Prof.Dr. Sönmez KUTLU
Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
İslam Mezhepleri Tarihi
Öğretim Üyesi
GİRİŞ
İslam düşüncesinde, farklı tarih ve mekanlarda, şahıslar ve fikirler
etrafında zümreleşen pek çok hareket
ortaya çıkmıştır. Siyasî ve itikadî gayelerle teşekkül eden bu hareketleri,
tarihî, toplumsal, ekonomik, siyâsî ve dinî-kültürel durumdan soyutlayarak ele
almak yerine bütün bu şartların toplamının bir ürünü olarak anlamak daha
doğrudur.[2] Ama psikolojik
insanî eğilimler, toplumsal-kültürel yapılar ve dinî metinler, “düşüncenin dili
durumunda” olan bu fikri yapıların
kurumsallaşmasında büyük bir rol
oynamıştır. Günümüzde yapılan psikolojik ve sosyolojik çalışmalar, dinlerin
tarihinde ortaya çıkan mezheplerin din anlayışlarının arkasında “örtülü değerler
sistemi” adı verilen bir zihniyetin
bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre dinin belli bir toplumdaki tezahürü
durumundaki her bir hareketin, olaylara ve olgulara bakışını, tavır ve tutumunu belirleyen kendine ait örtülü bir referans çerçevesi
vardır. Başka bir deyişle düşünce ekollerinin de kendisine ait bir psikolojisi
ve sosyolojisi vardır. Her bir zihniyet, dini, kendi ürettiği yöntem ve
teolojik öncüllerden hareketle yorumlamaktadır. Öyle ki kendi içerisinde
tutarlı ve insicamlı bu inançlar ve değerler sistemi, sahiplerinin inanç,
ibadet, ahlak ve siyaset anlayışlarında, şu ya da bu şekilde etkili ve
belirleyici olmaktadır.
İslam düşüncesinde ortaya çıkan ekollerin, psiko sosyal açıdan zihniyet analizi yapıldığında, en genel
anlamda insandaki mevcut karakterler, uygun
toplumsal şartları bulduğunda, dini
metinlerle kendilerini meşrulaştırarak
mezhep hareketleri olarak tezahür eden beş ayrı zihniyet veya din anlayışından
söz edilebilir. Daha önceki bir makalede bunları beş ayrı gruba ayırmak
suretiyle söylem analizine tabi tutmuştuk[3]. Bunlardan
birisi de “Gelenekçi-Muhafazakar Din Söylemi” idi. Ancak orada bu zihniyetleri
genel olarak incelemiş ve bu din söyleminin genel göstergelerini sadece
sıralamıştık. Bu makalemizde ise “dogmatik
gelenekçi/asarcı din söyleminin” temel göstergeleri üzerinden bu analizimi
sürdürmek istiyoruz. Bu konunun analizine geçmeden önce “gelenekçi-muhafazakar”
veya “ilk gelenekçiler” tabirleriyle hangi dinî-toplumsal yapıyı/yapıları kastettiğimizi
açıklamakta fayda görüyoruz.
a) Gelenekçi-Muhafazakar Din Anlayışının Tarihsel Arka
Planına Kısa Bir Bakış
Gelenkçi-Muhafazakar kavramı, içinde geniş dinî, sosyal,
siyasî ve ekonomik çağrışımları bulunduran kapsamlı bir çizgiye işaret eder. Gelenekçi-muhafazakârlık
tutumu, dini anlamda, yaşanmış dini tecrübenin ve birikimin değişime direncini
temsil eder. Sosyal ve siyasi çalkantıların yaşandığı süreçlerde, “din zaman
zaman sosyal sistemdeki değişimi, zaman zaman değişime karşı sistemin direncini”
temsil edebilir. İlk Gelenekçiler olarak tanımladığımız grup, sünnet ve âsâr’ı merkez alan ve gelenekçi bir
din anlayışını temsil eden Hadis Taraftarlarının müşterek adıdır. Çünkü onlar,
İslam’ın Kitap, Sünnet, sahabe ve tâbiûn’un sözlerinden hareketle anlaşılması
gerektiğini; bunların dışındaki şahsi rey ve akli istidlallerin, muarızlara
karşı İslam’ı bu yolla savunmaya mecbur kalmadıkça kullanılamayacağını
savunurlar. II./VIII. asrın ortalarında teşekkül etmiş olan bu ekol, Ehlu’l-Hadîs, Ehlu’s-Sunne veya
Ashâbu’l-Hadîs adıyla da
bilinmektedir. Mutezile, Şia, Mürcie ve Maturidiler, onları Haşviyye, Müşebbihe ve Mücessime
olarak da isimlendirir.
Hadis Taraftarları ve Selefilikle onların alt grupları olan Şafiilik, Malikilik,
Hanbelilik ve Zahirilik İslam düşüncesinde gelenekçi din söyleminin en tipik
temsilcileri olmuştur. Hicri II./VIII. asrın ikinci yarısında teşekkül etmiş
olan Hadis Taraftarları, sadece hadisler konusunda derinleşmiş bir grup
olmayıp, Mürcie, Şia ve
Mu'tezile kadar etkili olmuş önemli ekollerden birisidir. Abbasîlerin
iktidara gelişi sonucu siyasi, toplumsal ve dinî hususlarda gerçekleşen köklü
değişiklikler, toplumun muhafazakar ve gelenekçi kesimlerinde endişelere sebep
olmuştur. Bu bir çok bakımdan geleneğin gözardı edilmesi veya yürürlükten
kaldırılması olarak algılanmıştır. Bu arada Havaric, Mürcie, Şia
(Rafıza/Zeydiyye) ve Mutezile gibi pek çok mezhep teşekkül sürecini tamamlamışken,
bazıları ise, henüz bu süreci
yaşıyordu.
