KUR’AN’A GÖRE BARIŞ
Prof.Dr. Sönmez KUTLU
Sözlükte, barış, huzur, teslimiyet, esenlik, mutluluk, inkıyad ve gönülden benimseme anlamına gelen İslam, bir din olarak şu şekilde tanımlanmaktadır: "Akıl sahiplerini, kendi iradeleriyle doğruya ulaştıran ve onlara dünyada mutluluğu, ahirette de ebedi saadeti temin eden iilahi ilkeler toplamıdır." Bu tanım tahlil edildiğinde, yer alan temel unsurlar şunlardır: a) Akıl sahiplerine gönderilmesi, b) Doğruluğu kesin olan şeyleri ihtiva etmesi, c) Hür ve özgür iradeyle seçilmesi, d) Zor ve şiddet altında değil de gönülden benimsenmesi, e) İnsanları dünyada barış ve mutluluğa ulaştırması, f)Ahirette ebedi saadete kavuşturması, g) İlahi kaynaklı olması.
Bu temel unsurlardan oluşan bir dini kabul eden, onun ilahına inanan ve Peygamberini doğrulayan kimsenin adı güven içinde olan ve güven telkin eden anlamında mümin ve hakka teslim olan ve barışın teminatı anlamında müslüman olmaktadır. Böyle bir insan, inancını gerçekleştirirken ve İslam'a girerken önce kendisiyle, yani aklı ve gönlüyle, daha sonra Allah'la ve onun yaratıklarıyla barışık olmalıdır. Müslüman olabilmek için, önce kendisi huzura kavuşmalı, kendini emniyette hissetmeli, sonra da bütün insanlara güven telkin eden, onlara eliyle ve diliyle zarar vermeyen bir kimse olmalıdır. Zaten bunları gerçekleştiren kimse mümin vasfını kazanmaktadır. Bir müslümanın yaratıcısıyla ve hem cinsleriyle ilişkilerinin temelinde sevgi, barış, emniyet ve inandırıcılık vardır. Bu sebeple sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah, Güvenilir Melek'le (Cibrîl-i Emîn) Güvenilir Peygamber'e (Muhammed el-Emîn) ilahi vahyini göndererek insanları selim fıtratlarına (Fıtrat-ı Selîme), selim kalplerine (Kalb-i Selîm ) ve selim akıllarına (Akl-ı Selîm) dönmeye ve onlara boyun eğmeye çağırmıştır. İnsanlar bunlara boyun eğdiği zaman müslüman ve mümin olmakta ve fıtrat dini olan İslam'ı kabul etmektedirler. Bundan dolayı bu dine inananlar, birbirleriyle karşılaştıklarında “Allah’ın barış ve esenliği üzerinize olsun” (Selâmün Aleyküm) diyerek söze başlarlar. Görüldüğü gibi, bu terkiplerin tamamında sağlam, duru, açık ve seçik anlamlarına gelen ve İslam'la aynı kökten türetilen “selîm” veya güven manasına gelen “emîn” kelimeleri kullanılmıştır. Bunun anlamı şu demektir: Din olarak İslam barış dinidir, onun ilahı sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah'tır, vahyi getiren güvenilir bir melektir, Peygamber'i güvenilir bir insan olan Hz. Muhammed'dir, inanırları sağduyu sahibi müslümandır, onun doğrulayıcısı selim/barışcıl akıldır, onu gönülden benimseyen selim/barışcıl kalptir, inanma eylemini gerçekleştiren ise Allah'ın gönderdiği dini kabule müsait selim/temiz fıtratını kuvveden fiile geçiren mümin insandır.
