Doç.
Dr. Sönmez KUTLU*
Kitle iletişim
araçlarında ve basın/yayın organlarında hemen her gün yeryüzünün çeşitli
yerlerinden savaş haberleri, adam öldürme, ırz ve namusa tecavüz, hırsızlık,
soygun, çocuk kaçırma, bombalamalar,
işkence ve katliamları, soykırım/etnik temizliği, din ve vicdan
özgürlüğü üzerindeki baskıları içeren korkunç insan hakları ihlallerine dair
haberler yer almaktadır. Bütün bunlar, insan haklarını savunan ulusal ve uluslararası
örgütlerin her geçen gün güçlendiği "çağdaş ve medeni" dünyanın
gözleri önünde cereyan etmektedir. Devlet adamları, siyaset bilimciler,
sosyologlar, ilahiyatçılar, din mensupları, sivil kitle örgütleri, artarak
devam eden terör ve şiddetin kaynağı, bunu işleyenlerin psikolojileri ve çözüm
yolları üzerinde uzun uzun düşünmekte, araştırmalar yapmakta, raporlar
hazırlamakta, konferanslar, uluslararası sempozyumlar ve diyalog toplantıları
tertiplemekte, pek çok makale ve kitaplar yayınlamaktadırlar.
Günümüzdeki terör
ve şiddet olaylarının, soy kırım ve etnik temizliğin kaynaklarından birisinin de dînî ya da din
adına yapılan şiddet olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Ancak Hristiyanlık,
Yahudilik, Hinduizm gibi din mensuplarının gerçekleştirdikleri şiddet ve insan
hakları ihlalleri görmezlikten gelinerek dini şiddetin asıl faturasını İslam'a
ve onun inanırlarına çıkarılmaya çalışıldığı gözden kaçmamaktadır. Belki böyle
bir kanaatin oluşmasında başta İran, Afganistan, Cezayir, Tacikistan ve son
olarak ABD’rindeki terörist saldırı etkili olmuştur. Fakat bunların arkasında
yatan tarihi, siyasi, sosolojik, psikolojik, etnik ve diğer bütün sebepleri bir kenara bırakarak
olayları sadece dini boyuta indirgemenin yanlış olduğu kanaatindeyiz. Bu
sebeple din olarak İslam'ın bir barış, özgürlük ve merhamet dini olduğunu onun
Peygamberi'nin de bu insani ve evrensel değerleri yerleştirmek, yüceltmek ve
kurumlaştırmak için gönderilen bir insan olduğunu, bütün yönleriyle olmasa da
genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.
Sözlükte, barış, huzur, teslimiyet,
esenlik, mutluluk, inkıyad ve gönülden benimseme anlamına gelen İslam, bir din
olarak şu şekilde tanımlanmaktadır: "Akıl sahiplerini, kendi iradeleriyle
doğruya ulaştıran ve onlara dünyada mutluluğu, ahirette de ebedi saadeti temin
eden ilahi bir kurumdur." Bu tanım tahlil edildiğinde, yer alan temel
unsurlar şunlardır: a) Akıl sahiplerine gönderilmesi, b) Doğruluğu kesin olan
şeyleri ihtiva etmesi, c) Hür ve özgür iradeyle seçilmesi, d) Zor ve şiddet
altında değil de gönülden benimsenmesi, e) İnsanları dünyada barış ve mutluğa
ulaştırması, f)Ahirette ebedi saadete kavuşturması, g)İlahi kaynaklı olması.
Bu
temel unsurlardan oluşan bir dini kabul eden, onun ilahına inanan ve Peygamberini
doğrulayan kimsenin adı mümin ve müslüman olmaktadır. Böyle bir insan, inancını
gerçekleştirirken ve İslam'a girerken önce kendisiyle, yani aklı ve gönlüyle,
daha sonra Allah'la ve onun yaratıklarıyla barışık olmalıdır. Demek ki müslüman
olabilmek için, önce kendisi huzura kavuşmalı, kendini emniyette hissetmeli,
sonra da bütün insanlara güven telkin eden, onlara eliyle ve diliyle zarar
vermeyen bir kimse olmalıdır. Zaten bunları gerçekleştiren kimse mümin vasfını
kazanmaktadır. Kelime-i Şehadet ve Kelime-i Tevhid, bir başlangıçtır. Çünkü
bununla insan, gerçek insan olacağına, aklına ve gönlünün sesine kulak
vereceğine, fıtratına yabancılaşmayacağına, Allah'tan başkalarına, ölülere ve
dirilere, cansız maddelere kulluk yapmayacağına, onlara kulluğu terk ederek
hakkı ve hakkaniyeti gerçekleştirmek
için çalışacağına söz vermektedir. Bunu gerçekleştiren bir insanın,
yaratıcısıyla ve hem cinsleriyle ilişkilerinin temelinde sevgi, sulh, emniyet
ve inandırıcılık vardır. Bu sebeple sevgi ve iyiliğin kaynağı olan Allah,
Güvenilir Melek'le (Cibrîl-i Emîn) Güvenilir Peygamber'e (Muhammed el-Emîn) ilahi vahyini göndererek insanları selim
fıtratlarına (Fıtrat-ı Selîme), selim
kalplerine (Kalb-i Selîm ) ve selim
akıllarına (Akl-ı Selîm) dönmeye ve
onlara boyun eğmeye çağırmıştır. İnsanlar bunlara boyun eğdiği zaman müslüman
ve mümin olmakta ve fıtrat dini olan İslam'ı kabul etmektedirler. Bundan dolayı
bu dine inananlar, birbirleriyle karşılaştıklarında “Allah’ın barış ve esenliği
üzerinize olsun” (Selâmün Aeayküm) diyerek
söze başlarlar. Görüldüğü gibi, bu terkiplerin tamamında sağlam, duru, açık ve
seçik anlamlarına gelen ve İslam'la aynı kökten türetilen “selîm” veya güven manasına
gelen “emîn” kelimeleri
kullanılmıştır. Bunun anlamı şu
demektir: Din olarak İslam barış dinidir, onun ilahı sevgi ve iyiliğin kaynağı
olan Allah'tır, vahyi getiren güvenilir bir melektir, Peygamber'i güvenilir bir
insan olan Hz. Muhammed'dir, inanırları sağduyu sahibi müslümandır, onun
doğrulayıcısı selim akıldır, onu
gönülden benimseyen selim kalptir, inanma eylemini gerçekleştiren ise Allah'ın
gönderdiği dini kabule müsait selim fıtratını kuvveden fiile geçiren mümin
insandır.
