PROF. MUHAMMED b. TÂVÎT et-TANCÎ (1918-1974)’NİN HAYATI VE FİKİRLERİ
Muhammed b. Tâvît et-Tancî, tahkik çalışmaları ve araştırmaları ile bilinen önemli bir alimdir. İlim yolculuğuna Mağrip’ten başlamış, Mısır’da devam etmiş; ömrünün yaklaşık 20 yılını ise, Türkiye’de geçirmiştir. Çalışmalarının büyük kısmını, İslam kültürünün klasik kaynaklarının incelenmesine ayırmıştır. Mezhepler Tarihi, Kelam, Felsefe, İslam Hukuku ve Tasavvuf alanlarına ait birçok kitap çalışması yapmayı planladığı ve buna yönelik çok sayıda bilgi topladığı halde tahkik çalışmalarından zaman bulup kitaba dönüştürememiştir. Onun fikirlerine daha çok tahkik çalışmalarına yazdığı mukaddimelerde, çeşitli dillerde yayınladığı az sayıdaki makalelerde ve İlahiyat Fakültesi ile İslam Enstitüsü’nde verdiği dersler için hazırladığı ders notları yoluyla ulaşmaktayız. Mısır ve Türkiye’deki yazma kütüphanelerde yapığı yoğun çalışmalarının meyvelerini toplayamadan, genç denebilecek bir yaşta (56) hayata veda etmiştir. Buna rağmen çeşitli konularda özgün görüşler ileri sürdüğü ve çağdaş İslam düşüncesine ve İslam bilimleri tarihine önemli katkılarda bulunduğu görülmektedir. 1. Hayatı Muhammed b. Tâvît et-Tancî, 1918 yılında Fas’ın Tıtvân ilinin Vadras kasabasında dünyaya geldi. İlk ve orta tahsilini Tanca’da tamamladı. Karaviyyin Üniversitesi’nden mezun oldu. Tıtvân’daki el-Ma’hed ed-Dinî’de öğretmen oldu. 1939 yılında tekrar ilim tahsiline yöneldi. 1943’te Kahire Fuad Evvel Üniversitesi Arap Dili bölümünü ve 1945 yılında Kahire Pedagoji Enstitüsünü bitirdi. 1950 yılında Mısır hükümeti tarafından İstanbul kütüphanelerindeki nadide yazmaların temini konusunda görevlendirildi. 1951 yılında İstanbul’da düzenlenen XXII. Müsteşrikler Toplantısı’na bir bildiri ile katıldı. Türk bilim adamlarıyla tanıştı. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak davet edildi. Daveti kabul ederek Türkiye’ye geldi. 1953’ten sonra hayatının geriye kalan kısmını Ankara ve İstanbul’da yaşadı. Muhammed et-Tancî, 1973 yılında 55 yaşında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçti. 24 Aralık 1974 tarihinde İstanbul’da vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi.[1] 2. Türkiye’de İlahiyat Eğitimine Katkısı 1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne davet edildi ve İslam Felsefesi Kürsüsü Profesörlüğüne atandı. Bir yıl sonra Yusuf Ziya Yörükân’ın ölümü üzerine İslam Dini ve Mezhepler Tarihi derslerini de okutmaya başladı. 1962-1965 yıllarında Rabat Üniversitesi’nde, Arab Dili ve Edebiyatı dersleri, Karaviyyin Üniversitesinde ise İslam Felsefesi ve Mezhepler Tarihi dersleri okuttu. 1965 yılında tekrar Türkiye’ye döndü. Ölümüne kadar İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde Kelam, İslam Mezhepleri Tarihi ve İslam Tarihi dersleri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı dersleri okuttu. 1970-1971 yılında yeniden Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi “İslam Dini ve Mezhepler Tarihi Kürsüsü” profesörlüğüne tayin edildi. Bir süre İslam Hukuku kürsüsünün yönetimi de ona verildi. Yaklaşık bir yıl A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde boş bulunan Arap Filolojisi kürsüsünü yönetti. 3. Türkiye’deki İlmi ve Akademik Geleneğin Oluşmasına Katkısı Muhammed et-Tancî, Fıkıh, Kelam, İslam Dini ve Mezhepler Tarihi, Felsefe, Tefsir, Hadis, Arap Dili ve Belağatı, Bilimler Tarihi, Geometri ve Astronomi alanlarında önemli araştırmalar yaptı. Hayatının yaklaşık 20 yılını Türkiye’de İlahiyat eğitim ve öğretimine ve İslam bilimleri ile ilgili araştırmalara vakfetti. Türkiye’de bulunduğu sürede Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde dersler verdi ve yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Bu ilim kurumlarındaki asistan ve genç bilim adamlarının pek çoğu kendisinden yararlanma şansı elde etti. Böylece Türkiye’deki İlahiyat Fakülteleri’nin ilk öğretim kadrosunun yetişmesinde, ilmî ve akademik araştırma geleneğinin yerleşmesinde en fazla katkısı bulunanların başında gelir. Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, et-Tancî ile ilgili olarak şöyle der: “O, her şeyden önce çok titiz ve dikkatli bir araştırıcıdır. İslam eserleri alanında bir hafız-ı kütüb’dür.”[2] 4. Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin İlmî Çalışmaları 4.1. Tahkik ve Neşirleri Muhammed et-Tancî, oldukça zengin bir kütüphaneye sahipti. Ölümünden sonra bu kütüphaneyi, Türk Tarih Kurumu satın aldı. İslam bilimleri ile ilgili dünya kütüphanelerindeki yazma eserler hakkında engin bir bilgiye sahipti. Klasik kaynaklara hakimiyeti dolayısıyla araştırmacılar arasında hafızu’l-kütüb olarak bilinirdi. Bu kütüphane Türkiye’de ilk İlahiyat kuşağının araştırmalarında yararlandığı bir kütüphane oldu. Ömrünü İslam kültür ve medeniyetinin kaynaklarını incelemekle ve bazılarını tahkik etmekle geçirdi. Metin tahkikinde çok titiz davrandı ve güvenilir tahkikler yaptı. Özellikle İstanbul kütüphanelerindeki yazma eserleri, o dönemde onun kadar bilen ve inceleyen olmadı. Klasik İslam kaynaklarının tahkik ve tenkidinde dünya ilim çevrelerinde kendisini kabul ettiren Muhammed et-Tancî, on beşe yakın eseri tahkik ederek bilim dünyasının hizmetine sundu. Bir kısmı ise, bitirildiği halde bastırılamadı veya kayboldu. Bir kısmı da ömrü yetmediği için yarım kaldı. Örneğin tahkikini tamamladığı İbn Nedim’in el-Fihrist’i ile İbn Haldun’un Mukaddimesi, maalesef, kaybolmuştur. Onun bitirilmiş, ama yayınlanmamış, ya da yarım kalmış çalışmaları ile ona ait evrak İSAM’a bağışlanmıştır. Bu evrakın tamamı kataloglanarak araştırmacıların hizmetine sunulmuştur. 4.2. Kaynak Tenkidi Çok yönlü bir ilim adamı olan Muhammed et-Tancî’nin ilmî şahsiyetinin en belirgin özellikleri arasında metin tahkikindeki titizliği, kaynak tenkidi, filolojik ve tarihî arka planı dikkate alan metodik yaklaşımı, Arap diline hakimiyeti, ilim uğruna fedakarlığı ve tecessüs ruhluluğu sayılabilir. O, hayatını telif eser vermekten ziyade İslam kültür ve medeniyetinin temel kaynaklarının neşrine bahşetmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
4.3. Makaleleri ve Eleştiri Yazıları Muhammed et-Tancî, uluslar arası ilmî dergilerde ve Türkçe mahalli dergilerde İslam bilimleri ile ilgili pek çok makale yayınladı. Özellikle 1955 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi dergisinde yayınladığı “Ebû Mansûr el-Mâturîdî” adlı makalesi İmam Maturidî ve Maturidlik konusunda Türkiye’de yeni nesil araştırmacılar için bir çığır açtı. et-Tancî’nin daha önceden yayınlanmış bazı makaleleri ile hiç yayınlanmamış olanların bir kısmı, bendeniz tarafından İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler adıyla bir araya getirildi ve Diyanet Vakfı yayınları arasında bastırıldı. Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin bazı makaleleri şunlardır:
3. İlim Dünyasındaki Saygınlığı ve Mütefekkir Olarak Görülmesi Çok yönlü bir alim olan Muhammed et-Tancî, hayatını ilim mihrabına adamış biri idi. Bu sebeple, doğuda ve batıda ilmî çevrelerde saygın bir yer edindi. İlimler tarihiyle ilgilenen oryantalistler, matematik ve astronomi ile ilgili metinlerde anlayamadıkları kısımları, zaman zaman ona sorarlardı. Türkiye’de iken İslam bilimleri ile ilgili sorunların çözümünde Türk araştırmacılar ona başvururdu. İslam bilimlerinin hemen hemen her alanı ile ilgilendi. Asistanlığını yapmış olan Ethem Ruhi Fığlalı onun ilmi yönüyle ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır[3]: “Hocam Muhammed ben (b.) et-Tâvît et-Tancî, yirminci yüzyılın önde gelen İslâm araştırıcılarının ilklerindendir. O, her şeyden önce çok titiz ve dikkatli bir araştırıcıdır. İslâm eserleri alanında bir hâfız-ı kütüb’dür. Onu yakından tanımak ve özel sohbetlerinde bulunabilme şansını yakalamış olanların tereddütsüz teslim edecekleri gibi o, İslâm’ı din, tarih, kültür ve medeniyet olarak tam anlamıyla bilen bir mütefekkirdi. İslâm düşüncesinin ondördüncü asrının son yarısında parlayan yıldızlarından ve modern/çağdaş yorumcularından biri idi. Ne yazık ki bu büyük âlim ve mütefekkirimiz, bir ilim adamı için çok ama çok genç sayılacak bir yaşta aramızdan ayrıldığı için, her biri çok değerli ve önemli yorumları, sadece tahkikli neşirlerindeki notları, verdiği derslerde okutmak üzere kaleme aldığı makaleleri ve sohbetlerindeki açıklamaları ile sınırlı kalmıştır. Prof. Dr. Tancî, Arapça önemli bazı yazma metinlerin tahkikli neşrini yapmanın yanında makaleler de yazmıştır. Ama bana göre, bazı dinî konularda, ülkemizdeki bazı mezhep veya tarikat oluşumları hakkında çok önemli raporlar yazmıştır.” 4. Yenilikçi Anlayışın ve Eleştirel Yaklaşımın Öncüsü Modern dönemde Türkiye’de mezhepler tarihçiliğinin Yusuf Ziya Yörükân’dan sonraki önemli bir halkasını oluşturan Muhammed et-Tancî, özelde Türkiye’de genelde Müslüman dünyasında İslam düşüncesi ve İslam mezhepleri tarihi alanındaki tartışmaların ve yeni arayışların öncülerinden oldu. Örneğin son iki yüz yılın en önemli tartışmalarının başında gelen din-siyaset ilişkisi sorununu, kelamî düzeyde geçmişteki tartışmalardan farklı olarak Hz. Peygamber’in devlet başkanlığı misyonunun Nübüvvet mefhumunun mütemmim bir cüzü olup olmadığı şeklinde tartışmaya açması bu konuya yeni bir boyut kazandırmıştır. Muhammed et-Tancî, modern dönemde eleştirel yaklaşımın en güçlü temsilcilerinden biri olduğunu onun ders notları için hazırladığı okuma listesinin başına koyduğu şu cümleden anlamaktayız. “ Mezhepler Tarihi için elde bulunan Türkçe matbû eser ve makaleler itimâd ve tasvîb hissiyle değil, tenkîd zihniyetiyle okunmalıdır.”[4] 5. Önemli Görüşleri Muhammed et-Tancî, bir mütefekkir olarak pek çok konuda kendine özgü görüşlere sahipti. Türkiye’ye gelişinden sonra daha çok eğitim öğretim ile ilgilenmesi ve Arapça klasik eserleri tahkik ve neşre yoğunlaşması sebebiyle telif eserler yayınlamaya fırsat bulamadı. Daha çok ilmî makaleler ve halka yönelik yazılar yazmakla yetindi. Metrukesi arasında yer alan çeşitli konularda tuttuğu çok sayıdaki fişlere ve kitap taslaklarına bakılırsa, muhtemelen telif eserleri hayatının sonraki aşamasında yazmayı düşünüyordu. Ancak genç yaşta hayatını kaybetmesi sebebiyle bunları bitiremedi. Fikirlerini daha çok yazdığı makaleler, ilmî tahkiklere yazdığı Mukaddime’ler ve öğrencileri tarafından tutulan ders notlarından öğreniyoruz. Bekir Topaloğlu tarafından çevrilen tasavvufla ilgili fikirlerini içeren kitap çalışması, bir tahkikli neşrin mukaddimesinden hareketle sonradan kitaplaştırılmıştır. Muhammed et-Tancî’nin çeşitli konulardaki bütün fikirlerini ele almak yerine yeni ve özgün denebilecek fikirlerini genel hatlarıyla incelemeyi tercih ettik. 5.1. Din ve Akıl et-Tancî, sözlükteki anlamından hareketle, dini, “taraflardan birinin diğerini tazim ettiği, üstünlüğünü kabul ederek itaatte bulunduğu iki varlığı veya iki tarafı birbirine bağlayan bir ilişki” olarak tanımlar. O, bu tanımda, ibadet ve taat edilen; ibadet ve taat eden; ibadet eden ile ibadet edileni birleştiren bağ olmak üzere üç ana unsuru öne çıkarmaktadır. Birinci unsurda, “din, kudret ve hükümranlıktır.”; ikincisinde “din, mevcudun teslimiyet, inkîyat, ibadet, korku veya arzu saikasıyla teveccüh durumundaki psikolojik ve derunî halini hissetmesi”; üçüncüsünde, “din, itaat ve ibadet ile teslimiyet gösteren tarafın harici halidir.”[5] et-Tancî, dindara ait ruhî bir hal olarak “müteal bir varlığın varlığına itikad”[6] ve İnananın ruhî bir hali değil de onun dışında (hâricî) bir hakikat olarak ise, “müteal bir varlığa ibadet etme ve yaklaşma yollarını gösteren ameller” olmak üzere iki ayrı din tanımı vermektedir.[7] Allah, tarih boyunca Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi semavî dinler göndermiştir. Peygamberler aracılığı ile gönderilen kitaplı dinler “hak din” olarak tanımlanmaktadır. Kitaplarda, “dinlerin hedefleri, vasıtaları, bu hedeflere ulaşmadaki yolları ve nihayet insan hakkındaki görüşleri”[8] yer almaktadır. et-Tancî, “Allah indinde hak din İslam’dır”[9] ayetinde geçen “hak” kelimesine, diğer ayetlerdeki kullanımlarından hareketle, dört ayrı anlam veriri: 1. Zail olmayan, değişmeyen şey[10] 2. Şüphe arız olmayan kesin şey[11] 3. İnançta, işte ve sözde gerçeğe uyan doğru şey[12] 4. İnsanlar arasında ikame edilen gerçek, umumi adalet[13] Din, sağlam akıl sahiplerini, kendi iradeleriyle iyiyi tercih etmeleri sonucu, onları hayra ileten kanundur.[14] Bir dinde, hakikatte gönüllülüğe bağlı olduğu için, boyun eğme, teslim olma ve ibadet etmekte ikraha (zorlama) ve cebre yer yoktur. Bu sebeple Allah, “dinde ikrah yoktur.”[15] buyurmuştur. et-Tancî, imanda taklide karşı çıkmış; ilmi olmayanın, imanının da olamayacağını belirtmiştir.[16] Cibril hadisinde ortaya konulduğu üzere, İslam’ın emirleri, yeri kalp olan iman ve itikadi kısmı (akîde) ile Müslümanların örfünde “şeriat” adı verilen “insan uzuvlarının yerine getireceği amel ve hareket kısmı olmak üzere ikiye ayırılır. İslam’ın kendine özgü hakikati olan akîde ve şeriati, Müslümanların aklı, kalbi, hayatı ve davranışlarında iyiliği ve hayrı hakim kılmaya amaçlayan bir dindir. Her Müslüman inancında ve amelinde ihlaslı olmakla yükümlüdür.