Barış ve özgürlük dini olan İslam'ın tanrısı da, yani Allah da, sözlükte, sevgi, iyilik ve hayrın kaynağı anlamlarına gelmektedir. Bu yüce varlığın kendisine has cemal ve celal sıfatları vardır. Onun seven, bağışlayan, affeden ve merhamet eden bir varlık olduğunu gösteren bu isim ve sıfatları arasında Acıyan (Rahmân), Bağışlayan (Rahîm), Barış(Selâm), Kurtaran/emin kılan (Mümin), Hataları ve günahları affeden (Gaffâr), Adalet sahibi (Adil), İnsanlara lütufta bulunun (Latîf), Çok Affedici (Gafûr), Yaratıklarını Seven (Vedûd), İyilik yapanlara dost (Velî), Çokça iyilikte bulunan (Berr), Hata ve günahları affeden (Tevvâb), Affedici (Afüvv), Şefkati çok (Raûf), İntikamcıları ve Zorbaları cezalandıran (Zuntikâm ve Kahhâr) bulunmaktadır. Bunlar, barış dini İslam'ın tanrısının sıfatlarıdır. Ancak böyle birisi, dininin adını barış koyabilir ve ilahi kitabının içerisindeki surelerden bazılarına Rahmân, Tevbe, Ğâfir adını verebilir. Onun insanlara ve yaratıklarına olan merhameti gazabından geniştir. O, zalimleri, bozguncuları, yalancıları, fesatçıları sevmez ve kimseye zerre kadar haksızlık ve zulüm yapmaz. İnsanlara, hakkı, adaleti, barışı, aşırıya gitmemeyi ve merhameti tavsiye eder. En güzel bir şekilde yarattığı ve kendisine halife kıldığı tek bir insanı, haksız olarak öldüreni bütün insanlığı öldürmüş gibi, tek bir insanın hayatta kalmasına vesile olanı da bütün insanlığı kurtarmış gibi kabul eder. Kur'an baştan sona ciddi bir şekilde okunduğunda, Allah'ın insanlık tarihine müdahelesinin asıl sebebinin bu ilahi ve insani değerlerin yer yüzünde hakim kılınması ve insanların barış ve huzur içinde yaşatılması olduğu hemen anlaşılmaktadır. O, her çeşit haksızlık ve kötülüğün karşısında, iyilik ve güzelliklerin yanındadır. Bu sebeple, inananlardan Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmaları istenmektedir. Ayrıca yaratıklardan, sevgi ve iyilik kaynağı olan Allah'ı her şeyden çok sevmeleri istenmekte ve bu imanın bir hasleti olarak görülmektedir. Onu seven birisi, evrendeki yaratılmışları da, Allah'ın yaratıkları olduğu için sevecektir. Bu inananların insanlara, diğer canlılara ve tabiata karşı bakış açılarının, başka bir ifadeyle dünya görüşlerinin temelini oluşturmaktadır.
Kur'an'ı Kerim'in hiç bir yerinde şiddet hareketinin meşru gösterildiğini veya teşvik edildiğini görmeyiz. Bütün mesele hasmın ve düşmanın durumuna uygun bir şekilde karşı koyarak adaleti, din ve ibadet hürriyetini yeniden tesis etmektir. Hatta müslümanlarla aralarında her hangi bir anlaşma bulunmayan müşriklerden himaye istiyenlere bile Kur'an'ı Kerim bu himayenin dürüst bir şekilde verilmesini[1] Hz. Peygamber'e emretmiştir.[2] Hiç bir müslüman, öldürmekten zevk aldığı için savaşamaz. Savaşlarda sadece kendileri ile savaşanların öldürülmesine izin verilmiştir. İlk müslümanlar, Allah'ın "sizinle savaşanlarla savaşın"[3] emrine uyarak kadınlar, çoçuklar, yaşlılar, körler, sakatlar, deliler, tarlalarında çalışan köylüler ve ibadet yerinde bulunan keşişleri her türlü düşmanca hareketlerden muaf tutmuşlardır.
Savaştan çekilen düşmanın affedilmesini emreden Kur’an emrini tavizsiz bir şekilde uygulayan Hz. Peygamber, kaçmakta olan düşmanın takip edilmesini bile yasaklayacak kadar işi ileri götürmüştür.[4] Eğer İslam'ın amacı başka dinlere hürriyet tanımamak, çevreyi tahrip etmek, önüne geleni öldürmek olsaydı, yukarda sayılanları da hedef seçmesi gerekmez miydi ? Oysaki insanlar bu dine yumuşak ve ikna edici bir şekilde davet edilmişlerdir.[5] Davet edilen uyup uymamakta serbest bırakılmıştır. Ancak onun da inananlara inançlarını diledikleri gibi yaşamak, yüceltmek ve ona layık olduğu değeri vermek hususunda aynı hürriyeti tanıması şarttır.[6]
Müslüman olmayı ve İslami değerlere uymayı kabul etmeyenlere gelince İslam bu gibilerinden kendisine zarar vermeyecek bir tutum içinde olmalarını istemiş ve onlara bunun karşılığında iyilik esasına dayanan çok iyi bir muameleyi[7] taahhüt etmiştir.[8] Bütün bunlar inaçsızların hayat hakkının ellerinden alınmadığını, görüldükleri yerde öldürülmeleri emrinin sadece savaş halinde geçerli olduğunu ve savaşın meşru gösterilmesinin asıl sebebinin din ve vicdan hürriyetinin korunması, başkalarının tahakkümünden kurtarılması olduğunu göstermektedir.
Kur'an-ı Kerim'de, barışa, din ve vicdan özgürlüğüne, fikir özgürlüğüne büyük önem verilmiş ve bunları teminat altına alacak temel ilkeler önerilmiştir. Bu konudaki ayetler, iniş gerekçeleri dikkate alınarak incelendiğinde, korunması gereken temel ilkenin barış olduğu, savaşın ise insan temel hak ve hürriyetlenin tehlikeye düştüğü zorunlu ve kaçınılmaz durumlarda veya savunmak amacıyla yapılması gerektiği görülecektir. Barışla ilgili temel prensipler şunlardır:
1-Barış esastır, asıl amaçtır ve daima hayırlıdır.