Çeşitli dini-politik hareketlerin vücuda gelmesiyle birlikte İslam
toplumunda geçmişte gündeme gelmeyen kelâmî ve siyasî tartışmalar yapılmaya
başlandı. Bu ekollerce ortaya atılan görüşler muhdes (sonradan ortaya çıkan) ve
bidat ; mensupları ise mübtedi veya ehl-i bidat/ehl-i heva olarak
isimlendirildi. Yabancı kültürlerle temas sonucu Müslümanlarla diğer din ve
felsefe mektepleri arasında meydana gelen tartışmaların yoğunlaşması, Abbasî
yönetiminin daha çok Şiî, Mürciî ve
Zeydî çevrelerle yakın temas içerisinde olmaları, bu oluşumların dışında kalan çevrelerde sert tepkilerle karşılandı. İşte,
İslam dünyasında bu fikir çatışmalarının
ortaya çıkışıyla birlikte bir 'hadise muhalefet cereyânı'nın doğması, buna
karşılık olmak üzere de bir 'Ehl-i Sünnet Cephesi'nin teşekkülü kaçınılmaz hale
gelmişti. Nitekim bu cephe, Ehl-i Sünnet muhitinde Hadis Taraftarları'nca kurulmuş
ve onlar bütün bu çeşit fırkalarla mücadelede Ehl-i Sünnet'in bayraktarlığını
üzerlerine almışlardı.[4] Ancak yeterince
bilinmeyen bu dinî-toplumsal hareket, diğer ekoller gibi siyâsi, itikadî, fıkhî cepheleri olan ve
Ehl-i Sünnet’in oluşumu ve sonraki tarihinde önemli etkilerde bulunan ve hala
bulunmaya devam eden güçlü bir zihniyet veya fikrî bir damardır.
b) Gelenekçi-Muhfakar Din Anlayışının Taşıyıcıları ve Temsilcileri
Hadis Taraftarları, sadece hadislerin toplanması, rivayeti ve kayda
geçirilmesiyle uğraşan meslekî bir grup da değildir. Çünkü Makalât türü
eserler, Hadis Taraftarları’nı tıpkı
Mürcie, Haricîlik, Şia ve Mu'tezile gibi
İslam Düşüncesi'nde ortaya çıkmış müstakil bir itikadî mezhep, ya da Mürcie'nin veya Ehl-i
Sünnet'in bir alt grubu olarak ele almaktadırlar.[5] Örneğin Sünnî Makâlât
yazarlarından Eşarî (324/935, müslümanları on gruba ayırarak Haricîler, Mürcie, Şîa ve Mu'tezile'nin yanısıra
Ashabu'l-Hadis'i saymakta[6] ve “Ashabü'l-Hadis
ve Ehlü's-Sünne'nin Görüşleri” başlığı altında onların itikadî ve bazı ahlakî görüşlerine
yer vermektedir.
Memun döneminde Kur’an’ın yaratılmışlığı konusundaki tartışmalar ve bununla
ilgili yaşanan baskı ve zulümler, Sünni çevrelerde aklı reddeden metin merkezli
bir anlayışı öne çıkardı. Bu sebeple Hadis
Taraftarları’nın yıldızı, Mütevekkil döneminden itibaren parlamaya başladı. Ahmed b. Hanbel (241/855)
ve Abdülaziz el-Mekkî (239/854), Mutezile’ye muhalefetin başını çekiyordu.
Onlar, diğer şehirlerden ve bölgelerden İshak b. Rahaveyh (238/852), Davud b.
Ali (270/883), el-Kerâbisî (245/859), İbn Küllâb el-Basrî (240/854), Haris
el-Muhasibî (243/857) ve Muhammed b. İshak b. Huzeyme(311/923) gibi şahısların
desteğini aldılar. Böylece bu hareket, Hanbelî, Şafiî, Maliki ve diğerlerinden oluşan geniş bir taraftar kitlesi edindi. Hadis alanında Kütüb-i Sitte, itikadî
ve kelamî alanlarda Kitabu’l-İmân,
Kitabu’s-Sünne, Akîde ve İ’tikadât adıyla bilinen devasa bir edebiyat meydana geldi.
Hadis
Taraftarları, III./IX. asırdan itibaren, Malikiler, Şafiiler, Hanbelîler,
Zahiriler (Davudiler ) olarak varlığını sürdürdü.[7] Zahirilik, daha sonra Malikilik içerisinde
eridi.
Bu kısa bilgiden sonra Ashabu’l-Hadis’in, itikadi, ameli, siyasi ve
toplumsal tezahürlerinden hareketle örtülü referans çerçevesini ve bu
zihniyetin temel göstergelerini analiz etmek istiyoruz.
c) Gelenekçi-Muhafazakar Din Anlayışının Göstergeleri
Bir söylem olarak dinî gelenekçilik, olayları ve olguları kavramak, onları
yönetip-yönlendirmek üzere üretilmiş bir kavramlar ve değerler setidir. Bu
sistemin kendine has bazı temel dogmaları ve göstergeleri bulunmaktadır. Yalnız
bunların tamamını ele almak bir makalenin sınırlarını aşacağından bunlardan bazılarını
ele almakla yetineceğiz.
1. Hayal Edilen ve Yüceleştirilen Altın Çağa Dönme
Ehl-i Bid’at olarak nitelenen düşünce ekollerine bir tepki olarak ortaya
çıkan Hadis Taraftarları, Müslümanları içinde bulundukları parçalanmışlıktan
kurtarmak, toplum hayatını
idealleştirilen Hz. Peygamber dönemine göre
şekillendirmek, birlik ve
bütünlük içerisinde yaşatmak iddiasındaydı. Bu sebeple onlar, Kitab'ın
yanısıra, çözümün Hz. Peygamber'in hadisleri ve sahabe ve tabiînin sözlerinde
olduğuna inanarak, onları bir araya toplayıp, konularına göre tasnif eden,
genelde görüşlerini hadislere dayandıran, onlara bağlanmayı teşvîk eden, Kitap ve Hadis’ten bağımsız re'y kullanmaktan
sakındıran ve onu kullananları eleştiren kimseler olarak tanınmıştır[8]. Bütün bu çabaların arkasında, sorunlardan
kurtulmanın yolunu hayal edilen ve idealleştirilen Altın Çağa dönme fikri
bulunmaktaydı.