Barış ve özgürlük dini olan
İslam'ın tanrısı da, yani Allah da,
sözlükte, sevgi, iyilik ve hayrın kaynağı anlamlarına gelmektedir. Bu yüce
varlığın kendisine has cemal ve celal sıfatları vardır. Onun seven, bağışlayan,
affeden ve merhamet eden bir varlık olduğunu gösteren bu isim ve sıfatları
arasında Acıyan (Rahmân), Bağışlayan
(Rahîm), Barış(Selâm), Kurtaran/emin kılan
(Mümin), Hataları ve günahları affeden (Gaffâr), Adalet sahibi (Adil), İnsanlara lütufta bulunun (Latîf), Çok Affedici (Gafûr), Yaratıklarını Seven (Vedûd), İyilik yapanlara dost (Velî), Çokça iyilikte bulunan (Berr), Hata ve günahları affeden (Tevvâb), Affedici (Afüvv), Şefkati çok (Raûf),
İntikamcıları ve Zorbaları cezalandıran
(Zuntikâm ve Kahhâr) bulunmaktadır. Bunlar olsa olsa barış dini İslam'ın
tanrısının sıfatları olabilir. Ancak böyle birisi, dininin adını barış
koyabilir ve ilahi kitabının içerisindeki surelerden bazılarına Rahmân, Tevbe, Ğâfir adını
verebilir. Onun insanlara ve yaratıklarına olan merhameti gazabından geniştir.
O, zalimleri, bozguncuları, yalancıları, fesatçıları sevmez ve kimseye zerre
kadar haksızlık ve zulüm yapmaz. İnsanlara, hakkı, adaleti, barışı, aşırıya
gitmemeyi ve merhameti tavsiye eder. En güzel bir şekilde yarattığı ve
kendisine halife kıldığı tek bir insanı, haksız olarak öldüreni bütün insanlığı
öldürmüş gibi, tek bir insanın hayatta kalmasına vesile olanı da bütün
insanlığı kurtarmış gibi kabul eder. Kur'an baştan sona ciddi bir şekilde
okunduğunda, Allah'ın insanlık tarihine müdahelesinin asıl sebebinin bu ilahi
ve insani değerlerin yer yüzünde hakim kılınması ve insanların barış ve huzur
içinde yaşatılması olduğu hemen anlaşılmaktadır. O, her çeşit haksızlık ve
kötülüğün karşısında, iyilik ve güzelliklerin yanındadır. Bu sebeple,
inananlardan Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmaları istenmektedir. Ayrıca
yaratıklardan, sevgi ve iyilik kaynağı olan Allah'ı her şeyden çok sevmeleri
istenmekte ve bu imanın bir hasleti olarak görülmektedir. Onu seven birisi,
evrendeki yaratılmışları da, Allah'ın yaratıkları olduğu için sevecektir. Bu
inananların insanlara, diğer canlılara ve tabiata karşı bakış açılarının, başka
bir ifadeyle dünya görüşlerinin temelini oluşturmaktadır.
Kur'an'ı
Kerim'in hiç bir yerinde şiddet hareketinin meşru gösterildiğini veya teşvik
edildiğini görmeyiz. Bütün mesele hasmın ve düşmanın durumuna uygun bir şekilde
karşı koyarak adaleti, din ve ibadet hürriyetini yeniden tesis etmektir. Hatta
müslümanlarla aralarında her hangi bir anlaşma bulunmayan müşriklerden himaye
istiyenlere bile Kur'an'ı Kerim bu
himayenin dürüst bir şekilde verilmesini[1] Hz. Peygamber'e emretmiştir.[2] Hiç bir müslüman, öldürmekten zevk aldığı için
savaşamaz. Savaşlarda sadece kendileri ile savaşanların öldürülmesine izin
verilmiştir. İlk müslümanlar, Allah'ın
"sizinle savaşanlarla savaşın"[3] emrine uyarak kadınlar, çoçuklar, yaşlılar,
körler, sakatlar, deliler, tarlalarında çalışan köylüler ve ibadet yerinde
bulunan keşişleri her türlü düşmanca hareketlerden muaf tutmuşlardır.
Savaştan çekilen
düşmanın affedilmesini emreden Kur’an emrini tavizsiz bir şekilde uygulayan Hz.
Peygamber, kaçmakta olan düşmanın takip edilmesini bile yasaklayacak kadar işi
ileri götürmüştür.[4] Eğer İslam'ın amacı başka dinlere hürriyet
tanımamak, çevreyi tahrip etmek, önüne geleni öldürmek olsaydı, yukarda
sayılanları da hedef seçmesi gerekmez miydi ? Oysaki insanlar bu dine yumuşak
ve ikna edici bir şekilde davet edilmişlerdir.[5] Davet edilen uyup uymamakta serbest
bırakılmıştır. Ancak onun da inananlara inançlarını diledikleri gibi yaşamak,
yüceltmek ve ona layık olduğu değeri vermek hususunda aynı hürriyeti tanıması
şarttır.[6]
Müslüman olmayı
ve İslami değerlere uymayı kabul etmeyenlere gelince İslam bu gibilerinden
kendisine zarar vermeyecek bir tutum içinde olmalarını istemiş ve onlara bunun
karşılığında iyilik esasına dayanan çok iyi bir muameleyi[7] taahhüt etmiştir.[8] Bütün bunlar inaçsızların hayat hakkının
ellerinden alınmadığını, görüldükleri yerde öldürülmeleri emrinin sadece savaş
halinde geçerli olduğunu ve savaşın meşru gösterilmesinin asıl sebebinin din ve
vicdan hürriyetinin korunması, başkalarının tahakkümünden kurtarılması olduğunu
göstermektedir.
Kur'an-ı
Kerim'de, barışa, din ve vicdan özgürlüğüne, fikir özgürlüğüne büyük önem
verilmiş ve bunları teminat altına alacak temel ilkeler önerilmiştir. Bu
konudaki ayetler, iniş gerekçeleri dikkate alınarak incelendiğinde, korunması
gereken temel ilkenin barış olduğu, savaşın ise
insan temel hak ve hürriyetlenin tehlikeye düştüğü zorunlu ve kaçınılmaz
durumlarda veya savunmak amacıyla yapılması gerektiği görülecektir. Barışla
ilgili temel prensipler şunlardır:
1-Barış esastır, asıl amaçtır ve
daima hayırlıdır.[9]
2-İnsanların canı, malı, dini, nesli
ve aklı dokunulmazdır ve bunlar korunmalıdır.[10]
3-Barış teklif edenlerle ve barış
yaptıktan sonra taahhütlerini yerine getirenlerle savaşılmaz.[11]
4- Savaş, saldıranlara karşı
savunmak için açılır ve savaş hali dışında insanlar öldürülmez .[12]
5-Savaşı durduran ve tecavüzden
vazgeçenlerle savaşılmaz.[13]6-Sulh dönemlerinde şiddetin her çeşidi yasaktır.