“Ey iman edenler, topluca barışa girin ve şeytanın adımlarına uymayın; çünkü o, sizin aranızı açan belli bir düşmandır.”[9]
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan; çünkü işiten, bilen ancak O'dur.”[10]
“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”[11]
“ Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına bir sevgi koyar. Allah, kaadirdir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davanmaktan menetmez. Çünkü, Allah adaletli olanları sever.”[12]
2. İnanç ve düşünce özgürlüğü
dokunulmazdır.
Kur’an’ı Kerim’de, bütün insanlar inanmak veya inanmamakta veya her hangi bir dini benimsemekte serbest bırakılmıştır. Bir kimseye her hangi bir dinin zorla benimsetilmesine veya dini dolayısıyla insanların küçük düşürülmesine şiddetle karşı çıkılmıştır. Bundan dolayı inancın geçerliliği için, bir dinin özgür iradeyle, canı gönülden benimsenmesi şart koşulmuştur. Kur'an'ın temel felsefesi, insanları akıllarını kullanmaya, varlıklar üzerinde, olaylar üzerinde düşünmeye sevkedip doğruya ulaştirmaktır. Bu sebeple aklı, tefekkürü, bunları kullananları öven yüzlerce ayet vardır. Bütün bu ayetlerde insaları doğruya ulaştırmak için kendine has pek çok akli metodlar önerir. İnanç ve düşünce özgürlüğü ile ilgili bazı ayetler şunlardır:
" Dinde zorlama yoktur. "[13]
" De ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise, dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. ... "[14]
" Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kafir, kiminiz mümindir. Allah yaptıklarınızı görendir "[15]
" Sizin dininiz size benim dinim de banadır"[16]
3. Yaşama hakkı dokunulmazdır.
Bu hak, yaşama hakkını, bedenin bütünlüğünü koruma hakkı ve Sağlık hakkını içermektedir. Başta insan olmak üzere bütün canlıların yaşama hakları teminat altına alınarak, savaş hukukunun cari olduğu zamanda savunma amacıyla öldürme hariç bir canlının haksız ve sebepsiz yere asla öldürülmemesini istemiştir. Hatta bir canlının öldürülmesini bütün canlıların öldürülmesi; bir canlının hayatta kalmasını sağlamayı bütün canlıların hayatta kalmasını sağlamak olarak kabul etmiştir. Bu sebeple insanın haksız olarak öldürülmesine veya İnsan bedeninin bütünlüğünü ihlal eden her türlü suça oldukça ağır cezalar takdir etmiştir. Hiç bir şahsın kendi hayatına son verme hakkı olmadığı gibi, hayatını korumasından ve devam ettirmesinden sorumludur.[17] Diğer taraftan insan bedenine veya hayatına zarar veren her şey yasaklanmış, fakat insanın hayatı tehlikeyle karşı karşıya kaldığında onun hayatta kalması için normal durumlarda haram kılınan şeyler helal kılınmıştır. Mesela normalda içki, domuz eti haramdır. Ancak susuzluktan veya açlıktan ölmeyle karşı karşıya bulunan bir insan için bunlar haram olmaktan çıkar, hayatta kalabilecek kadar yemesi gerekir. Ayrıca bir insanın, intihar yoluyla veya rızasıyla başkaları tarafından öldürülmesini büyük bir suç olarak görmüştür. İnsanın bedinindeki organlar ona Allah'ın bir emaneti olarak verilmiştir. Onları iyi koruması gerekir. Sağlık haklarından dolayı, hiç kimse sağlıksız bir yerde tutulamaz. Kur’an’ı Keim’de insanın hayat hakkının ne kadar önemli olduğu şöyle açıklanmaktadır:
" İşte bu yüzdendir ki İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın(haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler. "[18]
"Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız. "[19]
" Kendinizi katletmeyiniz. Allah size çok merhametlidir. "[20]
4. Aklın korunması esastır.
Kur'an'ın pek çok yerinde akıl sahipleri, düşünebilenler ve mantıklı düşünenler ve bilginler övülmektedir. Ayrıca insanın bütün yaratıklardan üstün olduğunu, Allah'ın yer yüzündeki halifeleri olduğunu, insanların takvaları ve onuruları dışında dil, cinsiyet ve etnik bakımdan birbirlerine karşı her hangi bir üstünlüğün olmadığını ilke olarak benimsemiştir. Kur'an'ın emir ve yasakları, ortaya koyduğu dellilerin tamamı, aklın ilkelerine ve insan onuruna uygun olarak vazedilmiştir. Bu iki önemli değeri yok edecek her çeşit sarhoş edici içkiler ve ahlaksızlıklar yasaklanmıştır. Çünkü akıl ve şuur bozukluğuna uğrayan fertler, topluma kötülükten başka bir şey yapmazlar.[21] Kur’an’da insanın akıllı bir varlık olması ve aklın korunması ile ilgili bazı ayetler şöyledir:
" Muhakkak ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. "[22]
" ... (Resulüm !) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür."[23]
" ... Kulları içinde ancak alimler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah daima üstün, çok bağışlayandır. "[24]
" O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır. "[25]
" ..... Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorunuz. "[26]
" Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. "[27]
5. Nefsin ve iffetin korunması
esastır.
