Tebliğ, bir çeşit iletişim olduğundan, bir anda yapılan ve
sonuçlanan eylem olmayıp süreç isteyen ve bir sistem içerisinde
işlemesi gereken bir eğitim
etkinliğidir. İletişim Bilimi’nin bilimsel verileri ışığında
gerçekleştirilmeyen bir tebliğ eylemi günümüz insanını etkilemede, eğitmede, değiştirmede
ve dönüştürmede yeterince başarılı olamayacaktır.
Konu İslam’ı tebliğ olunca, her
yaştan, her ırktan, her cinsiyetten muhatapları bulunduğundan, daha büyük bir
önem kazanmaktadır. Günümüzde, İslam’ı tebliğ ettiği iddiasıyla ortaya çıkan
ancak kendi doktrinini propaganda eden pek çok mezhep, tarikat, cemaat ile pek
çok dini kurum ve organizasyon bulunmaktadır. Mezhepler, Tarikatlar ve Cemaatler,
toplumsal, dinî ve siyasî gerçeklikler olup inkar edilmeleri, yok sayılmaları,
yasaklarla önüne geçilmeleri mümkün değildir. Ancak dini-toplumsal hareketler,
ilk ortaya çıktığı şekliyle devam etmez, mensupları arasındaki ilişkilerinde,
diğerleriyle ilişkilerinde ve fikirlerinde sürekli değişim ve dönüşüm yaşarlar.
Bir zamanlar son derece dinamik ve etkili olan bir hareket belli bir süre sonra
bütünlüğünü ve fikri insicamını kaybederek tamamen farklı bir harekete dönüşür
veya parçalanarak dağılır. Dini-toplumsal ve dini-politik hareketler
İslam’ı doğru ve özgün şekliyle,
Kur’an merkezli ve Hz. Peygamber’in örnekliği doğrultusunda sunduğu sürece, İslam düşüncesine ve
insanlığa önemli katkılarda bulunurlar. Ancak insanların düşünce özgürlüğünü kısıtlamaları, liderleri ve eserlerini kutsallaştırmaları, kendilerini
İslamla özdeşleştirmeleri ya da İslam’ın tek temsilcisi olduklarını iddia
etmeleri ve bir ruhban sınıfı oluşturmaları durumunda, fikir üretiminin ve
düşünce özgürlüğünün önünde büyük bir engel oluştururlar. Bugün İslam’ı tebliğ
ettiğini iddia eden bazı dini oluşumlar, birinciden çok ikinci rolü
üstlenmiştir. Fakat onların yöntemleri ve yanlışları bilimsel açıdan yeterince
eleştiriye tabi tutulmamıştır. Eleştiri yapanlar, ya onları güvenlik
konseptinden hareket ederek veya kanunî yasakları çiğnemeleri açısından
eleştirmektedirler. Onların, insanların bireysel, toplumsal ve siyasal
ilişkilerini etkileyen zihniyetleri gözardı edilmiştir. Tebliğ metotlarının
yanlışlığı yönünde yapılacak eleştiriler, cemaat karşıtı bir söylem olarak
telakki edilmek gibi bir risk taşımakla birlikte, asıl amaç İslam’ın evrensel mesajının ona yakışır bir şekilde
sunulabilmesine engel oluşturan faaliyetlerin veya yöntemlerin bir
eleştirisidir. Bir dini cemaati, liderine ve mensuplarını, genelleme yaparak,
bütünüyle yanlış göstermek, onları bütünüyle doğru göstermek kadar yanlıştır.
Ayrıca bir bilimsel yazıda, onları güvenlik konseptinde ele alıp, polisiye
tedbirlerle ve yasaklar koyarak önlemeyi bir yöntem olarak önermek veya onların tamamını sanık sandalyesine oturtarak
yargısız infazda bulunmak etik ve
bilimsel açıdan son derece yanlıştır. Bunun için belli bir fikrin sahibi olarak
gösterilmeleri dışında, hiçbir cemaat ve tarikat lideri veya mensubunun şahsına
doğrudan atıfta bulunulmayacaktır. Bunula birlikte tebliğ yöntemleri açısından
araştırmaya konu edinilen dini oluşumlar genelde Türkiye’de faaliyet
gösterenler olacaktır, ancak Türkiye
dışında teşkilatlanmış diğer dini oluşumlar ve doğrudan tebliğ iddiasında bulunduğunu
iddia eden Tebliğ Cemaati ile bazı dini organizasyonlara da nadiren
referanslarda bulunulacaktır. Biz, tebliği bir iletişim sistemi olarak
gördüğümüzden dinî akım ve cemaatlerin
tebliğ faaliyetlerini, iletişim sistemini oluşturan unsurlar açısından
eleştirel bir gözle analiz edeceğiz.
Dinî, siyasî veya ideolojik bir
mesajın, insanlar tarafından benimsenmesi ve toplumda taban bulabilmesi için,
mesajın doğruluğu kadar kim tarafından,
nasıl ulaştırıldığı da son derece önemlidir. Bir mesaj ne kadar doğru olursa
olsun, kaynaktan alıcıya iyi bir zamanlamayla
uygun kanallardan iletilmezse
olumlu bir yansımanın alınması mümkün değildir. Bu yüzden Allah, ilahî
mesajlarını gönderirken, bu göreve
insanlar arasında, akıllı,
güvenilir, dürüst, emanete hiyanet etmeyen, hoşgörülü, başarılı ve onurlu kimseleri seçmiştir. Böyle
olduğu halde bile, elçiler, tebliğ
görevlerini yerine getirirken zaman zaman bazı hatalar yaptıkları için,
Allah'ın ikazına muhatap olmuşlardır. Ancak mesajı ileten Peygamber hayatta
olduğundan, bu gibi hatalardan ve yanlış anlamalardan kaynaklanan sorunlar ilahi bir müdahaleyle çözüme kavuşturulmuştur. Bu sebeple İslam'ın
insanlara en başarılı ve doğru bir şekilde ulaştırıldığı, imaj ve güven
probleminin yaşanmadığı dönem, Hz. Peygamber dönemi olmuştur.
