan
veya Hz. Ali'nin diğer hanımından çocuklarıdır.[61] Muhtar'ın bu taktiğine karşı en sert
tepki Muhammed el-Hanefiyye'nin kendi oğlu Hasan b. Muhammed'den geldi. O,
yazdığı Kitabu'l-İrca adlı eserinde
bu kimseleri Sebeiyye Mütemenniye olarak isimlendirdi ve onları " Arab'ın
Ehl-i Beyt'ini imam edinmekle " suçladı. Buradaki "Arab'ın Ehl-i
Beyti'nden" maksat bu dönemde Emevilerle iktidar müadelesi içerisinde olan
Haşimiler olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Muhammed el-Hanefiyye, Hz. Ali'nin
Fatıma'dan değil başka bir hanımından çocuğudur. Bu da, bu dönemde Hz. Ali'nin Fatıma'dan olan soyuna siyasi ve
hukuki bir karizma yüklenmediğini ve Haşimi olma karizmasının esas olduğunu
göstermektedir. Aslında Hasan'ın kendisi, Haşimi karizmasına da karşı çıkmış ve
" bizim İmamımız
Kur'an'dır" fikrini savunmuştur.[62]
Son zamanlarda yapılan
araştırmalarda, eskiden ilk-şii hareketleri olarak değerlendirilen Hucr b. Adi,
Tevvabun, Kerbela, Muhtar es-Sakafi Hareketinin, Hilafeti Hz. Ali'nin
Fatıma'dan olan soyuna tahsis etmek için gerçekleştirilen birer Şii hareket
olmadıkları, karizmatik bir lider anlayışı ve vesayet gibi temel şii fikirlerin
var olmadığı, sadece Emevi Haşimi çizgisinde gelişen siyasi hareketler oldukları ortaya
konulmuştur.[63]
Hasan'la
Hüseyin'in ölümünden sonra Ali b. Hüseyin ve Muhammed el-Hanefiyye'nin aktif siyasette yer almamaları Haşimiler
arasında, Abbasiler ve Talibilerin ayrı saflarda yer almasına ve daha sonraki dönemlerde Aleviler arasında
Emevilere karşı iktidarı ele geçermek için yeni hesaplar yapılmasına sebep oldu. Bu sırada Talibiler, üç kola
ayrıldı: a) Aleviyyun: Ali b. Ebi Talib'in neslidir. Bunlar da şu kollardan
ibarettir. Hz. Ali'nin oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed el-Hanefiyye ve Abbas
ve Ömer nesilleri. b)Caferiler: Cafer b. Ebi Talib'in neslidir. c) Akililer:
Akil b. Ebi Talibi'in neslidir. Buna rağmen pek çok kaynakta her ikisi
Haşimiler, yani Ehl-i Beyt olarak görüldü.[64]
Hicri
II. asrın ilk çeğreğinde Kumeyt tarafından yazılan Haşimiyyat adlı eser
dikkatle incelendiğinde Emevileri eleştirdiği, buna karşılık Haşimileri övdüğü
açıkça görülmektedir. Bu gibi durumlarda Abbas'ı da Haşimiler içerisinde
savunuyurdu. Muhtemelen Abbasi davetinin önemli bir aşama kaydettiği ve
devletleşme sürecine girdiği bu dönemde, Kumeyt, Haşimi olmanın yanısıra Hz.
Ali'nin Fatıma'dan olan soyuna özel bir karizma atfetmişe benziyor. O, Hz.
Peygamber'den başlayarak Haşimi soyundan olan ve müslüman olduktan sonra büyük
kahramanlıklar gösteren Hamza, Cafer, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin, Muhammed b.
el-Hanefiyye ve Abbas'ı övgüler
yağdırmakta, Hz. Ali'nin vasiliği, bu
konuda delil olarak ileri sürülen Gadir Humm olayı, Hasan'ın vasi'nin vasisi
olduğu, Hz. Peygamber'e yakınlık ve onun
Ehl-i Beyt'i olmanın faziletlerini sıralamakta ve bunları Kur'an ayetleriyle
desteklemektedir.[65]
Haşimiler
arasında ilk ciddi bölünme, bizzat Peygamber Ailesi parolasıyla ortaya çıkan
Abbasi davetiyle yaşandı. İmam İbrahim b. Muhammed, başta Haşimiler olmak üzere
bu ihtilale destek olan herkesi kapsayacak şekilde Ehl-Beyt kapsamında görüyordu.
Mesela Ebu Müslim-i Horasan'a gönderirken ona "sen Ehl-i Beyt'ten, bizden
bir adamsın ... "[66] diyerek tavsiyelerde bulunmuştu.
Abbasiler, başlangıçta iktidarı ele geçirmek için " er-Rıza min Al-i Muhammed" sloganıyla, yani "Hz.
Peygamber ailesinden razı olunacak birisi " adına gizli davetle başladı.
Asıl hedefleri bütün Haşimilerin desteğini almaktı. Bunda da belli ölçüde
başarılı oldular, ancak Abbasi devletini kurduktan sonra Alioğullarını devre
dışı bıraktılar. Böylece Abbasilerin meşruiyeti tartışma gündemine geldi. Bunun
için, başlanğıçta Hz. Ali'nin torunu Ebu Haşim'in vasiyyetiyle, daha sonraları
Mansur, “Peygamber’in amcası babası mevkiindedir.” teziyle Abbas'la doğrudan
Peygamber'den aldıkları iddialarını ortaya attı.[67]
Hasaniler ve Hüseyniler bu iddialara karşı çıkarak imametin Haşimilerden
Ali'nin Fatıma'dan olan soyunda devam ettiğini savundular. Bazı rivayetler,
Ehl-i Beyt'i Hz. Ali'nin Fatıma'dan olan soyuna tahsis etme teşebbüsünü Zeyd b.