[17] Tancî, iman amel ilişkisi konusunda Hadis Taraftarları’nın fikirlerini savunmuştur. Ona göre, “İman; kalp ile inanmak, lisan ile ikrar etmek ve erkan ile amel etmektir.”[18] Akîde ve şeriat birbirinin mütemmim cüzüdür. Akîde, şeriatın üzerinde bina kılındığı bir esastır. Kurtuluş ve mutluluk, bu ikisinin bir arada bulunmasıyla mümkündür.[19] Bu iki alanda, haklara sahip olma ve vazifeleri yerine getirme konusunda inananlar arasında hiçbir fark yoktur. Kadın veya erkek, zengin veya fakir, siyah veya beyaz, yönetici veya yönetilen, soy veya şeref sahibi olmak, Allah’a yaklaştırmaz. Allah katında insanların dereceleri aynıdır, ancak onların dereceleri imanları, istikametleri ve sâlih amelleriyle yükselir.[20] Din, insanların tarih boyunca, bütün aklî ve ruhî kuvvetleriyle anlamaya ve gerçekleştirmeye çalıştığı, “hayır, hak ve güzellik (cemâl)” olmak üzere üç büyük gayeye ulaşmayı hedef edinmiştir. Din, bu gayeleri gerçekleştirmek için insanı sorumlu kılmış ve belli işleri yapmak için yaratılıştan sahip olduğu güçlerinden hiç birisinin etkinliklerini durdurmasını, iptal etmesini, gayelerine ulaşmayı engellenmesini veya o işlerden birini yapamayacak hale getirmesini istememiştir. Çünkü o, insanı olduğu gibi, bütün güçleriyle, içgüdüleriyle ve meyilleriyle kabul etmiştir. Din, insanı, sahip olduğu güçleri iyilik yapmak veya kötülük yapmak için kullanmaya güç yetiren bir yetkinlikte görür. Dinin asıl hedefi, insanın, sahip olduğu bu güçlerini, eylemlerini düzgün yapmaya ve kendisini mutlu edecek işler yapmaya yöneltmesidir.[21] Bu sebeple, “din; hitabını, emir ve nehyini, fikir, vicdan ve irâde kuvvetiyle mümtaz olan insana yöneltmiş ve onu seçmiştir.”[22] İnsanın hür oluşu, akıl vicdan sahibi olmasının bir gereğidir. Şöyle ki onun aklının hür oluşu, cisminin ve ruhunun hür oluşu demektir. İnsanın özgürlüğü, onun melekeleri arasında bir denge kurulmadan ve onun kuvvetlerinin, içlerinden bir kuvvetin azgınlık ve taşkınlığından sâlim olmadan gerçekleşemez. Dolayısıyla insanın bir yönünün diğer yönlerini bastırıp sindirmesine, din nazarında “hürriyet” denilmez. Din nazarında ve mantığında “insanın vicdanı hürdür”[23] ve “din nazarında hürriyet insanın insan oluşunun hürriyetidir. Bu da bir seviyede onun aklının hür oluşu, cisminin ve ruhunun hür oluşudur.”[24] Vicdan, insanın insanlara karşı ve içinde yaşadığı cemiyete karşı nasıl davranacağının temel ilkelerini verir. Vicdanın görevi, insanın iyi olan şeyi anlamasına ve kendisinin de iyilik yapan bir kimse olmaya çalışmasına; kötüyü ve yanlışı anlayıp ondan hoşlanmayarak uzaklaşmasına yardımcı olmaktır. Mesela; din güzelliği (cemal) korumak istediğinde, sadece onun anlaşılması ve anlamının anlatılmasıyla yetinmez. Aynı zamanda insandan gidişatının güzel olmasını istediğinden onun insan hayatında tatbik edilmesiyle de uğraşır. Başka bir deyişle iyi ve güzel söz söylemesini, işlerini güzel yapmasını, ahlâkının güzel olmasını; düşüncesinde, hislerinde ve işlerinde insanlığın güzelliğini yansıtmasını ister. Kısaca dinin yukarıdaki yüce gayeleri himaye etmesi, onların doğrudan doğruya pratik yönlerini hedef aldığı, iyiliği ve güzelliği insanın hayatında ameli olarak gerçekleştirmek isteği anlamına gelir. Dinin yerleşmesini istediği yüceliklere, gayelere ve hedeflere ulaşmak amacıyla, anlatmak ve açıklamak için kullandığı vasıtaların kıymetleri kendiliklerinden olmayıp, onların kıymetleri, sonuçlarına ve onlarla ulaşılan gayelere göredir.[25] İşte üç yüksek gâyenin korunmasıyla ilgili dinin asıl hedefi budur. Bunlara ulaşmasını sağlayan her şey, gaye değil birer araçtır. Dinin muhatabı insan[26] olduğu için, İslâmiyet, “dînin korunması, nefsin korunması, aklın korunması, neslin korunması, malın korunması ve ırzın korunması”[27] gibi temel hak ve özgürlüklere büyük önem vermiş ve onları bütün dini hükümlerin dayanağı kılmıştır. Çünkü İslâm dini, insan hayatının devam etmesini sağlayan her yolu vâcib kılmıştır. Eğer hayatı devam ettirmek bunlardan birini terk etmekle mümkün olabiliyorsa, o zaman o vâcibi terk etmek gereklidir. Örneğin abdest alınca hasta olmaktan korkan kimse, abdest almayıp teyemmümle namaz kılacaktır. Oruç tutunca hasta olmaktan korkan kimseye; hacca gidince hayatı tehlikeye girecek kimseye de hac vâcib olmamaktadır. İslam, çaresiz duruma düşmüş olan kimsenin, kendini helâk olmaktan kurtarmak için, haram olan şeylerden yeme ve içmeyi ona vâcib kılmaktadır. Mesela, bazı müçtehitlere göre, hayatın korunması söz konusu ise zaruret halinde haram olan ölmüş hayvan etinin yenmesi helal olmakta ve şarabın içilmesi de câiz olmaktadır. Cihadın meşru kılınmasının sebebi de, hayatın korunmasını sağlamaktır.[28] Dinin ana konularından olan ameller; ibadetler ve muamelat’tan oluşur. Muamelat, “insanın gerek fertlerle gerekse toplumla ilişkilerini ve toplumsal ilişkileri” kapsar. İslâmiyet’in vazîfesi, bu ilişkilerin şeklini ve bu işlerin nasıl makbul olacağını açıklamaktır. Meselâ, insanın hanımına, evlatlarına, ana babasına ve kardeşlerine karşı nasıl davranacağını gösteren ilkeler, başka bir deyimle âilenin kuruluşu ile ilgili esaslar ile bir Müslümanın başkalarıyla yapacağı alış veriş ve başka ilişkiler bu bölüme girer.[29] Toplumlar arası ilişkilere gelince, bu İslâm devletinin gayr-i Müslim devletlerle olan ilişkisini ifade eder.[30] İslam’ın emir ve yasaklarının ilk hedefi, insanlar arasında adaletin gerçekleştirilmesidir.[31] İslam, bu yolda kolaylık ve yumuşaklık tarafının gözetilmesini; zorluk ve zorlaştırmaktan uzak durulmasını emretmiştir.[32] Dünya ve ahiret hayatındaki öneminden dolayı İslâmiyet, mala değer vermiş, onu korumayı ve boş yere zâyi etmemeyi İslâm’ın önemli esaslarından saymıştır.[33] Mal, bu dünyada İslâmî ve insanî gayelerin gerçekleştirilmesinin bir vasıtası olabilir. Ama malı, sırf mal olduğundan dolayı ve mal sevgisi için istemek, sahibini malın esiri yapar. İslâm’da matlup olan ve övülen mal inananlar için ahiret hayatında, sahibine, Allah indinde sevap kazandıran maldır. Böylece mal, sahibi için ahiret hayatının kazanılmasına vasıta olmaktadır. Böyle bir malı silah gücü ile alana, azgın (bağy), adı verilir. Hâriciler, âsi olduklarını ilan ederek, insanların mallarını zorla ellerinden almışlardır. Bunlarla savaşmak devletin görevidir.[34] Bu sebeple İslâmiyet devletin bütünlüğünü korumak için bu gibi azgınlarla savaşmayı[35] meşru kılmıştır.[36] Din, insan aklının, vicdanının ve iradesinin merak ettiği ve cevap aradığı şeyleri içerir. Dinin ve aklın hedefi, aslında ortaktır. Her ikisi de hak, hayır ve güzelliğin elde edilmesine çalışır.[37] Bir Müslüman, ister dünyası için ister ahireti için çalışsın, her iki durumda da “dinin vecibelerini yerine getirmiş”[38] olur. Allah, Kur’an’ı insanları selamete ve hidayete götürmek için göndermiştir.[39] Ancak, Kur’an, ilim ve bilgi üretmeyi, tam bir salahiyetle bize bırakmış[40] ve aklı ile ulaşmanın yolu olarak görmüştür.[41]Dolayısıyla, “din ve ilim insanın hayatında doğru yolu bulmak için başvurduğu iki esaslı rehberini teşkil etmiştir”[42] İslam dini aklı hakem olarak kabul etmiştir. İnsandaki mevcut olan akıl; doğruyu eğriden ayırt edici bir hakem ve kendisine yönelmiş olan hususları değerlendiren bir nesnedir. Eğer herhangi bir ayet veya hadis gelirse ve akıl bunları anlarsa, bu İslam dinine göre geçerli bir husustur. Hiçbir ayet veya hadis akla mugayir değildir. Esas olan aklın naslarla çatışmamasıdır. Eğer ayet ve hadisler, aklın ve ilmin kesin doğrulanmış verileriyle çatışırsa, akla uygun olarak te’vil edilir.[43] İslam’ın şeri hükümlerinde sorumluluğun ferdî olduğunu savunan[44] Tancî, din ve akıl arasındaki ilişki şöyle açıklar: “İnsan, düşünce ve anlayış kuvveti ile mücehhez kılınmış olduğundan, dinlerin ve bilhassa semavi kitabi dinlerin muhatabı olmuş, dinin emirleri ve mükellefiyetleri, onları anlama ve düşünme kudreti ile mümtaz olan insana teveccüh etmiştir. Diğer bir tabirle, dinin emirleri ve mükellefiyetleri, sadece insanın aklını muhatap almıştır. Düşünme, anlama ve mes’uliyet yüklenme kudretini kaybetmiş olan bir kimse dini mükellefiyetlere muhatap değildir. Din, insanda düşünme kuvveti ve dini emirleri anlama kudreti mevcut olduğu müddetçe vardır.”[45] İslam’ın tevhid akidesi, “Allah’a iman, Peygamberlere iman ve Ahiret gününe iman.”[46] olmak üzere üç esasa dayanır. Bu esasları inkar eden Müslüman sayılmaz. Ancak bunların dışındaki konularda, insanların farklı düşünmeleri ve tevile gitmeleri onları dinden çıkarmaz. “Kaza ve Kader, âlemin nizamı”[47]ndan ibarettir. Bu inanç siteminde insan Allah ile karşı karşıyadır. Mü’min ile Rabbi arasında aracı ve şefaatçilere yer yoktur.[48] Allah ile kulları arasında elçi ve vasıta olan Peygamberler, İslam’ı tebliğ ve onu öğretmekle vazifelidir.[49] 5.2. Peygamberlik ve Hz. Muhammed Peygamberlik, dinin en önemli inanç esaslarındandır. Allah, vahiy göndereceği birisini insanlar arasından kendisi seçer. Zaten vahiy, dinî bir terim olarak, “peygamberlerin, insanlara tebliğ etmekle memur olduğu şeriat ve talimatı Allah’tan alması”[50] demektir. Hz. Peygamber’lerin Allah’tan vahyi farklı şekillerde alırlar.[51] Hz. Muhammed’in “uykusunda gördüğü rü’yalar, vahyin ilk mertebesidir,”[52] ancak Kur’an’ın uykuda gelmediğini savunmuştur.[53] İlahî kitaplar, “insanlara vahiy yoluyla ulaştırılmıştır.”[54] Örneğin “Kur’an nazil olunca bütünü ile yazılmış ve bu yazma işi vefat-ı nebi’ye kadar devam etmiştir. Böylece İslam’ın ilahi kitabı Resulullah’ın vefatında tam olarak müslümanların elinde mevcuttu.”[55] Görevleri müjdelemek ve uyarmak olan Peygamberlerin “beşer” olduğu üzerinde Kur’an’da ehemmiyetle durulmaktadır. Peygamberler, bundan öte beşeriyete ne fayda ne de zarar getirebilir.[56] Hz. Muhammed ile nübüvvet sona ermiştir. Böylece beşer aklının önündeki kapılar açılmış; bütün vasıta ve maniler kaldırılmıştır.[57] Diğer Peygamberler gibi, Hz. Muhammed de, aldığı vahyi gizlemez ve yüklendiği emanete hıyanet etmez.[58] Hz. Muhammed’in beşeriliği, gaybı bilmezliği ve kendiliğinden mucize gösteremezliği onun Kur’an’da öne çıkan vasıflardır.[59] Hz. Muhammed’in hayatı tarihin gözü önündedir. Babası, annesi ve ailesi malumdur. Kendi kavmi arasındaki şeref ve mevkii de herkesçe bilinmektedir. Onun hayatı karanlıklar içinde kalan ve meçhule gömülen bir hayal olmayıp, bütün teferruatı vazıh bulunan (!) hakiki bir tarihtir. Bunda hayali tefsir ve tevile mecal yoktur. Peygamber’in hayatını bu ölçüde bilinir kılan en önemli faktör, onun hayatının inceliklerinin Müslümanlarca, diğer hiçbir peygambere nasip olmayan bir biçimde kaleme alınmış olmasıdır.[60] Hz. Muhammed’in tebliğinin, “tebliğin evrenselliği” ve “vahiy olarak aldığı her şeyi aynen ve herkese tebliğ etmek ve duyurmakla mükellef oluşu” olmak üzere iki özelliği vardır. Birincisine göre, Hz. Muhammed bütün insanlığa gönderilmiş bir elçidir. Bu sebeple İslam, “bir ırka yahut kavme, bir zümreye yahut tabakaya has bir din değildir.”[61] İkincisine gelince, “Tevhid akidesi, herkesten önce peygamberlerin akıl ve vicdanlarına yerleştiği, kalpleri ve akılları bununla mamur olduğu” için, Hz. Muhammed de, diğer peygamberler gibi, dinin tümünü veya bir kısmını insanlardan gizlememiş, onu tahrif etmemiş, değiştirmemiş veya ilave yapmamıştır.[62] et-Tancî, Kur’an’da Hz. Muhammed’den bahseden ayetlerden hareketle, onunla ilgili “ilah olmayan, beşer, ölümlü, Allah’tan vahiy alan, mucizesi olmayan, kendiliğinden mucize gösteremeyen, gaybi bilmeyen, türedi olmayan, şair olmayan, davet için ücret talep etmeyen ve sabırlı” gibi özelliklerini öne çıkarmaktadır. O, Hz. Muhammed’i “mucizesi olmayan” birisi olarak tanımlasa da, onun asr-ı saadete ait ve risaletle ilgisi olmayan hissî mucizeleri ile kendinden sonra mucizeliğini koruyacak olan ve her yerde akıl ile idrak edilebilecek Kur’an gibi akli mucizesini kabul eder.[63] Hz. Muhammed’in beşer olarak Allah yanındaki mevkii, diğer insanlardan daha üstündür. O, Allah bildirmedikçe gaybı bilemez. Yani o, gaybı vahiyle bilebilir. Allah’ın gayb olarak bildirdikleri ise, Kur’an vahyi ile sınırlıdır. Dolayısıyla Allah, diğer peygamberler gibi onu da ancak vahiy yoluyla gayba muttali kılar.[64] Hz. Muhammed, emanet ve ismet sıfatı gereği, Allah onu batınî ve zahirî uzuvlarını haram veya mekruh bir fiil işlemekten korumuştur. Bu sıfatların kaçınılmaz sonucu olarak Peygamber, “tebliğ etmesi gereken hususlarda Allah’ın emrine muhalefet edemez; tebliğ ettiği hususlarda tahrifatta bulunamaz; akide mevzuunda Allah’ın emrine muhalefet edemez; amellerde de Allah’ın emrine muhalefet edemez, dolayısıyla haram veya mekruh iş işleyemez.” [65] Hz. Peygamber’i dine taalluk eden sözleri, “Allah tarafından bir vahiydir. Çünkü Kur’an’da ‘O kendi heva ve arzusundan konuşmaz. Onun her söylediği Allah’tan gelen bir vahiydir’ buyurulur.”