İslam mesajı, Hz. Peygamber'in
ölümünden sonra, sahabenin gayretleri,
bilginlerin ilmî faaliyetleri, siyasî iktidarların fetihleri, mezhepler,
tarikatlar ve burada saymadığımız diğer
yollarla yayılmaya devam etti. Mezhepler, felsefî ekoller ve tarikatlerin
kurumlaşmasından sonra, mesajın anlaşılması ve aktarılmasında farklı anlayışlar ve metodlar geliştirildi.
Ancak Peygamberlik Hz. Muhammed'le sona erdiği için, ondan sonra bu
mesajın anlaşılması ve insanlara
ulaştırılmasında yapılan hataların bizzat mesajın sahibi Allah tarafından
düzeltilmesi yolu kapandı.
Bugüne gelindiğinde dünyada siyasî,
kültürel ve ekonomik alanlarda küresel düzeyde yaşanan rekabetten, dinler ve
kültürler de nasibini aldı.
Sonuçta tarihi çok gerilere giden dinler arası ve kültürler arası rekabet büyük
bir ivme kazandı. Küreselleşmenin bir sonucu olarak herkes her ürettiğini dünya
pazarlarına sürememektedir. Öncelikle üretilen malın kaliteli ve standartlara
uygun olması, güzel ambalajlanması ve iyi bir ulaşım ağıyla sağlam bir şekilde
tüketicisine ulaştırılması gerekmektedir. Dinler için de durum aşağı yukarı
aynıdır. Artık sunulan mesajın özgün olması, günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap vermesi ve yeni teknolojik imkanları da
kullanarak ihtiyaç sahiplerine en güze bir şekilde sunulması büyük önem kazanmıştır. Ancak müslümanlar,
dinler arasındaki bu küresel rekabete hazırlıksız yakalanmıştır. Buna karşın misyonerliğe özel önem atfeden ve
bunun için köklü organizasyonlara sahip olan Hristiyanlık müslümanlar arasında
ve şu anda özellikle, Türkiye’de, Orta
Asya ve Uzak Doğu'da modern teknolojik imkanları da kullanarak bu bölgedeki
yerli nüfusun yeterli ve doğru dini bilgiye sahip olmayan kesimlerinin dini
kimliklerini tehdit eder duruma gelmiştir. İslam dünyasında ve batıda amaçları
arasına gerek müslümanlara gerekse müslüman olmayanlara "İslam'ı tebliğ
etme" misyonunu koyan "
ve uzun bir tarihi geçmişe sahip pek çok tarikat ve mezheple 20. yüzyılın ürünü olan dinî Cemaat ve Organizasyon"[1] bulunmaktadır. Bizim, böyle bir makalede bütün cemaat ve
tarikatleri tek tek incelememiz mümkün değildir. Burada üzerinde durmak
istediğimiz konu, iletişim biliminin mevcut verileri ışığında çağdaş İslam
akımlarının (cemaat ve tarikatler) İslam'ı tebliğ faaliyetlerini değerlendirmek
olacaktır. İletişimi bir sistem olarak kabul edecek olursak, böyle bir
değerlendirmeyi, bu sistemi oluşturan dört unsurdan hareketle, yani kaynak (tebliğ
eden), alıcı (muhatap kitle), ileti (mesaj) ve oluklardan (metod ve kanallar)
hareketle yapabiliriz.
Kaynak, her hangi bir konuda
iletişim sürecini başlatan ve iletiyi çeşitli yollardan hedefe gönderen kişi, grup, kurum ya da toplumdur. Mesaj,
türü ne olursa olsun, ister duygu, düşünce, kanı ve bilgi olsun ister dini ve
ideolojik olsun, mutlaka bir kaynağın varlığını gerektirir. İletişim sürecinde
kaynağın iletileri kodlayıp sürece sokmasında, kaynağın iletişim becerisi,
tutumu, deneyimi, bilgi düzeyi ile çevresel, toplumsal ve kültürel öğeler
önemli bir rol oynamaktadır.[2] İslam mesajını
insanlara ulaştıran kaynağa gelince, bu kaynak İslam'ın ilk dönemlerinde Hz.
Peygamber idi. O, kendi döneminin şartları içerisinde, iletişim sisteminin
bütün öğelerini başarılı bir şekilde kullanmaya çalıştı ve büyük ölçüde başarılı
oldu. Bugün İslam mesajını ulaştıracak kaynak rolünü, müslüman bireyler ve
onların kurdukları dini cemaatler, tarikatler, mezhepler ve bazı organizasyonlar
üstlenmektedir. İslam’ı tebliğ etme iddiasıyla ortaya çıkan bu teşekküller veya
bunlardan bağımsız çeşitli organizasyonlar, yukarıda sözü edilen iletişim
sisteminde kaynakta bulunması gereken özelliklere, ya çok az bir kısmına
sahiptir veya hiç sahip değildir. Günümüzde öncelikle tarikat ve cemaatler, büyük bir nitelik ve imaj sorunuyla karşı
karşıyadır. Çünkü İslam'ı tebliğ iddiasında
bulunan bu akımların mensupları,
İslam mesajını bütün insanlara doğru bir şekilde ulaştırabilecek eleman
yetiştiren kurumlardan ne iyi bir dinî eğitim,
ne de iletişim ve halkla ilişkiler konusunda çok özel dersler almışlardır.