Hatta savaşta dahi, aşırılıklardan kaçınılması istenmiştir.[14]
7-Savaş zorunlu durumlarda kafirlere
karşı yapılır.[15]
8-Sulh zamanlarında, düşmanlarla en
güzel yollarla mücadele edilmesi gerekir.[16]
Allah,
akıl almaz suçların işlenmesine sebep olan savaşa son çare olarak
başvurulmasını emretmiş ve Hz. Peygamber'in hayatında cereyan eden savaşlar da
bu şartlarda gerçekleştirilmiştir. Hz. Peygamber hayattayken, müslümanlar bu
ilkelere göre hareket etmişler ve İslam'ın 23 yıllık tarihinde bunların dışına
çıkılmamaya çalışılmıştır.
Hz. Muhammed, Allah tarafından uyarıcı
ve müjdeleyici olarak gönderilmiş[17], şiddet yoluyla İslam’ı insanlara kabul ettiren
bir zorba olmadığı[18] bildirilmişti. Bunun için daima hikmet ve güzel
öğütle bu dine çağırması[19] gerekmekteydi. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydı,
o zaman etrafında kimse kalmaz[20] ve
taraftar bulamazdı. Bu sebeple, Peygamberini insanlara merhameti ve
güzel davranması dolayısıyla, kendine has acıyan ve bağışlayan sıfatıyla tanımladı.[21]
Hz.
Peygamber, Allah'tan aldığı mesajı, Mekke'de tek başına insanlara öğretmek ve
anlatmakla işe başlamıştır. Fakat daha ilk günden itibaren Kureyş'lilerin
tepkisiyle karşılaşmıştı. Kur'an'ın
Allah kelamı olması, Hz. Muhammed'in ise toplumda güvenilir biri olması ve getirdiği ilkelerin evrensel nitelikli
özelliği, İslam'ın çok kısa bir sürede yayılmasını sağladı. Kur'an farklı
görüşlere ve dini anlayışlara karşı
" sizin dininiz size, benim dinim bana "[22] ilkesi çerçevesinde bakılmasını önerirken, başta
Peygamber olmak üzere, bütün müslümanlara en acı eziyet ve işkenceler
yapıyorlar, onlara ekonomik ambargo uyguluyorlar, Kur'an okumalarına, serbestçe
ibadet etmelerine, kısaca, onların din ve vicdan hürriyetine, ibadet etme
haklarına engel oluyorlardı..
Allah, Peygamber'ine ve müslümanlara
başlangıçta sabretmelerini[23], fakat can, mal ve din hürriyeti gibi tabii
hakları tehlikeye düşünce , başka yerlere hicret etmelerini emretti. Bu
insanlar dinlerinin gereklerini yapabilmek için, mallarını, mülklerini,
çoluk-çoçuğunu geride bırakarak, öz vatanlarını terketmek zorunda bırakıldılar.[24] Önce Habeşistan'a, sonra Medine'ye hicret
ettiler. Hatta Hz. Peygamber, bir suikastten son anda kurtuldu. Bütün bu baskı
ve eziyetlere rağmen, İslam'a inananların sayısı çığ gibi büyümekteydi.
Hz.
Peygamber ve ona inananlar Medine'de biraz rahat nefes aldılar ve dini
özgürlüklerine kavuştularsa da ekonomik bazı sıkıntılar içindeydiler. Çünkü
onlar bütün mallarını Mekke'de bırakmış ve Mekke müşrikleri de onların bu
mallarına el koymuşlardı. Buna rağmen onlar müslümanları Medine'de de rahat bırakmıyacak çeşitli planlar
peşindeydiler. Medine'de bulunan yahudilerle gizli görüşmeler yaparak İslam'ın
yayılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Hz. Muhammed, buradaki yahudilerle, hemen
bir anlaşma yaparak böyle bir tehlikeyi önledi. Bu anlaşmayla Medine'de yaşayan
halk tek bir ümmet kabul edilerek birbirine yardımla sorumlu tutuldu. Diğer taraftan, bu anlaşmayla yahudilerin tam
bir din hürriyetine sahip oldukları ve dinlerine asla müdahele olunamıyacağı,
müslümanlarla yahudilerin dost ve müttefik oldukları gibi esaslar da
benimsendi. Böylece İslam'ın diğer dinlere karşı tanıdığı serbestlik bizzat
anlaşmayla da tescil edilmiş oldu. Bu İslam'ın diğer dinlere yaşama hakkı
tanımadığı, onları din kabul etmediği şeklindeki iddiaların saçmalığını açıkça
ortaya koymaktadır. Müslümanlar, hicret etmekle Mekke müşriklerinin takibinden
kurtulmuş değillerdi. Mekke'li müşrikler Yahudilerden başka diğer bazı kimselerle
özellikle, münafıklarla gizil görüşmeler yapıyorlardı. Onlar Medine'de hükümdar
ilan edilmek üzere iken, Hz. Peygamber'in gelmesiyle bu mevkiye geçemeyen
Abdullah b. Übey’e şöyle bir mektup yazmışlardı:"Siz bizimkileri
barındırdınız. Andolsun ki ya siz onu ( Muhammed'i) öldürür ve yurdunuzdan
çıkarırsınız, yahut biz top yekün size karşı yürür, sizin bütün savaşcılarınızı
öldürür, kadınlarınızın namusunu kirletiriz."[25]
Müslümanların bütün bunlara karşı tedbir almaları gerekiyordu. Çünkü
müşriklerin Medine'ye saldırması bir an meselesi idi. Bu sebeple Hz. Peygamber,
ilk gece uyumamış daha sonraki gece güçlü koruyucular gözetiminde
uyuyabilmiştir. Müslümanlar onların bu baskılarına son vermek ve Mekke'de kalan din kardeşlerinin haklarını
koruyabilmek ve işi anlaşmayla çözebilmek için şu iki önlemi aldılar.
1-
Mekke civarındaki kabilelerle anlaşma yaparak onları Kureyşe alet olmaktan
kurtarmak,
2-
Kureyş'in Suriye'ye giden ticaret yolunu kapamak suretiyle kan dökmeden
iktisadi yolla anlaşmazlığı önlemek.[26]
Allah, başlangıçta hicreti çözüm yolu
olarak önermekle, daha sonra ise,
"... Tecavüz etmeyiniz, Allah tecavüz edenleri sevmez."[27] ayetiyle onlara nefsi müdafada kalmalarını
emretmekle onları savaştan uzak tutmuştur. Müşriklerin, Medine'ye saldırı
ihtimalinin yanısıra , gerginliği artıran bir başka sebep daha ortaya çıkmıştı.
