İSLAM’DA
AKTİVİZM VE QUİETİZM1:
İLK MÜRCİE’NİN DURUMU*
Michael Cook
Bu makalede ilk Mürciîliğin politik yapısının
teşekkülü ele alınnmaktadır. Yaygın görüşün aksine, ben Mürcie’nin aktivist
bir mezhep olduğunu tartışacağım. Tarihi geçmişine giderek, ilk Mürcie ile
ilgili yetersiz bilgimizi zikretmekle işe başlayacağım. Sonuçta kapsamlı bir
problem olan İslam’da aktivizm ve quietizm konusundaki kendi
bulgularıma yer vereceğim. Burada ana hatlarıyla sunduğum bu çalışma, İslam’ın
ilk dönemlerindeki Mürciî ve Kaderî tartışmaları içeren bir incelemenin
kaynakları konusunda çıkacak olan monogrofide etraflı bir şekilde ele
alınacaktır.[2] Araştırmamızdaki kaynak
kritiği ile ilgili hususiyet, bu özet makalemizde de açıkça görülecektir:
Siyasi görüşlerden çok kaynakların tartışması yapılacaktır. Kaynaklar, siyasî
tezahürlerden daha az ilgi çekicidir. Fakat bu makale, en azından, modern
yorumlarımızda esas aldığımız dayanakların (kaynaklar ve rivayetler) ne kadar
zayıf olduğunu anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
İLK MÜRCİÎLİK
Mürciîliğin klasik doktrini, imanın amellere dahil
edilmemesi inancından ibarettir.[3]
İyi davranışlı müminler olduğu gibi günah işleyen müminler de vardır, fakat
bunların hepsi mümindirler. Bu fikir, II. Ve III. Asırda yazılmış kaynaklarda
uzun uızadıya tartışılmaktadır. İslam’la ilgili konuları araştıran hiç kimse,
bunu görmezlikten gelemez. Bununla beraber kaynaklarımız, İlk Mürcie’den
(el-Mürcie el-Ûlâ) veya “İlk Mürciîlik” (İrcâ el-Evvel)’ten nadiren
bahsetmektedirler. Onlar, bunu, bir kimsenin, ilk iç savaştaki haklı ve haksız
tarafla ilgili hükmü ertelemesi gerektiği şeklindeki kelamî olmaktan çok tarihi
olarak klasik doktrinden önce olupolmadığı önemli bir sorudur, fakat onu burada
bir kenara bırakacağız.
Bu “ilk Mürciîlk’in” içeriği, erken dönemlere
ait iki kitapçıkta çok güzel bir şekilde açıkalnmaktadır. Birincisi, Muhammed
b. el-Hanefiyye’nin oğlu Hasan’a nisbet edilen ve herkesin okuması amacıyla
yazılan “Kitâbu’l-İrcâ”dır. Medineli ve Ali’nin soyundan gelen bu
şahsın, Halife Abdulmelik döneminde yıldızı parladı. (Muhtemelen onun döneminde
öldü.)[4]
onun mektubu kısa ve anlaşılması biraz güç Mürciî tavrı içermektedir. Bu
kitapçık, geniş bir tahli,liyle, Professor Josef van Ess tarafında yayınlanmış
bulunmaktadır. Van Ess, mektubun sahihliğini savunur.[5] Bu
husutaki ikinci kitapçık, Salim b. Zekvan’a nisbet edilen İbâdî bir metindir.[6]
Buna, başka açılardan, Dr. A. K. en-Nâimî tarafından dikkat çekilmiştir. Mürcie
aleyhtarlığı ile ilgili uzun bir tartışmayı içeren bu metni, yukarıda dikkat
çektiğim monografik çalışmamda yayınlayacağım. Bu esr, eğer sahihse, ilk
yetmişli yıllrda yazılmıştır. Bu, Van Ess’in 75/694 yılına tarihlediği Kitâbu’l-İrcâ
ile karşılaştırılabilir. Bunların gerçekten sahih olup olmadığı, monografi
çalışmamda uzun uzadıya tartıştığım bir sorudur. Bu münakaşada en önemli nokta,
onların ya her ikisinin sahih olarak kalması veya her ikisinin birden
sahihliğini kaybetmesidir.
Salim tarafından ağır bir şekilde eleştirilen
Mürciî doktrin, dil ve içerik itibariyle, Hasan tarafından ileri sürülen
doktrine son derece yakındır. Ayrıca Kitabu’l-İrcâ’nın metninin
anlaşılmasına ve düzeltilmesine büyük katkısı olacaktır. Bu doktrinin özü, şu
basit bilgi nazariyesinden ( epistemoloji) oluşur. Bir kimse, (a) olaylara
bizzat tanık olmamışsa (b) onlarla ilgili kesi,n bir delili de yoksa, onun bu
konuyla ilgili hükmünü ertelemesi[7]
gerekir. (Bu bilgi nazariyesinin kaynağı tesadüfen aklıma gelen, ilginç bir
sorudur: O ya yerli ve yaygın bir mantıktır veya bu dönemlerde varlığını
sürdüren Septik-Empirist gelenekten kaynaklanmaktadır.[8])
Bu bilgi nazariyesi (epistemolji) usturasının ilk kullanılması, ilk sivil
savaşlarda[9] olmuştur. bu esasa göre,
orada bulunmadığımız ve yalnızca çelişkili ifadeler duyduğumuz için, kimin
haklı kimin haksız olduğuna hükmedemeyiz. Bu birinci iç savaş, İslam’ın ilk
dönemlerinde, her hangi bir mezhebin kendisini tanımlaması konusunda çok önemli
bir temel oluşturduğu için, bu Mürciî doktrini, kasıtlı olarak, mezhep dışı bir
doktrin olarak görmek fazla önem arz etmemektedir.
Biz, bu doktrini hangi tarihi döneme yerleştireceğiz? Onu ilk defa kim, ne zaman ve nerede ortaya attı? Kaynaklarımızın yanıltmaya başlaması bu noktadadır? Mürciiliğin ilk çıkaranın kim olduğundan başlamak en kolaydır. Çünkü bu kaynakların cevaplamak için ortaya attığı bir sorudur. Daha da önemlisi onlar, üç karşıt cevap vermektedirler:
1-Yaygın cevap, yukarıda da bahsedildiği gibi, Kitabul
irca’nın yazarı olarak gösterilen Hasan’dır. Buna III. asra kadar yazılan biyografik eserlerde
çok rastlanır. Bu görüş, başta Van Ess olmak üzere -alternatif cevapları
tartışmadan kabul eder- bir kaç çağdaş bilim adamı tarafından
benimsenmiştir.