Ali’ye kadar gerilere ötürmektedir. O,
bu şartlara sahip birisi olarak 122/740 yılında Emevilere karşı, Hasan'ın
soyundan gelen Nefsü'z-Zekiyye de 145/762 Abbasilere karşı isyan etti. Hıdaş da, dışardan birisi
olarak İmametin Ali'nin Fatımadan olan soyuna ait olduğunu iddia etmiş ve bu
sebeple taraftarlarına Fatimiler denilmiştir.[68] Emevilerin sonları ve Abbasilerin
ilk dönemleri, Alioğullarının birbirleriyle mücadeleleri veya onlar adına
ortaya çıkan kimselerin faaliyetlerine sahne oldu. Bu kriz döneminde
Alioğulları veya onlar adına davet faaliyetlerinde bulunan bazı menfaat
grupları, İmamet'in Hz. Peygamber'den sonra kimde devam edeceği konusunda yeni
teşebbüslerde bulundular. Zurare b. A'yun eş-Şeybani, Ebu Cafer Muhammed b. Ali
b. Numan, Ali b. İsmail b. Misem, Hişam b. Salim el-Cevaliki ve Hişam b. Hakem
vasiyyet fikrini işleyerek Peygamber'den sonra Hz. Ali'nin İmam olduğunu isbata
çalıştılar ve bu tarihten sonra vasilik fikrinin isbatı için eserler yazılmaya
başlandı. Muhtemelen böyle bir faaileyet, Abbasilerin kendilerini meşrulaştırmak adına ürettikleri
vasiyet fikrine karşı yapıldı.
İmametin
genelde Haşimilerde veya Alioğullarından Hasan veya Hüseyin'in soyundan her
hangi bir Ehl-i Beyt mensubunda devam ettiğini savunan kişiler veya grupların
her birisi Şii bir fırka olarak Makalat eserlerinde yerini aldı.[69] Öyleki bu soydan her birinin
imametini iddia için birden çok fırka ortaya çıktı. Bunlar, ait oldukları daha
önceki din, felsefe ve kültür
havzalarına ait motifleri devreye sokarak tabi oldukları imamların meşrulaştırma
yoluna gittiler. Böylece vasilik, Mehdilik, ilahi nur, hülul, karizmatik
liderlik (masumiyet), Recat, beda, takiyye gibi bazı aşırı fikirler
geliştirildi. Sonunda İmamlar, yarı ilahi bir varlığa büründürülerek bunun
isbatına çalışıldı.
Bu
mirası devralan Onikiimamiyye Şia'sının önde gelen müfessirleri de harekete
geçerek, "Ehl-i Kisa" rivayetini ayetin iniş sebebi olarak
gösterdiler ve ayetteki Ehl-i Beyt'in, Hz. Peygamber, Hz. Fatıma, Ali, Hasan ve
Hüseyin'i kapsadığını iddia ettiler.[70] Bu sürecin bir devamı olarak Şii
yazarlar, siyasi bakımdan imamlara, sefirlere ve naiplere itaati meşrulaştırmak
için, diğer bazı ayetlerle Peygamber'e nisbet edilen bazı rivayetleri esas
alarak onun soyundan gelen oniki imamı Ehl-Beyt kapsamına almışlardır. Onlar,
yeni ve yapay bir tarihin inşası için
üretilen kırtas olayı, sakaleyn hadisi, Gadir Hum ve daha pek çok
rivayetlerle Hz. Ali'nin vasi olduğu,
ondan sonra da babadan oğula geçerek 12 imam'da devam ettiği şeklinde bir
İmamet nazariyesi geliştirdiler.[71]
Şia
ve onun tali kolları İslam toplumlarının
yönetimini ya Oniki imamın ya da Hz. Ali soyundan olan kimselerin tekeline
vermekle Ehl-i Beyt-i siyasallaştırmakla kalmadılar, onlara " dini,
siyasi, ilmi ve hukuki " bir
misyon biçtiler. Neticede imamlar ve Ehl-i Beyt, siyasal iktidar veya menfaat peşinde olanların, bu amaçlarına
ulaşmalarında bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Bunu başarabilmek için
de Velayet adı altında, Usulu'd-Din
içerisine sokarak iman esası haline
getirdiler. Bu sebeple her asırda Peygamber'in dini, hukuki ve siyasi misyonunu
üslenmiş ve insanları her iki dünyadada kurtuluş ve saadete sevkedecek bir imamın varlığının
gerekliliğine inanmaktadırlar. Muhammed Rıza el-Muzaffer, bu imamın tayini,
görev ve yetkilerini şu şekilde belirlemektedir: "Bu imam, insanların din
ve dünya işlerini tedbir etmek, aralarında zulmü, düşmanlığı gidermek, adaleti
yaymak hususunda peygamberin umumi
velayetine haizdir ve bu bakımdan
İmamet, nübüvvetin devamıdır. Peygamberleri göndermek nasıl bir lütüf ise,
peygamberden sonra, onun yerine İmamı nasbetmek de lütüftur ve vücub-ı zati
ile Allahü Teala'ya vacipdir; bu
bakımdan İmamet, ancak Allah Teala'dan nas ile, yahud o İmam'dan önceki İmamın,
onu İmametini beyaniyle tahakkuk eder; insanların seçmesiyle ve istemesiyle
olmaz; İnsanlar dilediklerini İmam olarak tayin, yahud dilediklerini azl
hakkına da sahip değillerdir. Aynı zamanda insanlar İmamsız da
kalamazlar."[72] İmamiyye'ye göre, İmamlar, peygamberin bütün yetkilerini
ve görevlerini üstlendiklerinden, onların da peygamberler gibi masum olmaları
ve bu hususta onlarla Peygamberler arasında bir fark bulunmaması gerekir.[73]
Bundan dolayı onlar, ayette geçen "tathir" kelimesinden
hareketle Ehl-i Beyt mensuplarının bozuk
itikadlardan ve çirkin davranışlardan, hata ve yanlışlardan, büyük ve küçük
günahlardan korunmuş ve temizlenmiş olduklarını (ı'smet), bu sebeple onların
sözlerinin hüccet olduğunu iddia etmişlerdir.[74]
Neticede ma'sum olan ve Peygamber'den bir parça olarak görülen Ehl-i
Beyt'in, onları sevenlerin asla ateşe
girmeyecekleri ve onların şefaat makamı oldukları fikri benimsenmiştir.[75]
Halbuki
Peygamberlerin bile masumiyeti tartışmalıdır. Yukarıda zikredildiği gibi onlar
dahi hesaba çekilecektir. Diğer taraftan "tathir" kelimesi, Kur'an'da
sadece Ehl-i Beyt için değil diğer müminler için de kullanılmıştır.[76] İlgili ayetlerde bu temizlenmenin
gerçek bir imanla, namazla, zekatla,
Allah'ın emir ve yasaklarına uymakla olduğu açıktır. Bu itibarla Hz. Peygamber
hariç, onun neslinden hiç kimse hatadan ve günahtan korunmuş değildir.