İnsanlar, alışık oldukları hayatın devam etmesini ve değişmemesini
isterler. Düzen ve istikrardan yana olan insan, tabiatı istikrarsızlığa ve kaosa karşıdır. Bu sebeple, çoğu kere,
zorunlu ve haklı da olsa, yapılan bazı değişikliklere karşı çıkar ve
geleneklerinde ısrar ederler. Bu durum onu, muhafazakar ve gelenekçi olmaya
zorlar. Psikolojik araştırmalar, bu gerçeği şu şekilde tespit etmektedir:
"İnsan tabiatının en önemli özelliklerinden birisi, uzun süre önce yaşanmış olan "altın
çağa" geri dönme veya onu yeniden yaşama arzusudur. Bu bireysel zihnin bir
vasfıdır, öyle ki daima hayatının ilk yıllarını, bütün hayatının en güzel
yılları olarak anımsar. Bu beşeri hususiyet, geçmiş tarihin kazanımlarını
tekrar elde etmeyi arzular."[9] Bu duygu, zaman zaman, insanlık tarihinde
köklü ve ani sosyal, siyasi ve dini
değişimlerin yaşandığı dönemlerde, toplumsal muhafazakarlığa ve
gelenekçiliğe dönüşebilir. Özellikle gelenek bir peygamber ve ona yakın
nesillerinin dini tecrübeleriyle oluşmuşsa ve dini geleneklerden büyük sapmalar
söz konusuysa, o zaman bu tavır, daha
katı bir şekilde geçmişin bütünüyle
kutsallaştırılmasına, siyasî, hukukî, sosyal, ahlakî ve dinî alanlarda tekrar
bu döneme dönüş taleplerinin yükselmesine sebep olabilir. Bunalımlı dönemlerde bireyler gibi toplumlar
da, uzun süre önce yaşanmış olan “altın çağa” geri dönmek isterler. Böyle bir
toplumsal tavrın tezahürlerinin ilk defa Hadis Taraftarları’nın din
anlayışlarında görüldüğü söylenebilir. İlk yansıması onların İslam’ın ilk
dönemlerini asr-ı saadet şeklinde isimlendirerek, “din asardır/sünnettir; re’yi
ise din dışıdır” şeklindeki bir slogan benimsemeleri bunun en önemli göstergelerinden
birisidir. Yani Hz. Peygamber’den
sonraki ilk üç neslin inandığı,
düşündüğü ve yaşadığının toplamı dindir. Akıl, nazar ve akıl yürütmelerle
ortaya konulan fikir, inanç ve yaşam biçimi, dinin dışındadır. Böyle bir din
anlayışı, geçmiş üzerine kurulmuş bir gelecek
tasavvuru olarak değerlendirilebilir.
2. Tarihe ve Dinî-Kültürel Tecrübeye Olan Aşırı Güven ya da Dinî Geleneği
Kutsallaştırma
Hadis Taraftarları, sahip oldukları zihniyet gereği, Kur'an'dan daha ziyade
ilk üç neslin dini kültürü ile (âsâr) meşgul olmuşlar, mesailerini hadisleri ve âsârı dinleme, rivayet
etme, onları fıkhî veya akidevî konulara
göre tasnif ederek yazıya geçirmeye
harcamışlardır. Dolayısıyla, isnatla rivayet etmek veya hadis rivayeti, dinin korunması olarak görülmüştür.[10]
Bu yüzden, eserlerine Sünnet, hadis veya âsâr tabi olmanın faziletiyle
ilgili özel bölümler veya başlıklar
koydular. Bu itibarla gelenekçi söylemde, itikad, ibadet, ahlak, siyaset ve
kültürle ilgili pek çok konu imanın şubeleri altında incelenmiştir. "Dinin
âsârdan ibaret " olduğunu
iddia eden bu anlayışa göre, hadisler ve âsâr Usulü't-Tevhid, Va'd ve
Vaîd, Allah'ın sıfatları, Cennet ve Cehennem, Allah'ın yerde ve gökte zatını
ispat etmek için yarattığı deliller, melekler ve vazifeleri, Nebilerin kıssaları,
zahid ve evliyanın haberleri, fakihlerin görüşleri, Arap ve Arap olmayan kralların
siretleri, geçmiş ümmetlerin kıssaları, Resulullah'ın megazisi ve seriyyeleri,
hukukî kararları, hutbeleri, vaazları, mucizeleri, hanımları, çocukları,
yakınları ve ashabı ile ilgili bütün bilgileri ve Kur'ân'ın tefsirini,
sahabenin ahkamla ilgili sözlerini, müctehid fukahadan kimin ne görüşü
benimsediği konusundaki bütün bilgileri içerir.[11] Asar'ın bir takım aklî temellendirmeler ve
şahsi yorumlar içerdiği bilinmekle beraber, Hz. Peygamber, sahabe veya tabiine
ait olması dolayısıyla, bu yorumlar, belli bir dönemden sonraki insanların
yorumlarına göre daha değerlidir. Sonraki nesillerin yorumları bunlara göre,
değersizdir. Çünkü daima ilk iki neslin fikirleri, bilginin değeri itibariyle
daha önceliklidir. Bu anlayış ise, sonraki nesilleri hep selefin birikimini
tüketmeye ve onların fikirlerini şerh etmeye götürmüştür. Hadis
Taraftarları'nın meydana getirdikleri hadis musannefatı incelendiğinde, genel
olarak çalışmalarının bu sebeple hadis, sünnet ve âsâr üzerine odaklaştığı ve
bütün gerçeklerin hadislerden çıkarılmaya çalışıldığı açıkça görülecektir.
3. Akıl Karşıtlığı Üzerine Kurulu
Din Anlayışı
Hadis Taraftarları, çok az istisnayla birlikte nasslardan bağımsız re'ye,
aklî istidlallere ve kişisel yorumlara karşı çıkmışlar ve bunları bilgi kaynağı olarak benimseyip
kullandıkları için Ebû Hanîfe’nin başını çektiği Re'y Taraftarları'nı eleştirmişler ve onları " Sünnet düşmanları"
olarak algılayanlar olmuştur.[12]
Hatta Resulullah’ın asarını terk edip, onun dışında kitaplar yazmayı ve bu
kitaplarla meşgul olmayı İslam toplumunun başına gelen belanın sebebi olarak
algılamışlardı.[13] Onlara göre, dinde cedel
ve tartışma yasaklanmıştır. Sahih rivayetlerle Hz. Peygamber'den gelen her şey
kabul edilir ve bu niçin böyledir diye sormak bidattir. Sünnet'te kıyasa ve
darbı mesele yer yoktur. Hevâ'ya da uyulmaz. Hz. Peygamber'den gelenler, şerh
edilmeksizin ve nasıl olduğuna bakılmaksızın, nasıl ve niçin sorusu
sorulmaksızın tasdik edilir.