2- İkinci cevap, Evzai (öl.157/773)’ye atfedilen ve Ebu Davut es-Sicistani (öl.257-870) tarafından da rivayet edilen görüştür. Burada söylendiğine göre, Mürciiliği ilk ortaya atan kişi, 82/ 701’de Cemacim savaşına katılmış Kays b. Ebi Müslim el-Masır adında Kufe’li biridir. Bunun kısa tartışması, Helga Brentjes ve W. Madelung tarafından yapılmıştır.
3- Üçüncü cevap -ilk Hanbeli kaynaklarda da çok göze çarpar- Cemacim’de savaşmış, oldukça meşhur bir Kufe’li Zerr b. Abdillah’tır. Bu cevap, birçok dökümanda yer almasına rağmen, bildiğim kadarıyla çağdaş alimlerce tartışılmamaktadır.
Görüldüğü gibi, Mürciiliği ilk ortaya atan rolünde üç ayrı adaya sahibiz.[10]
Mürciîliğin ne zaman ortaya çıktığı meselesi,
kaynaklarımızın sık sık, doğrudan bahsettikleri bir konu değildir. Kaynaklar,
genel olarak, bizi I. asrın 70/689’li veya 80/699’li yılları üzerinde düşünmeye
davet etmektedir.[11] Eğer daha sağlam
delillere baş vurursak, yine çelişkilerle karşılaşırız. Hasan’ın bu fikri ilk
ortaya atması rolüyle ilgili tüm gelenek, onun (son derece tartışmaya açık)
ölüm tarihini Cemacim öncesi olarak tespit etmemizle ilgilidir.[12] O
halde, İrcâ 82/701’den önce başladı. Yine de kaynaklarımızda, tarihle ilgili
kesin tek ,ifade, İrcâ’nın İbnü’l-Eş’as’ın yenilgisinden yani 82/701’den sonra
ortaya çıktığını açıkça bildiren rivayettir. Bu konuyla daha fazla uğraşmamıza
gerek yoktur.
İrcâ’nın nerede ortaya çıktığı meselesine gelince,
bu fikri ortaya atan muhtemel şahsı belirlerken, kaynaklarımız bunun cevabını
net olarak vermemektedirler.[13]
Hasan Medine’li, oysa Kays ve Zerr Kufe’lidirler. Bu şekliyle, konu, bizim
görüş belirtmemizi gerekli kılmaktadır. Hasan ve dolayısıyla hicazlı olması
lehinde, onun üyeliğinin genelde kabulü, daha sonra kaynakların yanısıra, kendi
yazdığı Kitâbu’l-İrcâ tarafından da desteklenmektedir. Fakat sonraki
kaynakların onayladıkları, bize göre, gereğinden fazla bizi etkilememelidir.
Eğer sadece isnadda Hasan’a atfedildiğini kabul edersek, bu mektup tartışmanın
kuvvetli bir dayanak noktası olur. Üzerinde duracağımız bu sebepten dolayı, bu
isnad şüphelidir. Burada başta mektubun metni olmak üzere, Hasan’ın bir Mürciî
olduğuna dair mevcut dökümanımızın, hemen hemen tamamının, özellikle de bu
kitapçığın metninin Kufe kaynaklı olduğunu belirtmek yeterlidir. Bizzat
Hicaz’dan gelen rivayetlerden de müstakil bir kanıt elde etmek mümkün değildir.
Hatta Mürciî kaydı (bu rivayetlerde) bizzat yoktur. İrcâ’nın Kufe kaynaklı
oluşu, kaynaklarımızdan öğrendiğimize göre, bu akımın ağır basan Kufe’li
karakteriyle tam olarak uyuşmaktadır.
Bu sebeple, benim tercihim,İrcâ’nın Kufe kaynaklı
olduğu yönündedir. Hasan’ın iddia edilen rolünü, Kufe Mürciîliği lehinde Ortaya
atılmış bir iddia olarak açıklamaya devam edeceğim. Kufe Mürciîlerinin ilk
muhaliflerinin Kufe Şiileri olduğunu hatırlayacak olursak, o zaman, Ali’nin
soyundan ve Hicaz’lı kurucu rolündeki önemsiz bir kişinin böyle bir çağrısı,
maksatlı polemik bir harekete benziyor. Fakat Hasan’ın rolünün tarihiliğine
inanan bir kimse, bu yorumu mükemmel bir şekilde tersine çevirebilecektir:
Zerr’in rolüyle ilgili belgeler, Hanbeli kaynaklı bile olsalar, belirgin Kufe
Şiiliği’nin izlerini taşıyan isnadlarla doludur ve bu isnadlar, ikinci derecede
bir Şii uydurması olarak görülebilir. Bundan sonraki satırlarda, Medine ve Kufe
kaynaklı şeklindeki her iki görüşü de alternatif hipotezler olarak göz önünde
bulunduracağım.
İLK MÜRCİÎ SİYASET
İkinci derecedeki kaynakların çoğunda, Mürciîliğn
politik adı pek cazip değildir. En iyisi, quietistler oldukları, en
kötüsü ise mevcut rejimin uysal destekcileri oldukları şeklindeki bilgilerdir.
Bu lakab, öncelikle, iıknci yüzyıla ait, özellikle de ilk Hanefilikle ilgili
bir belgeye dayanır. Hanefiler için böyle bir şey söylememizin ne ölçüde doğru
konusunu, burad ele almamıza gerek yoktur. Benim tartışmak istediğim konu, bu
imajın tartışmasını yaptığımız “İlk Mürcie”yi kapsayacak kadar, haklı
olarak geriye götürülüp götürülemeyeceğidir.
Bunun ilk Mürcie’ye kadar geriye
götürülebileceğini gösteren, farklı yorumlara müsait olmayan ve son derece açık
olan tek metin verdır.Kitâbu’l-İrcâ’nın bir bölümünde, Hasan, aşırı
Şiileri, Emeviler ve Allah hakkında yalan uydurmakla itham eder (ve a’lenü’l-Firya
alâ beni Ümeyye ve alâ’l-Allah). Van Ess de, Hasan’ın eserindeki diğer
pasajları ve ondan miras kalan diğer konuları (Kaderiyye’yi reddi, mut’ayı
reddeden meşhur hadisin isnadında yer alışı, peygamberin ölümünden sonra
ganimetin taksimine karşı olması rivayeti-bu rivayet maalesef çok fazla tahrife
uğramıştır-) Emevî taraftarlığı veya quietist anlamında yorumlanmıştır.