Aksine bu dini hareketlerden bazıları, böyle bir kurumda eğitim görmeyi zahirî
ilimle uğraşmak şeklinde değersiz bir meşguliyet veya cemaate akademik destek
sağlayacak elemanlar kazanmak olarak görmektedir. Hatta bazı cemaatler, mensuplarının
böyle bir eğitim sonucunda itikatlarında oluşan zafiyeti tamir için özel tashih-i itikad programları
gerçekleştirmektedir. İslam’ı anlatmak ve tebliğ etmek iddiasında olan kişilerin,
öncelikle çok iyi bir dinî eğitimden geçirilmeleri ve pedagojik formasyon almış
olmaları gerekir. Halbuki günümüzde cemaatin önderine veya tarikatin şeyhine
en itaatkar veya sıhriyet bağı olan kimseler, ya da ilgili metinleri en fazla okuyan ve
okutanlar, imam, halef ve halife olarak tayin edilmektedir. Yüce İslam mesajının doğru ve sağlıklı bir
şekilde günümüz insanına sunulabilmesi için, nitelikli insan kaynağına sahip olmamız
gerekmektedir. İslam mesajının iletilmesi
sürecinde kaynağın kişiliği, mesajın alıcı tarafından doğru
algılanmasında son derece önemlidir. Bir kişinin bilmediği, yaşamadığı bir
konuda doğru ve sağlıklı bir tebliğ eyleminde bulunması mümkün değildir. Hindistan'da 1926 yılında Muhammed İlyas
tarafından “sırf İslam’ı tebliğ amacıyla kurulan” Tebliğ Cemaatı adlı bir cemaat vardır. Bu Cemaat, "öğreterek İslam'ı öğrenmeyi
" ilke olarak benimsemiştir. Bu sebeple üyeleri özel eğitimden geçirilmeye
gerek duymamaktadır. Bugün İslam'ı tebliğ eden bu kaynaklar (tarikatler ve
cemaatler), genel olarak, İslam, onun kitabı Kur’an ve Peygamber'i Hz. Muhammed’den çok kendi mensubu
oldukları cemaatin/tarikatin lideri, eserleri ve İslam'ı algılama biçimleri konusunda bilgi
sahibidir. Onlar, masum insanlar veya kutsal şahsiyetler olarak gördükleri bazı
insanların ilham yoluyla yazdıklarına inanılan kutsal metinlerini defalarca
okumakta ve hatta bazı pasajlarını
ezbere bilmektedirler. Kendi gruplarının (cemat ve tarikat) metinlerinin
içeriklerini Kur’an’ın içeriğinden daha iyi bilenler de vardır. Hatta bazı
üyeler, efendilerinin eserlerini ve köşe yazılarını abdestsiz okumamaya özen
göstermektedir. Bazıları da , vaaz ve irşadlarında jest ve mimiklere varıncaya
kadar bazı şahsiyetleri taklid etmektedir. Bu cemaatler, kendi cemaat liderinin
veya mezhebinin metinlerini, Kur’an’ın en sahih yorumu olarak göstererek İslam'la
özdeşleştirmekte ve sadece kendilerinin İslam'ı en iyi temsil ettiklerini iddia etmektedir. Hatta bunun için Kur’an ayetlerinin
kendilerine işaret iddia edilen ayetler sıralamaktadır. Böyle bir tutum ve
davranış, onları seçilmişlik psikolojisi içerisinde, kendilerini kurtuluşa eren
topluluk veya kendi cemaatlerini
Mehdî’nin manevi şahsiyetinin temsilcisi[3], “ ahir zaman
cemaati”[4] ya da cemaat
liderinin mehdî-mesih[5] olduğu iddiasına
götürmektedir. Bu durumda tebliğ, diğer müslümanlardan daha fazla destek
kazanma faaliyetine dönüşmektedir. Bu da dini akımlara, nitelik yerine nicelik
açısından bir güç kazandırmaktadır. Aslında
iletişim biliminin önemle üzerinde durduğu mesajın, o mesajı taşıyanlar
üzerinden nasıl algılandığı sorusu son derece önemli bir sorundur.
İslam'ı tebliğ etmeyi amaçları
arasına koyan cemaatler, tarikatler ve dini organizasyonlar, sivil toplum
örgütleri oldukları şeklinde kendi eylemleriyle çelişen bir iddiada
bulunmaktadırlar. Kendilerine her ne kadar sivil toplum örgütü görüntüsü
vermeye çalışsalar da, kişi merkezli
olmaları, ortak katılımdan yoksun olmaları, devletten bağımsız olmak yerine,
devlete muhalif bir tavır takınmaları,
bazılarının iktidarı ele geçirme amacı gütmesi, ticari ortaklıklara
dönüşmesi ve dini-ideolojik kalıplar
içerisinde faaliyet göstermeleri sivil toplum örgütü sayılabilmelerini
engellemektedir. Özellikle Türkiye'de tarikatler ve cemaatler, dini önderlerinin
veya liderlerinin otoriteleri ve tasallutu altında faaliyet göstermekte ve varlığını bu kişilerle sürdürmektedirler.
Diğer taraftan bazıları dolaylı veya doğrudan siyasetin içinde oldukları, partileştikleri,
partilerin potansiyeli ve uydusu haline geldikleri bilinmektedir. Ayrıca bazı
gruplar, bazan iyi niyetli ve insanlara faydalı olmak üzere kendilerine destek
veren mensuplarını, müşteri gibi görerek
suistimal etmektedirler. Bazan da, tevhid, ihlas, tesettür, tekbir ve benzeri
kavram, değer ve sembolleri işyeri,
şirket adı olarak kullanmak suretiyle, onlar üzerinden kapital elde edilmeye
çalışmaktadır. Sonuçta bütün vaktini, malını ve çalışmalarını cemaat veya belli bir dinî organizasyona feda
eden, onun emrine veren kimselerin çocukları ve ailesi, onların sunduğu eğitim
ve öğretim imkanlarından, pahalı olması dolayısıyla eşit düzeyde yararlanamamaktadır. Kendi
mensupları üzerinden zengin olanlar, daha sonra zenginlere hizmet veren ticarî
şirket ve organizasyonlara dönüşmektedir. Sonuçta İslam'ı tebliğ eden kişi,
grup ve topluluklarda bulunması gereken niteliklerden olan ihlas ve samimiyet tabelalarda veya
söylemde kalmaktadır.
Alıcı, kaynağın gönderdiği mesaja
hedef olarak seçilen kişi, grup veya topluluktur. Etkin bir iletişimin
gerçekleşebilmesi için alıcının ilgi
alanının, tutum, düşünce ve inançlarının, sosyo ekonomik düzeylerinin ve
ihtiyaç alanlarının önceden öğrenilmesi son derece önemlidir.[6] Muhatap kitle
bu özellikleriyle iyi tanınırsa, tebliğ edilecek mesaj onların anlayacağı
düzeyde ve anlamalarını kolaylaştıracak
yollarla sunulur. Aksi takdirde yapılan faaliyet sonuçsuz kalır. Bunun acı
sonuçlarını, bugün Türkiye'den Orta
Asya'ya ve Balkanlar'a İslam'ı tebliğ etmek üzere giden cemaat ve tarikatlerin faaliyetlerinde açıkça
görmekteyiz. Sovyet Rusya'nın çöküşüyle
birlikte bu bölgelerde İslam'a büyük
ilgi ve alaka oluşmuştu. Bu dine susamışlığı ve ilgiyi karşılayabilmek için
ülkemizden Nurcular, Süleymancılar, Işıkçılar, Nakşiler, Kadiriler ve diğer
dini cemaatler buralara çok sayıda insan
gönderdi. Bu cemaatler, bölge insanının 70 yıllık esaret döneminde İslami
kişilik ve kimliğinden neler kaybettiğini, şu anda ilgi alanı, düşünceleri,
sosyo-ekonomik düzeyleri ve ihtiyaçlarını araştırıp incelemeden ve bu konuda
saha araştırmaları yapmadan, hatta onların dillerini ve şivelerini öğrenmeden
tebliğ faaliyetine giriştiler. Diğer yandan
Türkiye'nin sosyal ve siyasî şartları içinde geliştirdikleri dinî
söylemleri ve onları ele alan eserleri aynı uslüp ve muhtevayla bölge insanına aynen veya oranın dillerine
zor anlaşılır çeviriler üzerinden enjekte etmeye kalkıştılar. Bu da, İslam'a
karşı büyük saygı ve sevgi besleyen bu insanları hayal kırıklığına uğrattı.