Hadis Taraftarları, dinin kişisel görüşlere (re'y), felsefe, nazar ve
kelama dayandırılamayacağı ilkesini benimsedikleri için, Kur'an ve Sünnet'le
ilk nesillerin bunlardan anladıklarını tek kaynak olarak görmüşlerdir.[14] Böyle bir zihniyet, re’yle hüküm vermeyi,
tevile başvurmayı ve akıl yürütmeyi,
kişiyi dalalete/sapıklığa ve fıska düşüren bidatçilerin silahı olarak
tanımlamışlardır. Onlara göre, kesin bilgi ifade eden ilim ve fıkıh, Hz.
Muhammed'in getirdiği kitap ve hadis/sünnettir,
re'y değildir. Re'y ise, kişisel zanna dayalıdır ve kesin/hakikî bilgi
ifade etmez. Re'yle hüküm vermek bid'ate
düşürür.[15]
Din'de böyle bir bilgiye, zorunlu
olmadıkça müracaat edilmez. Seleften bir
grubun, yaptıkları teville küfre girme ve fasık olma ihtimali dolayısıyla
Haricî, Kaderî ve Şiîlerden hadis rivayetini dahi yasakladığı söylenmektedir.[16]
Hadis Taraftarlarına göre, re'y değişkendir, bu durumda dinin anlaşılması
da değişmektedir. Halbuki din, Hz. Peygamber ve ilk iki nesil tarafından en
güzel şekilde anlaşılmış ve yorumlanmıştır.
Bize düşen Selefe ittibadır.
Dinde ise, değişme yok, selefe ittiba
vardır. Bu sebeple, onlar arasında
değişken olan kişisel yorumların Kitap ve Sünnet'ten bağımsız olarak
fıkıhta ve itikadî konularda
kullanılmasıyla ilgili önemli görüş ayrılıkları mevcuttur.
Hadis Taraftarları genel
olarak aklî tefekkürü ve re'yi
kullanmaktan kaçındılar. Kullananlar ise, fikrî bir ekolün mensubu
olduğundan akideyi bu metot üzere düzenlemek veya aklî bir metodu benimsediği
için değil, sadece inandıkları ve ileri
sürdükleri nazariyelere, yani akideye hizmet için aklı kullandılar. Onlarda
teslimiyet ve geçmişi taklid etme fikri ağır bastığı ve mücadelelerini Müslümanlar
arasında ortaya çıkan fırkalara karşı sürdürdükleri için, bir kaçı müstesna edilecek olursa, İslam dininin akîde esaslarını oluşturma ve onları
aklî yollarla müdafaa etme sorumluluğu ve bu inançları sağlam aklî temellere
dayandırma bilinci ve amacı yoktu.
Hadis Taraftarları, aklın faaliyet türlerinden birisi olan kıyası fıkıhta,
zorunlu olmadıkça kullanmayı doğru bulmamışlardır. Örneğin Hadis Fıkhı'nın usûlünü
yazan Şafiî, aklın ve re'yin fıkıhta kullanımını kıyasa hasretmiş ve kıyası da nassa bağlı kılarak sınırlandırmış ve ancak zorunlu durumlarda kullanılabileceğini iddia
etmiştir.[17] Bu zihniyetin temsilcilerinin, akıl ve
metinle ilişkileri dikkate alındında, dogmatik-gelenekçi bir zihniyete sahip
oldukları söylenebilir. Bu zihniyetin öncüleri, genellikle kentleşme öncesi bir
kültürel zihnin taşıyıcısı olan Araplardan oluşmaktadır. Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden
beri var olan geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkileri
onlarda Kitap, Sünnet ve Sahabe ve Tabiîn'e ittiba şeklinde tezahür etmiş görünmektedir.[18]
Bu sebeple, Arab'ı sevmek, imanın şubelerinden birisi kabul edilmiştir.[19]
Sosyal değişmenin daha az yaşandığı, istikrarın ve muhafazakarlığın hakim
olduğu, Hz. Peygamber'in uygulamalarının yeterli görüldüğü Mekke ve Medine, bu söylemin yurdu (Sünnet Yurdu) olarak kabul edilmiştir.
Bu anlayış re’ye başvurmayı, esir alınan
ve Arap olmayanların işi olarak görmüş ve bu konuda rivayetler üretmiştir.
Bunlardan “Abdullah b. Amr b. el-As(63/682) kanalıyla Hz. Peygamber'den hadis
olarak aktarılan şu rivayet oldukça enteresandır: " İsrailoğullarının durumu,
aralarında esir milletlerin çocukları olan Muvelledûn
sınıfı türeyinceye kadar mutedildi. Ne zaman ki bunlar, kendi görüşleriyle hüküm vermeye başladılar, işte o
zaman hem kendileri dalalete düştüler, hem de İsrailoğullarını dalalete
düşürdüler." [20] Hadis Taraftarlarının
önde gelen Tabakat ve Rical yazarlarından Fesevî, re'y kullanmayı, yani
akıl yürütme ve kıyası esir çocuklarının
işi olarak tanımlayan bir rivayeti zikrettikten sonra Süfyan’a ait şu ilginç
yorumu verir: “Biz bu hadis üzerine düşündük ve anladık ki, Medine'de re'yi ilk konuşan Rabia, Kufe'de
Ebû Hanife, Basra'da Osman el-Bettî'nin
her üçü de esir çocuklarından imiş.”[21]
4. Somut-Biçimsel (Teşbihci) Düşünceyi Öncelemek
Akla karşı olmaları, onların daha basit ve somut düşünceye dayalı bir din
anlayışı oluşturmalarına sebep oldu. Soyut düşünme, felsefî analiz ve akli
temellendirmelere girmekten kaçındıkları için,
somut düşünmeyi ve nassları bu doğrultuda anlamayı bir yöntem olarak
benimsediler. Onların bu yaklaşımı, özellikle Tanrı tasavvurlarını derinden
etkiledi. Nasslarda Allah’la ilgili
“eli, ayağı, parmakları, yüzü, gözü, kulağı” ve benzeri somut ifadeleri, bazı
istisnalarla birlikte, hiçbir tevile gitmeden aynen kabul ettiler. Şöyle ki İman,
Kitabu’s-Sünne ve İ’tikadât adıyla yazdıkları eserlerde Allah’ın yüzünün
ışığından, nurundan, gülüşünden, sağından-solundan, kaleminden, suretinden
bahseden pek çok rivayete yer verdiler. Böylece eli-yüzü bulunan, gözü-kulağı
olan, kendi eliyle yaratan, gözle görülen, gülümseyen, dünya semasına inip
çıkan, arşı ve kürsüsü olan şeklinde tanımladıkları Tanrı’yı, nesnel ve somut
bir varlık düzeyinde tasavvur ettiler.[22]
5. Metin Merkezli Dini Bilgi Üretmek
Hadis Taraftarlarına göre, asarın dışında kaynağından bağımsız hakikat
yoktur. Dolayısıyla bütün hakikatların kaynağı Kur’an ve asar/hadislerdir.