Burad bunları etraflıca tartışmak istemiyorum. Benim ısrarla üzernde durmak
istediğim nokta, bunların hiç birinin, Hasan’ın lehinde, Emevî taraftarlığının
veya quietist tavrın müstakil bir delilini vermemektedir. Bir başka
deyişle, eserde Benî Ümeyye’ye atıfta bulunan ifade, tartışma
götürmemesine rağmen, kuşkusuz tek bir ifadedir.
İlk Mürciîliğin, Ümeyye oğulları taraftarlığı veya
quietist demek olduğu tezine karşı getirilebilecek deliller nelerdir?
Birincisi, burada gözden kaçmayan ve vurgulanması gereken bir gerçek vardır:
Madelung’un da ortaya koyduğu gibi, Mürciîler, Cemacim Savaşında isyan
edenlerin yanında yer almışlardır. Buna ilk Mürciî rolündeki iki aday olan hem
Kays, hem de Zerr dahildir. Bunu Hasan’ın mektubundaki Emevi taraftarlığıyla
uzlaştıracak garip veacelece ortaya atılmış bir hipoteze gerek vardır. Madelung
gibi, bu isyana katılan Mürciilerin, ya kendi prensiplerine ihanet ettiklerini
veya Van Ess gibi, onların Hasan’ın “ilk iç savaşla” ilgili doktrinini
benimsemediklerini, fakat çağdaş politikalarında hiçbir zama faydasını
görmedilerini düşünebiliriz.
İkincisi; yukarıda bahsedilen İbadî bir eserin
tanıklığıdır. Salim’den öğrendiğimize göre, Mürciîler Muaviye’den teberri[14]
ediyorlardı. (O, Mürciîliğin genç nesli kendilerine katılmaya davet etmekle
“genç neslin Muaviye konusunda hiç bir bilgileri olmadığı şeklindeki (İrcâ)
nazariyelerini ihlal ettiklerine dikkat çekmek için böyle bir şeyi zikreder.)
Bununla beraber, Mürcie içinde o günün yöneticilerinin durumu konusunda farklı
görüşler olduğunu da öğrenmekteyiz; bazıları, onları dost edinilmeleri
yasaklanmış günahkar mü’minler (mü’minûn dâllûn) olarak kabul ederken, diğer bazıları,
onlşarı kesin kafir olarak görürler. Salim, iki grubu karşı karşıya getirmek
için bu uygun polemikten yararlanmıştır. O, rejim hakkında daha olumlu bir
görüşe sahip olan Mürcie’ye hiç atıfta bulunmaz, açıkça sükut eder. Çünkü bu
tip görüşlerden kendi tartışma mihverinde istifade edilecektir. Aynı şekilde, o
böyle bir manzarada, Hasan’ın Emevileri destekleme tavrına uygun garip ve
acilen ortaya atılmış özel bir hipoteze gerek duyabilir.
Bu durumda, Kitâbu’l-İrcâ’da Emevilerin
lehine bir atıfta bulunmasını nasıl izah etmeliyiz? Muhtemelen iki ayrı yorum
akla gelmektedir: birincisi, isnadla ilgili değerlendirmelerden
kaynaklanmaktadır. Daha önce söylediğim gibi, Hasan’ı bir Mürciî olarak kabul
eden dökümanın tamamına yakını Kufe kaynaklıdır. (Kufeli olmayan az bir kısmı
ise, Basra kaynaklı görünüyor.) Fakat bunun içerisinde, dökümanın iki farklı
türü birbirinden ayrılabilir. Birincisi, isnadları II. Asrın ilk yarısındaki
Kufeli ravileri gösteren kesin Kufeli döküman diyebileceğimiz metinlerimiz var.
Bu rivayette, kısmen, kufeli Şiiler rol oynadı. (Hasan’ın Kaderîler’e karşı
tepkisini açıklayan rivayet buna örnek verilebilir.) Fakat en dikkat çekici
konular, Kufeli Mürciiler’den –tamamıyla gerçek veya tartışmalı Hicazlı kurucu
liderin mirasını ellerinde bulmayı ümit ettiğimiz bu kimselerden gelmektedir.
İkinci olarak, bu kesin kaynaklı dökümanların
yanında, ikinci derecede Kufe dökümanı adını verebileceklerimiz vardır. Bu
gruba giren rivayetler, II. Asrın sonlarında yaşamış Kufeliler tarafından
rivayet edilmişlerdir. (Kufe asıllı olmasına rağmen Mekke’de yerleşmiş olan
büyük hadisci Süfyan b. Uyeyne’yi buraya dahil etmemizin bazı gerekçeleri var.)
Fakat Kufelilerin kendilerinden rivayette bulundukları bu otoriteler, çok eski
ve hayatları net olmayan Hicazlılardır: Mekkeli Amr b. Dinar (öl. 126),
muhtemelen onun genç çağdaşlarından Abdülvahid b. Eymen ve Medineli Osman b.
İbrahim el-Hatibi. Bu ikinci derecedeki Kufeli dökümanın iki önemli özelliği
vardır. Birincisi, isnadlar son derece şüphe uyandırıcıdır. Mesela, ilk
Mekkelilerden olan hadisci Abdülvahid b. Eymen, özellikle 190’lard veya daha
sonra ölen Kufelilerin rivayette bulunduğu birisidir. İkinci olarak bu
materyal, bu metin de dahil, Kitâbu’l-İrcâ’ya yapılan bütün atıfları
içerir. Sadece yazarı Hasan’ı, böyle bir eseri yazdığına pişman ettiren muhalif
bir rivayet istisnadır. Üstelik bu atıflardan birisi onun doktrinini el-İrcâ
el-Evvel şeklinde açıkça yapmış olduğu bir sınıflandırmayı içerir. İlk iç
savaşla ilgili iman konusunda ortaya çıkan kötü bir bidatin aksine olarak
beğenilen bir tavır şeklinde ima edilmiştir.