Peygamber'in ayrılmasından sonra da Mekke'de müslüman olanlar vardı. İşte
Kur'an imanlarından dolayı eziyet gören, müşriklerin acımasız işkence ve
zulmüne karşı Allah'ın yardımını dileyen Mekke'deki himayesiz erkek, kadın ve
çoçuk müslümanların acı çığlıklarını bize duyurmaktadır.[28] Bütün
bunlara rağmen müslümanların harbi çirkin görmeleri[29] , ölümden korkmaları[30] , silah ve güç yetersizliği[31] savaşı onların gözünde anlamsızlaştırıyordu. Bu durumda düşmanla çarpışmaktansa kervanı
ele geçirmeyi[32] veya
Mekke'deki müslüman kardeşlerine iyi davranmalarını sağlayacak bir kaç
misillemede bulunma konusu tartışılmaya başlanmıştı.
İşte
ilk savaş bu şartlar içinde patlak vermişti. Mekke'deyken yapılan işkencelere
sabretmeleri emredilmişken[33]
müşriklerin hücumları genelleşerek harb haline dönüşünce[34] , on seneyi aşkın bir sabır döneminden sonra,
nihayet müslümanlara savaş izni verilmiş[35] , daha sonra da toplu bir şekilde kendilerini
savunmaları ve özellikle himayesiz bulunan müminlerin yardımına koşmaları için[36] savaş üzerlerine farz kılınmıştı.[37] Meseleye
objektif olarak bakıldığında müslümanların bu savunucu ve gayet fedakar
tutumlarını kınamak mümkün değildir.[38] Aslında
Hz. Peygamber, meseleleri barış ve iyilikle çözmeyi tercih ediyordu. Nitekim
Hicretin 6. yılında Mekke’yi ziyaret için giden müslümanlar, müşrikler
tarafından engellenmişti. Müşrikler, onların bu yıl ziyaret edemiyecekleri ve
gelecek yıl silahsız ziyaret edebilecekleri şeklinde öne sürdükleri şartlarla
antlaşma yapmak istediler ve Hz. Peygamber meseleyi barışcı yoldan çözmek
istediği için bunu kabul etti. Hudeybiye antlaşması gereği geri döndüler.
Müslümanların, gerek dinlerini kabul
ettirmek ve gerekse onu kabul etmeyenleri yok etmek için silah kullanma hakkına
sahip oldukları ve Kur'an'a göre böyle davranmaya (cihada) mecbur oldukları şeklindeki iddialar da tamamen
tutarsızdır. Çünkü İslam kültüründe ve dilde " cihad " kelimesi , her
ne kadar savaş anlamına geliyorsa da Kur'an-ı Kerim'de asıl anlamı " gayret etmek" tir. Bu
anlamda silahlı mücadele ile ilgisi yoktur. Mekkî sûrelerde , irşad ve barışcı
yolla ikna etmek için gayret sarfetmek, yahut da ferdi mahiyette manevi bir
gayret gösterme anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz.[39] Kur'an'ı Kerim'de savaş karşılığı olarak,
genelde, kıtâl kelimesi kullanılmıştır.[40]
Hz.
Peygamber’in hayatta iken tehlikeli
olduğu için veya başka sebeplerle bazı
kimseleri öldürttüğü şeklindeki iddialar onun niçin gönderildiğinin
anlaşılamaması ve günümüzdeki bazı
devlet başkanları veya örgüt liderleriyle karıştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Bu iddialardan birisi de Ka’b. Eşref’in öldürülmesiyle ilgilidir, ancak onu
bütün yönleriyle ele almak böyle bir makalenin sınırlarını aşmaktadır. Bununla
birlikte iddiaları hiç görmezlikten gelmek de doğru değildir.
Hz. Peygamber
mizacı itibariyle savaştan hoşlanmayan
bir insandı. Savaş hukukunun cari olduğu bir anda düşmanlarına karşı çok
hoşgörülü davrandığı için Allah'ın tenkidine maruz kalmıştı.[41] Acaba
kendisine ve yakınlarına karşı işlenmek istenen alçakça cinayetlerin faillerini
affederken, Ka'b b. Eşref'i niçin
öldürülmüştür ? Fikirleri dolayısıyla mı
yoksa başka gerekçeler mi var ?
Medine'de yaşayan
Beni Nadîr yahudilerinden olan Ka'b b. Eşref Bedir'de Mekke'li müşriklerden
ileri gelenlerinin öldürüldüğünü duyunca, "Bunlar arapların uluları ve
efendileridir. Muhammed bunları öldürdüyse, yerin altı üstünden
hayırlıdır." demiş ve yahudileri müslümanlar aleyhine kışkırtmaya
başlamıştı.[42] Halbuki
daha önce de görüldüğü gibi yahudilerle antlaşma yapılmıştı. Buna göre
Mekke'li müşriklere karşı birlik olunacaktı. Ka'b b. Eşref bu hareketiyle antlaşmayı çiğnemiş oluyor ve
savaş hukukunun geçerli olduğu halde düşman tarafına casusluk yapıyordu. O,
Bedir savaşından sonra Mekke'ye giderek Kureyşi, müslümanlara karşı kışkırtmak
için ölenlerin arkasından mersiyeler okumuştur. Medine'ye döndüğünde ise
müslümanların kızlarına ve kadınlarına şiirler yazarak onların ırz ve namusuyla
oynamıştır. Bu günün basını yerinde olan şiiri İslam’a ve müslümanlara
karşı propoganda aracı olarak
kullanmıştı. Bu sebeplere, bir de onun kırk adamı ile birlikte Mekke'ye gittiği
ve orada Ebu Süfyan’la ittifak yaparak müslümanlardan intikam almak hususunda
Kureyşi kışkırttığı[43] ve Hz.
Peygamber'i öldürmek için bir suikast tertip ettiği[44] eklenince
onun niçin öldürüldüğü kolayca anlaşılmış olacaktır. Üstelik onun ifadesi
alındıktan sonra öldürülmüştür.[45] Muhammed
b. Mesleme ve dört arkadaşı Hz. Muhammed aleyhtarı görünerek onun böyle bir
hazırlık içinde olduğunu kesin olarak öğrendikten sonra öldürmüşlerdir. Onun
şahsi fikirleri veya Yahudi olması dolayısıyla öldürüldüğü iddiaları tamamen
asılsızdır. Onun öldürülmesinin asıl sebebi, Bedir harbinden sonra henüz
müşriklerle bir antlaşma yapılmamış olduğundan savaş hukukunun devam ettiği bir
anda müslümanların aleyhine çalışması, yeni kurulmuş Medine site devletinin
başkanına suikast hazırlığı içinde olması Allah'a ve Resulü'ne eza etmesi[46] ve daha önce her iki tarafca kabul edilmiş
anlaşma şartlarını ihlal etmesi gibi sebeplerle öldürülmüştür. Onun öldürülmesi
üzerine yahudiler Hz. Peygamber'e gelip sebebini sormuşlardır. O da bu zikredilen sebepleri anlatınca onlar
ikna olmuş ve dönüp gitmişlerdi.[47] Bu olay,
kaynaklarda bir savaş suçlusu olan “Ka'b b. Eşref'ın öldürülmesi seriyyesi”[48] adıyla
anılmıştır. Hz. Peygamber, bu hadisenin dışındaki cinayetlerin faillerini
affetmesi, onun nicelerini tuzak kurarak gizlice öldürttüğü tezini
çürütmektedir. Mesela Bedir savaşından sonra kendisini öldürmeye gelen Kureyş
elçisini, Hayber'de kendisini zehirlemek isteyen Yahudi kadınını ve büyük kızı
Zeyneb'i hicreti esnasında hamile
olmasına rağmen şiddetli bir şekilde iterek çocuğunu düşürmesine sebep olan bir
başkasını hep affetmiştir. Hatta masum zevcesine iftirada bulunanları[49], yıllarca düşmanca tavırlar sergileyen Mekke
liderlerini, Mekkenin fethi sırasında affettiği bilinmektedir.