İmamiyye,
Ehl-i Beyt'e dahil ettikleri oniki
imamın, Nebi ve Resuller gibi meleklerden daha üstün olduklarına inanırlar.[77] Hatta İmamiyye Ehl-i Beyt'e
kozmolojik bir önem atfederek onları yeryüzünde insanların emniyeti ve
kurtuluşunun vesilesi kabul ederler. Şöyleki Allah bütün yaratılmışları
Peygamberi ve Ev Halkı için yaratmıştır. Eğer onlar olmasaydı Yüce Allah ne göğü, ne yeryüzünü, ne Cennet'i
ne Cehennem'i, ne Ademi ne Havva'yı, ne melekleri ne de yarattığı şeylerden bir
tekini yaratırdı.[78]
Bu anlayışa göre, imamet konusu iman esasıdır ve onu inkar eden
kafirdir. Şii İmamiyye'nin önde gelen alimlerinden Şeyh Saduk bu konuyu şu
şekilde açıklamaktadır: " Onları sevmek iman; onlardan nefret küfürdür.
Onların buyruğu Allah'ın emri; yasakları da Allah'ın nehyidir. Onlara itaat
Allah'a itaat; onlara itaatsizlik allah'a karşı gelme; onların dostları
Allah'ın dostu (Veli) ve düşmanları da Allah'ın düşmanlarıdır."[79]
İmamiyye,
Ehl-i Beyt'e ve oniki imama dini, siyasi ve hukuki bir karizmanın yanısıra bir
de ilmi karizma yüklemiştir, dolayısıyla onların bu yetkilerini inkar eden, bir
hadiste bildirildiğine göre, küfre
girer: " Benden sonra Ali'inin imam olduğunu inkar eden, benim peygamberliğimi inkar eder; ve benim
Peygamberliğimi inkar eden de Allah'ın Rab oluşunu inkar etmiş olur. "[80] Buna benzer bir rivayette de oniki
imama itat eden kimsenin Allah'a itat etmiş, onlardan birisini inkar edenin
Allah'ı inkar etmiş olacağı bildirilmiştir.[81] İmamların ilmi karizmaları ve ilahi
bir bilgiyle donatıldıkları hususu da, Şii alimler tarafından şöyle
açıklanmaktadır: " İmamın, ilahi hükümlere, ilahi maarife, bütün bilgilere
sahip olması, peygamber, yahud kendisinden önceki imam vasıtasıyladır. Yepyeni
bir şey hakkında da ima, Allah Teala'nın, ona ihsan ettiği kutsi kuvvetle,
ilham yoluyla gereği gibi hükmeder; o şeyi künhüyle anlar, bilir, Bir şeye
yönelirse ve bilmek dilerse, o şey hakkında ancak gerçeği bilir; yanılmaz,
şüpheye düşmez; bu hususta akli delillere, yahud belletenlerin beletmesine
ihtiyacı yoktur."[82] Bu şekilde inandıklarından dolayı,
onlar Kur'an'ı yorumlama hakkını da ondört masuma, yani Ehl-i Beyt'e
vermişlerdir.[83] Hatta Hz. Peygamber'in sünnetlerini
kabul için, yalnızca kendilerince benimsenmiş sahabeden veya ondört masumdan
gelmesini şart koşmuşlardır.[84]
İmameti
Haşimilerin iki büyük kolu Abbasoğullarına veya Alioğullarına tahsis etme
teşebbüsleriyle birlikte, Haşimiler arasında büyük bir iç çekişme ve iktidar
ele geçirme kavgası başlamış, sonunda Abbasiler, Alevîler, Tâlibîler,
Fatımîler, Hasenîler, Hüseynîler, Zeydîler, Ca’feriler... diye gruplara
ayrılmışlardır. Bunlardan her birisi
"Ehl-i Beyt" veya
"Resulullah'ın yakınları" oldukları iddiasıyla ortaya çıkarak
müslümanları yönetecek kişinin, yani imamın kendilerinden olması gerektiğini
iddia etmişlerdir. Mesela Ebu Haşim ile Zeyd b. Ali, aynı şekilde Zeyd b. Ali
ile Muhammed Bakır arasında Ali'nin mirası, humus ve ganimeteler konusunda
ciddi anlaşmazlıklar olmuştur. Emeviler ve Abbasiler Hasani ve Hüseyniler
arasındaki bu ekonomik ve siyasi çekişmeleri körüklemiş, kendi menfaatine
olacak kimseleri destekleyerek muhalefeti zayıf düşürmek istemiştir. Bu arada Haşimilerin dışındaki bazı menfaat
çevreleri onlar adına biat almak, fey ve ganimetleri toplamak için harekete
geçmiş, bazıları ise İmametin Ebu Haşim'den kendilerine geçtiğini iddia ederek
İmamet iddialarında bulunmuşlardır. Şia'nın siyasi tarihi, İmametin
Abbasilerden, Talibilerden, Caferilerden veya Hasenilerden ya da Hüseynilerden
birine ait olduğu veya onlardan birinde sona erdiği ya da onlardan kendilerine
geçtiğini iddia eden fırkaların faaliyetlerinden ibarettir. Pek çoğu gulat
hareketler olarak isimlendirilen bu fırkalar, birbirinin devamı olmayan yerel
siyasi ve genelde Ehl-i Beyt'in kontrolü
dışında faaileyet gösteren sırri
hareketlerdir. Öyleki Emevilerin zayıflamasıyla beraber iktidarı ele
geçirmek için bunların tamamı Ehl-i Beyt adına veya er-Rıza min Al-i Muhammed
sloganıyla taraftar toplamaya çalışmışlardır. Emevilerden sonra kurulan
Abbasiler, Fatimiler, Büveyhiler ve Taberistan'da Zeydi Aleviler Devleti,