Bunun anlamı, bütün insan türünü korumak ve devam ettirmek, çocuklara insanların sevgi ve saygı içerisinde yaşamasını öğretmek demektir. Bu hak insan onurunun ve özel hayatının gizliliği hakkını da içermektedir. İslam evliliğe ve aile kurumuna çok büyük önem vermiştir. Çünkü aileyi kuran karı ve koca vasıtasıyla doğum ve üreme sağlaınır, insanlar mutlu bir hayat yaşar. Bu sebeple sağlam temeller üzerine kurulmuş bir ailenen bozulmasına ve dağılmasına, onların çocuklarının ortada kalmasına müsaade etmemiş, iffetli ailelere zina ve benzeri iftiralarda bulunulmasını büyük bir suç saymıştır. Bu tür suçlara karşı, nesli ve iffeti koruyabilmek için ağır cezalar vermiştir. Kur’an’da, bir insana yapılan yersiz suçlamalar, iftira ve dedi kodular, küfür ve hakaretler ve her çeşit onur kırıcı, saygınlığını yitirici davranışlar yasaklanmıştır:
" Ey Müminler! bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. .... "[28]
" Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. ..... "[29]
6. Mülkiyet hakkı dokunulmazdır.
Kur'an'da, taşınır taşınmaz, canlı cansız malların hepsinin asıl sahibi ve kaynağı Allah olduğu yoğun bir şekilde vurgulanmaktadır. Bununla birlikte insanlara da mülkiyet hakkı verilmiş, her insanın çalıştığı kadar mal/mülk elde edebileceği bizzat ifade edilmiştir. İnsanın kendi emeğiyle helal yoldan kazandığı bütün kazançları kutsal sayılarak onun haksız olarak elinden alınması, çalınması veya saçıp savrulması ya da israf edilmesi yasaklanmıştır. Ancak Allah insanlara malı mülkü ve serveti dolayısıyla şımarmamasın, kibirlenmemesini ve daha çok mal kazanmak için ölçü ve tartıda haksızlık yapmamasını emreder. Çünkü dünya hayatı geçicidir. Bu sebeple malın fertler arasında adaletli bir şekilde dağıtılması, üreticilerin himaye edilmesi, genel mali kaynakların geliştirilmesi, malın haksız yere yenmemesini önlemek zorunludur. İnsanların birbirlerinin malı üzerinde, yalnız kendi rızaları veya ticari ortaklıklar sonucu tasarrufta bulunabilirler. Haksız kazanc elde etmek yasaklanmış, kendi malından hayır için fakir ve yoksullara sadaka veya zekat olarak verilmesi emredilmiştir. Konuyla ilgili bazı ayetler şunlardır:
" İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur "[30]
" Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyiniz. ... "[31]
7-Barış teklif edenlerle ve barış
yaptıktan sonra taahhütlerini yerine getirenlerle savaşılmaz.
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan; çünkü işiten, bilen ancak O'dur.”[32]
“ Ancak andlaşma yaptığınız müşriklerden, hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın. Çünkü Allah korunanları sever.”[33]
8- Savaş, saldıranlara karşı
savunmak için açılır ve savaş hali dışında insanlar öldürülmez .
“Size savaş çanlarla siz de Allah yolunda çarpışın; fakat haksız yere saldırmayın. Çünkü Allah, haksız yere saldıranları sevmez.” [34]
9-Savaşı durduran ve tecavüzden
vazgeçenlerle savaşılmaz.
“Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Yalnız Mescid-i Haram'ın yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla svaşmayın! Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kafirlerin cezası böyledir. Eğer onlar , vazgeçerlerse, Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah’ın dini olsun. Eğer vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık olmaz.” [35]
10-Sulh dönemlerinde şiddetin her
çeşidi yasaktır. Hatta savaşta dahi, aşırılıklardan kaçınılması istenmiştir.
“Eğer onlar , vazgeçerlerse, Allah bağışlayandır, esirgeyendir. Onlarla savaşın ki, fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah’ın dini olsun. Eğer vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık olmaz.” [36]
“Ortak koşanların, Allah’ın yanında ve Elçisinini yanında nasıl andlaşması olabilir? Ancak Mescid’i Haram’da andlaştıklarınız hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın, çünkü Allah korunanları sever.”[37]
11-Savaş zorunlu durumlarda yapılır.