Tarihte ve günümüzde karşılaşılan bütün problemlerin çözümü ilk dönemde yaşanan
dini-kültürel tecrübeden (asar) hareketle çözülmelidir. İlk üç asırdaki dini-kültürel
tecrübeyi zamandan, mekandan ve tarihsel ortamından bağımsız, mutlak ve
değişmeyen evrensel gerçekler olarak algılayan bu yaklaşım, İslam’ın
evrenselliğini bu dini-kültürel tecübeye indirgemekle sonuçlandı. Hatta aklın hüküm koyma yetkisini iptal ederek, metin
merkezci veya nass merkezli bir yöntem izledikleri için, onu nassın sınırları
içerisine hapsettiler. Onların bu tutumu, ara sıra Rey Taraftarlarınca şu şekilde eleştirildi: “Hz.
Peygamberden gelen hadislerin sayısı, 4000 adettir. Toplumsal olaylar ise,
sayısızdır. Bu yüzden sınırlı nasslarla sınırsız sayıdaki olayları çözmek
mümkün değildir. Yeni sorunlar mutlaka akıl ve akıl yürütme yollarıyla çözüme
kavuşturulmalıdır.” Hadis Taraftarlarının aklı nassın çerçevesine nasıl
hapsettiklerini daha iyi anlayabilmek için, kullandıkları uç bir örneği
incelemek istiyoruz.
Ebû Saîd el-Hudrî'den namaz kılanın önünden geçenlerin, namaz kılanlarca
engellenmesi ve şayet geçmekte ısrar ederlerse onunla mücadele edilmesine dair
bir hadis rivayet edilmiştir.[23] Bazı Şafiîler,
önünden geçenle, namaz kılanın hakiki manada mukatele yetkisine sahip olduğunu
savunmuşlardır.[24] Hatta bu konuda
icma olup olmadığı tartışılmıştır. Silah kullanılmaması gerektiğini savunanlar
ise, bunun namazdaki huşuyu bozacağı için
yapılmayacağını söylemişlerdir. Demek ki huşuyu bozmayacak olsa, namaz
kılanın önünden geçen birisinin
öldürülmesini söyleyecekler. İbn Hacer, bu konudaki genel kanaati şöyle
açıklar: " Ashabımız açık bir şekilde şöyle demişlerdir: Onu en yumuşak
bir tarzda men eder. Şayet direnirse çok daha şiddetli bir şekilde engeller.
İsterse bu ölümüne sebebiyet versin. Şayet ölürse üzerine hiç bir şey terettüp
etmez. Çünkü Şarî' onunla mücadele etmesini mübah kılmıştır. Mübah kılınan bu
mükateleden dolayı da tazminat gerekmez."[25] Kazı İyâz göre,
“ Onu uygun yollarla engellemeye çalışırken kişi ölürse, alimlerin ittifakıyla
kısas gerekmez.”[26] Hatta Şafiî Nureddîn b. Berekât el-Bakanî
(1003/1505), "Şayet onu vursa ve bu vurma nedeniyle de adam ölse, Şafiî'ye
göre hiç bir şey lazım gelmez. Ancak bu bizim kaynaklarımızdan anladığımızın
hilafınadır. "[27] Ama akılcı-gelenekçi bir din anlayışının önde
gelenlerinden İmam Şeybanî, bu hadisi şöyle yorumlar: " Şayet önünden
geçmek isterse, gücü nisbetinde ona mani olsun. Fakat onunla mücadele etmesin.
Çünkü mücadele edildiği takdirde doğacak zarar, önünden geçme durumunda doğacak
olandan daha büyüktür."[28] Bu anlayış, Hz. Peygamberin Peygamberlik
dönemindeki savaşların sayısından hareketle her iki yılda bir savaşa gittiğini
delil göstererek, Müslümanların her iki yılda bir mutlaka bir savaşa
katılmaları ve silahla cihad etmeleri hükmüne varmışlardır. Namazı terk
küfürdür rivayeti de bu anlayışla yorumlanmıştır. Burada bunlar üzerinde, uzun
uzadıya durmak istemiyoruz.
Hadis Taraftarları, sadece bu hadisi değil tikel olaylarla ilgili veya özel
bir duruma ait haram-helal, ahkâm hadisleri kategorisine sokulan pek çok hadisi,
tarihsel bağlamını, lafızların delâletini ve en önemlisi de Kur’an’la çelişip
çelişmediğini, yani beş külli esasa ters düşüp düşmediğine bakmaksızın lafız ve
metin merkezli yorumlayarak, ondan genel ve evrensel hukukî prensipler
çıkarmaya ve metinler üzerinden katı, sert ve şiddet yanlısı bir din anlayışı
üretmeye çalışmışlardır. Aslında ne Kur’ân ne de sünnet/asar, doğrudan bir
hukuk metnidir. Kur’ân ve sünnette/asarda ahkamla ilgili olanları sayısı
sınırlıdır, hem de ahkamla ilgili olsa dahi bizatihi hukuk metinleri olarak
algılanamazlar. Bu zihniyete göre, Hz.