[66] Ancak bunlar, bize ulaşma ve dinde delil teşkil etme biçimine göre ikiye ayrılır. Bu sözler, Kur’an metni gibi tevatür derecesinde bize ulaşmış değildir. Hadisler, ahad haberler olarak gelmiş olup çok azının lafızları korunmuştur. Raviler, genelde hadisleri kendi anladıkları gibi bize aktarmışlardır. Bu sebeple hadisler hem akaid hem de şeraitte delil olup olamayacağı alimler arasında tartışma konusu olmuştur. [67] Peygamber’in vahiy mahsulü ve dinle ilgili olmayan sözlerine ve eylemlerine gelince, hurma aşılama ile ilgili itirazında olduğu gibi, bu konularda diğer insanlar gibi yanılabilir ve hata yapabilir. [68] Dinî deliller, kitap, sünnet ve icmadır.[69] Kur’an, dini hükümlerin ve akidesinin başlıca kaynağı[70] ve doğrunun kimden yana olduğu konusunda bir hakem kitaptır.[71] Her bir Müslüman, Kur’an’ı doğrudan doğruya okumak ve anlamakla yükümlüdür.[72] İslam’da diğer dinlerde olduğu gibi ruhbanlık ve kâhinlik yoktur.[73] Sünnet, Kur’an’dan sonra gelen ikinci kaynaktır.[74] Kuran ve Hadis’te ekseriyetle nasih mensuh bir arada bulunur.[75] Nesheden Kuran, neshedilenin ise sünnetti.[76] Hadislerin, Peygamberin tarafından yüzde yüz söylediği iddia edilemez.[77] İslam, “Muhammed’in getirdiği Kur’an ve hadislerin Allah tarafından gönderilen vahiyler olduğuna… iman etmektir.”[78] Hadislerin toplandığı altı hadis kitabı, Hz. Peygamber’in hadislerinden oluşmaktadır. [79] Müslümanlar için, Kur’an ve Hadis mukaddestir. Çünkü Kur’an-ı Kerim Allah kelamıdır ve Hz. Muhammed de nebidir ve resuldür.[80] Bu sebeple Peygamberden geldiği sabit olan hiçbir söz, fiil ve takrir reddedilmez. Çünkü o, hatadan korunmuştur. Ona göre, Peygambere aidiyeti kesin olan bütün sözleri doğrudur. Onları kabul etmeye mecburuz.[81] et-Tancî, Kur’an-ı Kerim’in, insanlar ve mezhepler için bir hakem olarak görür ve bu fikrini şöyle temellendirir: “Hem de; ameli veya itikadi meselelerde ihtilafa düştüğümüz zaman son söz, kendisinin olan bir hakemdir. Bu sebepten Kur’an-ı Kerim okuyan bir insanın onu gerçek manası ile anlayabilmesi için sayfalarını açtığı zaman, ister Eş’ari, ister Maturidi, isterse Mutezili veya Hariciye mezhebine mensup olsun, kendi mezhebine ait görüşleri arkada bırakması lazımdır. Ancak böylece Kur’an’ın doğru hükmüne ulaşabilir. Mezhep mensubu olan Müslümanlar Kur’an’ı bu şekilde okumalıdır. Kaldı ki, onlara göre mezheplerinin görüşü esastır. Mesela Eş’ariler kendi görüşlerini hakem kabul ettiler, yani esas olarak aldılar ve Kur’an-ı Kerim’den kendi görüşlerini takviye edecek deliller bulmakta faydalandılar. Buna göre Kur’an-ı Kerim ikinci dereceye indiriliyor ve görüşlerin savunmasında faydalanılan bir yardımcı olarak ele alınıyordu. İşte mezheplerin kendi görüşlerini esas alarak, Kur’an’ı yardımcı durumuna düşürmeleri, mezhepler bakımından bir çok ihtilafın zuhuruna sebep oldu.”[82] Hz. Muhammed’in fiilleri veya sünneti, klasik fıkıh eserlerinde onun kadılık sıfatıyla veya müctehid sıfatıyla yaptığı tasarruflar ve benzeri şekillerde sınıflandırılmıştır. Muhammed et-Tancî, bu eserlerdeki tasniflerden hareketle, Hz. Muhammed’in sahip olduğu sıfatları kendisine göre şöyle sınıflandırır: a) Hz. Muhammed Allah’ın resûlü idi. b)Hz. Muhammed müfti idi. c) Hz. Muhammed, kadı (hâkim) idi. d) Hz. Muhammed İmam, yani devlet başkanı idi. e) Hz. Muhammed bir insandı. O, bütün bu sıfatlarıyla, sünnetin tanımında yer aldığı gibi, söz söylemiş, eylemde bulunmuş ve başkalarının bazı davranışlarını onaylamıştır.[83] Hz. Muhammed’in müftülük ve kadılık görevleri gereği tasarrufları vardır. Peygamber, “tebliğ ve iftâ görevlerinde, bir hükmü yerine getiren ve infâz eden” durumunda değildir. Sadece nakil ve anlayış bakımından tebliğ edici olmakla birlikte tebliğleri ve fetvaları, itâât edilmesi gerekli hükümlerdir. Kazâ görevine gelince Peygamber, hakim olarak hüküm verdiğinden onun hükmünün infazı gereklidir. Bu açıdan onun hükmü zorlayıcıdır. Hz. Peygamber burada, hâkimlerin usûlüne göre hareket eder; yani şahit ister, yemin, ikrar v.s. gibi yollara başvurur. Hz. Muhammed’in tebliğ ve fetva vazîfeleri, kendisinden, âlimlere mîras olarak geçmiş olduğundan, bunları yapmak için, bir kimsenin izin almasına ihtiyaç yoktur. Bu konuda kendisini yetkili hisseden her müslümanın, bunları yapması vâcib olur. Bu bakımdan bir âlimin, öğretmek için; bir müftünün de fetva vermek için, herhangi bir makamdan veya bir şahıstan bir izin almaya ihtiyacı yoktur.[84] Hz. Peygamber, bir şeyi Allah’tan tebliğ edici ve müftü olarak buyurmuşsa, o tebliğ ettiği veya iftâ ettiği şeye uymaya hiç kimseyi zorlamaz. Çünkü onun tebliği ve fetvası geneldir ve bütün Müslümanları kapsar.[85] Fakat Hz. Muhammed’in kazâ görevine gelince, bu konuda verdiği hükümler insanlar arasında bağlayıcı olup infâz edilmesi gerekir. Hiçbir kimse, kendiliğinden böyle bir hüküm vermeye kalkışamaz ve devlet başkanının izni olmaksızın hâkimlik görevini yüklenemez. Bu görev, idarî bir iş olduğundan kadıyı, ancak idarenin başındaki kimse tayin eder. Hiç kimse, kendini kadı tayin etme yetkisine sahip değildir.[86] Hz. Muhammed’in devlet başkanlığına gelince, o İslâm toplumunun başkanı olduğunu ve başkan sıfatıyla, yani İslâm topluluğun yöneticisi olarak sözler söylemiş ve eylemlerde bulunmuştur. Çünkü Hz. Muhammed, “kafirlerle, Hârici olan âsîlerle ve kendileriyle savaşılmasına karar verilen kimseler üzerine ordular gönderilmesi, Beytü’l-Mal’in mallarının mahallerine harcanması, gelirlerinin de yerlerinden toplanması, vâlilerin va kadıların tayin edilmeleri, ganîmetin taksim edilmesi ve diğer kimi fiilleri”[87] bu bölüme girmektedir. Ancak onun bazı tasarruflarının, müfti, kadı veya devlet başkanı sıfatlarından hangisiyle gerçekleştiği konusunda tartışmalar yaşanabilir. Mesela; “Harp esnasında düşmandan birini öldüren kimse onun üzerindekileri alabilir.” hadisini Peygamberimiz, müftü sıfatıyla söylemiş olabilir. Eğer o bu sözü müftü sıfatıyla söylediyse, umûmîlik ifade eder. Bu durumda harbe iştirak eden her Müslüman, öldürdüğü düşmanın sahip olduğu şeyleri alma hakkına sahip olur. Fakat Hz. Peygamber, bu hadisi kadı veya imam/halife sıfatıyla buyurmuşsa, harbe iştirak eden hiç kimse devlet başkanının izni veya hükmü olmaksızın ganimetten bir şey alamaz. Harpte öldürülenlerin üzerindeki eşyayı ve ganimetleri mücahidlere dağıtma yetkisi, özellikle devlet başkanının vazîfeleri arasında yer alır.[88] 5.3. İslam Mezhepleri ve Doğuş Sebepleri et-Tancî, sözlükte “gidilen yol”[89] anlamında kullanılan mezhebi şöyle açıklar: “İslam dinine mensup grupların her birinin, …. kendisini diğer gruplardan ayıran görüş ve prensipleri topuna birden ait bulunduğu grubun mezhebi denir.”[90] O, terim olarak mezhebi farklı şekillerde tanımlamıştır. Bir yerde mezhebi, “Muayyen bir grubun, İslam dini ile ilgili kabul ettiği kendine özgü usul, kaide ve itikatlara dayanan bir anlayış ve uygulama(tatbik)dır.”[91] şeklinde; başka bir yerde ise, “İslam dininin itikadî ve amelî sahadaki düşünce “okul”ları diyebileceğimiz bu zümreler, dilimizde siyasî, itikadî veya fıkhî ayrımına gitmeksizin müştereken mezhep adıyla anılmaktadır.”[92] Muhammed et-Tancî, mezhepleri ‘itikadî mezhepler’ ve ‘amelî mezhepler’ olarak ikiye ayırır.[93] Cibril hadisinden hareketle, İslam’ın, amelî’ mezheplere; İman’ın ise ‘itikadî’ mezheplere işaret ettiğini söylemektedir.[94] O, Mezhepler Tarihi’ne sadece itikadî ve siyasî olanları değil amelî mezhepleri de dahil ederek bu bilimin sınırlarını genişletmiştir. Ancak çalışmalarında daha çok itikadî mezhepler üzerinde durmuştur.[95] Dinin anlaşılma biçimleri olan mezheplerin dinle özdeşleştirilmesine karşı çıkan et-Tancî’ye göre, İslamiyet’in hükümlerinin asıl kaynağı, Kur’an ve hadistir. İnsanların aslî sıfatlarından olan anlama isteğinin sonucu olarak, alimlerin İslam’ın bu iki kaynaktan anladıkları ve onlardan hareketle ileri sürdükleri görüşleri (mezhepleri) din olmayıp, sadece dinle ilgili anlayışlardan ibarettir. Bu yorum ve görüşler, doğru olabileceği gibi yanlış da olabilir. Dolayısıyla müçtehitlerin görüşleri de, Kur’an ve hadisin kendisi değil, onlar hakkındaki anlayışlarından ve içtihatlarından ibarettir.[96] Görüş ayrılıkları İslam’a farklı açılardan bakılması sonucu oluşmuştur. Her alim aynı zaviyeden baksaydı mezhepler olmayacaktı. Başka bir ifadeyle mezhepler İslamiyet’in insanlara tanıdığı tefekkür ve düşünce özgürlüğünün ürünüdür. Diğer dinlerden farklı olarak, insana farklı zaviyelerden bakma özgürlüğünü tanıyan İslamiyet, tenkit dinidir. Bu özellik diğer dinlerde de vardı; ancak tenkitçi anlayış sonradan terkedildi.[97] Kur’an’ı bilmek ve anlamak emri var olduğu ve insanın anlama hürriyeti bulunduğu sürece, insanlar arasında ve Müslümanlar arasındaki görüş ayrılıklarının olması doğaldır[98] ve “ ilahi bir kanundur.”[99] et-Tancî, İslam düşüncesinde var olan mezheplerin doğuş sebeplerini dahili sebepler ve harici sebepler olmak üzere ikiye ayırır. Dahili sebepler arasında, İslam dininin tabiat ve karakteri; Kur’an ve Hadis’in üslubu ve çeşitli fikirlerin doğmasına vesile olan dahili ihtilaflar olmak üzere üç sebepten bahseder.[100] Dahili sebeplerden birincisi ile kastedilen İslam’ın insanlara kazandırmak istediği tefekkür ve düşünce hürriyetidir. [101] Doğrudan Müslümana hitap eden pek çok ayet, Kur’an’ın okunup anlaşılmasını emreder. Bu sebeple her Müslüman Kur’an’ı bizzat okuyup anlamakla mükelleftir. Bu kitabın anlaşılması için, ruhban veya kahin gibi vasıtalara gerek yoktur. Diğer yandan her Müslüman vicdan hürriyetine sahiptir. Bu durumda, birbirinden farklı görüşlerin ortaya çıkması doğaldır.[102] Dahili sebeplerden ikincisi ile kastedilen Kur’an’daki birbirine benzeyen veya birden fazla anlama gelen müteşabih ayetlerdir.[103] Müteşabih ayetleri anlama ve tefsir etme konusunda Müslümanlar arasında, Selefiyye ve Halefiyye olmak üzere iki ekol (medrese) oluşmuştur. Muhafazakarlar olarak tanımlayabileceğimiz Selefiyye’ye, müteşabihlere mana vermeyen ve ‘Allah bilir’ demekle yetinen muhaddisler dahildir. Akliyyûn olarak bilinen Halefiyye ise, müteşabihleri anlamaya çalışanlardı. Onlara göre, ‘Kur’an anlaşılmak için gelmiştir, binaenaleyh onu anlamamız lazımdır’.[104] Dahili sebeplerden üçüncüsü ile kastedilen hilafet meselesi etrafındaki münakaşalardır. Ashabın, “hilafet mevzuunu münakaşa tarzı, halife tayinindeki metotları ve bu meyanda ileri sürdükleri deliller”, Resulullah devlet işlerini idare konusunda hiç kimseyi halife olarak tayin etmemiş ve güçlü ve uygun gördükleri kimseyi riyasete seçmeyi İslam ümmetine bırakmıştır.[105] et-Tancî, Mezhepler Tarihi ile ilgili bir müfredat taslağında İtikadî mezheplerin doğuşunu hazırlayan dahili sebepleri üç ana başlık altında daha ayrıntılı bir şekilde incelenmesini önermiştir:
et-Tancî’yee göre, İslam fırkalarının ortaya çıkmasında olduğu gibi varlıklarını devam ettirmesinde de bazı amiller önemli rol oynar. Bunların başında Kur’an ve hadise bağlılıkları gelir. Bir mezhep, bu iki esasa bağlılık derecesine göre zayıf veya kuvvetli olur. Bu sebeple her fırka, siyaset, şeriat ve akide ile ilgili fikirlerini ispatta hem Kur’an hem de Hadis ile veya bunlardan sadece birisi ile temellendirmektedir. Bu iki kaynakla olan bağlantıyı, bazen doğrudan kurarlar; bunun mümkün olmadığı durumlarda ise dolaylı olarak, yani tevil yoluyla kurarlar. Hatta bazı fırkalar, nasların tevile imkan tanımadığı durumlarda kendilerini güçlendirmek için, Peygamber’e isnat ettikleri uydurma hadislere dayanırlar.[107] Bir mezhebin benimsenip benimsenmesi kolaylaştıran yukarıda zikredilen amillerden başka, mezhebin kabul ettiği görüşlerin, “İslam’ın temel esaslarına ve ruhuna yakınlığı, onların fikrî seviyeleri farklı Müslümanların çoğu tarafından kolayca anlaşılacak şekilde basitliği, devletin, devlet adamlarının, mevkî ve nüfuz sahibi kişilerin mezhebin esaslarını kabul etmesi, benimsemesi, çeşitli vesilelerle mezhebi yayma arzusu ve mezhep taassubu…” gibi başka amiller de önemli rol oynamaktadır.[108] Halbuki dinî bir hususun akaid esaslarından sayılabilmesi ve itikadî bir prensip olabilmesi için; muhkem ayetlerde onun iman esası olduğu kesin olarak bildirilmesi ve bu hususun bütün Müslümanlarca benimsenmiş olması gerekmektedir.[109] İnanç esaslarının ayrıntısına dair fırkalar arasındaki ayrılıklar ve farklı anlayışlar, onları İslam dininden çıkarmaz.[110] et-Tancî, “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. … bunlardan sadece birisi kurtuluşa erecektir (fırka-yı nâciye).” rivayetinde geçen 73 rakamının “kesretten kinaye” olduğu fikrindedir. Ancak İslam mezhepleri alanında eser yazan Müslüman alimlerin çoğu, bu sayıyla Müslümanlar arasında ortaya çıkacak fırkaların gerçek sayısının kastedildiğini sanmışlardır. Bu sayıyı tamamlamak için büyük çaba sarf etmişlerse de, ciddi sonuçlar elde edememişleridir.