Hz. Muhammed’in
diğer din mensuplarına ne kadar saygılı davrandığına pek çok kaynak tanıklık
etmektedir. O, insani ilişkilerde bir müslümanla bir Hristiyan ya da Yahudi
arasında asla fark gözetmemiştir. Bu konuda bazı örnekler vermek yerinde
olacaktır. Mesela, bir gün bir grup sahabeyle otururken, bir cenazenin
götürüldüğünü görünce aya kalktı. Bunun üzerine yanındakiler, “ Ey Allah’ın
Resul’ü bu bir Yahudi cenazesidir” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, bütün
insanlara örnek olacak şu tarihi sözü söyledi: “ O insan değil mi?”[50] O sadece Yahudilere değil aynı saygıyı diğer din
mensuplarına da göstermiştir. Onun Hristiyanlara karşı muamelesiyle ilgili
olarak bir olayı zikretmeden
geçemeyeceğiz. Yemen’de yaşayan Necran Hristiyanlarından bir heyet Hz.
Peygamber’le görüşmek için gelmişti. O, bu Hristiyan heyeti mescitte karşıladı
ve onların orada ibadet etmelerine izin verdi. Bunun üzerine, doğuya yönelerek
ibadet ettiler.[51] Bu iki olay Hz. Peygamber’in insanları dinleri
veya inançlarından dolayı hakir görmediğini ve inanç özgürlüğüne çok büyük önem
verdiğini açıkca ortaya koymaktadır. Böyle bir insan, kendi dinine inanmadı
diye ya da başka bir dine inanıyor diye bir başkasını veya bir kabileyi topluca
nasıl öldürebilir?
"Savaş taktiktir,
stratejidir." şeklindeki anlamlı bir gerçeği ifade eden Hz. Peygamber'i bu
sözünden dolayı, onun savaş dehasının takdir edilmesi gerekirken, onu hileci, ilan etmek de akıllı bir insanın yapacağı bir
şey değildir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de savaş hünerini ve taktiğini
bilmeyen bir ordu yenilmeğe mahkumdur. Aslında savaşta uygulanacak taktikler,
daha az insanın ölümüne sebebiyet vermek ve bir an önce savaşı bitirmek
durumuna yöneliktir. Böyle bir ilkeyi koymakla İslam'ın maksadı, daha çok kan dökmek değil daha az
kan dökmektir. Bunun savaş hali dışındaki hile ve aldatma ile alakası yoktur.
Kaldı ki Hz. Peygamber hayatında kimseyi aldatmadığı, kimseye tuzak
kurmadığı gibi bütün müslümanları da bu
gibi çirkin hareketlerden sakındırmıştır. Bundan dolayı müşrikler ve inananlar
tarafından kendisine güvenilir Muhammed (Muhammed
el-Emîn) lakabı verildi ve bu vasfından dolayı inanan inanmayan kimseler, değerli eşyaları
ona emanet ediyorlardı.
Hz.
Peygamber'in 23 yıllık Peygamberlik döneminde yaptığı savaşlar, bu savaşlarda
her iki taraftan öldürülenlerin sayısı ve esir alınanlara yapılan muamele tarihi
kaynaklardan incelendiğinde, onun barış ve merhamet Peygamberi olduğu herkes
tarafından kabul edilecektir. Kureyza olayı hariç bırakılacak olursa Hz.
Peygamber'in emir ve komutasında toplam 27 gazve yapılmış ve bunlardan sadece
dokuzunda çarpışma meydana gelmiştir.[52]
Küçük çaplı, toplam 35-60 civarında seriyyeler düzenlenmiştir. Çarpışma meydana
gelen gazve ve savaşlar da onun harcadığı
zaman, yollar dahil, Peygamberlik
döneminin yaklaşık % 2’sini oluşturmaktadır. Bu savaşlarda, yaklaşık
olarak kafirlerden toplam 216 kişi
ölmüş, müslümanlardan 138
kişi şehid düşmüştür.[53] Hz. Muhammed'in emir ve komutasında yapılan
savaşlar, dünya tarihinde en az kayıp verilen ve tarihin gidişatını olumlu
yönde etkileyen savaşlardır. O, hiç bir
zaman mesajını zor kullanarak, silahla yaymak iddiasında olmamıştır. Çünkü o,
insanları doğru yola en güzel bir şekilde ve hikmetle çağırmakla
görevlendirilmiş, bunun için kılıç ve savaşa baş vurması istenmemişti. Ama tarihi gerçeklerden habersiz bazı kimseler, maalesef onu
hâlâ iktidar, hırs ve intikam peşinde koşan elinde kılıcı önüne çıkanı öldüren
birisi olarak takdim etmeye devam etmektedirler.
Hz.
Muhammed, savaş sırasında esir alınanlara karşı son derece iyi davranarak
onlara insanca muamele edilmesi için mücadele vermiştir. Halbuki bu dönemde
Sasani İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan kırallığı savaşlarda
esir alınan binlerce insanın insanca
yaşama özgürlüklerini ellerinden almışlar ve köle ticaretini teşvik etmişlerdir.