Bu değerlendirmeler ışığında ele alacağımız bu
hipotez, aşağı yukarı bunun gibidir. Klasik türdeki aşırı Mürciîliğin Kufede
zayıflamaya başladığı ikinci yüzyılın ikinci yarısındaki bir dönemde, Mürciî
mirastan düzeltilebilecek olanı düzeltmek için bir teşebbüste bulunuldu. Bu
kurtarılan kısım, rolü uygun bir şekilde oynanmış Hicazlı kurucunun ilk
Mürciîliği şeklinde takdim edildi. Kitâbu’l-İrcâ’nın metnine sahip
olmamızı sağlayan böyle bir teşebbüse şükran borçluyuz. Fakat buna uygun
olarak, bu metne orjinal şekliyle sahip olduğumuz konusunda güvence veremeyiz
ve bütünüyle korunabilmesi için ödenmiş olabilecek bir bedel de, bir çeşit
politik neşriyat olmasından kaynaklanmış olabilir. Hasan’ın Cemacim’den önce
öldüğü rivayetini, daha çok onu Mürciî hareketten ayırma teşebbüsünün bir ürünü
olarak yorumlayabiliriz. Bu bağlamda, Kitâbu’l-İrcâ’yı yazdığı için
Hasan’dan tövbe etmesini isteyenin kim olduğunu bilmek büyük önem arz
etmektedir. Maalesef bu isnad, böyle bir soruyu cevaplamamıza müsade etmeyecek
kadar yetersiz ve düzensizdir. Bu rivayetin Kufeli veya Basralı olduğunu,
Kufeli kabul ettiğimiz takdirde, Mürciîlere veya Şiîlere ait olduğunu söylemek
zordur.
Bununla beraber, böyle bir şey, daha çok, fındık
kırmak için balyoz kullanmaya benzer. Kitâbu’l-İrcâ’daki “Beni
Ümeyye” ifadesinin daha doğru bir yorumu metnin tahrifi demektir.
Elimizdeki eserin birkaç bölümü açıkça tahrif edilmiştir ki bunların asıl
metnini tespit edebilmemiz zordur. Bizim üzerinde duracağımız pasajda tahrif
edilmiş böyle bir pasajdır. Akla gelen ilk ihtimal, belli bir dönemde metni
rivayet ederken, “Nebiyellah” ibaresinin “beni ümeyye” şeklinde
yanlış okunmuş olduğudur.
Bir kimse, ister Mürciîliğin aktivist ister quietist olarak ele alınsın, geriye açıklanması gereken bir şey kalmaktadır. Benim iddiam, aktivist oldukları nazariyesine kıyasla açıklanması gereken daha az nokta vardır.
İSLAM’IN İLK DÖNEMLERİNDE AKTİVİZM VE QUİETİZM
Herkesin bildiği gibi İslam siyasi bir dindir. Ümmet
ve İmamet, İslam toplumunda tarih boyunca etkili olan siyasi ve dini
kavramlardır. Tıpatıp benzer bir duruma Hrıstiyanlıkta rastlanmaz. Bu şekilde,
temel müslüman siyasi değerleri var olunca, o zaman ilk bakışta, müslümanın
siyasi görevininbu değerlerle ilgili bir şeyler yapmakta yattığı tahmin
edilebilir. Bu anlamda böyle bir aktivizm İslam’da mevcuttur. Burada
Hristiyanlığın aksine, kendisini mazur göstermek için çalışması gereken quietist’lerdir.
Mesla, iki büyük Şiî mezhebi olan Zeydîler ve İmamîler arasındaki karşıtlığı
ele alalım. Aşırı aktivist’lerin mezhebi olan Zeydîliğin siyasi
düşüncesi, açık ve bağımsızdır; İmamiyye’nin siyasi görüşleri ise, aksine, gaybet
ve takiyye gibi fikirleri son derece ayrıntılı bir şekilde ele
almakla tanınır. Bu iki görüşten her biri (Takiyye ve Gaybet)
İmamiyye’nin quietist bir mezhebe dönüşme konusunda, ne kadar
zorlandığının ve baskı altında kaldığının açık bir delilidir.
Bu aktivist miras, İslam tarihinde kabile
toplumunun esas önemini yansıtır. Müslüman dünyayı oluşturacak toprakları
fetheden, kabile mensuplarıydı. Onlar yüzyıllar boyu aktivist hareketin
canlı kalması için ellerinden geleni yaptılar. Ummn’lı, Yemen’li ve Fas’lı
İmamiyye’nin kabilevi çevrelerini veya İbn tumart ve Sudan’lı mehdinin
durmlarını (cariers) bunun kanıtı olarak alabiliriz. Diğer büyük dinlerden
farklı olarak İslam, kabile dayanışmasında son derece başarılı bir ideolojidir.
(Hz.) Muhammed’in kıyıda köşede kalmış taklitçilerinin bolluğunu da buna delil
olarak gösterebiliriz.
Fakat genelde, Müslüman dünyası, siyasetinde bu
manevi özelliğini güçlükle sürdürebildi. Halifeliğin yerleşik hayata geçmiş
bölgelerinde, siyasetin sosyal temellerinin değiştirilmesi için iki süreç
işletildi. Birincisi, yeni ve oldukça farklı siyasi ve askeri bir sınıfın
ortaya çıkmasıyla kabile mensuplarından oluşan fetih ordularındaki dayanışma
ruhunun yavaş yavaş zayıflamasıydı. İkincisi, fethedilen bölgelerdeki halktan
çok sayıda insanın İslam’ı seçmesiydi. Öyleki İslam’ı seçmenin imtiyazlı
fatihler sınıfına katılmak anlamına geldiği konusunda artık hiç bir şüphe
kalmamıştı. Bu iki sürecin sonucunda siyasi iktidarın uygulamalarına destek
olmayan ve onu elde etmek için gerçekçi bir beklentisi olmayan çoğunluğu
oluşturan Müslüman bir halk tabakası meydana geldi.
Bu şartlar altında, işniz siyaset değilse, en
iyisi ondan uzak durmak gerektiği fikrinin, giderek daha fazla üzerinde
durulması bir sürpriz değildi. Yani fitne varsa kapıları kilitle ve evde otur.
İknci asırda, bir dönüm, bir yığın bu çeşit tavsiyeler, hadisciler arasında
dolaşmaya başladı; üçüncü asrın ilk başlarında ise Abbasî aşırılığına karşı
siyasi anlaşmazlıkta Hanbelî akımının politik olmayan bir siyaset geleneği
hakim oldu.