[111] O, bu tür hadislerin -rivayet şekli ne olursa olsun- içerisinde değişim ve farklılık gibi toplumsal ve tarihî olgular barındırdığını, üç temel iman esasına inanan her Müslümanın kurtuluşa eren fırkadan olduğunu şöyle açıklamaktadır: "Bu hadis, Allah’ın insan topluluklarındaki değişme kanununu Peygamber’in ağzından izah etmekte, beşeriyetin maddi ve manevi varlığında meydana gelecek tekamül ve değişmenin neticelerini haber vermektedir… Zikredilen hadisten anlaşılacağı üzere manevi değerlerin manalandırılması hususunda ayrı ayrı fikirlere sahip olmak ictimai bir vakıadır, tekamül etmekte olan hiçbir insan topluluğu bundan müstağni kalamaz. Binaenaleyh İslam cemiyetinin de –diğer cemiyetler gibi- bu ihtilafa maruz kalması kaçınılmaz bir zarurettir. Fakat ihtilaf ve ayrılıklarda ileri gitmek, başıboş kalmak ve dolayısıyla İslam’ın ana temellerinden uzaklaşmaya yüz tutmak elbetteki bizzat Müslümanlığı zayıflatır ve zamanla bütün hususiyetlerini giderebilirdi.[112] … Peygamber’in asrından sonra, hangi devirde ve hangi fırka veya mezhepten olursa olsun, zikredilen üç esasa, Hz. Peygamber’in muasırlarının inandığı gibi iman eden her Müslüman onlar gibi fırka-ı naciye’de olduğunu umabilir. Çünkü o, peygamber ve ashabının takip ettiği yolu takip etmiş oluyor. Bu izah, kanaatimizce İslam esaslarının ve geniş görüşlülüğün icap ettirdiği bir izahtır. Bu izah elde bir delil olmadan, Allah’ın geniş rahmetini daraltan ve fırka-ı naciye’yi şu veya bu fırkaya hasreden mezhebi izahların fevkinde bir seviye taşır.”[113] 5.4. Mezhepler Tarihi Yazıcılığında Tarihsel-Sosyolojik Yaklaşım İslam Mezhepleri Tarihi, tarihsel süreçte ortaya çıkan her bir fırkanın doğmasında etkili olan sebeplerden, fırka mensuplarının inandığı akide veya İslam topluluğunda insanlara tatbik edilecek bir şeriat olarak İslam dini hakkındaki anlayış biçimlerini inceler. et-Tancî, İslam Fırkaları Tarihi’nin inceleme alanlarından hareketle, onun görevini, “İslam’da dini hayatın tarihini, bazen kuvvetlenip genişlemesine, bazen da duraklama ve zayıflamasına sebep olan amillerin bu hayatta oynadığı rolü kontrol etmektir.”[114] şeklinde belirlemiştir. Modern dönemde İslam Mezhepleri Tarihi yazıcılığında yeni yaklaşımlar geliştirilmiştir. et-Tancî’nin kendine özgü yaklaşımını, “Tarihsel-Sosyolojik yaklaşım” olarak isimlendirmekteyiz. Aslında onun yaklaşımı tek başına tarihsel (ci) yaklaşım veya sosyo-politik yaklaşım olarak da kavramlaştırılabilir. Tarihin önemini vurgulayan ve olguların ve şeylerin daima tarihsel gelişmenin seyri içerisinde görülmesi demek olan tarihselliğe göre, dini, siyasi, ekonomik, ictimaî ve benzeri bütün fenomenler biriciktir ve bireyseldir. Bütün bu olgular, tam olarak ancak ve ancak kendi tarihsel bağlamı içine oturtulmak suretiyle anlaşılabilir, açıklanabilir ve değerlendirilebilir.[115] Tarihsel yaklaşım, inançlar, fikirler, ifadeler, dini ve dini olmayan bütün tavırlar ve her çeşit içtimaî hadise ve olguları, kendi tarihsel ve toplumsal bağlamlarını göz önünde bulundurmak ve birinden ötekine geçmek suretiyle bütün bağlamı anlamaya çalışmaktan ibarettir. Her çağın veya her tarihsel dönemin o döneme damgasını vuran fikirler ve ilkeler yoluyla yorumlanması gerekir. Tek bir insan topluluğu veya tarihi yoktur. İnsan toplumları vardır ve bunların her birisi kendine özgü bir tarih içerisinde oluşmuştur. Toplumsal ve tarihsel olayları tek bir paradigma veya kanunla izah etmek; genel yasalarla bu karmaşık toplumsal olayları ortaya koymak mümkün değildir. Onlara özel yeni yöntemler geliştirmek gerekir. Bu yaklaşıma tek başına tarihsel yaklaşım da denebilir. Bilgi Sosyolojisi, bütün bilgilerin ortaya çıktıkları an ve mekanlarda en iyi anlaşılabileceğini ileri sürdüğü ve bilgi ile içerisinde üretilen toplum arasında sıkı bir ilişki kurduğu için, Tarihsel yaklaşımla ortak bir noktada birleşmektedir. Tarihsel sosyolojik yaklaşımı Mezhepler Tarihi yazıcılığında kullananların başında, her ne kadar bu yöntemi kullandıklarını doğrudan ifade etmeseler de, satır araları okunduğunda, Muhammed b. Tavît et-Tancî, Ethem Ruhi Fığlalı ve Hasan Onat gelmektedir. Montgomary Watt ve I. Goldziher gibi batılı araştırmacıların bu yöntemin gelişmesinde önemli etkileri bulunmakla birlikte, Türkiye’de bu yaklaşımın ilk savunucusunun et-Tancî olduğu söylenebilir. et-Tancî’nin tarihsel yaklaşımı benimsediği ve derslerde mezhepleri bu şekilde incelemeye çalıştığı, onun bugün elimizde olan ders notları ve takip ettiği ders programlarından açıkça ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki, o, ayetleri ve hadisleri anlayabilmek için, ahkam ayetlerinin indiği sırada ve hadislerin Hz. Peygamber tarafından söylendiği sırada, onları çevreleyen durum ve şartların tetkikine, yani tarihsel inceleme yöntemine başvurmanın gerekliliğinden bahseder. Bu yönteme dayanarak Hz. Peygamber’in devlet başkanlığının peygamberlik ve elçilik mefhumu içerisine girmediğini ileri sürer.[116] İslam düşüncesinde ortaya çıkan mezhepleri itikadi ve ameli olarak ikiye ayırarak, mezheplerin doğuşunu, ortaya çıktıkları tarihsel bağlamla ilişkilendirerek analiz etmeye çalışmıştır. Bu sebeple o, mezheplerin doğuşunda İslam dininin kendi bünyesinden kaynaklanan sebepler, insanların anlayışlarından kaynaklanan etkenler ve Müslümanlar arasında yaşanan siyasi hadiseler üzerinde uzun uzadıya durmuştur. Mezheplerin doğuşunu bütün bunların oluşturduğu tarihsel bağlamla ilişkilendirmiştir.[117] et-Tancî, İslâm mezhepleri hakkındaki bilgi veren kitapların müelliflerinin mezhepleri incelerken tatbik ettikleri metotları iki grupta toplamakta ve bu iki metotla ilgili eleştirilerine yer verdikten sonra kendine özgü üçüncü bir yaklaşım ileri sürmektedir: Birinci grup: “Problem veya mevzuları araştırmaya temel yapıyor, sonra şahıs ve fırkaların, bu meseleler etrafındaki izah ve istidlalleriyle alâkalı görüşlerini zikrediyor. Bu tetkik usûlünde esas, başka bir deyişle başlangıç noktası bizzat hâdise ve mezhebin izâhı oluyor, sonra da bu hâdise ve mesele yapıcılarının fikir ve görüşleri geliyor. Bu metodun özelliği, ileri sürülen bütün görüşleri arz etmek, bir yerdeki bir mesele veya mevzûa -herhangi birine- girmektir. Bu metot, bu yolla okuyucuya, bütün görüşleri karşılaştırmak ve birisini tercih etmek imkânı vermektedir. Bu metot mezhep veya re’yi ortaya koyuyor fakat bu mezhep veya görüşün sahibi “fırka veya şahıs olarak” meçhul kalıyor.” İkinci grup: “Tetkike temel olarak mezheplerin sahipleri durumunda olan şahıs ve fırkaları alıyor, sonra da bu fırka veya şahıslara ait olan muhtelif meselelere dair görüş ve nazariyeleri zikrediyor. Bu metot da “Şahıs olsun fırka olsun” mezhep ve görüşün sahibini ortaya koyuyor, sonra da onun görüşlerini bir yerde toplu olarak veriyor, öyle ki mezhep sahibinin görüş ve düşüncesinin hududu açık ve seçik olarak ortaya çıkıyor. Fakat bu mezhep karşısında diğer şahıs ve fırkaların muvafık veya muhalif görüşleri “mezkûr metodun sahiplerince” sükût geçiliyor, zikredilmiyor.” “Bu iki metottan faydalanmakla beraber biz, İslam mezheplerini ve bu mezheplerin tarihini tetkikte üçüncü bir yolu seçmiş bulunuyoruz: Biz araştırmaya temel olarak, mezheplerin zuhurunu temel teşkil eden, onların var olmalarına sebep ve âmil kabul edilebilecek olan hâdiseleri alıyoruz. Bu hâdiselerle, bunların İslam cemiyeti üzerindeki tesirleri ve muhtemel bulunan çeşitli aksülamellerini bir kere teşhis ve tespit ettikten sonra bunların neticelerine vukûfumuz ve bu neticeleri tetkik edebilmemiz kolaylaşmaktadır. Bundan sonra bizim tetkik için mevzûumuz, bu hâdiselerden doğan fikrî problem veya problemler olmaktadır. Biz bahis mevzuu problemde herhangi bir fırkanın görüşlerini “bu fırkanın reisi veya ileri gelenlerinin sözleriyle temsil ederek” verirken aynı fırkanın, diğer meseleler üzerindeki görüşlerini de eğer varsa arz ediyoruz.”[118] Biz, mezheplerin incelenmesinde tarihî-siyasî hadiseleri ve bunun toplumlar üzerindeki tesirlerini esas alması sebebiyle, onun yaklaşımını, “Tarihsel-Sosyolojik yaklaşım olarak isimlendirmeyi uygun bulduk. Hasan Onat ise bu yaklaşımı “hadise merkezli” bir yaklaşım olarak değerlendirmekte[119] ancak onun Şia ve Ehl-i Sünnet’in doğuşunu Sakîfe-i Benî Saide ile ilişkilendirmesini eleştirmektedir.[120] Gerek derslerde[121], gerekse mezhepleri ve görüşlerini inceleyen çalışmalarında karşılaştırma yöntemini başarıyla uygulayan Tancî’nin mezheplerin doğuşunu çevreleyen şartlar ve durumların toplamı olan tarihsel bağlamı analiz etmekte yeterince başarılı olduğunu söylemek zordur. Bununla birlikte genelde İlahiyat bilimlerinde özelde Mezhepler Tarihi’nde eleştirel zihniyeti yerleştirmeye çalışmış; birinci el kaynakların kullanımı ve kaynak kritiği onunla birlikte daha fazla önemsenmeye ve kullanılmaya başlamıştır. Hatta II. ve III. sınıf öğrencilerine verdiği 120 küsur makale ve eserin yer aldığı geniş okuma listesinin başında tenkid zihniyetini öne çıkaran şöyle bir not düşülmüştür: “Mezhepler Tarihi için elde bulunan ve aşağıda yer alan Türkçe ve matbu eser ve makaleler, itimad ve tasvib hissiyle değil, tenkid zihniyetiyle okunmalıdır.”[122] 5.5. Din-Siyaset İlişkisi Hz. Muhammed, Allah ile kullar arasında bir elçidir, vekil ve vasıta değildir. O, sadece İslam’ı tebliğ ile vazifeli olup, onu öğretmekte aracıdır. İnsanın kalbine Allah’tan başka hakim olan yoktur. Bundan dolayı, insanın vicdanı mutlak hürdür.[123] Devletin işlerini yürütecek kişinin seçimine gelince, bu iş ümmete bırakılmıştır. Emirliğin Kureyş kabilesine ait olması, Arapların Cahiliyye döneminden beri var olan siyasî bir gelenekti. et-Tancî, “hakkında Hz. Peygamberden yazılı veya sözlü hiçbir şey intikal etmeyen”[124] hilafet tartışmalarının ve meydana gelen hadiselerin bu çerçevede ele alınması gerektiğini şu şekilde açıklar: “Gerek Ensâr ve gerekse muhacirlerden hiçbiri İslâm ümmetinin idaresi için Peygambere halife olacak zatın kim olacağı hususu araştırılırken bu konuda Rasûlullah’tan naklen tek hadis olsun zikretmemiştir. Ne hilafet ne de halife meselesinde delil arandığı ve ona şiddetle ihtiyaç hissedildiği bir sırada delilin zikredilmemesi bu mevzuda Peygamber’den varid olmuş Ensâr ve Muhacirin bildiği bir hadisin bulunmadığına delalet eder.[125] … Riyaset cahiliyet devrinden itibaren Kureyş kabilesine ait olmuştur. Nübüvvet de onların içinde zuhur etmiştir. Araplar; Ebubekir’in de hutbesinde söylediği gibi emirliği ancak Kureyş kabilesine ait bilmiştir.[126] … Ashâb-ı Kirâm’ın hilafet mevzuunu münakaşa tarzı, halife tayinindeki metotları ve bu meyanda ileriye sürdükleri deliller, bütün bunlar delalet etmiştir ki, Rasûlullah’ın (s.a.v) şahıs olarak bir halife tayin etmemiş ve bu işi devlet işlerini idare etmeye muktedir ve elverişli gördükleri bir kimseyi riyasete seçmek üzere İslâm ümmetine terk etmiştir. Sahabenin çoğunluğu hilafeti böyle anlamıştır.”[127] Muhammed et-Tancî, Şia’nın imamet hakkındaki görüşlerini ortaya koyduktan sonra İmamiyye’nin imamete (hilafete) inanmayı imanın rükünlerine eklemesini ağır bir dille eleştirmiştir.[128] Ona göre, o zamanki Arap siyasi düşüncesi, eski cahiliye alışkanlığının tesiri ile, hala böyle fikirlerin etkisi altında kalabilecek durumda idi. Bu sebeple Hz. Ali taraftarları bu kültürde yetişmiş insanları bu yolla etkilemek istedi.[129] Aslında Şiîler ve Sünnilerin hilafet hakkındaki görüşleri birbirinden ayrıdır. Ehl-i Sünnete göre, hilafet dinin asıllarından ve akaidinden değildir. O sadece dinin fürûatına dair bir meseledir. Bunun çözümü, İslam toplumuna bırakılmıştır. Onlar kimi ehil görürler ise, onu seçerler.[130] Hz. Muhammed’in kendinden sonra bir halife tayin etmemesi İslam’ın ruhuna daha uygundur. Bu tutumu, İslam dünyası açısından hem daha doğru hem de daha hayırlı olmuştur.[131] et-Tancî, İslam toplumunda Hz. Muhammed’in vefatından sonra yaşananları dikkate alarak imametin usûl-i dîn’e ait itikadî bir mesele değil fer’i bir mesele olduğunu, ancak Şia’nın onu itikadi alana taşıdığını[132] ileri sürerek bu fikrini şöyle temellendirir: “Bir dini meselenin iman meselesi sayılabilmesi için ehemmiyet ve vücub bakımından dinin nazarında yüksek bir seviyeye yükselip itikad edilmesi gerekli hususlardan olabilmesi için onda iki şeyin mutlaka bulunması icap eder. Birincisi: Kur’an-ı Kerim’in vazıh ve tevile ihtimali olmayan ayetlerinin ona iman etmenin gerekli olduğuna ittifak etmesi. İkincisi: İslamiyetin başlangıcından bugüne kadar onu kabul hususunda Müslümanların ittifak etmesi.”[133] Hz. Muhammed’in şahsında, onun “devlet başkanlığının Peygamberlik mefhûmuna dahil edilip edilemeyeceği tartışması”na, klasik dönem kelamî eserlerde, bu haliyle birkaç istisna ile[134] pek rastlanmamaktadır. et-Tancî, Allah tarafından Hz. Muhammed’e verilen Nübüvvet-Risalet görevi içerisinde devlet başkanlığı görevinin bulunup bulunmadığı şeklindeki hayati bir soruyu, kelamî yaklaşım çerçevesinde yeniden tartışmaya açmıştır. O, din-siyaset ilişkisi sorununu, Hz. Muhammed’in şahsının dışına taşıyarak, “nübüvvet-siyaset ilişkisi” şeklinde tamamen kelamî bir sorun olarak kabul ederek şu iki soruya[135] cevap bulmaya çalışmıştır:
Muhammed et-Tancî, Rasûlullah’ın devlet başkanlığının nübüvvete dâhil olup olmaması hususunda ortaya koyduğu sorularla ilgili kendi görüşünü analiz etmeden önce, İslâm âlimlerinin ve özellikle 19. ve 20. yüzyılda yaşayan alimlerin ileri sürdüğü görüşleri iki grupta toplar[136]:
Muhammed et-Tancî, Hz. Muhammed’in devlet başkanlığı (İmamet) görevinin peygamberliğine dahil olmadığı şeklinde formüle edilen ikinci görüşü benimser ve bunu onun hayatından bazı örneklerle açıklar. Şöyle ki, tarihin tespit ettiğine göre, Hz. Peygamber birkaç kere Medine’ye kendi yerine idareciler bırakmıştır. O, bu kişileri kendine halife olarak tayin etmesi, şüphesiz, peygamberlik vazîfesini yürütmek için onları halife kıldığını göstermez. Aksine peygamberlik dışında olan idari işlerde onları halife kıldığını gösterir. Bundan dolayı, her hangi bir kimsenin Peygamberimizin İmam (devlet başkanı) sıfatıyla yaptığı tasarruflarını, devlet başkanının izni olmaksızın yapması câiz değildir.[137] Peygamberimizin kadılık ve devlet başkanlığı, idarî sıfatlardır. O, bu iki sıfatla hüküm vermişse, hiç kimse kazâ ve imamet vazîfelerini, kendi kendine, üzerine alamaz. Bilakis, bu iki vazîfeyi yürütmesi için devletin iznini alması gerekir.[138] 5.7. Ahlak Anlayışı ve Tasavvuf Eleştirisi Muhammed et-Tancî, İbn Haldun’un Şifâü’s-Sâil’in tahkikinde, İslam ve ahlak arasındaki ilişkiyi, ahlak hukuk ilişkisini ve zühd anlayışından tasavvufi anlayışa geçişi ve daha sonra sufilikte ortaya çıkan akıl ve ilim düşmanlığını ele alan oldukça önemli ve uzun bir mukaddime kaleme almıştır. 1957 yılında yazdığı bu mukaddimedeki görüşlerini, 1959 yılında Türk Yurdu’nda “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”[139] ve “Ahlakın Önemi ve İslam Dinine Göre Temelleri II”[140] adlarıyla yayınlanan iki makalede özetlemiştir. Onun bu konudaki geniş izahlarını yukarıda zikredilen ve Türkçe’ye İslam Tasavvufu Üzerine adıyla çevrilen eserinden ulaşılabilir. İlyas Çelebi, bu eserden hareketle et-Tancî’nin zühd ve tasavvufa bakışını analiz eden bir makale çalışması yapmıştır.[141] et-Tancî, klasik dönem felsefe ve ahlak kitapları ve çağdaş araştırmalardan hareketle, din-ahlak ilişkisi üzerinde önemli analizlerde bulunur. İslam gibi kâmil bir dinin kanunu, şümullü bir ahlak nizamı olmuştur. Bu sebeple “ferdî ve içtimaî faziletlere uymak da İslam dinin emirlerine itaatin bir türü ve ibadetlerin de bir parçası olmuştur. Ayrıca dinî şuur; tabii olarak, kalplerde ahlak ile ilişkili olan büyük bir merhamet, saygı ve takva hissi uyandırır. Yani dinî şuur; insanları bir işe ve harekete sevk eder veya ondan meneder. Böylece o, bazı fiillerin doğrulandığı, bazılarını da çirkin gösterildiği emirler ve nehiyler toplamı haline gelmiş olur. Kâmil bir ahlâk kanununda, psikolojik açıdan, ahlak şöyle tarif edilebilir: “Ahlâk, hayır işleme meyli ve nefsi kendi arzusundan alıkoyma kuvvetidir. O halde o, amelî (pratik) bir fazilettir. Bu fazilet; insanın şahsî hayatına, insanlarla ve Allah’la olan alâkasına şamildir.” Kâmil bir ahlâkî kanun; sadece ferdî düzeyde kalmaz, insanın hem Allah ile hem de diğer insanlarla ilişkileri düzene koyar. Bu açıdan ahlâk bireysel olmanın ötesine geçer ve toplumsal bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bu işlevi dikkate alındığında ahlak, “insanın insanlar ve Allah ile ilişkisini düzenleyen kurallar toplamı” olarak tarif edilebilir. Kamil bir din ve kamil bir ahlak kanunu, mahiyetleri ayrı olsa da, aynı gaye ve hedefte birleşmektedir. Çünkü mahiyet olarak ahlak, ferdin şahsiyetinde dinden önce gelişebilir veyahut ahlâk, bir cemiyette kabul edilmiş kaide ve kanunlar halinde yerleşip dinden müstağni kalabilir. Din ve ahlâkın mahiyetleri tamamen ayrılsa bile din daima ahlakın yardımcısıdır.”[142] İslâmiyet, fert ve cemiyet olarak insanların yaşayışına, işlerine ve onları düzenleyen ahlakî değerlere büyük önem verir. Çünkü onun amacı, fert ve toplumu, İslâmî belirlediği değerler içerisinde doğruya yönlendirmek ve “müslümalara iyilik getirecek bir yolda yürümelerini sağlayacak esasları koymaktır.”[143] Ahlakın değerini ibadet dercesine yükselten İslam dini olmuştur. Bu sebeple Hz. Peygamber, İslâm dininde ahlâkın değeri ve yeri ile ilgili olarak, peygamberliğinin bir bakıma ahlakla ilgili bir görev olduğunu ve onu tamamlamak üzere gönderildiğini belirtmiştir.[144] Aslında İslâmiyet’in teşvik ettiği her güzel ahlak imandan bir parçadır; insan Allah’ın reddettiği bir kötü ahlaki davranış işlediğinde imanından bir parça kaybeder. Güzel ahlakla ahlaklanan insan Allah’ın sevabını ve rızasını kazanır; kötü ahlaklı olan ise, Allah’ın öfkesine ve azabına hak kazanır.[145] Dolayısıyla iyi ahlak ve insanlarla güzel ilişkiler kurmak, İslâmiyet’in hayat ve ruhundan gelen bir üstünlüktür. et-Tancî’ye göre, “İslâmiyet nazarında iyi ahlak ve insanlara güzel muamelede bulunmak, terk edilmesi mümkün olan bir Kemâl değil bilakis İslâmiyetin hayat ve rûhundan gelen bir üstünlüktür. Güzel ahlâk olamasaydı, İslâmiyet taş kesilir ve donup kalırdı, talimatları ruhsuz ve cansız olurdu. İslâm peygamberi ister Rabbi ister insanlarla olan münasebetlerinde olsun, İslâmiyet’in vazifelerini yapmak hususunda canlı bir misaldir. Ashâbı onun işlerini ve sözlerini ondan ölü olarak değil, canlı olarak telakkî ettiler de İslâmın ahlâkının sağlam örnekleri oldular”[146] İslâm’ın ahlak anlayışının, Müslümanların hayatında derin izler bırakan İslâm akaidindeki ilahî sıfatlar inancıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Şöyle ki, Allah’ın ilk sıfatı “Alemlerin Rabbı” sıfatıdır. Bütün beşeriyet, -rengi, cinsi, derecesi ne olursa olsun- onun bu sıfatı karşısında eşittir. İnsanın onun karşısındaki sıfatı, sorumlu bir insan olmasıdır. İnsan, aklı ve yaratılıştaki kabiliyeti gereği, bu sorumluluk emanetinin[147] yüklenmiştir. Bu sorumluluğu üstlenen insanın değeri, hayatta olduğu sürece bu emaneti koruması, onu kaybetmemesi ve buna sadık kalarak gereğini yerine getirmesi nispetindedir. İslam ahlakının itikadî dayanaklarından birisi de hesap gününün sahibi Allah karşısında hesap verme[148] inancı olarak bilinen ahiret inancıdır. Allah’ın sıfatlarına ve ahirete inanç, “insanlar arasında eşitlik”, “insanın yaptıklarından hiçbir şey Allah’a gizli kalmayacağı” ve “Kıyamet gününde insanlar arasında, yaptıkları konusunda hak/adalet ile hüküm verileceği” olmak üzere bize üç önemli ahlakî farkındalık kazandırır.[149] Bu inanç inananlardan, dünyada bu esaslara uygun bir hayat yaşamayı ister. İslam’ın sadece inanç esasları değil şeriat koyduğu kanun ve cezalar da ahlak kaidelerini koruma ve hayatlarında bunlardan inhiraf edenleri doğru yola çekmek amacıyla konulmuştur. Yüksek ahlâkî değerleri korumada devletin kolluk kuvvetleri ve hukuk sitemi yetersiz kaldığı durumlarda, insanın vicdanı, iç duygusu ve namazında tekrarlamakla emredildiği Allah’ın sıfatlarına inancı devreye girer. Vicdan ve hukukun yetersiz kaldığı durumda ise ahiret inancı gereği Allah’ın hükmetmesine bırakılır. [150] Buna uygun olarak et-Tancî, İslam ahlâkının gayesini adalet ve yüksek insanî değerlerle şu şekilde temellendirmektedir: “Hak din, olması itibariyle, İslâmiyet’te ahlakın gayesi, insanlar arasında adalettir. Gizli ve aşikar az ve çok olan zulmün kişide, malda ve namusta kalkması, dikkatli bir adaletle gerçekleşir. Bu ahlakın başka bir gayesi daha vardır: yüksek insanî ideleri araştırmaktır.”[151] et-Tancî’ye göre, İslâmiyet, peygamber sonrasında Müslümanlar arasında ahlak hayatını koruyacak, ibadet ve davranışlarda İslâm’ın öğretisinin donmaması ve şekilciliğe dönüşmemesi için, inanç ve güçle destekleyecek bir cemaatın bulunmasını, “İçinizden sizi hayra çağıran ve iyilikle iş yapıp kötülüğü men eden bir cemiyet olsun”[152] ayetiyle teşvik etmiştir. İslâmiyetin ilk zamanlarında İslâm’ın esaslarını hayatlarında ve işlerinde bu ruha uygun olarak tatbik etme görevini üstlenen ve dindarlar arasında iman tarihinde en yüksek örneği olan cemaat zahitler idi. Onların uzuvları ve kalpleri birlikte ihlâs hususunda aynı derecedeydi. Onlar, Rableri ve insanlarla ilişkilerinde ve tavırlarında aynı samimi duyguları paylaşıyordu.[153] Başlangıçta nasların zahirini esas alıyorlardı. Daha sonrakiler ise bu ilkeyi terk ederek batına yönelmişlerdi. Bunun sonucunda Peygamberin zahire göre verdiği hükümleri anlamsız telakki edilmiş ve boşa çıkarılmıştır.[154] Zahitler, hal ve tavırlarında bu görevi yerine getirebilmek için gerekli özeni gösterdiklerini şöyle açıklamaktadır: “Onlar insanların yaşayışlarına iştirak eder, muayyen bir yaşayış tarzı ile onlardan ayrılmaz ve bir kenara çekilmezlerdi. Onlar, İslâm toplumunun kurulmasında onu kuvvetlendirmekte İslâm’ın ruhuna ve ahlakına iştirak etmesi, insanların sözünde ve fiilinde kendisine uymaları gereken bir önderdir ve böylece İslâm’ın ahlakını Müslümanlar arasında yayar. Bu zahitler muayyen bir tabakaya mahsus değildirler. Zahit türlü ve çeşitli tabakalara mensup bütün Müslümanlar arasında ortaya çıkar.” [155] Zahitler arasında zahir fıkhı ve batın fıkhı adıyla iki farklı anlayış ortaya çıktı. Bu ayrılık, İslâm ahlak tarihinde çok kötü izleri bırakmıştır. Bir taraf, “İslâm şeriatının ruhi ve vicdani cihetine önem verirken”; diğer taraf İslam şeriatına dair yazdıkları eserlerde “ibadet ve muamelatta şekilciliğe ehemmiyet vermiştir.”[156] Zahitler başlangıçta, İslâmiyet’in ruhundan uzak fetva kitaplarına yönelik önemli eleştirilerde bulundular. Fakat daha sonra onlar da, bu yaklaşımlarını terk ettiler. Hayatın bütün gerekliliklerini küçümseyerek, bir köşeye çekilip insanlardan uzak bir hayat yaşamayı tercih ettiler.[157] et-Tancî, ilk Müslümanlar arasında önemli bir misyon edinen zahitler, “tevhidin Allah’a özgü kılınması, şirk belirtilerinden hiç birinin nüfuz etmesine müsaade etmeyen bir kararlılıkla Allah’ın birlemesi”[158] ve Allah ile kul arasına şefaatçiler sokulmaması konusunda gerekli özeni gösterdiler. Ancak daha sonra zahitler arasında birisi eski duyarlılığını göstermeye devam eden ilk sufiler, diğeri ise, yukarıda belirtildiği gibi uzlete çekilen ve kendilerini toplumsal gerçeklikten soyutlaya sufi kesimler olarak iki ayrı eğilim ortaya çıktı. et-Tancî, birinci eğilimin ana özelliklerini şöyle açıklamaktadır: “İlk sufilerin hareket tarzı gerçekçi ve canlı İslam anlayışı çizgisini takip ediyordu. Onlar İslam’a çağrı etkinliğini koruma adına cihad yapma ve savaş nöbeti tutmanın gerektiği yerde cihada çıkıp nöbet tutmuşlar, toplumun yaşantısı, alış veriş ve diğer mücadelelerine, ihtiyaç hissettirdiği zaman da alış veriş yapmışlar, ticarete yönelip tarımla meşgul olmuşlardır. Bunların yanı sıra vaaz ve irşada, güzel ahlaka ve hayra kılavuzlukta bulunmaya ihtiyaç hissedildiğinde halk topluluklarına ve devlet adamlarına öğüt vermişler, iyilik yoluna ve erdemli ahlak sayesinde yücelme yöntemine rehberlik etmişlerdir.” [159] et-Tancî’nin tasnifiyle, dinî ve felsefî tartışmalarda akılcılar olarak bilinen mütekellimler ve felsefeciler, Şeriat ehlinin oluşturduğu Nakilciler ve riyazet ve keşif ehli olarak bilinen İşrakiler ve Sufiler olmak üzere üç . topluluk vardı. İlk mütekellimler, sufilerin bilgi yollarından olan riyazet ve keşfi bilgi kaynakları olarak kabul etmemişler ve kitaplarında onlara yer vermemişlerdir. Bundan dolayı sonraki dönemde mütekellimler ile sufiler arasında bu konuda şiddetli fikir ayrılıkları yaşanmıştır. Sufiler arasında, ilham, keşif ve mükaşefenin bilgi kaynakları arasında görülmesi ile birlikte, onlar arasında “ilim karşıtlığı ve zahire karşı batını savunma dönemi” dönemi başlamıştır. Böylece Hadis, Fıkıh ve Kelam gibi nas ve akla dayanan ilimlere uğraşmak itibarsızlaştırılmış; keşf ve ilhama yoluyla elde edilen bilgiler öncelenmiştir.[160] Hatta tasavvufa intisap edenler, ödevler derecesine yükseltilen ilim tahsilinde farklı bir mecraya girmiş ve bu ilmin iktisap edilmesinden sakındırıp değeri ve elde ediliş yöntemlerinin sıhhati hususunda şüpheye düşüren bir tavır sergilemiş ve sonuç olarak tasavvufa intisap edenleri ilim tahsilinden menetmişlerdir.” Zahiri ilimler dünyevî, yani önemsiz ilimlerdi.[161] Sufiler, ilim tahsili konusundaki bu olumsuz tutumu sürekli olarak yüceltiyorlardı. Zira tasavvuf dışındaki ilimler onlara göre dünya ile ilgili olup ahiret hayatında herhangi bir fayda sağlayamazdı.[162] et-Tancî, sonraki sufiler arasındaki aklı ve ilmi itibarsızlaştırma sürecini şöyle tanımlamaktadır: “Mutasavvife, zahirî ilimlere karşı dururken bunun yerine başka bir ilmi yerleştirdiler. Bu ilim dini metinleri anlamak ve onlardan ahkam çıkarmak için rivayet yöntemine ve aklın kullanımına dayanmamakta, bunun yerine vasıtasız olarak kalplerine gelen ilhama itimat etmektedir. Başlangıçta buna yönelik iddialar delillerden ve kesin kanıtlardan yoksundu. Ancak sonra gelen mutasavvife arasında sözü edilen iddialar hakkında deliller ve kanıtlar oluşmaya başlamıştır. Müteahhir sufiler hedeflerini “ilhamî mârifet”e önem verecek şekilde belirlerken buna paralel olmak üzere ilham ve feyiz dışındaki yollarla elde edilen diğer bilgi türlerinin değerini düşürmeye de itina göstermesini planlamışlardı.”[163] et-Tancî, Sufiler arasındaki bu yozlaşma ile ilgili pek çok örnek vermektedir. Bunlardan ikisini burada aktarmak yararlı olacaktır.