“Ve eğer ortak koşanlardan biri güvence dileyip yanına gelmek isterse , onu yanına al ki, Allah’ın sözünü işitsin,; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle davran, çünkü onlür, bilmez bir topluluktur .” [38]
“Doğrusu Allah katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günkü Allah yazısında on iki aydır; bunlardan dördü haram aylardır. Bu, işte en doğru dindir; onun için bunlar hakkında kendinize zulmetmeyin; müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de topyekün savaşın ve bilin ki Allah, korunanlarla beraberdir.” [39]
“Ancak aranızda antlaşma bulunan bir kavme varıp sığınmış bulunanlara veya ne sizinle savaşmayı, ne de kendi kavimleriyle savaşmayı havsalalarına sığdıramayarak size gelmiş olanlara dokunmayın! Allah dileseydi onları size musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. O halde onlar sizi bırakıp bir tarafa çekildikleri ve sizinle savaşmayıp barışa yanaştıkları takdirde de Allah onlara dokunmanıza izin vermemiştir. Başka birtakım insanlar bulacaksınız ki, hem sizden hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine başaşağı atılırla. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini çekmezlerse onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün! İşte öylelerine karşı Allah size açık bir yetki vermiştir.”[40]
12-Sulh zamanlarında, düşmanlarla en güzel yollarla mücadele edilmesi gerekir.
“ Ey Muhammed, sen hikmetle, güzel öğütle, Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin yolundan sapanları en iyi bilendir. Ayrıca hidayet üzere olanları da en iyi bilen O’dur.” [41]
Allah, akıl almaz suçların işlenmesine sebep olan savaşa son çare olarak başvurulmasını emretmiş ve Hz. Peygamber'in hayatında cereyan eden savaşlar da bu şartlarda gerçekleştirilmiştir. Hz. Peygamber hayattayken, müslümanlar bu ilkelere göre hareket etmişler ve İslam'ın 23 yıllık tarihinde bunların dışına çıkılmamaya çalışılmıştır.
Hz. Muhammed, Allah tarafından uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderilmiş[42], şiddet yoluyla İslam’ı insanlara kabul ettiren bir zorba olmadığı[43] bildirilmişti. Bunun için daima hikmet ve güzel öğütle bu dine çağırması[44] gerekmekteydi. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydı, o zaman etrafında kimse kalmaz[45] ve taraftar bulamazdı. Bu sebeple, Peygamberini insanlara merhameti ve güzel davranması dolayısıyla, kendine has acıyan ve bağışlayan sıfatıyla tanımladı.[46]
Hz. Peygamber, Allah'tan aldığı mesajı, Mekke'de tek başına insanlara öğretmek ve anlatmakla işe başlamıştır. Fakat daha ilk günden itibaren Kureyş'lilerin tepkisiyle karşılaşmıştı. Kur'an'ın Allah kelamı olması, Hz. Muhammed'in ise toplumda güvenilir biri olması ve getirdiği ilkelerin evrensel nitelikli özelliği, İslam'ın çok kısa bir sürede yayılmasını sağladı. Kur'an farklı görüşlere ve dini anlayışlara karşı " sizin dininiz size, benim dinim bana "[47] ilkesi çerçevesinde bakılmasını önerirken, başta Peygamber olmak üzere, bütün müslümanlara en acı eziyet ve işkenceler yapıyorlar, onlara ekonomik ambargo uyguluyorlar, Kur'an okumalarına, serbestçe ibadet etmelerine, kısaca, onların din ve vicdan hürriyetine, ibadet etme haklarına engel oluyorlardı..
Allah, Peygamber'ine ve müslümanlara başlangıçta sabretmelerini[48], fakat can, mal ve din hürriyeti gibi tabii hakları tehlikeye düşünce , başka yerlere hicret etmelerini emretti. Bu insanlar dinlerinin gereklerini yapabilmek için, mallarını, mülklerini, çoluk-çoçuğunu geride bırakarak, öz vatanlarını terketmek zorunda bırakıldılar.[49] Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye hicret ettiler.
Hz. Peygamber ve ona inananlar Medine'de biraz rahat nefes aldılar ve dini özgürlüklerine kavuştularsa da ekonomik bazı sıkıntılar içindeydiler. Çünkü onlar bütün mallarını Mekke'de bırakmış ve Mekke müşrikleri de onların bu mallarına el koymuşlardı. Buna rağmen onlar müslümanları Medine'de de rahat bırakmıyacak çeşitli planlar peşindeydiler. Medine'de bulunan çeşitli gruplarla gizli görüşmeler yaparak İslam'ın yayılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Hz. Muhammed, buradaki yahudilerle, hemen bir anlaşma yaparak böyle bir tehlikeyi önledi. Bu anlaşmayla Medine'de yaşayan halk tek bir halk kabul edilerek birbirine yardımla sorumlu tutuldu. Diğer taraftan, bu anlaşmayla yahudilerin tam bir din hürriyetine sahip oldukları ve dinlerine asla müdahele olunamıyacağı, müslümanlarla yahudilerin dost ve müttefik oldukları gibi esaslar da benimsendi. Böylece İslam'ın diğer dinlere karşı tanıdığı serbestlik bizzat anlaşmayla da tescil edilmiş oldu.