İlk Mürcie’nin durumu, bu genel perspektife tam
olarak uymaktadır. Çevre, herhangi bir kabileye mensup fatihlerin Irak’taki
büyük yerleşi,m merkezi olan Kufe’dir.[15] Irak
, imparatorluğun en büyük eyaletidir.Fakat ilk iç saavaşın sonucu olarak
–ikinci iç savaşla da doğrulandı-eyaletten öteye bir şey omamaya mahkum
etmişti.Yavaş yavaş Irak’ın askeri rolünü, daha tecrübeli Suriyeli askerler
üstlenmeye başladı. Suriyelilere karşı başarısız olmalarından dolayı, Kufeliler
Harici isyancı Sahib ve putperest Zunbil’e karşı görevlerini ifa etme konusında
ellerinden geleni yapmadılar. Kufeliler, çok faydasız duruma düştüler. Bu
süreç, İbnü’l-Eş’as isyanında ve cemacim felaketinde yayıldı ve bu iki savaşla
hızlandı. Bundan sonra gerçek iktidar hiç Kufelilerin elinde olmadı. Sadece
iktidarın hatırası ve kuruntusuyla yaşadılar. Şiî cephede Kufelilerin hissiyet
ve isteksiz bir aktivizmi ruhi taşkınlıklara dönüştü. Muhtermelen,
burada, İmamilik ,Abbasi devletiyle uzun süre dayanışma içersinde olacağı quietist
bir inanç haline geldi. İhtida amili, aynı yönde işledi. İkinci iç savaş
sırasında, bütün ordu muhtedilerden oluşturulabildi. Fkat o, sopalarla
silahlandırılmış bir orduydu. Sonraki dönemde, ilk savaşa katılanlar arasında
silahları bırakıp sivil görevler üstlenen böyle kimseler olabilirdi. Şüphesiz
mühtediler bazı aşırı ruhani şahısları temin etti; onlar da quietizm’in
gelişmesi için gerekli ortamı
sağladılar.
Bu arka plan çerçevesinde, hem ilk mürciî aktivizmi,
hem de quietizme’e doğru kayan sonraki gelişme, tarihi açıdan oldukça
anlamlıdır.
1 Türkçe’de tam karşılıklarını
bulmak biraz zor olduğundan bu
kavramları aynen kullanmayı tercih ederek Türkçe’ye çevirmekten kaçındık.
Ayrıca bu kavramların, erken dönemde ortaya çıkan İslam mezhepleri ile
irtibatlı kullanılıp kullanılamayacağı, onların siyasi eğilimlerini doğru
olarak yansıtıp yansıtmayacağı tartışmaya açık bir konudur. Aktivizm, siyasi
bir kavram olarak, bir takım siyasi sosyal değişimleri gerçekleitirebilmek için
güç kullanma da dahil her türlü icraatı gerekli gören eğilimlerin ortak
ismidir. Quietizm ise, siyasi iktidarın uygulamalarına destek olmayan, siyasi
beklentisi bulunmayan ve bu yönde faaliyet gösremeyen; köşeye ve inzivaya
çekilmeyi; tarafsız ve sessiz kalmayı benimseyenlerin tavırlarını ifade için
kullanılan bir kavramdır. Cook, bu kavramı, Sâlim’in Sîre’sinde
zikredilen ve Mürcie’den tamamen farklı bir grup için kullanır. Salim onlara
her hangi özel bir kavram kullanmadan, onlardan “bir grup insan (fietün)” diye söz etmektedir. Cook’un kendisine
Quietist dediği bu kimselerin temel Salim şu şekilde zikretmektedir: “Toplumun
yöneticileri, insanlara zulmetmişler ve yertüzünde haksız olarak bozgunculuk
yapmışlardır. Ancak biz onların bu yüzden cezalandırılacaklarını
affedileceklerini bilmiyoruz.” (Cook bunları Sîre’nin 187. sayfasından
nakletmektedir. Bkz. Early Muslim Dogma, Cambridge 1981, s.31.) ve “yine
toplumun yöneticileri, kötü ve sapmış kimselerdir. Belki onlar hakka döner,
içine düştükleri sapıklıktan vaz geçerler.” (Cook, bu görüşleri Sîre’nin 185.
sayfasından nakletmektedir. Bkz. Early Muslim Dogma, s.34.). Cook, yukarıda
zikredilen bu görüşleri benimseyen ki,mselere Quietist kavramını
kullanmaktadır.
Diğer
taraftan Quietizm 17. yüzyılda İspanya, Fransa ve İtalya’daki Roma
Katoliği içersinden çıkan ve tamamen pasif bir zühd hayatını benimseyenler
olarak tanımlanan İspanyol papaz Miguel Molinos (1628-1696)’un başını çektiği
mistik bir hareketin adıdır. Bunlar, meditasyona, ruhani zühde, sözlü dualara,
İsa ve Meryemkültüne önem vermedikleri için Cizvitlerin eleştirisine muhatap
olmuşlardır. Onlar, tamamen pasif bir zühd hayatına ve “İçsel bir Işığa”
inanırlar. Onlara göre Allah, niyaz,
dua, arzu ve istek olmadan da tek tek ruhlarla konuşabilir. Ancak ruhun böyle
bir şeye tam bir sükunet içersinde hazır olması gerekir. İnsan tabiatı ve
kurtuluşu konusunda kötümser bir doktrin benimseyen bu gruba göre, saf iman,
fikirler ve inançlardan daha önemlidir. Saf sevgi de, her hangi bir şeyin
sevgisi değil, sevgi amacıyla beslenen bir sevgidir. Bu konuda geniş bir bilgi
için bkz. E. Royston Pike, Encyclopedia of Religion and Religious, London 1951
(I. baskı), s.314; Vergilius Ferm, “Quietizm”, An Encyklopedia of Religion, ed. Vergilius
Ferm, s. 631-632; The Encyclopedia of Religion, ed. Mircea Eliade, London 1987.
(Quietizm maddesi) E. Herman, “Quietism”, Encyclopedia of Religion
and Ethics, ed. James Hastings, New York, c. X, s.533-538.