Peygamber, sahabe ve tabiinden gelen rivayetler (asâr), hukûkî-fıkhî ve itikadî
alanlarda bir yaptırım gücüne sahip müstakil ilkelerdir. Bunlar asıl, delil ve
hükümdür. Bir başka ifadeyle fıkhî kaide ve kurallardır. Bu rivayet/asarların
hiç birisi, diğer bir hadis, sünnet veya ictihada kıyas yapılamaz. Şafiî, bu
geniş sünnet malzemesini nassın çatısı altına sokarak, Kur’an metinleri seviyesine çıkarmış ve bu
ikisini eşdeğer metinler olarak görmüştür. Fıkhî hükümler çıkarırken nassların
zahiri anlamlarını esas aldığından, nassa dayanmayan istihsanı, istıslah,
tevil, kıyası ve müstakil aklî hükümleri
kabul etmemiştir. Böylece metnin kendisi bir delil olarak alınarak, olgu
merkezli yaklaşımlar terkedilmiş ve metin merkezli yaklaşım hakim olmaya
başlamıştır.[29]
6. Şekilci Dindarlık
Hadis Taraftarları, İslam’ın inanç boyutu, ibadet ve ahlak boyutu arasında
bir ayrım yapmayarak şekilci dindarlığı savunmuşlardır. Bu sebeple onlar,
imanı, söz ve amel olarak tanımlar. İman artar ve eksilir. İman için dil ile
söylemek ve kalb ile tasdik etmek yeterli değil ve faydası yoktur. Gerçek iman, kalple tasdik ve onunla amel
etmek, dil ile söylemek ve dinin rükünlerini yerine getirmektir. Ameller
imandandır. Bundan hareketle, çoğunluk, tembellik sonucu farz namazlardan
birini terk eden, zekatını vermeyen bir kişiyi kafir sayar. Böyle bir kişinin
öldürülmesi ve mallarının talan edilmesi gerekir. Daha sonra Vahhabilik,
amelleri imana dahil etme şeklindeki bu anlayışı daha ileri götürerek, amelleri
tevhidin bir parçası haline getirmişlerdir. Buna da amelî tevhid demişlerdir.
Bu yüzden amel iman ilişkisi amel-tevhid ilişkisi olarak görülmüştür. Tevhidin
bir parçası haline getirilen amellerin terki ve bidatlerin ortadan kaldırılması
uğruna gerçekleştirilen eylemlerini, küfürle yapılan mücadeleye denk tutmuşlar
ve bunun sonucu Müslümanları tekfir
ederek pek çok Müslümanın kanının dökülmesine sebep olmuşlardır.
7. Seçilmişlik Psikolojisiyle Hareket Etmek: Şeriatı Koruma ve Bidatleri
Yıkma Misyonu
Hadis Taraftarları, şeriatın korunması ve bidatleri yıkma şeklinde çok özel
bir misyon üstlenerek sadece kendilerinin kurtuluşa eren bir fırka olduğunu
iddia etmişlerdir. Onlar, kendilerini kurtuluşa eren fırka, kendi dışındakileri
ise sapık görerek özgür düşüncenin önünde bir engel oluşturmuşlardır.
Yazdıkları devasa edebiyatla ve hadis/asar etiketi adı altında halk arasında
yaygınlaştırdıkları rivayetler yoluyla, genç nesillerin zihniyetlerini şekillendirmişlerdir. Böylece Müslümanlar
arasında farklı görüşlere karşı bir tahammülsüzlük oluşmuş, farklı görüş
sahipleri dışlanmıştır. Bu da İslam düşüncesinin kısırlaşmasıyla
sonuçlanmıştır. Hadis Taraftarları,
kendilerinin seçilmiş ve kurtuluşa ereceği önceden Peygamber tarafından haber verilmiş bir topluluk
olduklarını ileri sürerek onlarca
rivayetle bu iddialarını ispatlamaya çalışmışlardır.[30]
Öyle ki kendilerini diğer Müslüman gruplardan
ayrıcalıklı bir yere koyan ve kendileri gibi düşünmeyenleri dışlayan pek çok
isim ve lakabın kendilerini tanımlamada kullanıldığını görmekteyiz. Örneğin, Kurtuluşa
erecek fırka (el-Fırkatu’n-Nâciye), Adaletli topluluk (el-Cema’atu’l-‘Âdile), Muzaffer
Topluluk (et-Tâifetü’l-Mansûre),[31]
Şerîat ayakta tutanlar (Erkânu’ş-Şerîa), Halktan Cennete ilk Girecekler (Esbaku’l-Halk
ila’l-Cenne), Erdemli alimler (Efzalu’l-Ulema), Erdemli insanlar (Efzalu’n-Nas),
Ümenaullah, Umenâü’r-Resûl, Ehlü’l-İmân, Ehlü’l-Hakk, (Ahirette İnsanların
kurtuluşa en layık olanları (Evlâu’n-Nâs bi’n-Necât bi’l-Âhire), Dinin bekçileri (Hurrâsu’d-Dîn), Yeryüzünün
bekçileri (Hurrâsu’l-Arz), Allah’ın taraftarları (Hizbullah), Dinin
koruyucuları (Hafazetü’t-Dîn), Dinin taşıyıcıları (Hameletü’d-Din), Resulün
halifeleri (Hulefâi’r-Resûl) ve benzeri[32].
8. Pasif Siyaset Anlayışı
Hadis Taraftarları’nın zihniyetinin siyasi cephesine gelince, yaşanan
siyasi tecrübeyi, dokunulmaz kılma, kutsallaştırma ve doğrulama yoluna
gitmişlerdir. İlk nesillerin bu konudaki tutum ve tavırlarını, Hz. Peygamber
tarafından öngörülen tutum ve tavırlar olarak gösterebilmek için pek çok
rivayet malzemesi oluşturmuşlardır. Allah'ın nebisine, ashab olarak seçtiği ilk
Müslümanlara saygılı olmak, onları büyük ve küçük hataları dolayısıyla
eleştirmemek esastır. Ashab'ın en faziletlileri, sırayla Hz. Ebû Bekir, Ömer,
Osman ve Ali'dir. Aynı şekilde Hz. Peygamber'den hariç tutulursa, insanların en
faziletlileri de, bu dört halifedir. Hz. Peygamber'in ashabından Talha, Zübeyr,
Aişe, Muaviye, Amr b. As'ı dost edinirler ve bunlardan hiç birisine düşmanlık
beslemezler. Hz. Peygamber'in vasiyeti bulunduğunu iddia ederek, sahabeye saygı
gösterirler ve aralarında meydana gelen olayları, genelde Allah'a havale
ederler. Onlara göre, Müslüman yöneticilerin başarılı olmaları (salah) için dua
edilir, ancak kılıcı çekip onlara karşı
isyan etmek, fitneye sebebiyet vereceğinden doğru değildir. Bayram namazları,
cuma ve diğer cemaatle kılınan namazlar, ahlaklı (birr) ve ahlaksız (facir) her
imamın arkasında kılınabilir. Emevî ve Abbasîlere karşı tutumlarında, Ahmed b.