Çünkü onlar, hem bu eserleri anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdi, hem de dinle
ilgili sorularına cevap bulamamışlardı. Bu konuda sadece Türkiye'den giden cemaatler ve
organizasyonlar değil Arap dünyasından, İran, Afganistan, Pakistan ve
Hindistan'dan gelen cemaatler de aynı şeyi yaptılar. Örneğin Hizbu't-Tahrir,
"Hilafet Devleti" söylemini bölge insanına sunmak istedi ve bölgede
siyasî çatışmalara sebep oldu. Pakistan ve Arabistan üzerinden gelen
Vahhabi-Selefi anlayış ise, bölge halkının dini
dokusuna uyum gösteremeyen son derece gelenekçi-muhafazakar bir din
söylemi sundu. Bu da Hanefî-Mâturîdî kültürel kimliğine mensup bölge halkından
ciddî eleştiriler aldı. Halbuki onlar, bölge halkının dilini, örf, adet ve
geleneklerini, ihtiyaçlarını tespit ederek kendi mesajları yerine İslam’ın
mesajını ulaştıracak anlaşılır eserler yazmaları gerekirdi. Muhatap kitle
analiz edilmediğinden verilmek istenen mesaj, sınırlı düzeyde muhatap bulabildi. Bu
insanlar, İslam'ın özgün mesajıyla karşılaşmak
yerine, anlamaları son derece zor ve karmaşık olan cemaatlerin din
anlayışıyla karşılaştıkları için mesajın aktif katılımcıları da olamadılar.
İslam'ın inanç ibadet ve ahlak boyutuyla ilgili doğru bilgilendirme görevi
üstlenen Diyanet İşleri Başkanlığı da aynı hatayı yaptı. Çünkü bu bölgelere
imam veya din ateşesi olarak gönderdiği kişileri, özel bir eğitimden
geçirilmemişti. Diğer taraftan, bölge insanıyla ilk defa karşılaşan İmamlar dil
bilmediklerinden, sırf Kur'an okumak ve okutmakla, İslam'ı tebliğe başladılar.
Dillerini öğrenmeye ve muhatap kitleyi tanımaya
başlayınca görev süreleri biterek geri döndüler.
İleti, kaynaktan alıcıya çeşitli
yollarla gönderilen bir bilgi, düşünce, duygu ya da kanaattir. Semboller,
işaretler, dil oyunları veya bir söylemden oluşan iletinin iki önemli
niteliğinden birisi, dil, diğeri
içeriktir. İletinin dili bazan sadece muhatabın anlayacağı dil olabileceği
gibi, bazan da konuşma dilinin dışında
müzik, sanat ve hareketler gibi kodlar da olabilir. Ancak iletişimin etkin ve
sağlıklı gerçekleşebilmesi için, olmazsa olmaz şartı iletinin, kaynak ve
muhatap kişi, grup ve toplum tarafından açık-seçik, yani anlaşılır olmasıdır.[7] Bugün dinî cemaatlerin
ve tarikatlerin, herkesçe anlaşılmayan sembol, değer ve kavramlardan
oluşan bir din dili bulunmaktadır.
Özellikle dini duyguları zayıf, dini
bilgiye sahip olmayan veya çok az sahip olan genç kesim arasında bu dilin
anlaşılması son derece zordur. Hatta bir çok cemaatin bu dille yazılmış bir
edebiyatı oluşmuştur. Oluşan bu dilin herkesçe anlaşılmaması ve dil
oyunlarından oluşan gizemli bir yapıya büründürülmesi, metinlerin
kutsallaştırılmasına, dilinin sadeleştirilmeden muhafazasına, bu eserlerin dilini
anlayanların önderliğinde okunup anlaşılmasına, eserlerin defalarca okunmasına ve aslî şekliyle elle yazılmasının dinî bir
vecibe olarak algılanmasına götürmüştür. Hatta İslam mesajı bu tür metinlere
indirgenirken Kur'anın anlaşılması da bu
edebiyatın anlaşılmasına bağlanmıştır. Bu yüzden sözü edilen eserler, cemaat
üyeleri arasında ilhamla yazdırılmış kutsal kitap gibi ilgi görmektedir.
Arkon'un da ifade ettiği gibi, " tek kitaplı topluluktan çok kitaplı
topluluklara" dönüşen bir duruma gelinmiştir. Halbuki İslam mesajı'nın din
dili/mantığı özgün şekliyle Kur'an ve onun dini söylemi olmalıdır. Böyle
olmadığı sürece insanlar ve özellikle genç nesil İslam mesajına ilgisiz kalacaktır.
İletinin içeriği konusuna gelince,
iki noktanın dikkate alınması gerekir. Birincisi, İslam masajının içeriğini oluşturacak
düşünce, duygu ve bilgilerin alıcının ihtiyacına, bilgi düzeyine, toplumsal
ekonomik düzeyine ve kültürel normlar doğrultusunda seçilmesi gerekir. Aksi
takdirde bunları dikkate almayan bir mesaj, kabul görmeyecektir. Günümüzdeki cemaat,
tarikat, mezhep ve dinî organizasyonların bunları yeterince dikkate almadığı
görülmektedir. İkincisi de, mesajın içeriğini oluşturan, bilgi, düşünce ve
kanaatlerin işlenme biçimidir. İslam mesajı, maalesef, büyük toplumsal, siyasî,
kültürel, bilimsel, teknolojik değişimleri hızlı bir şekilde yaşayan günümüz
insanının anlayacağı ve ihtiyaçlarını karşılacayak biçimde işlenmemektedir.