insanların Peygamber sevgisi ve onun yakınlarına olan saygısını kullanarak ve
onu bayraklaştırarak kurulmuşlardır. Bu bakımdan Şia'nın Siyasi düşüncesi
başından beri Ehl-i Beyt'in siyasi istismarı üzerine kurulmuştur. Ehl-i Beyt'i
kullanarak siyasal rant elde etmek isteyenlerin başında Muhtar es-Sakafi ve
Abbasi ihtilalini gerçekleştirenler gelmektedir. Bu konuda pek çok örnek
bulunmakla beraber daha sonrake dönemlerde yaşanan iki örnek üzerinde durmak istiyoruz:
1)İbn
Babeveyh el-Kummî’nin eserinde kaydettiğine göre, Musa Kazım hayatta iken,
çeşitli şehirlerde humusları toplayıp
kendisine gönderen görevlileri (kaim) vardı. Bunlardan Ziyad el-Kundi'nin
yanında 70 bin dinar, Ali b. Ebi Hamza'nın yanında 30 bin dinar, Mısırda
bulunan Osman b. Musa'nın yanında da çok sayıda mal-30 bin dinar olduğu rivayet
edilir- ve altı cariye vardı. Musa Kazım öldüğünde, Ali er-Rıza onlara haber
göndererek babasının öldüğünü ve ona ait
yanlarında bulunan malları ve cariyeleri mirasçıları arasında taksim etmek için
göndermelerini istedi. Osman b. İsa, ona babasının ölmediğini geriye dönmesini beklediklerini yazdı. Bunun
üzerine Ali er-Rıza, babam gerçekten ölmüştür, biz onun mirasını taksim ettik,
bu konudaki haberler doğrudur diye tekrar mektup yazdı. Ancak bu defa Osman b.
İsa şu cevabı verdi: Eğer baban ölmediyse bunda senin hiç bir hakkın yoktur.
Şayet öldüyse bundan herhangi bir şey ödememi bana emredemezsin. Cariyeleri
özgürlüğüne kavuşturdum ve onları nikahladım. "[85]
Öyleki Musa Kazım'ın mirasına el koymak için onun ölmediği iddiasını
ortaya atmışlar ve böylece büyük miktarda malla parayı onlara vermemilerdir.
Bu
olay, bazı kimselerin maddi menfaat elde etme uğruna sözde Ehl-i Beyt imamlarını
nasıl istismar ettiklerini açıkça göstermektedir. İmamların ölmediği iddiaları,
12 imamdan pek çoğu için ileri sürülmüştür. Sonunda 12. imam Mehdi Muntazarın
ölmediği, büyük gizlilik dönemine girdiği ve bir gün tekrar döneceği inancı
benimsenmiştir. Musa Kazım'ın ölmediği iddiasının altında yatan bu ekonomik
sebebin diğerleri içinde geçerli olabileceği akla gelmektedir. Nitekim 12.
imamın küçük gizlilik döneminde Şia'nın deyimiyle pek çok "yalancı
sefirler " ortaya çıktığı bilinmektedir.
2) İsmaililer tarafından Fatımiler
Devleti için yürütülen gizli davet, tıpkı Abbasi Daveti'nde olduğu gibi, Ehl-i Beyt adına yapılmaktaydı. Aslında bu
kişi Hakim lakabıyla bilinen Mısırlı Mansur b. Nizar idi. Ancak o Mağrib’e
gittiğinde kendisini Ubeydullah el-Mehdi adıyla tanıttı ve Hz. Fatıma'nın
soyundan geldiğini iddia etti. Bu kimse
Ehl-i Beyt'in adını kullanarak Fatımıler devletini kurdu. Daha sonra Abbasi
halifesi Kadir, 402/1011 yılında harekete geçerek bunların gerçekten Fatıma'nın
soyundan olup olmadıklarını araştımak istedi. Neticede döneminin Nakîbu'l-Eşrâf üyelerinin de imzalarının
bulunduğu bir emirname yayınlandı ve orada Ubeydullah el-Mehdi'nin Fatımilerle
hiç bir alakasının olmadığı, onların adını kullanan bir yalancı olduğu, o ve
geçmişinin kafir, fasık, facir, Zındık, Senevi ve Mecusi mezhebine inanan
kimseler oldukları ve daha pek çok ilginç suçlamalra yer aldı. Bu emirname
Şerif Murtaza, Seyyid Murtaza, İbnu'l-Ezrak el-Musevi, Muhammed b. Muhammed b.
Ömer b. Ebi Ya'la el-Aleviyyun ve daha pek çok kadı ve alim tarafından
imzalanarak yayınlandı.[86]
Sünni
çevrelerde de bazı tarikatlar, kendi silsilelerinde Ehl-i Beyt imamlarına yer verdikleri, hatta
Peygamber soyundan olduğunu iddia eden pek çok kimsenin Seyyid ve Şerif adıyla
ortaya çıktıkları bilinmektedir. Abbasiler'den itibaren başlayarak Selçuklular
ve Osmanlılar döneminde Nikâbet/
Nakîbu'l-Eşrâf/Sâdât Nezâreti makamları ihdas edilerek bu kimselere özel statü verilmiştir. Öyleki
bulundukları şehirlerde onlar için özel köşkler yapılmış, had gerektiren suçlar
işlediklerinde özel muamele görmüş, özel hapishanelerde cezalarını
çekmişlerdir. Hepsi olmasa da bazı devletler veya halifeler, halkın nazarında
kendi itibarını artırmak için halkın Peygamber soyuna olan sevgisini istismar
ederek onlara imtiyazlar tanıma yoluna gitmişlerdir. Aslında maksatları kendi
iktidarlarına meşruiyyet kazandırmak olmuştur.