Aktivizm,
İslam Mezhepler Tarihi’nin kavramları arasında, siyasi çekişmelerden uzak
duran ve tarafsız kalan anlamında, Mutezile (Bkz. Nâşi el-Ekber,
Ebu’l-Abbas abdullah b. Şirşîr el-Enbarî (293-906), Mesâilu’l-İmâme,
Kitâbu’l-Evsât fi’l-Makâlât, thk. Joseff Wan Ess, Beyrut 1971, s.17;
Ebu’l-Hüseyin Muhammed b. Ahmed el-Malatî (377/987), et-Tenbîh ve’r-Red alâ
Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida’, thk. Zahid Kevserî, Kahire 1991, 28-29.), olaylar
hakkında şüpheleri bulunanlar anlamında Şükkâk (Bkz. İbn Asâkir,
Ebu’l-Kâsım Ali b. El-Hasan b. Hibetullah b. Abdillah eş-Şâfî (571/1175), Târihu
Medîneti Dımeşk, Osmân b. Affân kısmı, thk. Sekîne eş-Şihâbî, Dımeşk 1954,
s.504.) ve köşeye çekilenler anlamında Huleysiyye (Bkz. Nâşi
el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme, 16.) kavramı kullanılmaktadır. Batıda çağdaş siyasi
dğüşüncenin bir ürünü olan veya Hıristiyan bir grup için kullanılan ve Cook
tarafından başlık olarak seçilen bu iki kavramın İslam tarihinin ilk
dönemlerinde ortaya çıkan, tamamen farklı özelliklere sahip siyasi ve itikadi
ekollerin iktidara karşı tavırlarını
ifade için kullanılmasının doğru olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü Emevîler
döneminde Şia’nın veya Haricîler’in yanında yer almamak ve iktidara doğrudan
destek vermemek veya karşı çıkmamak siyasetin dışında olmak anlamını
taşımıyordu. Bilakis bu farklı bir siyaseti benimsemek demekti. Mesela
Mürciiler, Hariciler gibi Hz. Ali, Osman ve diğer sahabeyi tekfir etmiyorlar;
Şiiler gibi Osman ve taraftalarını tekfir ederek, Ali ve taraftarlarını göklere
çıkarmıyorlardı. Ayrıca onlar, Emevi yönetiminin Hz. Ali’yi kampanyasını da
desteklemiyorlardı. Hz. Ali ve Osman’ı her ikisini birden sevmemek veya birini
sevip diğerine lanet okumak nasıl siyasi bir tavırsa, bu şekildeki görüşleri
reddederek bu iki halifeyi ve siyasi anlaşmazlıklarda onlara taraf olanların ve
bu uğurda ölenlerin durumlarını Allah’a bırakmak da, I. Hicrî asrın ortalarında
bizatihi siyasi bir tavırdı. Bu onların, siyasetten el çekmelerini
gerektirmiyor veya resmi bazı kadrolarda görev almalarını, hatta iktidarın
haksız uygulamalarına karşı çıkmalarını engellemiyordu. Diğer taraftan, Mürcie
arasında siyasi iktidara karşı itaati telkin edenler, haksız tarafla
mücadelenin şart olduğunu ileri sürenler ve uzleti tercih edenler olmak üzere
üç eğilim vardı. Ancak Mürcie içersinde haksız tarafla Mücadelenin şart
olduğunu şart koşanlar, diğerlerine nazaran daha ağır basmaktaydı. Bu konuda
geniş bilgi için bkz. Sönmez Kutlu, Mürcie ve Horasan-Maveraünnehir’de
Yayılışı, Ankara 1994, 60-66; 94 vd. (Basılmamış doktora tezi). Ayrıca
günümüz kavramlarıyla geçmişteki olayları, geçmişin kavramlarıyla da günümüz
olaylarını tanımalamak, anlam kayması ve kavram kargaşasına sebep olabilir. Bu
konuda dikkatli olmada fayda vardır. İslam düşüncesindeki mezhep adlarının çoğu
önyargılı muhaliflerce verildiğinden tartışmalıdır. Buna bir de farklı
kültürlerde ortaya çıkan akımlar için kullanılan kavramlar ilave edilirse,
durum daha da tartışmalı hale gelecektir. (Çev.)
* “Activizm And Quietizm In
Islam: The Case Of The Early Murjia”
adlı bu makale, Islam and Power (ed. Alexander S. Cudsi ve Ali E. Hilal
Dessouki, London 1982) kitabının 15-23 sayfaları arasında yayınlanmıştır.
**
2. ve 5. dipnotlar makale yazarına
aittir. Diğerleri ise, yazarın bazı görülerinin eleştirisiyle ilgili olarak
konulmuştur. Bunu göstermek için (Çev.) kısaltmasını kullandık.
[2] Early Muslim Dogma: A
Source-Critical Study, Cambridge 1981, (Cambridge Üniversitesi yayını.)
[3] Amellerin imana dahil
edilmemesi Mürciî iman nazariyesinin sadece bir esasıdır. Bu iman nazariyesi,
bu essaın dışında imanın dil ile ikrar olduğu veya kalb ile tasdik olduğu ya da
her ikisi olduğu, imanda istisnanın bulunmadığı, imanda eşitlik, imanın artma
ve eksilme kabul etmemesi, büyük günah sahibinin durumu hakkında verilecek
hükmün Allah’a bırakılması, büyük günahın dinden çıkarmaması, Allah’ın
va’dinden dönmemesi, fakat vaîdinden dönebilmesi gibi temel esaslardan oluşur.
Geniş bilgi içn bkz. Kutlu, Mürcie ve Horasan-Maveraünnehir’de Yayılışı,
103-151 (Çev.)
[4] Kaynakların çoğu, onun Ömer b. Abdulaziz
döneminde öldüğü üzerinde durmaktadır. Daha önce ölmüş olması oldukça zayıf bir
ihtimaldir. Bkz. Muhammed b. Sa’d (230/844), Tabkâtu’l-Kübrâ, Beyrut
1958, V, 328; Halife b. Hayyat, Târih, thk. Ekrem Ziya el-Ömerî, Riyad
1985, 325; İbnü’l-İmâd ise, onun hicrî 95 yılında öldüğü fikrindedir. Bkz. Şezârâtu’l-Zeheb,
Beyrut trz., I, 121; Zehebî, Halife b. Hayyat’a dayanarak onun hicrî 100
veya daha önce öldüğünü savunurken (Bkz. Siyerü Â’lemi’n-Nübelâ, Beyrut
1985, IV, 30.); İbn Hacer aynı kaynağa dayanarak hicrî 99 veya 100
yılnda öldüğünü ileri sürer. (bkz. Tehzîbü’l-Tehzîb, Beyrut 1967, II,
320.), (Çev.)