Asrı Saadet'i yüceleştiren ve bugünü kıyamete yakın yozlaşmış bir devir olarak
gören pek çok cemaat, İslam'ın belli
tarihi dönemlerine ait anlaşılma biçimlerini ve geçmişe ait geleneksel dinî
yapıları, o dönemin kalıpları içerisinde bir gelecek tasavvuru olarak sunmaktadır.
Bu durum, sadece cemaat ve tarikatlerin yaptığı yeni bir hata olmayıp kökleri çok
eskilere dayanmaktadır. Zamanla mesajın
taşıyıcıları olan mezhep, tarikat ve cemaatler, Kur'an'ın mesajını aktarmak yerine kendi
anlayışlarını mutlak dinî gerçekler olarak aktarmaya başlamalarıyla birlikte
Kur'an'la olan sıcak diyalog yerini mezhep, tarikat ve cemaatler arası mücadeleye
ve rekabete bırakmıştır.
Günümüzde İslam'ı tebliğ etmek
amacıyla ortaya çıkan veya bunu amaçlarından
biri olarak gören dinî mezhep, tarikat ve cemaatlerin din söyleminin içeriği
analiz edildiğinde temelde iki ayrı gösterge, ya birlikte veya ayrı ayrı bulunmaktadır.
Son
iki yüz yıldır İslam dünyasında ortaya çıkan, çoğu dinî ve ideolojik
hareketlerin geliştirdikleri din söyleminin merkezinde siyaset bulunmaktadır. Bunun sebebini şu
şekilde açıklamak mümkündür: Müslümanlar tarih boyunca güçlü devletler kurdular
ve devlet desteğiyle İslam mesajını
yaymaya çalıştılar. Osmanlı Devleti'nin gerilemeye başlamasıyla birlikte bu desteği
kaybettiler. Ayrıca batılı sömürgeci güçlerin işgali sonucu bağımsızlıklarını
kaybeden müslümanlar, kendilerini siyasî, toplumsal, ekonomik ve dinî bir
buhrana düştüler. Neticede Osmanlı'nın kurtarılması ve hilafetin ayakta tutulması,
müslümanların öncelikleri haline geldi. Osmanlı devletinin yıkılması ve
hilafetin kaldırılmasından sonra, müslümanların birliği ve hilafetin yeniden inşası bazı akımların örtülü referans
çerçevesini oluşturdu. İhvân-ı Müslimîn, Hizbu't-Tahrîr, Cemaat-ı İslâmiyye,
Hicret ve Tekfîr Cemaati, Kaplancılar, Hizbullah ve diğer bazı hareketler,
İslam'ı sadece dinî ve akidevî bir inanca ilaveten ekonomik, hukukî ve siyasî
bir sistem olarak algıladı. Şiî dünyada
ise, bu ideolojik anlayış İmamet anlayışı üzerinden propaganda edildi. İslam’ı
bu şekilde anlayanlara göre, İslam insanlara kurumsal bir siyaset sistemi
sunmaktadır. Buna inanmak ve bunun kurulması için çalışmak farzdır. Bu kesim ,
" Zamanın imamına tanımayan ve ona beyat etmeden ölen kimse Cahiliyye
ölümüyle ölmüştür." şeklinde bir rivayete dayanarak liderlerine halife veya imam olarak ya da mehdî olarak beyat edilmesini istediler. Aslında bu anlayış Şiî çevrelerde çok erken
dönemlerden itibaren mevcut idi ve İmamet
inanç konusu olarak görülmekteydi. Hilafetin kaldırılmasından sonra
Sünnî dünyada, geleneksel anlayışın tersine, hilafet inançla ilişkilendirilmeye
başlandı. Sonuçta İslam'ın varlığının devamı kurumsal siyasetin varlığına bağlandı ve şöyle
söylemleştirildi: " Hilafet bozulursa İslam bozulur ve müslümanlar hüsrana uğrar. Hilafet
düzelirse İslam düzelir ve müslümanlar
kurtuluşa erer."
Siyasal bir din söyleminin İslam
mesajının merkezine yerleştirilmesiyle, müslümanlar siyasal ve çatışmacı bir
zemine kaymakla kalmadı, bu fikrin sahipleri hem kendi ülkelerindeki idarelere
karşı hem de küresel düzeydeki siyasî güçlere karşı sonu gelmeyen ve genelde başarısızlıkla
sonuçlanan bir macera ve serüvene dönüştü. Hatta İslam'ın inanç, ahlak ve
ibadet boyutları geri plana itilerek,
kurumsal siyaset, dinin varlık sebebi haline dönüştürüldü. Üstelik bugünün
müslüman tipolojisi veya siyasal lider
tipolojisi, genel de olmasa da çoğu kere, bütün dünyaya hakim olmak isteyen,
başka farklı görüşlere tahammülü olmayan ve problemi şiddet yoluyla çözmek
isteyen Harici bir modeli temsil etmektedir. İslam'ı siyasal, ekonomik ve
toplumsal bütün problemleri çözecek şekilde takdim etmek ideolojik bir yaklaşım olup İslam'a ve Kur'an'a,
ilk dönemlerdekinden farklı bir misyon yüklemek anlamına gelmektedir. Bu da
müslümanları tepkisel ve savunmacı bir halet-i ruhiye içerisine soktuğu için
toplumsal gerginliklere sebep olmakla kalmamış İslam'ı tepkisel protesto ideolojisine dönüştürmüştür.
Dinî
cemaat ve tarikatlerin İslam mesajının özünü, anlakî ve manevi unsurlardan
yoksun kulluk/ibadet merkezli bir din anlayışı oluşturur. Bu din anlayışının
temel göstergesi, namaz, oruç, zekat ve hac ibadetlerinden oluşan şeklî
dindarlıktır. Bu anlayışa göre, insanlara ne kadar fazla ibadet yaparsa, bu
konuda ne kadar meşakkat çekerse, ne kadar çok hacca giderse, ne kadar fazla
namaz kılarsa o kadar iyi müslüman olur ve daha çok sevap
alır. İbadet kavramının yukarıda sayılan
şeylere hasredilmesi, dindarlıkta bulunması gereken bilgi, inanç ve ahlak
boyutunun öne çıkarılmasını engelledi. İbadet, sadece bunlardan ibaret değildir.