Hanbel ve diğer bazı şahsiyetlerin ferdi tutumları istisna edilecek olursa,
ortak bir muhalefet yöntemi geliştirememişlerdir. Bu gurubun dini edebiyatı
incelendiğinde bu pasif siyaset anlayışını telkin eden onlarca rivayete
rastlamak mümkündür.
SONUÇ
Sünnet, asar, hadis, Asr-ı Saadet, taklit, bidat,
Cahiliyye, Ehl-i Sünnet gibi kavramlar dogmatik gelenekçi din söyleminin hakim belirtileri oldu. Bu söylem, " Din, âsârdan (ilk Müslüman nesillerin dini
anlayış ve uygulamalarından) ibarettir. "[33] şeklinde
sloganlaştırıldı. Sünnet ve âsâr merkezli bir din ve dünya görüşü bu minval üzere geliştirildi. Bu anlayış,
dini hayatın sahih bir gelenek üzerinden yeniden kurulması şeklinde tezahür
etmiş olsaydı, karşılaşılan pek çok sorunun çözümünde bir seçenek olarak var
olmaya devam ederdi. Ancak bunun yerine, geçmişteki dini-toplumsal yapıyı
bugüne taşımayı öngördüğünden süreklilik içinde değişimin önünde bir engel veya
gerilim işlevi görmektedir.
Dogmatik gelenekçi/asarcı din söylemi veya zihniyeti, Asr-ı Saadet’in
yüceltilmesi, selefin/ilk üç neslin görüşlerinin kutsallaştırılması,
sünnet/asar merkezli din ve dünya görüşü, re’y düşmanlığı, kelam ve felsefe
düşmanlığı, yeniliklere (Bid'at) ve
yaratıcılığa karşı olma,
Arapçılık, kurtuluşa ermişlik iddiası, zahiri ve literal yorum, tevile karşı
olma, sanat ve musikiye hoş bakmama; katı, mutaassıp ve şeklî bir dindarlık;
yabancılaşma, dogmatizm, dışlayıcılık ve tekfir etme; farklı görüşlere ve
anlayışlara tahammülsüzlük; mutlak doğruluk iddiası gibi temel özellikleri ile
geçmişte olduğu gibi bugünde, dinî, toplumsal ve siyâsî alanlarda fonksiyonelliğini
artırarak sürdürmektedir.
Gelenekçi/asarcı din anlayışı, tarihte olduğu gibi günümüzde de benzer
şekillerde ve farklı adlarla tezahür etmektedir. Sözü edilen din söylemi, bu
zihniyetin temsilcileri tarafından yazılan eserlerin ve hadis
kolleksiyonlarının yayınlanması ve pek çok dile çevrilerek her eve girmesiyle,
yeniden, hem teorik hem de pratik olarak büyük destek görmeye başladı. Bunun günümüzdeki etkilerini, kendisini
Selefilik olarak takdim eden Vahhabilik, Mısır'da İhvan-ı Müslimin,
Hizbü't-Tahrir, Nurculuk, Cemaat-i
İslamiyye, Hindistan'da Ehlü'l-Hadis,
Ensaru's-Sünne ve bazı Sünnî tarikatlar üzerinde açıkça görmek mümkündür.
[1] Bu metin, 27 Mart 2007 tarihinde İstanbul’da
gerçekleştirilen “Asrın İdraki ve İslam” adlı sempozyuma sunulan, ancak henüz
yayımlanmamış bir tebliğ esas alınarak hazırlanmıştır.
[2] Ethem Ruhi Fığlalı, bu sebeple mezhebi şu şekilde tanımlamaktadır: " Mezhep, bir takım siyâsî, ictimaî, iktisadî ve diğer
hadiselerin tesirlerinin, mezhep kurucusu sayılan insan ile, ona uyanlardaki
fikrî, dinî ve siyasi tezahürüdür." (el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar ( el-Fark beyne'l-Fırak), çev. E. Ruhi
Fığlalı'nın "Çevirenin
Önsözü", Ankara 1991, XXII;
Krş.: Fığlalı, Ethem Ruhi, " İslâm
Mezhepleri Tarihi Araştırmalarında Karşılaşılan Bazı Problemler", Uluslararası Birinci İslam
Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985, 369.)
[3] Bu din söylemleri için bkz.: “İslam Düşüncesinde
Tarihsel Din Söylemleri ”, İslâmiyât
Dergisi, Cilt:IV, Sayı: 4(2001),
15-36 ss
[4] M. Said Hatiboğlu, (Hatib el-Bağdadî), Şerefü Ashabi'l-Hadis Mukaddimesi, thk.: M. Said Hatiboğlu, Ankara 1991, II baskı, 9.
[5] Bkz.: el-Haşşâb, Yahya, "
Tahkîku'l-Mustalahât et-Târîhýyye el-Vâride fiî Kitâbi Mefâtihi'l-Ulûm
li'l-Horezmî (387/997) " el-Mecelletü't-Tarihiyye el-Mısriyye,
7(1958), 164.
[6] el-Eş'arî, Ebû Hasan Ali b.İsmail (324/935), Makalâtü'l-İslâmîyyîn ve İhtilâfü'l-Musallîn, thk. Helmut Ritter, Wýesbaden 1980, 5, 217.
[7] Şafiîlerden bu zihniyeti temsil eden ve eserler yazanlar arasında, Ebû Abdillah el-Mervezî(294/906), İbn Huzeyme(311/923), İbn Hibbân (354/965), el-‘Âcürrî (360/970), Ebû Ahmed el-Hakim(378/988), Halîmî (403/1012), Lâlekâî (418/1027), Beyhakî (458/1065) ve Nevevî (676/1277) gelmektedir. Malikî olanlar arasında, Muhammed b. Sehnûn (256/870), Ebû Amr Kurtûbî İbnü'l-Cebbâb (322/933), İbn Abdilberr (463/1071), Ebû Velîd el-Bâcî el-Endülüsî (494/1100) ve Kadı Iyâz (544/1149); Hanbelî olanlar arasında Salih b. Ahmed b. Hanbel Ebû'l-Fadl (266/879), İshak b. İbrahim b. Hanî en-Nisâbûrî, (275/888), Ebû Davud es-Sicistânî (275/883), Ebu Said ed-Dârimî(280/893), Abdullah b. Ahmed b. Hanbel(290/902), Ebû Bekir el-Hallâl(311/923), el-Berbehârî (329/940), Ebû Alî el-Hâşîmî( 345/957 ), İbn Şahin el-Bağdâdî (385/995), İbn Batta el-'Ukberî (387/997), İbn Mende (395/1004), Ebû'l-Fadl et-Temîmî (410/1019), es-Sâbûnî(449/1057), Kadî Ebû Ya'lâ(458/1066 ), Kelvezânî el-Hanbelî (510/1116) ve İbn Teymiyye(728/1327) ve İbn Kayyım el-Cevziyye; Zahirîler arasında, Davûd b. Ali el-İsfehanî(270/883) ve İbn Hazm(456/1064) bulunmaktadır.