Şii
siyaset nazariyesi, siyasi otoriteyi elde etme hakkının ve müslümanların
idaresinin bizzat Allah ve Resulü tarafından Ehl-i Beyt'e verildiği iddiasıyla
onun isbatından ibarettir. Dolayısıyla bu amaçlarına ulaşabilmek için dini ve
siyasi yetkiyle alakası olmayan ve Peygamber hanımlarıyla ilgili Kur'an'daki
Ehl-i Beyt kavramını bayraklaştırarak, İslam öncesi dönemde olduğu gibi siyasi
ve dini otoritenin kaynağı kabul etmişler ve iktidarı ele geçirmekte kılıf
olarak kullanmışlardır. Ehl-i Beyt'in kanı ve intikamı ya da
onlar adına iktidarı ele geçirmek için ortaya çıkan bir çok siyasi
fırka, binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. Ehl-i Beyt mensubu İmamları,
velayet sahipleri olarak o kadar yükseltmişlerdir ki nebilerle aynı mertebeye
koymuşlardır. Öyleki bazı yazarlar ve fırkalara göre, velayet, bir nevi imamın
nübüvveti ya da imamın yarı ilahlaştırılmasıdır. İmamın Nasutiliği ve Lahutiliğini dahi
tartışanlar olmuştur. Ayrıca Mehdi inancına inanmış topuluklar, müslümanların
problemlerinin çözümünü onun gelişine ertelemişler, ya da gözü açık bazı
kimseler kendisini mehdi ilan ederek yetki ve iktidarı ele geçirmeye
çalışmışlarıdır.
Ehl-i
Beyt’in kapsamına Peygamber hanımları dışında kimselerin sokulması yönündeki
rivayetler ve yorumlar, İslam’ın ilk dönemlerinde Emevilerle Haşimiler
arasındaki iktidar mücadelesinin tesiri altında kalınarak üretilmiştir.
Dolayısıyla bu anlayış, her hangi bir
kabileye veya soya karizma atfeden Arap yorumunun izlerini taşımaktadır. Bir kişinin veya soyun
kutsanması, dini Allah’a değil kişilere veya bir soya itaat haline dönüştürür
ve dinin siyasallaşmasıyla neticelenir. Ayrıca İnsanların özgürlükleri ve
liderlik hakları, bir kişinin, soyun veya grubun tekeline verilmiş olur.
Halbuki Ehl-i Kıble’nin tamamı Ehl-i Beyt’tir. Her birinin, seçme ve seçilme
hakkı vardır.
Geçmişte olduğu gibi
bugün de Şii dünyada veya bu nazariyeden etkilenmiş çevrelerde, Ehl-i Beyt dini
ve siyasi liderlikte meşruiyet kaynağıdır. Onlar adına siyaset yapılmakta,
partiler, vakıflar ve dernekler kurulmakta, iktidarlar ve rejimler el
değiştirmekte, rant kavgaları yaşanmaktadır. İmam'ın olmadığı dönemlerde Naib veya Dai Mutlak, imamın dini, siyasi ve hukuki bütün
yetkilerine sahiptir. Bu kimseler aynı zamanda büyük bir sermayenin de
sahibidirler. İsmaliler tarafından Da-i Mutlak olarak kabul edilen Kerim Ağa
Han, bugün dünyanın en sayılı zenginleri ve vakıf sahipleri arasındadır. Çünkü
Şii inancına göre Ehl-i Beyt için ayrılan " Humus" veya
"Hakkullah" adı verilen gelirler altıya taksim edilir ve üç hissesi,
"imam ortaya çıkmışsa, yani zahirse ona, değilse İmamın naibi olan adalet
sahibi müctehide verilir. "[87] Onikiimamiyye Şiasında, 12. İmam
mehdi gelinceye kadar halkın din ve dünya işlerinde tek otorite müctehidlerdir.
Ayetullahlardan oluşan müctehidler grubu, topluca Merci-i Taklîd kabul edilir. Humeyni ile birlikte bu yetki Velâyeti Fakîh sıfatıyla tek kişide
toplanmıştır. O, onikinci imamın naibi durumundadır; gücünü de bu mezhebin bir
inanç esası olan Masum imamların sünnetine ittiba ya da
Ehl-i Beyt'e itaat akidesinden almaktadır. Bu inanç İran İslam devriminin gerçekleşmesinde ve
onun için gerekli olan sermayenin temininde önemli bir rol oynamış ve İran
İslam Cumhuriye'ti Anayasasınca değiştirilemez bir madde olarak benimsenmiştir.
KAYNAKÇA
--Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye, thk.Abdulazîz ed-Dûrî-Abdulcebbâr
el-Mutallibî, Beyrut trz.
Ateş, Süleyman, "İmamiyye
Şiası'nın Tefsir Anlayışı", AÜİFD., XX(1975)
Ahmed el-Kâtip, Tatavvuru'l-Fikrî's-Siyâsi
eş-Şiî mine'ş-Şûrâ .... ila
Velâyeti'l-Fâkîh, London 1997.
el-Alûsî, Mahmud Şükri, Bülûğu'l-Ereb
fî Ma'rifeti Ahvâli'l-Arap, Beyrut trz.
Atay, Hüseyin, Ehli Sünnet ve Şia, Ankara 1983.
Atvân, Hüseyin, el-Emeviyyûn
ve'l-Halîfe, Beyrut 1986.
Birdoğan, Nejat,, Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik,
İstanbul 1990.
Bozkuş, Metin ,
Tarihten Günümüze Sivas Yöresinde Alevilik, Sivas 2000.
Ebû Reyâş Ahmed b. İbrahim el-Kaysî, Şerhu Hâşimiyyât'ıl-Kumeyt, thk. Davud Sellum- Nuri Hammûdî
el-Kaysî, Beyrut 1986.
Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn,
thk. Helmut Ritter, Wiesbaden 1980.
Ezrakî, Ahbâru Mekke,
thk. Rüşdi es-Salih Melhes, Mekke 1983.
Fevzi, Faruk Ömer, el-Medhal
ila Târîhi Âli'l-Beyt münzü Fecri'l-İslâm hatta Matlai Asrı'l-Hadîs, Amman
1998.
Fevzi, Faruk Ömer, “ Ehl-i Beyt Kavramı Üzerine ... “, çev. M. Bahaüddin Varol, SÜİFD., 9(1999),
397-404.