İslam’da yapılan her iyilik ve güzel davranış bir ibadettir. Bu yüzden, dini
cemaatler ve tarikatlerin insanlara telkin ettiği dindarlık, şekli ve
daraltılmış bir dindarlık çerçevesinin dışına çıkamadı. Hatta bazı cemaatlerde,
sarık, sakal, cübbe ve diğer bazı şeyler dindarlığın sembolleri olarak görüldü.
Örneğin Tebliğ Cemaat'inde bu şekildeki bir giyim ve kuşam İslamî olarak
nitelendirilerek Tebliğ'de gözetilmesi gereken altı esastan birisi kabul edildi.
Bu anlayış, Türkiye'de de pek çok cemaat tarafından benimsenmektedir. Öyleki
hayatın her cephesini dinileştirmekle kalmadı dindarlığı fıkıh dindarlığına
endeksledi. Bu anlayışa göre din insan için değil insan din içindir. Bu sebeple
insanın günlük hayatının her bir saatinde yaptığı bütün hal ve hareketleri dinî
bir kisveye büründürülmek istendi. Sosyal hayattaki düğün ve benzeri
merasimler, cenaze merasimlerine dönüştü. Bu amaçla Amellerin Faziletleri ve Zikrin
Faziletleri[8] adıyla kitaplar
yazılarak şekli ve zikirmatiklerle zikirlerin yapıldığı sayısal bir dindarlık
oluşturulmaya çalışıldı. Nurettin Topçu'nun da dediği gibi, İslami ruh ve
manasından sıyrılan dinî hayatın bu şekilperestliğine zühd ve takva adı
verildi.[9] Böyle bir
dindarlık, bazan Haricilerde olduğu gibi aşırı fanatizme yol açmakta, bazan da
kendi kabuğuna çekilen toplumdan soyutlanan ve turfanda müslümanlık adını
verebileceğimiz bir yaşama dönüştü.
Taklide dayalı ve şeklî dindarlık,
çoğu kere Cemaat dindarlığını öngördü. Bu dindarlık biçimi, Cemaatler ve mistik
hareketlerin din söyleminden beslenmektedir. Bu durumda birey tek başına değil, ya bir dinî rehber ya da
önderin denetiminde ( cemaat lideri ve imamı, tarikat şeyhi veya halifesi) ve onun
cemaatinin bir üyesi olarak
İslam'ı yaşamak durumundadır. İslam mesajının yaşanması zor şekli dindarlığa büründürülmesi, birey
bilincinin güç kazandığı günümüz modern toplumların nazarında bu mesajın
önemini azalttı . Bu yüzden, İslam mesajının
birey ve toplumun ihtiyaçlarına göre yeniden yorumlanarak, İslamî ruh ve
manasından sıyrılan dinî hayatın bu şekilperestliğine son verilmesi son derece
önemlidir.
Tebliğ faliyetinde, Kaynak, Alıcı ve
İleti kadar onun hangi yollarla
iletileceği de son derece önemlidir. Eskilerin " Usülsüzlük vüsûlsüzlüktür"
şeklinde bir deyimi vardır. Oluk, İletişim biliminde, iletiyi kaynaktan alıcıya
ulaştıran araç olarak tanımlanmaktadır.
Eğer mesajı uygun metod ve yollarla sunamazsa, mesaj ne kadar doğru ve sistemli
olursa olsun olumlu bir etki yaratmaz. Bu açıdan muhatap kitlenin bilgi düzeyi,
ilgi alanı ve sosyo-ekonomik düzeyi dikkate alınarak İslam mesajını özgün bir
şekilde sunmak gerekmektedir. Ancak dinî tebliğ etme iddiasında olan dini
akımlar ve organizasyonların İslam'ı öğretmek üzere hazırladıkları kitaplar,
kasetler ve filmler, pedogojik açıdan incelendiğinde, pek çoğu hitap ettiği
kitlenin yaş grubu, psikolojik gelişimi, cinsiye farkı ve diğer
özelliklerini dikkate almadan, batıda ve doğuda bilimsel çevrelerde geliştirilen
yeni metod ve yaklaşımlar kullanılmadan hazırlanmıştır. Bazıları, son derece
garip yollar kullanmaktadır.[10]
Bütün mesajların amacı, hedef kitleyi oluşturan
kişi, grup ve toplulukların bilgi düzeylerinde, düşünce düzeyinde ve
davranışında bir değişme meydana getirebilmektir. Bugün sunulan İslam mesajı,
daha çok insanların siyasî yönüne ve duygusal yönüne hitap etmektedir. Halbuki
insanlığın önünde açlık, yoksulluk, yolsuzluk, hırsızlık, aşırı silahlanma, etnik
temizlik, çevre kirliliği, adaletsiz
gelir dağılımı, dinî ve ahlakî
değerlerdeki yozlaşma, zulüm, işkence, işsizlik, emeğin sömürüsü gibi çözüme
kavuşturulması gereken pek çok problem bulunmaktadır. Dinî teşekküller, ilmin ve bilginin büyük ve
sınırsız bir güç olduğu gerçeğini
anlayarak dikkatlerini bu alana çevirmek
durumundadır. Ancak bu durumda müslümanlar
geçmişin enkazından, batının tüketici köleliği ve taklitçiliğinden kurtulabilir.
Oysaki mevcut dinî cemaatlerin İslam mesajı, genelde, müslümanlarda bireysel sorumluluğu, kimlik bilincini,
varlığını gerçekleştirme şuurunu köreltmekle ve kişisel kabiliyetlerin
geliştirilmesine engel olmakla kalmamakta ferdi cemaate, siyasete ve tarikate
kurban etmektedir. Öyleki bu gruplar, kişisel başarısızlıklarını telafi etmek
isteyen, sorumluluktan kaçan, kimlik arayışında olan kimselerin sığınağı haline
gelmiştir.
Bu grupların
İslam'ı tebliğ konusundaki en önemli zaaflarından birisi de, kendi din
anlayışlarının özeleştirisini yapmamalarıdır. Cemaat ve tarikat liderleri
tartışmasız bir otorite kabul edildiği
için onların dedikleri mutlak gerçek ve hikmet olarak görülür. Eserleri diğer
insanların fikirlerini ölçmede önemli bir kriter görevi görür. Diğer insanlar,
kendi cemaat liderlerini veya mensuplarını tanıdıkları ve onların eserlerini okudukları ölçüde
saygınlık kazanır.