Müslümanlar, hicret etmekle Mekke müşriklerinin takibinden kurtulmuş değillerdi. Müslümanların bütün bunlara karşı tedbir almaları gerekiyordu. Çünkü müşriklerin Medine'ye saldırması bir an meselesi idi. Bu sebeple Hz. Peygamber, ilk gece uyumamış daha sonraki gece güçlü koruyucular gözetiminde uyuyabilmiştir. Müslümanlar onların bu baskılarına son vermek ve Mekke'de kalan din kardeşlerinin haklarını koruyabilmek ve işi anlaşmayla çözebilmek için şu iki önlemi aldılar.
1- Mekke civarındaki kabilelerle anlaşma yaparak onları Kureyşe alet olmaktan kurtarmak,
2- Kureyş'in Suriye'ye giden ticaret yolunu kapamak suretiyle kan dökmeden iktisadi yolla anlaşmazlığı önlemek.[50]
Allah, başlangıçta hicreti çözüm yolu olarak önermekle, daha sonra ise, "... Tecavüz etmeyiniz, Allah tecavüz edenleri sevmez."[51] ayetiyle onlara nefsi müdafada kalmalarını emretmekle onları savaştan uzak tutmuştur. Müşriklerin, Medine'ye saldırı ihtimalinin yanısıra , gerginliği artıran bir başka sebep daha ortaya çıkmıştı. Peygamber'in ayrılmasından sonra da Mekke'de müslüman olanlar vardı. Kur'an, imanlarından dolayı eziyet gören, müşriklerin acımasız işkence ve zulmüne karşı Allah'ın yardımını dileyen Mekke'deki himayesiz erkek, kadın ve çoçuk müslümanların acı çığlıklarından bahsetmektedir .[52] Bütün bunlara rağmen müslümanların harbi çirkin görmeleri[53] , ölümden korkmaları[54] , silah ve güç yetersizliği[55] savaşı onların gözünde anlamsızlaştırıyordu. Bu durumda düşmanla çarpışmaktansa kervanı ele geçirmeyi[56] veya Mekke'deki müslüman kardeşlerine iyi davranmalarını sağlayacak bir kaç misillemede bulunma konusu tartışılmaya başlanmıştı.
İşte ilk savaş bu şartlar içinde patlak vermişti. Mekke'deyken yapılan işkencelere sabretmeleri emredilmişken[57] müşriklerin hücumları genelleşerek harb haline dönüşünce[58] , on seneyi aşkın bir sabır döneminden sonra, nihayet müslümanlara savaş izni verilmiş[59] , daha sonra da toplu bir şekilde kendilerini savunmaları ve özellikle himayesiz bulunan müminlerin yardımına koşmaları için[60] savaş üzerlerine farz kılınmıştı.[61] Meseleye objektif olarak bakıldığında müslümanların bu savunucu ve gayet fedakar tutumlarını kınamak mümkün değildir.[62] Aslında Hz. Peygamber, meseleleri barış ve iyilikle çözmeyi tercih ediyordu. Nitekim Hicretin 6. yılında Mekke’yi ziyaret için giden müslümanlar, müşrikler tarafından engellenmişti. Müşrikler, onların bu yıl ziyaret edemiyecekleri ve gelecek yıl silahsız ziyaret edebilecekleri şeklinde öne sürdükleri şartlarla antlaşma yapmak istediler ve Hz. Peygamber meseleyi barışcı yoldan çözmek istediği için bunu kabul etti. Hudeybiye antlaşması gereği geri döndüler.
Müslümanların, gerek dinlerini kabul ettirmek ve gerekse onu kabul etmeyenleri yok etmek için silah kullanma hakkına sahip oldukları ve Kur'an'a göre böyle davranmaya (cihada) mecbur oldukları şeklindeki iddialar da tamamen tutarsızdır. Çünkü İslam kültüründe ve dilde " cihad " kelimesi , her ne kadar savaş anlamına geliyorsa da Kur'an-ı Kerim'de asıl anlamı " gayret etmek" tir. Bu anlamda silahlı mücadele ile ilgisi yoktur. Mekkî sûrelerde , irşad ve barışcı yolla ikna etmek için gayret sarfetmek, yahut da ferdi mahiyette manevi bir gayret gösterme anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz.[63] Kur'an'ı Kerim'de savaş karşılığı olarak, genelde, kıtâl kelimesi kullanılmıştır.[64]
Hz. Peygamber, Bedir savaşından sonra kendisini öldürmeye gelen Kureyş elçisini, Hayber'de kendisini zehirlemek isteyen Yahudi kadınını ve büyük kızı Zeyneb'i hicreti esnasında hamile olmasına rağmen şiddetli bir şekilde iterek çocuğunu düşürmesine sebep olan bir başkasını hep affetmiştir. Hatta masum zevcesine iftirada bulunanları[65], yıllarca düşmanca tavırlar sergileyen Mekke liderlerini, Mekkenin fethi sırasında affettiği bilinmektedir.