Diğer taraftan Hz. Peygamber'in diğer savaş esirlerine olduğu gibi Bedir
esirlerine de iyi davranılmasını emretmesi üzerine sahabe yiyeceklerini onlarla
paylaşmışlar, yaralılar ve yürüyemez durumda halsiz olanları develere
bindirerek kendileri yaya yürümüşlerdir. Müslümanlar esir aldıkları insanı
köleleştirmek yerine onları kendilerine öğretmen yaparak öğretecekleri ilim
karşılığında serbest bırakmayı tercih etmişlerdir. Bedir savaşı esirleri, bu
şartlarla serbest bırakılmışlardır. Müslüman ve müslüman olmayan pek çok
tarihçi, insanlık tarihinde köleliğin kaldırılması ve insanların
özgürleştirilmesi için ilk ve ciddi adımların Hz. Muhammed tarafından
atıldığını ve köle azat etmeyi bir ibadet olarak telakki eden dinin İslam dini
olduğunu ve de kölelerin devlet kuracak kadar önemli mevkilere sadece İslam
medeniyetinde yükseldiklerini itiraf etmektedirler. Hollandalı Dozy bu konuda
şunları söylemektedir:" İslam dini köle azadı konusunda Hristiyanlığa
nisbetle daha töleranslı idi. Hz. Muhammed, Allah'ın rızasını kazanmak için
kölelerin serbest bırakılmalarını tavsiye ettmişti. Böylece köle azadı,
müslümanlar arasında bir takva göstergesi haline geldi. Bundan dolayı Araplar
arasında kölelik uzun süreli olmadığı gibi, kölelik şartları da ağır
değildi."[54] Günümüzde dahi bir işciyle patron aynı masada
yemek yiyemez ve aynı elbiseleri giyemezken Hz. Peygamber, kölelerle aynı
sofrada yemek yemeyi ve giydiklerinden onlara da giydirmeyi emrediyordu. Hatta
evinde köle olarak bulunan kimseler özgür bırakıldıklarında babalarının yanına
gitmeği değil Peygamberin yanında yaşamayı tercih ediyorlardı. Hz. Muhammed'in
bu islahatçı ve özgürlükçü kişiliği hem
müslümanlar[55] hem de müslüman olmayanlar tarafından takdir
edilmiştir. Bunlardan birisi de meşhur Tolstoy'dur: "Peygamber Hz.
Muhammmed, büyük bir islahatçıdır. İnsanlığa çok büyük hizmette bulunmuştur.
Bir ümmeti hak nuruna kavuşturdu. Ona bu şeref olarak yeter. Onları kan
dökmeden kurtardı, barışa eriştirdi. Onlara yükselme yollarını açtı. Onun gibi
büyük bir zat her türlü sevgiye layıktır."
Müslümanların tarihinde bu islahatçı
ve özgürükçü ruhtan zaman zaman sapmalar olmuşsa da genel olarak onu korumaya
çalışanlar damia varolmuştur. Bugün İslam'ın ilk ortaya çıktığı bölgelerde ve
buna yakın yerlerde tarihte varolan bütün milletler, dinler ve kültürlerin hala
yaşamaya devam etmesi bunun en önemli belgelerinden birisidir. Diğer dinler ve
milletler, girdikleri bölgelerde, hâlâ kendi dillerini, kültürlerini ve
dinlerini yaymaya çalışmaktadırlar ve sömürmek için sulha başvurmaktadırlar.
Bunun için bütün imkanlarını ve güçlerini seferber etmektedirler. Halbuki
İslam, adalet ve özgürlüğün temini için güç kullanmayı ilke olarak
benimsemiştir. Bu sebeple yapılan cephaneler ve baruthanelerin kitabesine, bunların beldeleri harab etmek için
değil, ülkeleri imar etmek (İmâru'l-Bilâd), insanları huzur ve barış
içinde yaşatmak için (Teîihu'n-Nâs) inşa edildiğini ve ancak bu amaca hizmet için
kullanılacağını yazmışlardır.
İslam'ın
ve onun Peygamber'inin barışa ve özgürlüğe önem vermeleri ve insani değerler
olarak onları yüceltmeleri sebebiyle, Hz. Peygamber'in kurduğu devletin ve
Medeniyetin topraklarına Barış Yurdu (Dâru'l-İslâm/Selâm)
veya Emniyet Yurdu (Dâru'l-İmân),
onun merkezine ise Medine, yani medeniyet yurdu denilmiştir. Medine veya diğer
İslam beldelerini yönetenler de daima huzur ve barışın koruyucuları anlamında
Şehr Emini ünvanıyla çağrılmıştır. Ayrıca müslümanların idealindeki bu devlet,
kendi flozofları tarafından Medînetu'l-Fâdıla,
Siyâsetu'l-Medeniyye veya başka
adlarla felsefi romanlarına konu edinmişlerdir.
Hz.
Peygamber'in vefatından sonra, İslam dünyasında barış, özgürlük ve merhamet
ilkelerine genel olarak bağlı kalınmaya çalışılmış ve diğer dinlerin sonraki
tarihinde görülmeyen başarılar elde edilmiştir. Ancak Peygamber dönemiyle
kıyaslandığında önemli ölçüde sapmaların olduğu gözden kaçmamaktadır.
Peygambersiz bir hayata intibakta güçlükler yaşayan müslümanlar, henüz 30-40
yıl geçmeden tekrar eski kabilecilik duygularıyla hareket ederek iktidarı ele
geçirmek uğruna birbirleriyle savaşmışlardır. Bu iç karışıklıklar ve sosyal
bunalımlarda pek çok insan hayatını kaybetmiş ve bugün dahi tedavisi mümkün
olmayan yaralar açmıştır. En korkunç olanı, bazı insanların " Allah
tarafından dînî seçilmişlik" psikolojisine kapılarak önlerine geleni
öldürmeleri ve bunun adını da " Allah yolunda savaş" koymalarıdır. Bu
anlayışla ortaya çıkanların başında Hâricîler gelmektedir. Aşırı derecede
dindar olan bu kimseler, kendileri gibi düşünmeyenleri ve günah işleyenleri
tekfir ederek bir çok masum insanı acımasız bir şekilde öldürmüşlerdir. Onlar,
genel olarak bedevi hayattan yerleşik hayata
geçmekte sıkıntılar yaşayan kimselerden oluşmaktaydı. Daha önce kapalı
bir toplum hayatı yaşayan bu kimseler, İslam'la birlikte büyük bir sosyal
değişmeyle karşı karşıya kaldılar. Medeni hayata intibakta oldukça zorlandılar.
Bedevî hayatın verdiği sert tabiatlılık ve sistematik düşünce eksikliği, onları
olayları kaba kuvvet ve şiddet yoluyla çözmeye sevketmiştir.[56] Çünkü böyle bir hayatta farklı görüşlere müsamaha
yoktu ve karizmatik toplum anlayışı hakimdi. Asabiyet duygusuyla dini
seçilmişlik inancı birleştiğinde tüyleri ürperten vahşice katliamların meydana
gelmesi kaçınılmazdır. Bu sebeple Hâricîler, saygın sahabilerden Abdullah b.
Habbâb b. Eret'i, hanımını ve karnındaki çocuğu, sırf kendi fikirlerini
benimsemedikleri gerekçesiyle feci bir şekilde öldürmüşlerdir.[57]
Daha sonra onlar bu tür eylemlerini Emevi iktidarına yöneltmişler, ancak şiddet
karşı şiddetle neticelenmiştir. Şiddetle beslenen fikirler, gruplar ve
devletler, varlıklarını uzun süre devam etteremdiği için, bu anlayış da tarihin
derinliklerinde kaybolmak zorunda kalmıştır.