[5] Görüşlerinin kısa İngilizce özeti The
Beginnings of Islamic Theology, adlı makalesinde bulunmaktadır. Bkz. The
Cultural Context of Medieval Learning.(ed.) J.E. Murdoch ve E.D. Sylla,
Dordrecht, Boston 1975, s. 93-97.
[6] es-Sire adıyla bilinen eserinin Mürcie ile
ilgili kısmını kasdetmektedir. Bu bölüm, yazar tarafından neşredilmiş ve Early
Muslim Dogma adlı eserinde yayınlanmıştır. (Bkz. 160-193). Mürcie ile
ilgili bir tartışmayı içeren bu metin ve yazarı hakkında kısa bilgi vermek
suretiyle tarafımızdan Türkçe ‘ye çevrilmiş ve A. Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi’nde yayınlanmıştır. Bkz.
XXXV (1996), 467-475. (Çev.).
[7] İrcâ etmesi, Allah’a bırakması gerekir (Çev.)
[8] İrcâ nazariyesi Kur’an’daki bazı ayetlerden
çıkarılmıştır. Onun İslam’dan önceki felsefi sistemlerden alındığını iddia
etmek mümkün değildir. Cook, bu makaleden sonra yayınladığı kitabında (bkz. Early
Muslim Dogma, 44-47 ve 7. kısmın 19. ve 20. dipnot). Mürcie’nin bu fikri
nereden aldığı konusunda özel bir bölüm ayırarak, ısrarla İrcâ fikrinin Septik
ve Empirist felsefi görüşlerin Irak’ta bulunan kalıntılarından alındığı
iddiasında bulunmaktadır. O, önce bu kültürlerin kalıntıları üzerinde durur,
sonra Muhârib b. Disar’ın, “Her şeyden Şüphe ederim ancak imanımdan şüphe
etmem” görüşünü (Bkz. Ibn Hanbel, Kitâbu’l-İlel, thk., Talat
Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Ankara 1963, I, 372) ve hicri 134 yılından sonra
ölen Şebîb b. Atiyye’nin er-Red ale’l-Şükkâk ve’l-Mürcie kitabını delil
getirerek Mürcie ile Şüpheciler anlamına gelen Şükkâk arsında bir
bağlantı kurmaya çalışmaktadır. Her ne kadar ilk dönem hadiselerine katılmayan
bu tarafsızlar için Şükkak ismi verilmişse de bunlar böyle bir ekolün
tesirinde kaldıklarından değil, hangi tarafın haklı olduğunu bilemedikleri için
tabiî bir tavır olarak, şüpheye düşmüşler ve verilecek kararı Allah’a
bırakmışlardır. Muharib b. Disar, bu sözünü imanda istisna yaparak şüphe eden
kimselere cevap olarak, onların şüpheciliğini reddetmek için söylemiştir. Şebîb
b. Atiyye’ye gelince, O Mürcie’yi sırf büyük günah işleyenlerin ahiretteki
durumu konusunda verilecek hükmü Allah’a bırakmaları dolayısıyla şükkâk olarak
isimlendirmiştir. (er-Red ala’ş-Şükkâk ve’l-Mürcie, Cambridge
Üniversitesi Kütüphanesi Or: 142 numarada kayıtlı microfilm içersinde, 283.)
Ancak asıl şüphecilikle suçladığı kimselerin, imanında istisna yapan veya onun
deyimiyle “kimin mümin olup olmadığını bilemeyen” kimselerdir. (Aynı
microfilm, 282.) Esrinin başlığında bu
iki kavramı ayırması, Şükkâk ve Mürcie’nin aslında ayrı kavramlar
olduğunu ve farklı gruplara tekabül için kullanıldığını ima etmektedir. Diğer
taraftan, Septisizm, hiç bir konuda yakîn bir bilgiye ulaşılamayacağını
iddia ederken, (Hayri bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü,İstanbul 1984,
244-245; Bedia Akarsu, Felsefî Terimler Sözlüğü, Ankara 1984, 155.)
Ampirizm ise, bilginin yegane kaynağının tecrübeye dayandığını ileri
sürmektedir. (Bolay, 29.) İrcâ fikrinde, felsefî anlamda böyle bir iz
bulunmamaktadır. Çünkü bu fikrin kaynağı, kendi bilgimizle bilemediğimiz veya
anlaşmazlığa düştüğümüz bir konunun kıyamet gününde hükmetmesi için Allah’a
bırakılmasından ibarettir. Halbuki sözünü ettiğimiz her iki ekol de, Allah’ı
bir otorite olarak Kabul etmektedir. İrcâ fikrinde ise, Allah’ın ilminde
otorite Kabul edilmesi esastır. İrcâ nazariyesinin Kur’an’ın bilgi
nazariyesinden çıkarıldığı konusunda geniş bilgi için bkz. Kutlu, Mürcie ve
Horasan-Maveraünnehir’de Yayılışı, 20 vd. (Çev.)
[9] Cemel ve Sıffin
savaşlarını kasdetmektedir. (Çev.)
[10] Kaynaklarda , ilk irca
fikrini ortaya atan birden fazla kişiden
bahsedilmektedir. Bunların başında Medine’li Hasan bin Muhammed, Kufe’li Hammad b. Ebi Süleyman( bkz., Ebu bekir el
–hallal, Ahmet b.Muhammed b. Harun ( 311/923), Müsned min mesaili Ahmed
b.Hanbel, British Museum , or:2676, v. 103a:;İshak bin İbrahim bin Hani en
nisaburi (275/888) , Mesailül İmame Ahmed b.Hanbel, thk.Zübeyr eş Şaviş ,
Beyrut 1400, II , 162) , Zer b.Abdillah ( bkz.,Ebu bekir el halla, Mesail ,
v. 94a, 127b., 137/b ; Nisaburi , Mesail, II , 162.), Basra’lı Hassan b.Harıs
el Müzeni ve Ebu Salt es-Semman ( bkz., Takıyuddin Ahmet b.Ali el-Makrizi , (
845/1444), el- Mevâız ve’l- İtibar bi Zikri’l-Hıtat ve’l-A’sâr , Beyrut trz.,
II, 350 ) gelmektedir. Hanbeli’ler daha çok imanla ilgili düşünceleri dolasıyla
Hammad ve Zerr’i İrca fikrini ilk ortaya atan biri olarak vermektedirler.