Hz. Muhammed’in diğer din mensuplarına ne kadar saygılı davrandığına pek çok kaynak tanıklık etmektedir. O, insani ilişkilerde bir müslümanla bir Hristiyan ya da Yahudi arasında asla fark gözetmemiştir. Bu konuda bazı örnekler vermek yerinde olacaktır. Mesela, bir gün bir grup sahabeyle otururken, bir cenazenin götürüldüğünü görünce aya kalktı. Bunun üzerine yanındakiler, “ Ey Allah’ın Resul’ü bu bir Yahudi cenazesidir” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bütün insanlara örnek olacak şu tarihi sözü söyledi: “ O insan değil mi?”[66] O sadece Yahudilere değil aynı saygıyı diğer din mensuplarına da göstermiştir. Onun Hristiyanlara karşı muamelesiyle ilgili olarak bir olayı zikretmeden geçemeyeceğiz. Yemen’de yaşayan Necran Hristiyanlarından bir heyet Hz. Peygamber’le görüşmek için gelmişti. O, bu Hristiyan heyeti mescitte karşıladı ve onların orada ibadet etmelerine izin verdi. Bunun üzerine, doğuya yönelerek ibadet ettiler.[67] Bu iki olay Hz. Peygamber’in insanları dinleri veya inançlarından dolayı hakir görmediğini ve inanç özgürlüğüne çok büyük önem verdiğini açıkca ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber hayatında kimseyi aldatmadığı, kimseye tuzak kurmadığı gibi bütün müslümanları da bu gibi çirkin hareketlerden sakındırmıştır. Bundan dolayı müşrikler ve inananlar tarafından kendisine güvenilir Muhammed (Muhammed el-Emîn) lakabı verildi ve bu vasfından dolayı inanan inanmayan kimseler, değerli eşyaları ona emanet ediyorlardı.
Hz. Peygamber'in 23 yıllık Peygamberlik döneminde yaptığı savaşlar, bu savaşlarda her iki taraftan öldürülenlerin sayısı ve esir alınanlara yapılan muamele tarihi kaynaklardan incelendiğinde, onun barış ve merhamet Peygamberi olduğu herkes tarafından kabul edilecektir. Kureyza olayı hariç bırakılacak olursa Hz. Peygamber'in emir ve komutasında toplam 27 gazve yapılmış ve bunlardan sadece dokuzunda çarpışma meydana gelmiştir.[68] Küçük çaplı, toplam 35-60 civarında seriyyeler düzenlenmiştir. Çarpışma meydana gelen gazve ve savaşlar da onun harcadığı zaman, yollar dahil, Peygamberlik döneminin yaklaşık % 2’sini oluşturmaktadır. Bu savaşlarda, yaklaşık olarak kafirlerden toplam 216 kişi ölmüş, müslümanlardan 138 kişi şehid düşmüştür.[69] Hz. Muhammed'in emir ve komutasında yapılan savaşlar, dünya tarihinde en az kayıp verilen ve tarihin gidişatını olumlu yönde etkileyen savaşlardır. O, hiç bir zaman mesajını zor kullanarak, silahla yaymak iddiasında olmamıştır. Çünkü o, insanları doğru yola en güzel bir şekilde ve hikmetle çağırmakla görevlendirilmiş, bunun için kılıç ve savaşa baş vurması istenmemişti.