Fığlalı, Ethem Ruhi, İmamiyye
Şiası, Ankara 1984.
Hasan b. Muhammed, " Kitabu'l-İrca",
çev. Sönmez Kutlu, AÜİFD., XXXVII
(1998).
Hatipoğlu, Mehmed Said, " İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği",
AÜİFD., 23(1978).
İbn Abdilhakem, Abdullah, Sîretu
Ömer b. Abdilazîz, Mekke trz.
İbn Babeveyh el-Kummî, el-İmâme
ve't-Tabsıra mine'l-Hayre, Beyrut 1985.
İbn Tağriberdî, en-Nücûmu'z-Zâhire
fi Mülûki'l-Kâhire, Kahire trz.
İbnu'l-Esîr, el-Kâmil,
Beyrut 1965.
İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye,
thk. Mustafa es-Saka ve Diğerleri, Kahire 1955. (II. baskı)
İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm,
Muhammed İbrahim el-Benna ve arkadaşları, İstanbul 1985.
İbn Kuteybe, Uyûnu'l
Ahbâr, Kahire 1925.
İbn Kuteybe, el-İmâme
ve's-Siyâse, thk., Ali Şiri, Mısır 1969.
İbn Manzûr, Lisânu'l-Arap,
Beyrut 1990.
İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra,
Beyrut 1958.
İrfan Abdulhamid, İslâmda
İtikâdi Mezhepler, çev. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981.
Kâsımî, Mehâsinü't-Te'vîl,
Mısır 1959.
Kehhâle, Ö. Rıza, Mu'cemû’
Kabâili'l-Arap, Beyrut 1991.
Kuleynî, Usûl
mine’l-Kâfî,Tahran 1388. (III. Baskı).
Kummî, Kitabu'l-Makâlât
ve'l-Fırak,Tahran 1964.
Makrizî, Kitâbu'n-Nizâ’
ve't-Tehâsum fimâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşîm, thk. Hüseyin Munis,
Kahire 1988.
Makrizî, Fazlu Âl
el-Beyt, thk. Muhammed Ahmed el-Âşûr,
Kahire 1980.
el-Minkârî, Vak'atu
Sıffîn, thk. Abdusselam Harun, Kahire 1962.
Mûsevî, İbrahim, Akâidu'l-İmâmiyye
el-İsnâaşeriyye, Beyrut 1982.
el-Muzaffer, Şia
İçançları, çev.Abdulbakiy Gölpınarlı, İstanbul 1978.
Nevbahti, Fıraku'ş-Şîa,
Necef 1936.
Nüveyri,
Nihâyetü'l-Ereb fi Funûni'l-Edeb, Kahire 1923-1955.
Onat, Hasan, Emeviler
Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, Ankara 1993.
Onat,Hasan, "Şiiliğin Doğuşu Meselesi (Birinci Hicri
Asır)", AÜİFD., XXXVI(1997).
Öz, Mustafa, "Ehl-i Beyt", TDV. İslam
Ansiklopedisi.
Rağıb el-İsfehânî, el-Müfredât
fi Garîbi'l-Kur'an, Mısır 1322.
Sarıçam, İbrahim, Emevi
Haşimi İlişkileri, Ankara 1997.
Sofoğlu, Cemal, Şia'nın
Hadis Anlayışı, Ankara 1977 (Basılmamış Doktora tezi).
Şaban, M.A., Islamic
History, London 1971.
Sharon, Moshe,“Ahl
al-Bayt- People of the House”, Jerusalem
Studies in Arabic and Islam, VIII/2(1986),
ss. 169-184.
Sharon, Moshe, “ The Umayyads as Ahl al-Bayt”, Jerusalem
Studies in Arabic and Islam, XIV(1991), ss. 115-152.
Şener, Cemal, Benim
Kabem İnsandır, İstanbul 1996.
Şehristânî, el-Milel
ve'n-Nihal, thk. Abdulemir Ali Mehnâ-Ali Hasan Faûr, Beyrut 1990,
Şeyh Sadûk, Şii
İmamiyye'nin İnanç Esasları, çev. E.Ruhi Fığlalı, Ankara 1978
et-Tabâtabâî, Seyyid Muhammed Hüseyin, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1973 (II.Baskı)
Taberî, Târîhu'l-Umem
ve'l-Mulûk, thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, Beyrut trz.,
Tabersî, Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasen, Mecmû'u'l-Beyân fi
Tefsîri'l-Kur'ân, Tahran trz.
Tritton, A. S., İslâm
Kelâmı, Çev. Mehmet Dağ, Ankara 1983.
Türkdoğan, Orhan,
Alevi Bektaşi Kimliği - Sosyo-Antropolojik Araştırma- , İstanbul 1995.
Varol, Mehmet Bahauddin, Ehl-i Beyt ve Siyasi Faaliyetleri,
Konya 1999. (Basılmamış Doktora Tezi).
Watt, W. M., İslamic
Political Thought, Edinburg
1968.
[1] Bir çok alevi topluluklarında dini liderlerin peygamber veya imam soyundan geldikleri ve seyyit oldukları şeklinde bir enancın varlığı Alevi dedeleri ve Bektaşi Dedebabalarınca kabul edilmektedir. Bkz., Nejat Birdoğan, Anadolu'nun Gizli Kültürü Alevilik, İstanbul 1990, 239-240; Cemal Şener, Benim Kabem İnsandır, İstanbul 1996, 98-100; Orhan Türkdoğan, Alevi Bektaşi Kimliği - Sosyo-Antropolojik Araştırma- , İstanbul 1995, 346; Metin Bozkuş, Tarihten Günümüze Sivas Yöresinde Alevilik, Sivas 2000, 216-219.
[2] Kelimenin Arap dilindeki çeşitli kullanımları konusunda geniş bilgi için bkz. İbn Manzûr, Liânu'l-Arap, Beyrut 1990, II, 14-15; Rağıb el-İsfehani, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, Mısır 1322, 64. Bu kavram, Arap olmayan toplumların etkili ve nüfuzlu ailelerine de kullanılmaktadır. Bu konudaki örnekler için bkz. Moshe Sharon, “Ahl al-Bayt- People of the House”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, VIII/2(1986), 180-182.