[8] Kutlu, Sönmez, İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Ankara 2002, 49-50.
[9] Bkz. Henry C. McComas, The Psychology of Religious Sects, London 1973, 71.
[10]el-Hatib el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, thk.: M. Said Hatipoğlu, (Ankara 1991, II
baskı) , 41-42, 63.
[11]el-Hatîb el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 8,
75.
[12]Bkz., İbn Ebî Ya'la, Tabakâtu'l-Hanabile, Kahire 1952, I, 35.
[13] Bkz.: el-Hatîb el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 6.
[14]el-Hatîb el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 8-9.
[15]Bu konudaki eleştiriler için bkz. İbn Abdilberr, Camiu
Beyanu'l-İlm ve Fadlihi', Beyrut trz., II, 27, 29, 33, 94.
[16]el-Hatîb el-Bağdadî, Kitabü'l-Kifâye fi İlmi'r-Rivaye, Haydarabad 1357, 120.
[17]Bkz., Şafii,
er-Risale, Çev.: Abdülkadir Şener-İbrahim Çalışkan, Ankara
1996, 22, 323.
[18] Onların bilgi kaynakları arasında akla nasıl bir
fonksiyon yükledikleri konusunda geniş bilgi içn bkz., Kutlu, İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler,
169-73
[19] İbn Şahin, Arapları sevmeyi imanın 75 şubesi
arasında sayar. Bkz. Kâdî Ebû Ya'la, Muhammed b. el-Hüseyin b. Muhammed b.
Halef b. Ahmed b. el-Ferrâ el-Bağdâdî ( 458/1065), el-Kâdî Ebû Ya’lâ ve
Kitâbuhu Mesâilü'l-Îmân, thk.:
Sû’ûd b. Abdilazîz b. Halef, Dâru’l-Âsıma, Riyad 1410, (I. Baskı), 227.
[20] İbn Mace, Sünen,
thk. Muhammed Fuad Abdulbaki, İstanbul trz., I, 21.
[21] Bkz.: el-Fesevî, Ebû Yûsuf Ya’kûb b. Süfyân (
277/890), Kitâbü'l Ma'rife ve't-Târîh, Bağdât 1975, III, 20-21. İmam Malik de, Irak
Ehli'yle ilgili olarak şöyle demiştir: " Onları Ehl-i Kitap gibi
değerlendiriniz. Ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız.... " Bkz. İbn
Abdilberr, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillah ( 463/1071), Cami'u Beyâni’l-İlm ve Fazlıha, Beyrut trz. , II, 157.
[22] Ashabu’l-Hadis’in somut ve maddî Tanrı tasavvuru’nun geniş bir analizi için
bkz.: İşcan, Mehmet Zeki, Selefilik,
Kitap yayınevi, Erzurum 2006, 167-202.
[23] Hadis şöyledir: “Ebû Sa’îd el-Hudrî’den, o da babasından:
Resulullah (sav) dedi ki, “ Sizden biriniz namaz kılarken önünden geçmek
isteyeni bırakmasın, gücü yettiği ölçüde engel olsun. Eğer o kişi ısrar ederse,
onunla savaşsın (mukâtele) etsin. Çünkü o şeytandır.” Bkz.:İbn Abdilberr, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdillah (
463/1071), el-İstizkâr, 6/160-161; İbn Belbân Alâuddîn Alî b. Belbân
el-Fârisî, Sahih-i İbn Hibbân, Thk.: Şuayb el-Arnaûtî, II. Baskı, Beyrut
1993, 6/126; İbn Huzeyme, Ebû Bekir Muhammed b. İshâk ( 311/923), Sahîh-i
İbn Huzeyme, Thk.: Muhammed Mustafa el-A’zâmî, el-Mektebetü’l-İslâmî, 1971, II, 47. Lafızcı yaklaşımın bu hadisi nasıl yorumladıkları
ve bununla ilgili tartışmalar hakkında geniş bilgi için bkz.: Mehmet Emin Özafşar,
Hadisi Yeniden Düşünmek, Ankara Okulu, Ankara 200, 272-273.
[24] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Kahire 1319,
1/389; İbn Dakîk, Takiyüddîn Ebû’l-Feth (702/1302), İhkâmu’l-Ahkâm Şerhu Umdetü’l-Ahkâm, Mısır
1342, II, 41.
[25] İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I/462. Krş.: İbn Abdi’l-Berr, İstizkâr, VI, 163.
[26] İbn Dakîk,
İhkâmu’l-Ahkâm Şerhu Umdetü’l-Ahkâm, II, 41. Tehânevî, Îlâu’s-Sünen, Thk.: M. Takî
Osmânî, İdâretü’l-Kur’ân, Pakistan trz., V, 72.
[27] Tehânevî, Îlâu’s-Sünen, V, 72.
[28] Şeybânî, el-Muvatta’, thk.: A. Abdullatîf,
, II. Baskı, Dâru’l-Kalem, Beyrut 1984, 98; Tehânevî, Îlâu’s-Sünen, V/73.
[29] Şafiî’nin bu konudaki görüşlerinin analizi için
bkz.: Özafşar, Hadisi Yeniden Düşünmek, 274-89.
[30] Bu konudaki rivayetler için bkz.: Hatib
el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis,10-25.
[31] İbn Ebî Ya’lâ,
Ebû’l-Hüseyin Muhammed b. Muhammed (526/1131), Tabâkatü’l-Hanâbile,
Kahire 1952, II/ 208.
[32] Bkz.: Hatib el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 4,
7, 8, 9, 10, 30, 31, 33, 42, 43, 44, 46, 47, 48, 50, 64, 70, 71,
[33]Hatib el-Bağdadî, Şerefü Ashabi'l-Hadis, 6.