et-Tancî, züh ve tasavvuf içerisindeki değişim ve dönüşümleri tarihsel süreci dikkate alarak inceledikten sonra sufilik konusunda şu değerlendirmelerde bulunarak eserini bitirmektedir: “Belirtmek gerekir ki ana çizgiden ayrılan mutasavvifenin benimsediği yöntem ve görüşleri eleştirme sadedinde ilk sufi alimlerinin yanı sıra müslüman bilginlerinin beyanları İslam’ın öğretilerini ve bunların hedeflerini doğru olarak anlamanın ürünüydü. Ayrıca onların bu beyanlarında tasavvufa mahsus yeni yönelişin talihsiz bir sonucu olarak İslamî öğretilere gelebilecek zaaf ve yok oluş yolundaki gelişmeleri isabetli bir şekilde tespit ettiklerini de yansıtıyorlardı. Müslümanların tamamı hayatın her alanında mutlak olumsuzluğa davet eden mutasavvife görüşlerine işlerlik kazandırmış olsaydı, İslam dünyasında durumun ne hale geeceğini düşünmek insan için imkan haricinde kalan bir şey değildir. Bu düşünceden hareketle şu kanaati taşımaktayız ki, bir yandan mutasavvife, diğer yandan da İslam alimleri arasında mevcut bulunan anlaşmazlık İslam’ın mahiyetini anlamaya dayanan bir anlaşmazlıktır. Bir gurup İslam’ın gücüne, hayatiyetine, ayrıca hem ruhi hem de maddi potansiyeline inanmakta, bu sebeple gerek bu dünya hayatı gerek ahiret hayatı açısından daha üstün bir mertebeye ulaşma yolunda aklı ve bedeniyle mücadele vermektedir. Diğer grup ise İslam’ın hayatiyetine inanmamakta, zillete, acze, hayattan ve insanlardan uzak durmaya çağrı yapmakta ve yaşayanlar arasındaki sloganını, “ölmeden önce ölünüz şeklinda belirlemektedir. Görüldüğü üzere mutasavvife ile ulema arasındaki anlaşmazlık derin köklere ve engin bir alana sahip bulunmaktadır.”[164] 5.8. Din ve Hukuk Muhammed et-Tancî, insanı “yükümlü/mükellef olan yaratık” şeklinde tarif etmektedir. Onu bu tarifi çağdaşları arasında pek rastlanan bir tarif değildir. İnsan diğer yaratıklar arasında biriciktir. O, muhatap ve mükellef kılınması için gerekli ehliyete sahiptir. Bunun sayesinde diğer yaratıklardan üstün olmuştur. Çünkü Allah (cc)’ın insana düşünme kabiliyeti, anlam ve öğrenme kudreti ile ayrıcalıklı bir konum vermiştir. İnsanın sahip olduğu bu kudrete; Kur’an’da kalp, akıl, fikir, nefs, fuâd, lüb gibi çeşitli isimler adı altında zikredilmiştir. Ancak emirler ve yasaklarla ilgili mükellef olan insandan bahsedildiğinde, muhatap alınan kudret, Allah’ın insanı kendisiyle şereflendirdiği, faziletli ve mükerrem kıldığı düşünme ve idrak kuvvetidir. Ayrıca aklın doğru bilgi üretmesine gerekli veriyi sağlaması ve böylece sağlıklı düşünmesi için, Allah insana “işitme ve görme yetisi ve diğer duyuları” yardımcı aletler olarak vermiş ve onları yaratılışlarına uygun olarak kullanmasını istemiştir. Akıl ve fikirle ayrıcalıklı kılınan insan, “bu iki nimetle eşyanın kıymetini anlayıp takdir edecektir.” Bu niteliği dolayısıyla Allah, yerde ve gökte, bu ikisi arasında yarattığı bütün varlıkları ve nimetleri insanın emrine vermiş[165]; karşılığında onu sorumlu tutmuştur.[166] Yani Allah, insanı bu kuvvetlerle donattıktan ve kullanacağı alanları öğrettikten sonra insanı ödevleri ve sorumlulukları ile baş başa bırakmıştır. Akıl sayesinde insan, hayrı ve zararlı olan şerri birbirinden ayırabilir; iyilik ve kötülüğü işlemeye kadirdir.[167] et-Tancî, İslam şeriatini ve hükümlerini konu edinen Fıkıh/İslam hukukunu, Allah’ın tabii kanunu gereği, insanın akıl, irade, özgürlük ve sorumluluğu ile fiillerinde zorlanmamış olarak hür ve muhtar oluşu üzerinden kurmaktadır. Ona göre, insanlara peygamberler gönderilmesinin sebebi de onlara irade ve ihtiyar bahşedilmesidir.[168] İnsan hürriyet ve bu ihtiyarından dolayı yapıp ettiklerinden (ameller) mükellef ve sorumludur. Resullerin gönderiliş sebebi de bu hürriyettir. Yani Allah (cc) “kendilerine yapmalarında fayda olan şeyleri bildirmek, kendilerine zararlı olan şeyleri de yapmayıp onlardan uzaklaşmalarını temin etmek için resuller göndermiştir.” İrade ve ihtiyar sahibi kılınmasından ve resul gönderilmesinden sonra, insan, kendi iradesi haricinde bir kuvvetin zorlaması olmaksızın hayırlı veya şerli fiilleri yapabilecek güçtedir. İnsanın “ayrılma günü, din günü, ceza günü ve hesap günü diye adlandırılan kıyamet gününde”, bu dünyada emirleri yerine getirdiği için ödüllendirilmesi veya yasakları çiğnediği için cezalandırılması”[169] bunun bir sonucudur.[170] O, özgürlük ve sorumluluk üzerine dayandırdığı hukuk anlayışını “Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene and olsun ki kendini arıtan saadete ermiştir. Onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”[171] ayetinden hareketle şu şekilde temellendirmektedir: “Allah, (bu ayette) insanoğlunu idrak ve anlayış aletleriyle donattıktan sonra onlara kötülüğün ve günahın; iyiliğin ve takvanın yollarını açıkladık demektir. İnsan bundan sonra artık hürdür. İsterse iyilik ve dürüstlük yollarına tabi olur ve kurtuluş yolunda gider, iyi ameli ile cennetin en yücesine ulaşır veyahut şer yoluna sapar, nefsinin iyilik yapma kabiliyetini dumûra uğratır, nefsini azdırıp sapıtır, hayır işleme imkanını ona vermez ve cehennemin en altına gidecek kadar düşer. Dolayısıyla İslâm emrettiğinde veya yasak koyduğunda, insanı fiillerinde hürriyet, ihtiyar ve irade sahibi kabul etmektedir; o iyiliği mecbur olmaksızın kendi ihtiyarı ile yapar; yine aynı şekilde şerri de mecbur olmaksızın ihtiyarı ile işler.”[172] et-Tancî’ye göre, İslâm teşriinde sorumluluk bireyseldir. İster erek, ister kadın olsun, rüştüne ermiş, akıllı herkes, yapmış olduğu işten şahsî olarak sorumludur. Gerçek sorumlunun yerine sorumluluğu yüklenmede veya sorumluluğu hafifletmede, yakın akrabası dahi olsa, hiç kimse bir başkasının yerine geçemez. İslâm dininde kadının sorumluluğu, onun tabiatının ve İslâm toplumundaki yerine uygun özel bir teşriinin gerekli olduğu bazı durumlar hariç, erkeğin sorumluluğuna eşittir. Böyle durumlarda “yalnız kadına uygun olan ve erkeğe uygun olmayan bazı hükümler konmuştur.” Erkeğin, karısından ve diğer yakınlarından sorumlu olduğunu söyleyen bazı ayetler, “erkeğin ailenin nafakasını temin etmekle mükellef oluşu”, “aile fertlerinin giyeceklerinin temini ve himayeleri gibi İslâm teşriinin kocaya yüklediği sorumluluklar” ile ilgilidir. Fakat iyi veya kötü fiilleriyle ilgili sorumluluk ve ceza kadının kendisine aittir. Yani “kadın kendi fiillerinden dolayı müstakil olarak sorumludur, bu sorumlulukta kocasının bir dahli yoktur. Kocasının ahlaksız olması, sorumluluk açısından kadını onun ahlaksızlığına ortak yapmayacağı gibi kadının itikadının bozuk ve amellerinin salih olması durumunda kocanın iyi bir kimse olması ona bir fayda sağlamaz. Kadın sadece iyi ve kötü amelinden dolayı, ödüllendirilir veya cezalandırılır.[173] et-Tancî, İslam teşriine, bireyi ıslah etme ve aileyi sağlam temeller üzerine kurma ve koruma görevi yüklemektedir. Ona göre, Allah’ın bütün emir ve yasakları, “insan tabiatının islah edilmesi ve eğriliklerinin düzeltilmesi”ne yöneliktir. İslam hukuk sisteminde “insan tabiatının soyulması, iptal edilmesi ve onun fıtrî ihtiyaçlarından yoksun bırakılmasına” yönelik emirler yoktur. Çünkü İslam, insanı bütün kabiliyetleri ile olduğu gibi kabul eder; “insandaki kabiliyetleri güzelleştirir, tanzim eder, onları insanın hayatında faydalanacağı ve ölümünden sonra ahirette saadete nail olabileceği bir cihete yöneltir”, “İslam, sahip olduğu kuvvetlerinden hiçbirini iptal etmez, onların vazifelerini yapmalarına da engel olmaz.”[174] İslâm, ümmetin ilk çekirdeği olan aile kurumuna büyük önem verdiğinden şehveti tamamen yok etmeyi haram görür. Evlenmek ve sağlam bir aile kurmak son derece önemlidir. Çünkü ümmetin maddi ve manevî bakımdan güçlü olması ailenin güçlü olmasına zayıflığı ise ailenin zayıf olmasına bağlıdır.[175] Muhammed et-Tancî, İslam’ın birey, aile ve İslam toplumunun ıslahı ve güçlendirilmesi için ortaya koyduğu hak ve özgürlüklere; ibadetler ile muamelata dair şeklî ve ahlakî boyutun birlikte icrasına Hz. Peygamber ve sahabe döneminde büyük özen gösterildiğini ancak daha sonraki Müslümanların şeriatın ruhi ve ahlakî kısmına gerekli özeni göstermediklerinden şikayet etmekte ve iki farklı fıkıh anlayışını İslam düşüncesinde sebep olduğu olumlu ve olumsuz sonuçlarını şöyle analiz etmektedir: “Müslümanların çoğunluğu “bedeni amellerin ve dinî merasimin sahih olmasına dikkat etmişlerdir.” Din alimleri de, şeriatı tedvin ile meşgul olmuşlar ve çoğunluğun arzu ettiği ibadet ve muamelenin zahiri hükümlerine ehemmiyet vermişlerdi. Ruhi ve ahlaki kısma Müslümanlar onları kendi hayatlarına tatbik ederler diye önem vermemişlerdi. Fakat zahiri merasim yanında ahlaki cihete de önem veren bazı alimler vardı. Bunlar İslâm fıkhının ibadet ve ahlaka şamil olduğunu kavramış kimselerdi. Böylece İslâm fıkhı birbirinden farklı iki istikamette yürümüştür. Zahirin fıkhı uzuvların hareketlerine müteallik hükümleri bilmektir. Bu kısımla fakihler ve müftüler ve devletin tayin ettiği kadılar meşgul olmuşlardır. Bir de “batın’ın” fıkhı denilen kısım vardır ki İslâm şeriatının ruhi ve vicdani cihetine ehemmiyet verir. Her ikisi ile meşgul olan taifeler birbirinden ayrı yolda hareket etmişledir. İkisinin yollarının ayrı oluşu İslâm ahlakının tarihinde en kötü izleri bırakmıştır. İslam şeriatına dair yazılan eserlerde ibadet ve muamelatta şekilciliğe ehemmiyet verilmiştir. Bunları inceleyenler telif ve okuma metoduna göre hareket ederek şeriatın ruhi cihetinden ayrılmışlardır. Zamanla bu kitapları okuyan Müslümanların ekserisine bu kitapların İslâm dininin icaplarını tamamiyle ihtiva ettiği fikri yerleşmiştir. İslam eserlerinde bu istikametin izi görülecektir. Bu Müslümanlar kitap şartlarının tahdid ettiği, ve şekillerini tasvir ettiği vazifeleri yaptıkları zaman, onları yapmağa sevk eden sebep ne olursa olsun dini mesuliyetten kurtulduklarına inanmıştır. Bu merasimi ifa ettikten sonra İslâm’la hiç alakası olmayan gibi yalan söyler, hırsızlık yapar aldatır, dinen yasak olan şeyleri irtikap ederek hareket eder. Bunları yaptıktan sonra kendisine göre orta, başkasına göre de en iyi Müslümanlardan olduğuna inandığı vakidir. İslâmiyet’in ahlaka verdiği ehemmiyeti kavrayanlar, bu istikametin tehlikesini sezmişler ve onu tenkit etmişlerdir.”[176] Muhammed et-Tancî, bu iki farklı yaklaşımın ilk dönem zahit çevrelerinde ifrat ve tefrite varan bir kutuplaşmayla sonuçlandığını; birisinin şekliyata önem veren Fakihler tarafından, diğerinin ise “insanlardan uzaklaşarak bir kenara çekilmeyi yaşayışlarında tam bir selbî bir tavır takınmayı esas prensip olarak” benimseyen Zahitler tarafından temsil edildiğini eleştirel bir yaklaşımla analiz etmektedir: “Seçkin alim zahitler; derslerinde ve vaiz meclislerinde İslâmiyet’in ruhundan uzak kalan fıkıh ve fetva kitaplarına yükleniyor ve onlara istikamet vermeye çalıyorlardı. Başlangıçta bu tenkit kabul ediliyor ve tenkitçiler hürmetle karşılanıyorlardı. Her iki grup kendi görüşüne göre hareket etti. İslâm toplumuna giren, İslâm toplumunun tekamül etmesi her iki istikametin birbirinden uzaklaşmasına ve aralarındaki mesafenin genişlemesine yol açmıştı. Fakihler, şekliyata önem vermeye devam ettiler. Anlayışları, hüküm çıkarmaları ve eserlerinde kullandıkları metotlarına yöneltilecek en küçük tenkidi bile kabul etmiyorlardı. Zahitler de eski gidişatlarından döndüler, insanlardan uzaklaşarak bir kenara çekilmeyi yaşayışlarında tam bir selbî bir tavır takınmayı esas prensip olarak tercih ettiler. Bu selbî yaşayışlarına aykırı olan hayatın bütün icaplarını hakir görerek küçümsediler. Böylece fıkıhla tasavvur arasında gelenek halini alan meşhur mücadele başladı. İslam ahlakının esasları bu iki taifeden birinin ifratı diğerinin tefriti arasında ortaya çıkamadı.”[177] Muhammed et-Tancî, İslam’ı, “toplumun salahıyla ilgili olarak ortaya koyduğu temel prensiplerle çelişmediği müddetçe ve İslam hukukunun birbirinden ayrılmaz iki temel prensibi olan adalet ve fazilet prensipleri çerçevesinde kalması koşuluyla ileri medeni seviyelere uyum sağlamaya” ve yenilenmeye son derece müsait toplumsal bir sistem olarak kabul eder. İslam, bireyin ve toplumun yararını birbiriyle dengeleyerek korumaya çalışır. Ona göre, “insanlığın tamamen ya da genel itibarıyla zararına olan şeyleri önlemek ve engellemeye çalışmak Müslümanlar üzerine yüklenmiş bir sorumluluktur.”[178] İslam hukukunun yeni sorunlara çözüm bulabilme yeteneği, onun kaidelerinin esnek olmasından kaynaklanmaktadır. Müslümanlar, bu esnek likten yararlanarak “adalet, sağlam ahlaki değerler ve toplumun hayrı ve selameti kaidelerine dayalı en ileri ve en güçlü bir toplum yapısı ortaya koyabilir.” [179] et-Tancî, bilinen fıkıh mezheplerinin önde gelen fakihlerinin çoğunluğunun görüşlerine karşı çıkarak zekatın nisap miktarının değişebileceği ve “maaşlardan, kiradan ve üretimden ede edilmiş olup nisap miktarına ulaşan ve kişiyi zekat vermek yükümlülüğüne sokan servetten”, yıl şartı aranmaksızın her ay zekatının verilmesini savunmakta[180] ve bu görüşünü şu şekilde temellendirmektedir: “Bir mal varlığının zekata tabi olabilmesi için üzerinden bir yıl geçmesi gerekir şeklindeki görüş neticesinde, büyük ölçekli mal mülk ya da servet zekattan muaf olurken; zekat yalnızca küçük çaplı varlığı olanların yükümlü olduğu bir şey haline dönüşmüştür. Modern maliye sistemi perspektifinden meseleye yaklaştığımızda, böylesi bir zekat anlayışı neticesinde, vergi ödemekle yükümlü olması gereken rantiye sınıfını vergi ödemekle yükümlü tutmak imkanı ortadan kalkmakta, yani rantiye sınıfı vergiden muaf olmanın bir yolunu bu sayede bulmuş olmaktadır. Bu durum zenginlerin mallarından zekat alınmasının hikmetine ve fakir fukaranın çıkarlarına aykırı bir durum olup, Allah yolunda infak etme yüce duygusunun zedelenmesine yol açmaktadır.” [181] et-Tancî, bu konuda öncelikle İslam toplumunun dayanışma ruhunun ve dünyanın her tarafında yaygın olan evler, alışveriş merkezleri ve otellerden devasa kira gelirleri elde edildiğini dikkate almanın gerekliliğini gündeme getirerek, şu sonuca varır[182]: “Gerek Kur’an-ı Kerim’de gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde ‘elde edilen gelirin zekatını vermek için üzerinden bir yıl geçmiş olmasını şart koşan açık net bir hüküm olmadığı dikkate alındığında, İslam’ın yüksek ruhu, inananlara bir kazanç elde edilir edilmez ondan zekat vermek gerektiğini telkin ettiği söylenebilir. Zira zekat kişinin servetini korumakta ve ona sahip olanları arındırmaktadır. Bırakalım her mülk sahibi nasıl bir yol izleyeceğine kendisi karar versin; bir