Sonuç olarak günümüz insanının
bireysel ve topulumsal ilişkilerinde yaşanan değişmeler ve bunun sonucu ortaya
çıkan dini ihtiyaçlar gözönünde bulundurularak İslam'ın yeniden yorumlanması ve
onun bugünkü İletişim ve Halkla İlişkiler konusundaki gelişmeler ışığında bütün
insanlığa uygun yollarla en iyi bir biçimde sunulmasına büyük ihtiyaç vardır.
Bugün geleneksel Teoloji'de tartışılan İslam mesajının ulaşmadığı bölgelerdeki
insanların durumunun ne olacağı sorunu, sorun olmaktan çıkmış, dinî cemaat ve
organizasyonlar tarafından İslam'ın doğru bir şekilde sunulmadığı veya eksik
olarak sunulduğu için İslam'da uzak duran insanların durumunun tartışılması
zorunlu hale gelmiştir. Günümüzde
İslam'ı tebliğ etme iddiasıyla ortaya çıkan ve büyük ölçüde güven ve imaj
sorunu yaşayan yukarıda ismini
saydığımız veya saymadığımız pek çok cemaat ve organizasyon, İslam'ı anlama,
muhatap kitlenin durumuna göre sunma açısından başarı düzeyleri sanıldığı gibi
yüksek değildir. Bazı dini cemaatler, insanları İslam'a ısındırmak yerine
İslam'dan soğutmaktadırlar. Onların İslam'ı bizatihi siyasal bir din veya mistik
bir dünya görüşü ya da şekli bir dindarlık olarak algılamaları sebebiyle,
İslam'ın ve müslümanların tarihte bıraktıkları olumlu imaj, yerini korkulan ve ihtiyatla yaklaşılan bir
imaja bırakmıştır. Bunun ortadan kaldırılması için, İslam’ın insanlığa emniyet ve güven telkin eden iman ve
ahlak boyutunun yeniden öne çıkarılması şarttır.
KAYNAKÇA
Abdurrazık, Ali, İslamda İktidarın Temelleri, Çev.: Ömer Rıza Doğrul, İstanbul 1995;
Ahmad, Mirza Bashir-ud-din Mahmud, Çağrı,
der.: Muhammed C. Şems, İslamabad 1993; Ahmed, Mirza Tahir, Din Adına Kan, Çev.: Abdülgaffar Han,
Frankfurt 1992; Akman, Nuriye, “Fethullah Hoca Anlatıyor (9. röportaj)” , Sabah
Gazetesi, 31 Ocak 1995; el-Benna, Hasan, Mecmûatu
Resâil.., Kahire 1990; Büyükkara, Mehmet Ali , “ İsmâilîlere Atfedilen “Dokuz Aşamalı
Da’vet Süreci” Üzerine Bir İnceleme”, İLAM Araştırma Dergisi, Cilt: 3, II
(1998), 35-49; Çakır, Ruşen, Ayet ve Slogan
Ayet ve Slogan Türkiye'de İslami Oluşumlar, İstanbul 1990; Can, Eyüp, Ufuk Turu, İstanbul Trz.; Din Öğretiminde Yeni Yöntem Arayışları,
( 28-30 Mart 2001 tarihinde İstanbul'da yapılan Uluslar Arası Bildiri ve
Tartışmaları), Ankara 2003; Said Nursî, Emirdağ
Lahikası, Sinan Matbaası, İstanbul 1959;
Said Nursî, Kastamonu Lahikası,
Tenvir Neşriyat, , İstanbul 1990; Gülen, Fethullah, Altın Nesil, der. Latif Erdoğan, Erzurum 1978; Gülen, M. Fethullah,
Fasıldan Fasıla I, der. Ahmet Kurucan.; Güler, İlhami, Politik Teoloji Yazıları, Ankara 2002; el-Harekatu'l-İslamiyye el-Muasıra
fi'l-Vatani'l-Arabi, ed. Merkezü'd-Dirasati'l-Vahdeti'l-Arabiyye-Camiatu'l-Ümemi'l-Müttehide,
Beyrut 1987; Hoffer, Eric, Kesin
İnançlılar, İstanbul 1998. (7.Baskı); İslâm
Gelenek ve Modernleşme, ( I. Uluslar Arası Kutlu Doğum İlmi Toplantısı),
İstanbul 1996; İslâm ve Modernleşme,
(II. Kutlu Doğum İlmi Toplantısı), İstanbul 1997; Kandehlevî, Muhammed
Zekeriyya, Fazâilu Zikr- Zikrin Faziletleri, Çev.: Hayri Demirci,
Gülistan Neşriyat, İstanbul trz.; Kandehlevî, Muhammed Zekeriyya, Fazâilu'l-A'mâl- Amellerin Faziletleri, Çev.:
Hayri Demirci, Gülistan Neşriyat, İstanbul trz. ; Keleş, Ahmed, “ Türkiye’de
Cemaat Dindarlığının Oluşumunda Hadislerin Rolü”, İslâmiyât Dergisi, (
Türki(iye) Dindarlığı Özel Sayısı), Cilt: 5: IV ( 2002), 125-140; Köktendincilik ve Çoğulculuk ( 9-10
Aralık 1994 tarihinde Alman Kültür Merkezinde yapılan Sempozyum Tebliğleri ) ,
Ankara 1995; Küreselleşme İslam Dünyası ve Türkiye, (09-11 Kasım 2001 tarihinde
İstanbulda yapılan Uluslar Arası Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri), İstanbu
2002; Kutlu, Sönmez, " İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri",
İslâmiyât Dergisi, Cilt: 4, IV(2001); Lia, Brynjar, Müslüman
Kardeşlerin Doğuşu, Çev.: İhsan Toker, İstanbul 2000; Mevdudî, Ebu'l-Âlâ, İslâm'da Hükumet, Çev.: Ali Genceli,
İstanbul trz.; Mevdudî, Ebu'l-Âlâ, İslâm'da
İhya Hareketleri, Çev.: A. Ali Genç, İstanbul 1995. ( 4. Baskı); Mevdudî,
Ebu'l-Âlâ, Kur'ân'a Göre Dört Terim,
Çev.: Osman Cilacı-İsmail Kaya, İstanbul 1980. ( 3. Baskı); Müslüman Ahmediye Cemaati Bülteni, haz.