Hz. Muhammed, savaş sırasında esir alınanlara karşı son derece iyi davranarak onlara insanca muamele edilmesi için mücadele vermiştir. Halbuki bu dönemde Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan kırallığı savaşlarda esir alınan binlerce insanın insanca yaşama özgürlüklerini ellerinden almışlar ve köle ticaretini teşvik etmişlerdir. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in diğer savaş esirlerine olduğu gibi Bedir esirlerine de iyi davranılmasını emretmesi üzerine sahabe yiyeceklerini onlarla paylaşmışlar, yaralılar ve yürüyemez durumda halsiz olanları develere bindirerek kendileri yaya yürümüşlerdir. Müslümanlar esir aldıkları insanı köleleştirmek yerine onları kendilerine öğretmen yaparak öğretecekleri ilim karşılığında serbest bırakmayı tercih etmişlerdir. Bedir savaşı esirleri, bu şartlarla serbest bırakılmışlardır. Müslüman ve müslüman olmayan pek çok tarihçi, insanlık tarihinde köleliğin kaldırılması ve insanların özgürleştirilmesi için ilk ve ciddi adımların Hz. Muhammed tarafından atıldığını ve köle azat etmeyi bir ibadet olarak telakki eden dinin İslam dini olduğunu ve de kölelerin devlet kuracak kadar önemli mevkilere sadece İslam medeniyetinde yükseldiklerini itiraf etmektedirler. Hollandalı Dozy bu konuda şunları söylemektedir:" İslam dini köle azadı konusunda Hristiyanlığa nisbetle daha töleranslı idi. Hz. Muhammed, Allah'ın rızasını kazanmak için kölelerin serbest bırakılmalarını tavsiye etmişti. Böylece köle azadı, müslümanlar arasında bir takva göstergesi haline geldi. Bundan dolayı Araplar arasında kölelik uzun süreli olmadığı gibi, kölelik şartları da ağır değildi."[70] Hz. Peygamber, kölelerle aynı sofrada yemek yemeyi ve giydiklerinden onlara da giydirmeyi emrediyordu. Hatta evinde köle olarak bulunan kimseler özgür bırakıldıklarında babalarının yanına gitmeği değil Peygamberin yanında yaşamayı tercih ediyorlardı.
[1] 9. Tevbe, 6.
[2] Draz, Abdullah, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, çev. Salih Akdemir, Ankara 1983, 63.
[3] 2. Bakara, 190.
[4] Draz, a.g.e., 63-64.
[5] 16. Nahl, 125.
[6] Draz, a.g.e., 65.
[7] 60. Mümtehine, 8
[8] Draz, a.g.e., 66.
[9] 2. Bakara, 208.
[10] 8. Enfâl, 61.
[11] 41. Fussilet, 34.
[12] 60. Mümtehine, 7-9.
[13] 2. Bakara, 256.
[14] 18. Kehf, 29.
[15] 64.Teğâbûn, 2.
[16] 109. Kâfirûn, 6.
[17] Tekin, Hüseyin, İslam'da Şahsiyet Hakları, Ankara 1996, 78.
[18] 5. Maide, 32.
[19] 2. Bakara, 195.
[20] 4. Nisâ, 29.
[21] Ebu Zehra, Muhammed, İslam Hukuk Metodolojisi, çev. Abdülkadir Şener, Ankara 1994, 315.
[22] 95.Tîn, 4.
[23] 39. Zümer, 8.
[24] 35. Fâtır, 28.
[25] 16. Nahl, 12.
[26] 16. Nahl, 43.
[27] 17. İsra, 36.
[28] 49. Hucurat, 11.
[29] 49. Hucurât, 12.
[30] 53. Necm, 39.
[31] 2. Bakara, 188.
[32] 8. Enfâl, 61.
[33] 9. Tevbe, 4.
[34] 2. Bakara, 190.
[35] 2. Bakara, 191-3.
[36] 2. Bakara 192-3.
[37] 9. Tevbe, 7.
[38] 9. Tevbe, 6, 36..
[39] 9. Tevbe, 36.
[40] 3. Nisâ, 90-91.
[41] 16. Nahl, 125.
[42] 25. Furkân ,56.
[43] 88. Gâşiye, 21-22.
[44] 16. Nahl, 125.
[45] 3. Âl-i İmrân, 159.
[46] 9. Tevbe, 128.
[47] 109. Kâfirûn, 6.
[48] 4. Nisâ, 77.
[49] 22. Hacc, 40.
[50] Ali H. Berki-O. Keskioğlu, Hazreti Muhammed, Ankara 1932, 232.
[51] 2. Bakara, 190.
[52] 4. Nisâ, 75.
[53] 2. Bakara, 216.
[54] 4. Nisâ, 77, 78.
[55] 3. Âl-i İmrân, 13.
[56] 8. Enfâl, 7.
[57] 4. Nisâ, 77.
[58] 2. Bakara, 217.
[59] 22. Hacc, 39.
[60] 4. Nisâ, 75.
[61] 2. Bakara, 216.
[62] Draz, a.g.e., 59-60.
[63] 25. Furkân, 52.
[64] Draz, a.g.e., 60-61.
[65] Draz, a.g.e., 56-57 ( 61. Dipnot )
[66] Buhârî, Sahîh, İstanbul 1992, II, 87.
[67] İbnu’l-Kayyim el-Cevzi, Zâdu’l-Meâd, çev. Muzaffer Can, İstanbul 1991, IV, 534.
[68] İbrahim Sarıçam, Hz. Peygamber’in Çağımıza Mesajları, Ankara 2000, 118.
[69]Sarıçam, a.g.e., 120.
[70] Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları Medeniyet Tarihi, Ankara 1997, 21. (Reinhart Dozy’nin Historia de los musulmanes espanoles (Madrid 1984), adlı eserinin II. Cild, 49-51. sayfalar arasından naklen)