[3] el-Alusi, Mahmud Şükri, Bülûğu'l-Ereb fi Ma'rifeti Ahvâli'l-Arap, Beyrut trz., III, 189.
[4]Bkz. Taberî, Târîhu'l-Umem ve'l-Mulûk, thk. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrahim, Beyrut trz., I. 1094-95; İbn Hişam, es-Sîretu'n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Saka ve Diğerleri, Kahire 1955, I, 123-24. (II. baskı); Faruk Ömer Fevzi, “ Ehl-i Beyt Kavramı Üzerine ... “, çev. M. Bahaüddin Varol, SÜİFD., 9(1999), 397.
[5] İbn Hişam, I, 125.
[6] Fevzi, agm., 397
[7] 2. Bakara 125.
[8] Fevzi, agm., 397.
[9] İbn Hişâm, I, 130.
[10] Alûsî, I, 189.
[11] İbn Hişâm, I,125; Ezrakî, Ahbâru Mekke, thk. Rüşdi es-Salih Melhes, Mekke 1983, I, 107.
[12] İbn Hişâm, I, 131; Ezraki, I, 110. Krş. Fevzi, agm., 398; M. Bahauddin Varol, Ehl-i Beyt ve Siyasi Faaliyetleri, Konya 1999, 85. (Basılmamış doktora tezi)
[13] İbn Hişâm, I, 130; İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübra, Beyrut 1958, I, 78.
[14]Bu konuda geniş bilgi için bkz. İbrahim Sarıçam, Emevi Haşimi İlişkileri, Ankara 1997, 71 vd.
[15] Bu görevlerin İslam öncesi ve Peygamber döneminde bu kabilelerden kimlerde devam ettiği konusunda geniş bilgi için bkz. Ezrakî, I, 110-11.
[16] Ümeyyeoğullarının Cahiliyye dönemindeki nüfuzları konusunda geniş bilgi için bkz. Sarıçam, 80 vd.
[17] Bkz. 17. İsra 42, 20. Taha 98;111; 37. Saffat 1-5; 38. Sad 65; 73. Müzzemmil 9; 112. İhlas 1.
[18]7. A'raf, 6.
[19] Bkz. 3. Al-i İmran 139.
[20] 49. Hucurat, 13.
[21] Mehmed Said Hatipoğlu, " İslam'da İlk Siyasi Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği", AÜİFD., 23(1978), 132.
[22] 53. Necm 39.
[23] 39. Zümer 9.
[24] Bu konudaki ayetler için bkz. 3. Al-i İmran 195; 23. Mü'minun 101-102.
[25] 18 Kehf, 44.
[26] 5. Maide, 55.
[27] 5. Maide, 56.
[28] 9. Tevbe, 71.
[29] Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, thk. Helmut Ritter, Wiesbaden 1980, 140 ; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, thk. Abdulemir Ali Mehnâ-Ali Hasan Faûr, Beyrut 1990, I, 166-167.
[30] 11. Hud, 45-46. Ayrıca bkz. 66.Tahrim, 10.
[31] Hatipoğlu, "Hilafetin Kureyşliliği", AÜİFD., 23(1978), 137.
[32] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Varol, 14-22.
[33] 3. Al-i İmran 68.
[34] 11. Hud 73.
[35] 28. el-Kasas 12.
[36] 33. Ahzab, 33.
[37] Hatipoğlu, "Hilafetin Kureyşliliği", AÜİFD., 23(1978), 140.
[38] 49.Hucurat 10.
[39] Hatipoğlu,"Hilafetin Kureyşliliği", AÜİFD., 23(1978), 125-126.
[40] Bir ayette, " Hiç kimse akrabasının günahını hafifletemez" buyrulmaktadır. Bkz. 35. Fatır 18.
[41] 11. Hud, 31.
[42] 42. Şura 38; 3. Al-i İmran 159.
[43] 4. Nisa 58.
[44] 4. Nisa 58.
[45]Kâsımî, Mehâsinü't-Te'vîl, Mısır 1959, XIII, 4853. R. Paret, kavramın ayetlerde belirlilik takısıyla ve takısız kullanılmasından ve Beyt’in Kur’an’da Kabe anlamında kullanılmasından hareketle Ehl-i Beyt’in Kabe’ye yönelerek ibadet eden kimseleri kapsadığını iddia etmekte ve ayete bu doğrultu da mana vermektedir. Bkz. Moshe Sharon ,“Ahl al-Bayt- People of the House”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, VIII/2(1986), 179.
[46] Bu rivayetler hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Muhammed İbrahim el-Benna ve arkadaşları, İstanbul 1985, VI, 406-412; Varol, 48-80.
[47] Ahmed el-Kâtip, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin'in Şura'ya önem verdikleri, ancak daha sonra babadan oğula geçen yönetime dönüştürüldüğünü klasik Şii kaynaklarını esas alarak ortaya koymuştur. Geniş bilgi için bkz. Tatavvuru'l-Fikrî's-Siyâsi eş-Şiî mine'ş-Şûrâ .... ila Velâyeti'l-Fâkîh, London 1997, 11-24.
[48] Hüseyin Atvân, el-Emeviyyûn ve'l-Halîfe, Beyrut 1986, 13.
[49] " Kim haksız yere öldürülürse onun velisi (olan mirasçısı) na(öldürülenin) hakkını aramayetkisi vermişizdir. " Bkz. 17. İsra 33.
[50] el-Minkari, Vak'atu Sıffîn, thk. Abdusselam Harun, Kahire 1962, 32, 81.
[51]Bu konudaki iddialar hakkında geniş bilgi için bkz. İbn Kuteybe, Uyûnu'l Ahbâr, Kahire 1925, II, 239; Hüseyin Atay, Ehli Sünnet ve Şia, Ankara 1983, 165; İrfan Abdulhamid, İslâmda İtikâdi Mezhepler, Çev. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981, 284; Krş.W. M. Watt, İslamic Political Thought, Edinburg 1968, 33, 38; A. S.Tritton, İslâm Kelâmı, Çev. Mehmet Dağ, Ankara 1983, 58.