Hasan’ı da böyle bir gerekçe ile Mürcii
gösterirler. ( Ebu Bekir el-Hallâ , Mesâil , v. 97b.) Kays b. Ebi Müslim, Mürcii’ye kattılan ilk
Kufe’lidir. (Bkz. Ahmed b. Ali b. Hacer , ( 852/1448) , Tehzibut Tehzib, Beyrut
1967, VII, 489); Mürcie’nin herhangi
bir felsefi ekol gibi tek kişiyle başlatılmasına katılmıyoruz. Çünkü bilinmeyen
ve hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda verilecek bir hükmü Allah’a bırakma,
Kur’an ayetlerinden çıkarılmıştır. Bu nazariyeye göre, ilmde tek otorite
Allah’tır. İnsanlar arasındaki çözülmemiş anlaşmazlıkları, kıyamet günü Allah
çözecektir. Her şeyi en iyi Allah bilir. Tebük seferine mazeretsiz olarak
katılmayan Müslümanlarla ilgili takınılan böyle bir anlayıştan
kaynaklanmaktadır. Bu Kur’an’a şu şekilde yansımıştır: “Diğerleri de Allah’ın
emrine bırakılmışlardır. Allah onlara ya azab eder, ya da affeder. Allah
bilendir, hikmet sahibidir.” (bkz. Tevbe 106). Müslümanlar arasında ortaya
çıkan ilk iç savaşlarda yer alanların durumunun değerlendirilmesinde, bu ilkeye
başvurulmasıyla, İrcâ fikri, hicrî 60’lardan itibaren siyasi bir tavır olarak benimsenmeye
ve bu fikrin topluma mal olmasıyla da Mürcie mezhebi teşekkül etmeye başladı.
Bu sebeple, İrcâ fikrinin kaynağını tek kişiye bağlamak veya İslam öncesi Empirist-Septik
düşüncelere kadar gerilere götürmek pek mümkün görünmemektedir. Bu fikri ilk ortaya
atanlar olarak gösterilen şahıslar, aslında bu fikrin akli ve nakli
temellendirmesini yapan farklı şehirlere mensup ilk kişilerdir. Bu fikrin ilk
nüvelerini, Muaviye ve Hz. Ali’nin yanında yer almayan tarafsızlar grubu
arasında bulmak mümkündür. Onlar da böyle bir fikre Kur’an’ın sunduğu
ilkelerden yararlanarak varmışlardır. (Çev.)
[11] Mürcie, Hz. Ali, Osman ve
taraftarlarının durmunu Allah’a bırakma fikrinin hicrî 60-75/679-694 yılları
arasında siyasi bir tavır olarak kabul
edilmesiyle teşekkül etmeye başlamıştır. Geniş bilgi için bkz. Kutlu, agt., 60-66.
(Çev.)
[12] Hasan b. Muhammed’in
hicri 82 yılında yaşanan Cemacim olayından önce öldüğünü, daha önce de
zikrettiğimiz gibi, tarihi vesikalarla doğrulamak pek mümkün görünmemektedir.
(Çev.)
[13] Bu mezhebin ortaya çıkışı
tek kişiye bağlanamayacağı için onun ilk önce nerede ortaya çıktığı konusunda
tartışmak bizi kesin neticeye ulaştırmaz. Çünkü İrcâ fikrinin nüvelerini
oluşturan Tarafsızlar grubu, genelde Mekke ve Medine’de olmakla beraber, Şam (Bkz.
Muhammed b. Sa’d, Tabakâtu’l-Kübrâ, IV, 38-39; Abdülhamid Hibetullah b.
Muhammed b. el-Hüseyin ibn Ebi’l-Hadîd (655/1257), Şerhu Nehci’l-Belâga,
Daru’l-İhya el-Kütübü’l-Arabi, 1968, II, 231). Kufe, Mısır (Bkz., Ebû Cafer
Muhammed b. Cerîr et-Taberî (310/922), Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, thk.
Ebu’l Fazl İbrahim, Beyrut Trz., I, 3244) ve Basra (Taberî, I, 3088) gibi diğer
şehirlerde de mevcuttu. Ancak İrcâ fikrine ilk ciddi ve önemli desteğin Ömerci
ve Ebu Bekirci atmosfere sahip olan Mekke ve Medine’den geldiğini, daha sonra
Mürciî fikirlerin Kufe’liler tarafından sistemleştirilerek daha geniş bir
şekilde işlendiğini ve özellikle Kufe’de nüfusun önemli bir kısmını oluşturan
mevali tarafından ilgi gördüğünü söylemek mümkündür. (Çev.)
[14] Teberri, bir şahıs hakkında kullanıldığında
onunla ilişkileri koparmak, onu sevmemek ve dost edinmemek anlamına
gelmektedir. (Çev.)
[15] Irak’ı, özellikle Kufe’yi
İrcanın kaynağı gösterip, daha sonra oranın sosyal yapısı ile Mürcie’nin aktivizm’i
arasında bağ kurmanın yanlış olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bir mezhebin siyasi
oteritelere kasrşı tavrında veya şahısların bazı fikirleri benimsemesinde
içinde bulundukları sosyal, siyasi ve iktisadi şartlar oldukça önemli bir tesire sahiptir. Bu yüzden, bir
mezhep bir bölgede veya bir dönemde şartlar gereği çok aktivist olurken
birbaşka bölgerde veya dönemde farklı olabilir. Özellikle Emevilerin Kufe’de ve
Basra’da mevaliye karşı yaptığı haksız
uygulamaları gören Mürciîler, diğer şehirlerde yaşayan MürciÎlere kıyasla daha
fazla tepki göstermişler ve bu uygulamaya son verilmesini sağlamak için onlarla
Emevilere karşı aynı safta mücadele vermişlerdir. Hatta Abdurrahman b. el-Eş’as
isyanını, Basralı Mürciîler ayrı bir bölük halinde katılmışlardır. (Bkz.Taberi,
II, 1400,1407.) Bu şartlar, sadece Kufe’de değil , mevalinin yoğun olarak
bulunduğu Basra ve Horasan’da da Mürcienin Mekke ve Medine’ye nazaran daha aktivist
olmasını gerektirmiştir. (Çev.)