Emevilerle
Haşimiler arasındaki iktidar mücadelesinde de pek çok kimseye baskı ve işkenceler
yapılmış, suikastlar düzenlenmiş, yapılan ihtilal ve ayaklanmalarda pek çok
insan acımasız bir şekilde öldürülmüştür. Müslümanların tarihinde meydana gelen
bu ve bunun dışındaki İslam’ın ruhuna aykırı olaylarla ilgili ciltler dolusu
kitaplar kaleme alınmıştır. Bunlardan bazıları, Kitâbu'l-Mihen, Mekâtilu't-Tâlibiyyîn
ve Esmâu'l-Muğtâlîn adlarıyla meşhurdur.[58]
Hicri
I. asrın sonlarında ortaya çıkan ve görüşlerini şiddete başvurarak benimsetmek
isteyen gruplardan birisi de Mansuriyye’dir. Aşırı şiî fikirleri benimseyen bu fırka mensupları,
liderlerinden aldıkları emirle mehdinin olmadığı dönemlerde kılıçla savaşmanın
yasak olduğu gerekçesiyle kendi fikirlerini benimsemeyen insanları ip veya
sicimlerle boğmak ya da kafalarını ezmek suretiyle öldürüyorlardı. Bunu da
gizli cihad olarak telakki ediyorlardı. Bu sebeple, cahil ve bedevî asıllı bu
kimselere adam boğucular (Hannâkûn) adı verilmişti.[59] İple boğdukları takdirde kendilerinin katil olmadıklarına inanıyorlardı.
Bunlarda tıpkı hariciler gibi, medeni hayata intibak etmemiş, İslamı doğru
anlayabilecek bilgi birikimi ve sistematik düşünceden yoksun olan kimselerdi.
Amaçlarına ulaşabilmek için her türlü yolu meşru görüyorlardı. Bu anlayışın
tarihin her döneminde, tezahürleri farklı da olsa, varlığını sürdürmeye devam
etmektedir. Nitekim VI./XIII. asırda aşırı Şii gruplardan Nizari İsmaililere
mensup Hasan Sabbah ve adamlarının yaptıkları, öncekilerden hiç bir farkı yoktu
ve belki daha da acımasızdı. Kurmuş olduğu Fedai teşkilatıyla, pek çok günahsız
insanı ve müslüman alimi acımasızca öldürtmüştür. Bu cinayet şebekesi,
Selçukluları uzun yıllar meşgul etmiş ve güçlükle ortadan kaldırılmıştı. Onlar
da, "dini seçilmişlik" psikolojisiyle hareket etmekteydiler ve
gerçeğin kendisine bağlanmakla elde edilebileceğine inandıkları masum bir
imamın iktidara getirilmesi veya iktidarının kabul ettirilmesi adına bu
cinayetleri işlemekteydiler.
Günümüzde de, İslam dünyasının çeşitli
yerlerinde geçmişte olduğu gibi şiddet yönü ağır basan, İslam'ı siyasi
amaçlarına ulaşmakta bir kılıf olarak kullanan, kabile hayatı yaşayan ve medeni
hayata intibakta güçlük çeken bazı marjinal gruplar bulunmaktadır. Bunlar, kriz
dönemlerinde ortaya çıkan ve dini seçilmişlik psikolojisiyle hareket eden
kurtarıcı rolüne bürünmüş kimselerdir. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de,
bunlar bütün müslümanları ve İslam'ı temsil etmemektedirler. Yalnız bu, sadece İslam’ın değil, tüm dinlerin tarihinde yaşanan evrensel bir
olgudur. Cehaletin, dini taassubun ve asabiyetin öne çıktığı toplumlarda, tezahürleri
daha korkunç olmaktadır. Her ne şekilde ve her ne sebeple yapılırsa yapılsın,
şiddet İslam'ın ruhuna aykırıdır ve hiç bir şekilde tasvib edilemez. Çünkü
İslam'ın barışcı, özgürlükçü ve merhamet
anlayışını ortadan kaldırmaktadır.
İslam, barışı, adaleti ve özgürlüğü esas alan bir
dindir. Peygamber'inin güvenilirliği, inanan inanmayan herkes tarafınadan doğrulanmıştır. Bu dine inanan kimseler,
elinden ve dilinden hiç bir şekilde zarar gelmeyen müslüman; kendisiyle
barışık ve başkalarına da güven telkin
eden mümin olarak bilinirler. Ona inananların yaşadığı yurt, emniyet ve barış
ülkesidir. Sözü edilen dinin medeniyeti ise, barış, merhamet ve ilim medeniyetidir. İslam'ın yirmiüç yıllık
tarihinde Hz. Peygamber ve müslümanlar,
bu ilkeleri korunmaya ve insani değerler olarak kurumlaştırmaya çılışılmıştır.
Onların bu tavrı, haksızlıklar karşısında, insan haklarının, din ve vicdan
özgürlüğünün ihlal edildiği durumlarda sessiz ve pasif kaldıkları şeklinde
yorumlanamaz. Bu durumlarda, daima haksızlığın karşısında olmuşlar, hak ve
adaleti hakim kılmak için bir müslüman ve bir insan olarak ne gerekiyorsa
onu yaptıkları tarihi belgelerle
sabittir. Daha sonraki dönemlerde de, bazı aşırı gruplar ortaya çıkmışsa da,
müslümanlar hiç bir zaman topyekun şiddet taraftarı olmamış, fethettikleri
yerlerde, insanların dinlerini, dillerini ve kültürlerini zorla değiştirme
yoluna gitmemişler ve farklı dinin mensupları olduğu için asla Hristiyan veya
Yahudi soy kırımı yapmamışlardır. Bugün bütün dinlerde olduğu gibi, müslümanlar
arasında da şiddet tarftarları vardır. Ancak bu olgunun sosyal, psikolojik,
ekonomik, siyasi sebepleri iyice tahlil edildiğinde, müslümanlar arasındaki bu
şiddetin kaynağının Kur'an ve İslam olmadığı, ancak yapılanları meşrulaştırmakta
onları kılıf olarak kullanıldıkları görülecektir. Bu sebeple, bazı aşırı
grupların yaptıkları şiddet ve terör eylemlerini delil göstererek İslam'la
şiddet arasında bağ kurmak ya da bütün müslümanları şiddet taraftarı göstermek
son derece yanlıştır. Artık müslümanların da, bilgi çağında yaşadıklarını, en
etkili gücün bilgi olduğunu, kahramanların savaş meydanlarından değil, bilim
kurumlarından, Labaratuarlardan ve diplomasi kulislerinden çıktığını anlamalı
ve bu sahalarda kahramanlar çıkarmak için bütün güçlerini seferber
etmelidirler. XXI. yüzyılın insanı,
barış, özgürlük, adalet ve merhameti esas alan şeffaf bir dünya görüşüne
daha fazla muhtaçtır. Bu ihtiyacı karşılayabilecek potansiyele sahip dinlerden
en şanslısı İslamdır.