Raşit Paktürk, İmmenhausen Ocak-Şubat 2002; Kasım 2001; Önkal, Ahmet, Rasulullah'ın İslâm'a Davet Metodu,
İstanbul 2000. ( 15. baskı); es-Sahvetu'l-İslâmiyye
ve Hümûmi'l-Vatani'l-Arabî, tak. Sa'duddîn İbrâhîm, Amman 1988. ( 14-16.
03. 1987 tarihinde Amman'da yapılan Sempozyum Bildirileri); The Politics of Islamic Revivalism, ed.
Shireen T. Hunter, Washington 1988; Topçu, Nurettin, İslam ve İnsan, İstanbul trz.; Vadedilen
Mesih ve Mehdi ( Hz. M. G. Ahmed' (a.s)in Eserlerinden Derlenmiştir, Çev.:
Muhammed Celal Şems, İslamabad 1990; Watt, W. Montgamery, İslâmî Hareketler ve Modernlik, İstanbul 1997; Yüksel, Haluk,
"İletişim", Din Hizmetlerinde
İletişim ve Halkla İlişkiler İçerisinde (Eskişehir 1999), 1-26; Zekeriya,
Fuad, es-Sahvetu'l-İslâmiyye Fi Mizâni'l-Akl,
Kahire 1989.
[1] Geçmişte
ya da günümüzde var olan mezhep, tarikat ve dinî cemaatleri, ortaya
koydukları din anlayışları açısından
şöyle sınıflandırmaktayız: 1. Tepkisel-Kabilevî Din Anlayışı: Hâriciler,
Vahhâbîlik, Mısır'da Tekfîr ve Hicret Cemaati, Cihâd Örgütü ve diğer bazı
gruplar. 2. Akılcı-Hadarî Din Anlayışı: Mutezile, Mürcie, Rey Taraftarları,
Maturidilik, Hanefiler, Meşşai Filozofları, Yenilikçiler ve Modernistler. 3) Gelenekçi-Muhafazakar
Din Anlayışı: Hadis Taraftarları, Bazı Eşa’rîler,
Şâfiîler, Hanbelîler, Mâlikîler, Selefî Hareket, Vahhâbîlik, Ensâru's-Sünne,
Ehl-i Hadîs, Nurculuk 4) Siyasal-Karizmatik Liderci Din Anlayışı: Onikiimâmiyye
Şîası, İsmâîlilik, Zeydîlik, Nusayrîlik, Dürzîlik, Bâbîlik-Bahâîlik, Kâdiyânîlik,
Lübnan Hizbullahı, Hindistan'da Hilâfet Hareketi, Hizbu't-Tahrîr, Cemaat-i İslâmiyye,
Kaplancılar. 5) Keşifçi-İnzivacı Din Anlayışı: Nakşilik- Süleymancılar,
Işıkçılar ve diğerleri-, Halvetilik,
Kadirilik, Rufâiîik, Tîcânîlik, Mevlevîlik, Bektaşîlik, Aczimendiler. Bu beş ayrı din anlayışının
tezahürleri hakkında geniş bilgi için
bkz.: Kutlu, Sönmez, "İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri",
İslâmiyât Dergisi, Cilt: 4, IV(2001), s.15-36.
[2] Geniş bilgi için bkz.: Yüksel, Haluk,
"İletişim", Din Hizmetlerinde
İletişim ve Halkla İlişkiler İçerisinde (Eskişehir 1999), 6-7.
[3] Mehdilikle ilgili bazı hadisleri yourmalayan Said
Nursi, Risale-i Nur’un mehdinin üç görevinden birisi olan “insanların
imanlarını kurtarma” görevini üstlendiğini ileri sürmüştür. Geniş bilgi için
bkz.: Said Nursî, Emirdağ Lahikası,
Sinan Matbaası, İstanbul 1959, 259-61. Krş.: Kastamonu Lahikası, Tenvir Neşriyat, , İstanbul 1990, 208. Said Nursî’nin mehdiliği bir şahsi manevi
olarak yorumladığı fikri, Fethullah
Gülen tarafından da benimsenmiştir. Bkz.: Akman, Nuriye, “Fethullah Hoca
Anlatıyor (9. röportaj)” , Sabah Gazetesi, 31 Ocak 1995. Said Nursî ve
Fethullah Gülen’in mehdilik konusuyla ilgili görüşlerinin kısa bir analizi
için bkz.: Keleş, Ahmed, “ Türkiye’de Cemaat Dindarlığının Oluşumunda
Hadislerin Rolü”, İslâmiyât Dergisi, ( Türki(iye) Dindarlığı Özel
Sayısı), Cilt: 5: IV ( 2002), 134-135.
[4] Gülen, M. Fethullah, Fasıldan Fasıla
I, der. Ahmet Kurucan, 88.
[5] Kadiyaniliğin kurucusu Mirza Gulam Ahmed, kendisini başlangıçta Mehdî ve Mesih, daha sonra da resul olduğunu
iddia etmiştir. Bu idda bugün onun cemaati tarafından aynen sürdürülmektedir.
Bkz.: Vadedilen Mesih ve Mehdi ( Hz.
M. G. Ahmed' (a.s)in Eserlerinden Derlenmiştir), Çev.: Muhammed Celal Şems,
İslamabad 1990.
[6] Bkz.: Yüksel, "İletişim", 12-13.
[7] Bkz.: Yüksel, "İletişim", 8.
[8] Bu iki eser Tebliğ Cemaati’nin kurucusu Muhammed
Zekeriyya el-Kandehlevî’ye aittir. Hayri Demirci tarafından Türkçeye
çevrilmiştir.
[9] Krş.: Topçu, Nurettin, İslam ve İnsan, İstanbul trz., 33.
[10] Örneğin bazı tarikatlerin tarikate yeni giren
birisine kefen giydirmek yoluyla korkuya dayalı bir dindarlık veya dini
duyarlılık aşılamaya çalışmaları, tevbe-i istiğfar ettirmek ve gusül aldırmak
suretiyle İslam’a yeni giren birisi olarak muamele etmeleri gibi.