an için kendisini malsız mülksüz farz etsin, şu anda elinde olan servetin başkasının elinde olduğunu hayal etsin ve sonunda zekatın ortaya çıkaracağı faydaların kendi menfaatleri olduğunu var saysın. Kendisini zekata muhtaç birisinin yerine koyan bu kişi, meseleye bu açıdan baktığı zaman görevini yerine getirmediğini ve fakirin hakkı olan serveti haksız yere elinde tuttuğunu fark etmiş olmayacak mıdır? “Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı bir azabı müjdele”[183] SONUÇ Muhammed b. Tavît et-Tancî, çağdaş İslam düşüncesinin önemli ve güçlü temsilcilerinden birisidir. O, İslam dünyası ve batılı araştırmacılar arasında daha çok yaptığı tahkik çalışmalarıyla, kaynak kritiği ve eleştirel yaklaşımıyla öne çıkmaktadır. Türkiye’de İslam ilahiyat geleneğinin oluşmasında yaptığı araştırmalar ve yetiştirdiği onlarca öğrencileriyle önemli katkılarda bulunmuştur. İslam düşüncesi konusunda defterler dolusu notlar almasına ve pek çok telif yapmayı planlamasına rağmen çalışmalarının ürününü toplayamadan ani bir kalp krizi ile vefat etmiştir. İslam düşüncesinin yenilenmesi konusunda akla ve bilime olan vurgusu dikkat çekicidir. Mezheplerin din olmadığı dinin beşeri yorumları olduğu konusundaki görüşleri ve mezhepler tarihinde geliştirdiği “tarihsel-sosyolojik yaklaşım”ı kendinden sonraki mezhepler tarihçilerine ilham kaynağı olmuştur. Peygamberlik kurumunun insanlar için bir ihtiyaç olduğu; peygamberlerin kendi görevleri dışında kalan hususlarda yanılabilecekleri; Hz. Muhammed’in kadı, müftü, komutan ve devlet başkanı sıfatı ile farklı tasarruflarda bulunduğu; ancak siyasi liderliğinin nübüvvet görevinin bir cüzü olmadığı hakkındaki görüşleri günümüzde din-siyaset ilişkisi tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır. İslam’ın insanlık için önerdiği hayat nizamının her dönemin sorunlarına cevap verecek nitelikte olduğunu, ancak bu nizamın hayatın yeni durumlarına göre güncellenmesi gerektiğini savunmuştur. Emlak, kira ve benzeri gelir kaynaklarında nisap miktarına ulaşmadan zekatın ödenebileceği ve nisap miktarının şartlara göre yeniden belirlenebileceği ile ilgili makalesinde, çağdaş İslam düşüncesinin yenilenme fikrini savunanlar için yeni bir çığır açmıştır. O, İslam düşüncesinde fıkıh ve hukuk geleneğinde “batın” ve “zahir” ayrımının ve sufiliğin ilk züht anlayışından uzaklaşıp toplumdan kendilerini tecrid etmelerinin ne gibi olumsuz sonuçlar doğurduğuna dair önemli analizler yapmıştır. Tasavvuf’un tarihsel süreçte geçirdiği evreleri, bunun Müslümanların ahlakî yozlaşması ve fıkhın şeklî bir hüviyete bürünmesi üzerindeki etkilerine dair analizleri günümüzde bile tartışılmayı hak eden analizlerdir. Muhammed et-Tancî’nin bilginin kaynakları ve değeri gibi bazı konulardaki ilk yazılarında Selefî fikirlerin etkisinde kaldığı söylenebilirse de, sonraki yazılarında Türkiye’deki düşünce atmosferinin de etkisiyle, daha özgür düşünebildiği görülmektedir. O, sadece bir akademisyen değil, aynı zamanda bir mütefekkirdir. Muhammed et-Tancî’nin yerli ve yabancı dergilerde yayınlanan makaleleri ve öğrencilerinin arşivlerinden elde edilen ders notları, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler (Ed.: Sönmez Kutlu) adlı bir kitapta toplanarak 2011 yılında araştırmacıların incelenmesine sunulmuştur. Daha sonra Muhammed b. Tavît et-Tancî adıyla uluslararası bir sempozyum düzenlenmiş ve sunulan tebliğler, bendeniz tarafından derlenerek 2015 yılında Diyanet Vakfı yayınları arasında basılmıştır. Onun bu çalışmalarına ait notları ve onların müsveddeleri İSAM arşivine bağışlanmış olup genç araştırmacıların ilgisini beklemektedir. KAYNAKÇA Akbulut, Ahmet, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Kelamî Görüşleri”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 259-279. Aydın, Mehmet Akif, “Muhammed Tavît Tancî (1918-1974)”, İslam Tetkikleri Dergisi, VII/1-2 (1978), 325-327. Edebiyat Fakültesi Basımevi (ayrı basım) Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999, Çağatay, Neşet, “ Arkadaşım Muhammed Tancî”, AÜİFD., XX(1975), ss. XXXIII-XXXVI. Çelebi, İlyas, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Klasik Dönem Tasavvuf Hareketine Yaklaşımı”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 337-350 Dağcı, Şamil, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Fıkıh Dünyası”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 314-321. Fığlalı, Ethem Ruhi, “Takdim”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler (ed. Sönmez Kutlu), adlı eser içerisinde, Ankara 2011, ss. 13-24. Fığlalı, Ethem Ruhi, 60 Yılın Tanıkları Duayenlerimiz, III. Oturum, 25 Aralık 2009. Fığlalı, Ethem Ruhi, Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı yay. İzmir, 2008, İbn Haldûn, Şifâu’s-Sâil li Tehzîbi’l- Mesâil, thk. Muhammed b. Tavît et- Tancî, A. Ü: İlâhiyat Fakültesi Yayını, Ankara 1958. Kefeli Tanci, Ayşe Emel, “Muhammed v. Tavît et-Tancî’nin Hayatı ve Eserleri (1918-1974)”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 81-90. Koçak, Ebru, Muhammed Tavid Tanci ve Mezhepler Tarihçiliği , Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı İslâm Mezhepleri Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2013. Kutlu, Sönmez, Mezhepler Tarihine Giriş, Ensar Neşriyat, 6. Baskı, İstanbul 2011 Kutlu, Sönmez, “İmam Mâturîdî’ye Göre Diyanet-Siyaset Ayrımı ve Çağdaş Tartışmalarla Mukayesesi”, İslâmiyât Dergisi, VIII/2 (2005), ss. 55-69. Kutlu, Sönmez, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Din-Siyaset İlişkisine Yaklaşımı”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 405-422. Onat, Hasan, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Mezhepler Tarihçiliği”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 281-313. Özdemir, Mehmet, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 423-441. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslâm Mezhepleri Tarihi Müfredatı”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yayınları, Ankara 2011, ss. 485-495. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Kelam İlmi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler isimli kitap içerisinde, Edit. Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 191-290. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslâmiyet”, Çev. İzzet Hasan, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 369-372.) et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay., Ankara 2011, ss. 25-65. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Mezhepler Tarihi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 97-152. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 439-483. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslam’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1994, sayı: 1, ss. 25-68. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslâm Hukuku”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 291-312. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Vahyin Çeşitleri ve Kur’ân-ı Kerîm”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 387-391. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Belâğat-i Kur’aniyye”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 313-334. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Muhammed Resulullah I”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, Ankara 2011, ss. 373-377. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Muhammed Resulullah II”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 379-380. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslam Mezhepleri ve Tarihi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay. Ankara, 2011, ss. 67-96. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Şehristânî’nin Kitâbü’l-Milel ve’n-Nihal’i”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 335-353. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi Notları”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 153-189. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, Türk Yurdu, 2, 1959, ss. 9-10. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 393-396. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, Türk Yurdu, 4, 1959, ss. 11-12. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 397-402. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Zekatın Ödenmesine Dair Bazı Mülahazalar”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss.409-415. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, İslam Tasavvufu Üzerine, Çev.: Bekir Topaloğlu, Damla Yayınevi, İstanbul 2002. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, “Önsöz”, Matlau’l-İ’tikâd, Ankara 1962, ss. VII-VIII. et-Tancî, Muhammed b. Tavît, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, Ankara 2011 Topaloğlu, Bekir, “Tancî, Muhammed”, DİA., Türkiye Diyanet Vakfı yay., İstanbul 2010, 39/563-564. Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu (13-14 Ekim 2011 Ankara) Tebliğleri Kitabı, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 2015. [1] Hayatı, eğitim hayatı, Türkiye’de İlahiyat eğitimine, ilmi ve akademik hayata katkıları ve eserleri konusunda yararlanılan eserler: Neşet Çağatay, “Arkadaşım Muhammed Tancî”, AÜİFD., XX(1975), ss. XXXIII-XXXVI; Mehmet Akif Aydın, “Muhammed Tavît Tancî (1918-1974)”, İslam Tetkikleri Dergisi, VII/1-2 (1978), ss. 325-327. (Edebiyat Fakültesi Basımevi ayrı basım); Bekir Topaloğlu, “ Tancî, Muhammed”, DİA., Türkiye Diyanet Vakfı yay., İstanbul 2010, 39/563-564; Ayşe Emel Kefeli Tanci, “Muhammed v. Tavît et-Tancî’nin Hayatı ve Eserleri (1918-1974)”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 81-90; Ebru Koçak, Muhammed Tavid Tanci ve Mezhepler Tarihçiliği, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı İslâm Mezhepleri Tarihi Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2013, Hayatı: ss. 17-25. Eserleri: ss. 28-36. [2] Ethem Ruhi Fığlalı, “Takdim”, Muhammed b. Tavit et-Tancî’nin İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler (ed. Sönmez Kutlu), adlı eser içerisinde, Ankara 2011, s. 13. (ss. 13-24) [3] Fığlalı, “Takdim”, s. 13. [4] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Tarihi Müfredatı”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yayınları, Ankara 2011, s. 487. (ss. 485-495) [5] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Kelam İlmi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler isimli kitap içerisinde, Edit. Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s.192-195. (ss. 191-290) [6] Dindara ait ruhî bir hal olması bakımından dinin tarifi: ”Duyuların ötesinde, ulvî, tabiat ve insanın iradesinde müstakil irade ve tasarruf sahibi bir zatın varlığına itikad etmektedir. Öyle ki bu itikad; sahibinin arzu veya korku içinde, Âli zata münacatta bulunmaya sevk eder.” (et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s.199; “İslâmiyet”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 369, (ss. 369-372) [7] İnananın ruhi bir hali değil de onun dışında (hâricî) bir hakikat olması yönünden dinin tarifi: “Zât-ı ilâhiyenin sıfatlarını tayin ve tahdid eden itikada ait nazarî kaidelerle, bu zata ibadet etmenin ve yaklaşmanın yolunu gösteren amelî kaidelerin mecmuudur.” (et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 199; “İslâmiyet”, s. 369.) [8] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay., Ankara 2011, s.29. (ss. 25-65) [9] 3. Al-i İmran, 19. [10] 9. Tevbe, 38; 4. Nisa, 104, 169; 47. Muhammed, 32; 2. Bakara, 26, 42, 71, 91, 109. [11] 13. Ra’d, 17; 42. Şura, 24; 17. İsra, 81. [12] 88. Gaşiye, 38; 51.Zariyat, 28; 10. Yunus, 53, 55; 78.Nebe, 99. [13] 23. Mü’minûn, 63; 39. Zümer, 69-75; 21. Enbiya, 112; 38. Sad, 22. [14] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 204-205. [15] 2. Bakara, 256. [16] Ethem Ruhi Fığlalı, 60 Yılın Tanıkları Duayenlerimiz, III. Oturum, 25 Aralık 2009 . Ankara [17] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 238. [18] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 117. (ss. 97-152) [19] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 238. s. 239. [20] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 238. s. 240. [21] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 29-30. [22] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 29. [23] et-Tancî, “Mezhepleri Tarihi”, s. 98. [24] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 30. [25] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 30. [26] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 442. (ss. 439-483) [27] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 37-46. [28] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 38. [29] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 35. [30] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 35. [31] 16. Nahl, 90; 4. Nisâ, 58. [32] 2. Bakara, 185. [33] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 41. [34] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 43. [35] 5. Mâide, 36. [36] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 43. [37] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 29-30. [38] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 206 [39] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 449 [40] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 451 [41] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 28 [42] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 28. [43] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 449 [44] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslâm Hukuku”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 297 (ss. 291-312) [45] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 27. [46] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 229 [47] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 296 [48] t-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 98; “İslâm Kelâmı”, 230 [49] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 98. Din hakkındaki görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz.: Koçak, Muhammed Tavid Tanci ve Mezhepler Tarihçiliği, ss. 40-68. [50] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 287. [51] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Vahyin Çeşitleri ve Kur’ân-ı Kerîm”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s.387. (ss. 387-391) [52] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 289-290. [53] et-Tancî, “Vahyin Çeşitleri ve Kur’ân-ı Kerîm”, s. 387. [54] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 