* A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Mezhepleri Tarihi Öğretim Üyesi
[1] 9. Tevbe 6.
[2] Abdullah
Dıraz, Kur'an'ın Anlaşılmasına
Doğru, çev. Salih Akdemir, Ankara 1983,
63.
[3] 2. Bakara 190.
[4] Dıraz, a.g.e., 63-64.
[5] 16. Nahl 125.
[6] Dıraz, a.g.e.,
65.
[7] 60. Mümtehine 8
[8] Dıraz, a.g.e., 66.
[9] Bkz. 2. Bakara
208; 8. Enfâl 61; 41. Fussilet,
34; 60. Mümtehine 7-9.
[10] Bu hakları konu edinen ayetlerle ilgili bkz. 2.
Bakara 188, 195, 256; 4. Nisâ 29; 18. Kehf, 29; 64. Teğâbün 2; 109. Kâfirûn 6;
5. Mâide 32; 53. Necm 39; 49. Hucurât 11-12; 95. Tîn 4; 39. Zümer 8; 35. Fâtır
28; 16. Nahl 12, 43; 17. İsrâ 36. Kur'ân-ı Kerîm'deki insan haklarıyla ilgili
bu temel prensipler, Hz. Peygamber'in insanlýða yaptýðý son konuþmasında daha
ayrıntılı bir şekilde ele alınmış ;
İslam Hukuk Felsefesinde de "Şerîatın Maksatları" adıyla
sistemleştirilerek büyük önem
verilmiştir. Başka hükümler çıkarırken, bunlara ter düþülmemesine özen
gösterilmiştir. Ayrıca bu temel haklara, İslam Ahlakı ve Felsefesi'nde yer
verilmiş ahlaki ve felsefi bakımdan temellendirilmeye çalışılmıştır. Bkz.
Muhammed Ebû Zehra, İslam Hukuk
Metodolojisi, çev. Abdülkadir Þener, Ankara 1994, 315 vd.
[11] 8. Enfâl 61; 9. Tevbe 4.
[12] 2. Bakara 190.
[13] 2. Bakara 192-3.
[14] 2. Bakara 192-3; 9. Tevbe 7.
[15] 9. Tevbe 6, 36; 3. Nisâ 90-91.
[16] 16. Nahl 125.
[17] 25. Furkân
56.
[18] 88. Gaşiye
21-22.
[19] 16. Nahl
125.
[20] 3. Al-i
İmrân 159.
[21] 9. Tevbe
128.
[22] 109.
Kâfirûn 6.
[23] 4. Nisâ
77.
[24] 22. Hacc
40.
[25] Ali H.
Berki-O. Keskioğlu, Hazreti Muhammed,
Ankara 1932, 232 ; İbrahim Sarıçam, Emevi-Haşimi İlişkileri, Ankara 1977,
155-6.
[26] Berki-Keskioğlu, a.g.e., 232.
[27] 2. Bakara 190.
[28] 4. Nisâ 75.
[29] 2. Bakara 216.
[30] 4. Nisâ 77, 78.
[31] 3. Ali İmrân 13.
[32] 8. Enfâl 7.
[33] 4. Nisâ 77.
[34] 2. Bakara 217.
[35] 22. Hacc 39.
[36] 4. Nisâ 75.
[37] 2. Bakara 216.
[38] Draz, a.g.e.,
59-60.
[39] 25. Furkân 52.
[40] Dıraz, a.g.e., 60-61.
[41] 9. Tevbe 73, 80, 113; 8. Enfal 65-66.
[42] Taberî, Târîhu'l-Ümem
ve'l-Mülûk, II, 488. Beyrut trz.;
Vâkidî, Kitâbu'l-Megâzî, Beyrut 1984 ,
I, 121, 184; Keskioğlu-Berki, a.g.e., .259.
[43] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil
Fî't-Târîh, Beyrut trz. , II,
142-143.; Vâkidî, a.g.e., 122, 184 ;
Keskioğlu-Berki, a.g.e., 260.
[44] Ya’kûbî, Târîhu
Ya'kûbî, Beyrut trz. , II, 49.
[45] Taberî, a.g.e.,
II, 489.
[46] Tecrîd-i
Saîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1981, X,
174. ( Hadis No: 1578 ).
[47] Tecrîd-i
Sarîh, X, 181 ( Hadis No: 1579 )
[48] Vâkıdî, a.g.e., I, 3.
[49] Dıraz, a.g.e., 56-57 ( 61. Dipnot )
[50] Buhârî, Sahîh,
İstanbul 1992, II, 87.
[51] İbnu’l-Kayyim el-Cevzi, Zâdu’l-Meâd, çev.
Muzaffer Can, İstanbul 1991, IV, 534.
[52] İbrahim Sarıçam,
Hz. Peygamber’in Çağımıza
Mesajları, Ankara 2000, 118.
[53]Sarıçam, a.g.e., 120.
[54] Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları Medeniyet Tarihi, Ankara 1997, 21. (Reinhart Dozy’nin Historia de los musulmanes espanoles (Madrid 1984), adlı eserinin II. Cild,
49-51. sayfalar arasından naklen)
[55] Onun özgürlük ve hürriyet peygamberi olduğuna
dair iki müstakil eser yazılmıştır. Bkz. Abdurrahman eş-Şarkâvî, Muhammed
Resulu’l-Hurriyye, Kahire 1982; Muhammed Şevket et-Tûnî, Muhammed
Muharriru’l-Abîd, Mısır trz.
[56] Kabile asabiyetinin ve bedevî hayatın Haricilik
üzerindeki tesiri konusunda bkz. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara
1981, 44-45; Ethem Ruhi Fığlalı, İbadiyye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara
1983, 55-56; Taha Akyol, Haricilik ve
Şia, İstanbul 1998, 61-64, 101-2, 121-132.
[57] Bağdâdî, Mezhepler
Arasındaki Farklar,çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara 1991, 56.
[58] Bu konuda değişik adlarla 60 kadar eser
yazılmıştır. Bkz. Ebû’l-Arab et-Temîmi,
Kitâbu’l-Mihen, ed. Yahya Vehîb el-Cebbûrî, Lübnan 1988, 15-23. (Mukaddime)
[59] Nevbahtî, Fıraku’ş-Şîa,
Necef 1936, 38; Kummî, Kitâbu’l-Makâlâti’l-Fırak,
thk. Cevad Meşkur, Tahran 1963, 46-47.