[52]İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, thk., Ali Şiri, Mısır 1969, II, 4.
[53]Taberî, I, 3290.
[54]Bkz. Şaban, M.A., Islamic History, London 1971, I, 91-92; Atvan, 14-15. Emevilerin kendilerini Ehl-i Beyt olarak gösterebilmek için tarihi nasıl yeniden inşa etmeye çalıştıkları konusunda bkz. Moshe Sharon, “ The Umayyads as Ahl al-Bayt”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, XIV(1991), 139 vd.
[55] Abdullah b. Abdilhakem, Sîretu Ömer b. Abdilazîz, Mekke trz., 24.
[56] Taberî, II, 527. Krş., Varol, 84. Yezid, Abdullah b. Zübeyr'i ve ailesini Ehl-i Beyt olarak kabul etmektedir. Bkz. Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye, thk.Abdulazîz ed-Dûrî-Abdulcebbâr el-Mutallibî, Beyrut trz., 60.
[57] Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye, 43. İbn Kuteybe, " Artık kavminin efendisi oldun" şeklinde verir. Bkz. el-İmâme ve's-Siyâse, I, 175.
[58] Geniş bilgi için bkz. Ahbâru'd-Devleti'l-Abbâsiyye, 108-109.
[59] Muhtar es-Sakafi olayıyla ilgili geniş bilgi için bkz. Hasan Onat, Emeviler Devri Şii Hareketleri ve Günümüz Şiiliği, Ankara 1993, 93-114.
[60] Taberî, II, 633; İbnu'l-Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, IV, 172.
[61] Öldürülenlerin listesi için bkz. Sarıçam, 324.
[62] Bkz. " Kitabu'l-İrca", çev. Sönmez Kutlu, AÜİFD., XXXVII (1998), 326.
[63] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Onat, 43-113, 139-142.
[64] Nüveyri, Nihâyetü'l-Ereb fi Funûni'l-Edeb, Kahire 1923-1955, II, 360; Ö. Rıza Kehhâle, Mu'cemû’ Kabâili'l-Arap, Beyrut 1991, II, 674; Sarıçam, 411 (EK:V)
[65] Bkz. Ebû Reyâş Ahmed b. İbrahim el-Kaysî, Şerhu Hâşimiyyât'ıl-Kumeyt, thk. Davud Sellum- Nuri Hammûdî el-Kaysî, Beyrut 1986, 26, 30, 33, 55-56, 59-65, 110-113, 197, 202.
[66] Makrizî, Kitâbu'n-Nizâ’ ve't-Tehâsum fimâ beyne Benî Ümeyye ve Benî Haşîm, thk. Hüseyin Munis, Kahire 1988, 95.
[67] Bu konudaki rivayetler ve analizi için bkz. Moshe Sharon, “Ahl al-Bayt- People of the House”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, VIII/2(1986), 176 vd.
[68] Ahbâru’d-Devleti’l-Abbasiyye, 403-404.
[69] Nevbahti, Fıraku'ş-Şîa, Necef 1936; Kummî, Kitabu'l-Makâlât ve'l-Fırak,Tahran 1964.
[70] Tabersî, Ebû Ali el-Fadl b. el-Hasen, Mecmû'u'l-Beyân fi Tefsîri'l-Kur'ân, Tahran trz., IV, 357-8; Seyyid Muhammed Hüseyin et-Tabâtabâî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'ân, Beyrut 1973 (II.Baskı) , XVI, 312-313.
[71]Şia'nın bu konuda kullandıkları rivayetler ve Şiilin doğuşu ile igili iddialar konusunda geniş bilgi için bkz. Hasan Onat, "Şiiliğin Doğuşu Meselesi (Birinci Hicri Asır)", AÜİFD., XXXVI(1997), 79-117.
[72] Şia İçançları, çev.Abdulbakiy Gölpınarlı, İstanbul 1978, 50-51.
[73] el-Muzaffer, Şia İnançları, 51-52.
[74] Tabersî, IV, 357; Tabâtabâî, XVI, 312-313; Şeyh Sadûk, Şii İmamiyye'nin İnanç Esasları, çev. E.Ruhi Fığlalı, Ankara 1978, 110, 113; İbrahim Mûsevî, Akâidu'l-İmâmiyye el-İsnâaşeriyye, Beyrut 1982, I, 10; III, 179. Ayrıca bu konudaki dğer deliller ve hadisler için bkz. Makrizî, 35-41; Mustafa Öz, "Ehl-i Beyt", TDV. İslam Ansiklopedisi, X, 499.
[75] Bu konudaki hadisler için bkz. Makrizî, Fazlu Âl el-Beyt, thk. Muhammed Ahmed el-Âşûr, Kahire 1980, 51-52.
[76] Bkz. 5. Maide 41; 9. Tevbe 103.
[77] Şeyh Sadûk, 104.
[78] Şeyh Sadûk, 109.
[79] Şeyh Sadûk, 110
[80]Kuleynî, Usûl mine’l-Kafi,Tahran 1388 (III. Baskı), I, 186 vd.; Şeyh Sadûk, 123.
[81] Bkz. Şeyh Sadûk, 124; Krş. Kuleynî, Usûl, I, 187.
[82] el-Muzaffer, Şia İnançları, 52.
[83] İmamiyye'nin Kur'an'ı yorumlama metodları konusunda geniş bilgi için bkz. Süleyman Ateş, "İmamiyye Şiası'nın Tefsir Anlayışı", AÜİFD., XX(1975), 147-172.
[84] İmamiyye'nin Hadis anlayışı konusunda geniş bilgi için bkz. Cemal Sofoğlu, Şia'nın Hadis Anlayışı, Ankara 1977 (Basılmamış Doktora tezi).
[85] Bkz. el-İmâme ve't-Tabsıra mine'l-Hayre, Beyrut 1985, 75-76.
[86] İbn Tağriberdî, en-Nücûmu'z-Zâhire fi Mülûki'l-Kâhire, Kahire trz., IV, 229-230.
[87] Ethem Ruhi Fığlalı, İmamiyye Şiası, Ankara 1984, 234.