446. [55] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 99. [56] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Belâğat-i Kur’aniyye”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 326, (ss. 313-334). Ayrıca bkz.: et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 284-285. [57] et-Tancî, “Belâğat-i Kur’aniyye”, s. 326, s. 327. [58] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s.114. [59] et-Tancî’nin peygamberlik hakkındaki görüşleri, Ahmet Akbulut tarafından bir tebliğde analiz edilmiş ve eleştirilmiştir. Bkz.: “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Kelamî Görüşleri”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 259-279. [60] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Muhammed Resulullah I”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, Ankara 2011, s. 373-4. (ss. 373-377); et-Tancî’nin Hz. Peygamber algısı ile ilgili geniş bilgi için bkz.: Mehmet Özdemir, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, s. 380, (ss. 423-441) [61] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 210. [62] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 272-274; Özdemir, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, s. 384, [63] Özdemir, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, s. 387-389. [64] Bkz.: Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Muhammed Resulullah II”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 380 (ss. 379-380); Özdemir, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, s. 390. [65] Bkz.: et-Tancî, “Muhammed Resulullah II”, s. 380; Özdemir, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, s. 391. [66] 53. Necm, 3-4. [67] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 250-51. [68] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 269-273; Özdemir, “Muhammed b. Tavît et-Tancî Zaviyesinden Hz. Peygamber”, s. 392-393. [69] et-Tancî, “İslâm Kelâmı”, s. 255 [70] et-Tancî, “İslâmiyet”, s. 369; “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 457. [71] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 457. [72] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 100 ; “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 458. [73] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 100. [74] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 46; “İslamiyet”, s. 370. [75] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 53; “Vahyin Çeşitleri ve Kur’an-ı Kerim”, s. 391. [76] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 60. [77] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 470. [78] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 35, 49. [79] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 49. [80] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 448. [81] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 272. [82] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 457. [83] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 60-61 [84] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 62. [85] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 64-65. [86] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 61-62. [87] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 63. [88] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 64. [89] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 443. [90] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s.29. [91] et-Tancî, “İslam Mezhepleri ve Tarihi”, s. 73, [92] Ethem Ruhi Fığlalı, Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı yay. İzmir, 2008, s.15. [93] et-Tancî, “İslam Mezhepleri ve Tarihi”, s. 67, 97. [94] et-Tancî, “İslam’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s.28, 443. [95] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 97. [96] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 25, 46. [97] et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 444. [98] “Kur’an’ı okumak ve anlamak insana emrolunmuştur. Okumak ve anlamak düşünmek demektir. … Herkes kendi aklına, zekâsına, anlayış ve kültürüne göre okuyup anlayacağı için o kadar çok ve çeşitli görüşler ve anlayışlar doğmaktadır. Görülüyor ki; Kur’an-ı Kerim bize düşünmeyi emretmiştir, biz de düşünmüşüz ve neticede ihtilaf etmişizdir. Demek ki; Kur’an-ı Kerim’in düşünmek ve anlamak emri var oldukça ve her birimiz bulundukça bu ihtilaf mevcut olacaktır.” (et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s.43, 45.) [99] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi”, s. 80. [100] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi”, s. 85. et-Tancî’nin mezhep anlayışı ve mezheplerin doğuşu hakkındaki görüşlerinin geniş bir analizi için bkz.: Hasan Onat, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Mezhepler Tarihçiliği”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 281-313. [101] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 98. [102] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 100. [103] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “İslâm’da Hilafet ve Mezheplerin Doğuşu”, s. 449-451. [104] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 102. Selefiyye ve Halefiyye ile ilgili ayrıca şu bilgilere yer verir: “Selefiyye (Müfavvıza) ashab ve tabilerin çoğunluğudur. Halefiyye (Müevvile) ise tabiilerden sonra çoğunluğu teşkil etmişlerdir. Demek ki, Halefiyye daha önce de mevcuttu, fakat azınlıktaydı. Esas teşekkülü ve kuvvet bulması tabiilerden sonradır. Halefiyye müteşabihleri anlayabilmek için, ayette de zikredildiği gibi muhkemleri esas tutmuşlardır. Müteşabihleri tevil ve izah etmeyi kabul eden mezhepler, müteşabihleri tayin etmek mevzuunda kendi aralarında ihtilaf etmişler ve çeşitli fırkalara ayrılmışlardır.” (et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 103.) [105] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 109-110. [106] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Tarihi Müfredatı”, s. 486. [107] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Şehristânî’nin Kitâbü’l-Milel ve’n-Nihal’i”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 335. (ss. 335-353) [108] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslam Mezhepleri ve Tarihi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 68. (ss. 67-95) [109] et-Tancî, “Kelam İlmi”, s. 242. [110] et-Tancî, “Kelam İlmi”, s. 243. [111] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi”, s. 84. [112] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi”, s. 80-81. [113] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi”, s. 82-83. İslam Mezhepleri ve doğuş sebepleri hakkında geniş bilgi için bkz.: Koçak, Muhammed Tavid Tanci ve Mezhepler Tarihçiliği, ss. 40-68, 68-100. [114] et-Tancî, “Şehristânî’nin Kitâbü’l-Milel ve’n-Nihal’i”, s. 335. [115] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999, s. 827. [116] Bkz.: et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 63. [117] Bkz.: Sönmez Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş, Ensar Neşriyat, 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 158-159. [118] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi”, s. 74. [119] Mezheplerin tetkikinde “hadise merkezli” diyebileceğimiz bir yaklaşımı esas alan et-Tancî, daha sonra “hadiseden doğan fikri problem ve problemler” üzerinde durmak gerektiğini düşünür. Bu doğrultuda akla “mezheplerin doğuş sebepleri” gelmektedir. et-Tancî’nin Müslümanlar arasında baş gösteren ilk ihtilafların, daha önce dikkat çektiğimiz İslam’ın insana tanığı fikir hürriyetinde ve Kur’an’ın bazı özelliklerinden kaynaklandığı hususunu ısrarla öne taşıması, üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. O, hem itikadi, hem de ameli mezheplerin doğuşunda da öncelikle İslam’ın bünyesinden kaynaklanan sebeplerin etkin olduğu kanaatindedir.” (Hasan Onat, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Mezhepler Tarihçiliği”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, s. 283. (ss. 281-313) [120] Onat, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Mezhepler Tarihçiliği”, s. 288. [121] İslam Dini ve Mezhepler Tarihi dersinin tanımı ile ilgili şu ana konulara yer vermiştir: “İslâm Dini’nin dayandığı esaslar. Mezheplerin zuhuru ve yayılışı, bugünkü durumu. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleriyle Ca’ferî (İmamiyye-i İsnâaşeriyye) mezhebinin dayandığı amel ve i’tikad esasları, birleştikleri ve ayrıldıkları başlıca noktalar. Ehl-i Sünnet’le Mutezile’nin dayandıkları ana prensipleri bakımından mukayesesi.” ( Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Tarihi Dersleri Müfredatı”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 485.) (ss. 485-495) [122] et-Tancî, “İslâm Mezhepleri Tarihi Dersleri Müfredatı”, s. 487. [123] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 98-99. [124] et-Tancî, Makaleler, s. 468. [125] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 108. [126] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 109. [127] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 109-110. [128] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 117 vd. [129] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 113. [130] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 118. [131] et-Tancî, “Mezhepler Tarihi”, s. 105. [132] “İmamet meselesi, itikadi bir mesele değil, fer’i bir meseledir. Yani Resulullah’ın vefatından bugüne kadar Müslümanların zihinlerini meşgul eden imamet meselesi, itikadi değil, fer’idir. Ancak Şia gibi fırkalar, bunu itikadi bir mesele olarak mütalaa etmişlerdir. Hilafet meselesinde Ebu Bekir, Hz. Peygamber’den sonra halifedir diyen Sünnî, Ali diyenler ise Şia’dır. Bu tarzda düşünen İslam dairesinden çıkmaz.” ( Muhammed b. Tavît et-Tancî, “İslâm Mezhepleri ve Tarihi Notları”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 156. (ss. 153-189) [133] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 242. [134] Mâturîdî bunlardan biridir. Geniş bilgi için bkz.: Sönmez Kutlu, “İmam Mâturîdî’ye Göre Diyanet-Siyaset Ayrımı ve Çağdaş Tartışmalarla Mukayesesi”, İslâmiyât Dergisi, VIII/2 (2005), ss. 55-69. [135] et-Tancî, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 63. [136] et-Tancî, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 63. [137] Bkz.: et-Tancî, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 64. [138] et-Tancî, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 65. [139] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, Türk Yurdu, 2, 1959, s. 9-10; Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 393-396. [140] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, Türk Yurdu, 4, 1959, ss. 11-12; Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, ss. 397-402. [141] Bkz.: “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Klasik Dönem Tasavvuf Hareketine Yaklaşımı”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 337-350. [142] et-Tancî, “Kelâm İlmi”, s. 201-202. [143] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, s. 394. [144] “Yalnız güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”; “İslâmiyet güzel ahlaktır.”; “şüphesiz ki kişi güzel ahlakiyle geceleri namaz kılan, ve susuzluğa zor dayanan oruçlu mertebesine yükselir.” [145] 16. Nahl, 29, 39. Zümer 60,72, 23. Mü’minûn, 35,75. [146] İbn Haldûn, Şifâu’s-Sâil li Tehzîbi’l- Mesâil, thk. Muhammed b. Tavît et- Tancî, A. Ü: İlâhiyat Fakültesi Yayını, Ankara 1958, s.10; et- Tancî, “Ahlâkın Önemi ve İslâm Dinine Göre Ahlâkın Temelleri I” , Türk Yurdu Dergisi, 2(1959 ), s. 10; et- Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri Is. 394-395; [147] 33. Ahzâb, 72. [148] 1. Fatiha, 3. [149] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, s. 397-398. [150] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, s. 401. [151] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, s. 401-402. [152] 3. Âl-i İmran, 154 [153] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, s. 395. [154] et-Tancî, “İslam Mezhepleri Hakkında Düşünceler”, s. 54. [155] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, s. 395. [156] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, s. 396. [157] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, s. 397. [158] Muhammed b. Tavit et-Tancî, İslam Tasavvufu Üzerine, Çev.: Bekir Topaloğlu, Damla Yayınevi, İstanbul 2002, s. 9. [159] et-Tancî, İslam Tasavvufu Üzerine s. 46. [160] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Önsöz”, Matlau’l-İ’tikâd, Ankara 1962, s. VII-VIII. [161] et-Tancî, İslam Tasavvufu Üzerine, s. 59-60 [162] et-Tancî, İslam Tasavvufu Üzerine, s. 60. [163] et-Tancî, İslam Tasavvufu Üzerine, s. 63 [164] et-Tancî, İslam Tasavvufu Üzerine, s. 74-75. [165] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 292. [166] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 291-292. [167] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 293. [168] Bkz.: et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 297. [169] 7. A’râf, 147. [170] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 295. et-Tancî’nin fıkıh ve hukuk anlayışı hakkındaki görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz.: Şamil Dağcı, “Muhammed b. Tavît et-Tancî’nin Fıkıh Dünyası”, Uluslararası Prof. Muhammed b. Tavît et-Tancî Sempozyumu, 13-14 Ekim 2011, 2015, ss. 314-321. [171] 91. Şems, 7-10. [172] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 294. [173] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 297-298. [174] et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 299. [175] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “İslâm Hukuku”, s. 299-300, 305. [176] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri I”, s. 395-396. [177] et-Tancî, “Ahlakın Önemi ve İslâm Dinine Göre Temelleri II”, s. 397. [178] Muhammed b. Tavît et-Tancî, “Zekatın Ödenmesine Dair Bazı Mülahazalar”, İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, Ed.: Sönmez Kutlu, TDV yay, Ankara 2011, s. 409. (ss.409-415) [179] et-Tancî, “Zekatın Ödenmesine Dair Bazı Mülahazalar”, s. 410. [180] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “Zekatın Ödenmesine Dair Bazı Mülahazalar”, s. 410-411. [181] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “Zekatın Ödenmesine Dair Bazı Mülahazalar”, s. 411. [182] Geniş bilgi için bkz.: et-Tancî, “Zekatın Ödenmesine Dair Bazı Mülahazalar”, s. 414-415. [183] 9. Tevbe 34. |
644 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |