İslam Bilimlerinin Doğuşu ve Gelişimi İSLAM BİLİMLERİNİN TANIM VE TASNİFİ İslam Bilimlerinin Tanımı İslam düşüncesinde, ilim kelimesi, ilk dönemlerde Kur’an ve Sünnette, tekil olarak kullanılmıştır. Bu kullanımlarda, ilim ile sistemli bir bilgi veya bir disiplin değil, daha çok dini hususlara ilişkin münferit bilgi veya tek tek noktaları araştırmaya yönelik bilgi kastedilmiştir. İlmin, özel bir disiplin anlamında kullanımı sonraki tarihlere rastlamaktadır. Somut ve özel bir öğrenim dalı anlamında ya da belli alanlara ait bağımsız disiplinler anlamında çoğul olarak ilimler (ulûm) kavramının ne zaman, hangi Müslüman bilim adamı tarafından ve hangi ilimler için kullanıldığı henüz açıklığa kavuşturulamamıştır. Çok erken dönemlerde din hakkında ortaya konulan zengin bilginin belli bir bölümünü bilgi olarak algılayan ve daha çok hukuk veya kelamın münferit noktalarıyla ilgili bir ilim algılamasının oluşmaya başladığı söylenebilir. Bu konularda düzenli bilgi üretilmesiyle birlikte bir bilim dalı ya da eğitim disiplini anlamında ‘ilim’ kullanılmaya başlanmıştır. Başlangıçta ilimle ilgili tartışmalar, hadis koleksiyonlarında daha çok hadis tahsilinde takip edilecek uygun usûl ve eğitim yöntemini belirlemek ve bilgi dinin temel bir parçası olarak görüldüğünden, bilgi ile dine inanma arasındaki temel ilişki çerçevesinde sürdürülmüştür. Eğitime ilişkin bilimsel bir usul geliştirme teşebbüsü, genelde ilk üç nesil alimlerinin dinî anlama, yorumlama ve yaşamaya dair görüşlerinin korunmasına dönüşmüştür. Böylece İslam toplumuna sızan yabancı fikir ve bozuk inançların önüne geçilebileceği düşünülmekteydi. Rosenthal, İslam’da bilim üzerine yaptığı çalışmasında, bu sürecin başlangıcını şu şekilde tespit etmektedir: “7. yüzyılın ortaları, hatta daha erken bir tarih bile şüphesiz olabilir. Ancak sağlam bir yapıya kavuşturulması 8. yüzyılın ilk yarısını bulmuş gibi görünüyor. Öte yandan, bu süreç, ilmî faaliyetlerin yöntem ve usullerine ilişkin gizli ve açık belli sayıdaki görüş ve düşüncenin üretilmesini gerektiren münferit disiplinlerin gelişimini, bilginin çoğul halinin bilinip yaygınlaşması ile kamçılanmış ve sırasında bu gelişmeden kendisi de yararlanmıştır.” (Rosenthal, 2003, 62-63, 115-16) İlim, genel anlamda, kendine özgü hedefleri, temel önermeleri, araştırma alan ve yöntemleri olan ve bir disiplini oluşturan düzenli bilgi şeklinde tanımlanır. İlk dönemlerde Müslümanlar tarafından başlangıçta parça parça ve belli konularda düzensiz bir şekilde ortaya konulan bilgilerin veya ilmi faaliyetlerin, daha sonra kendine özgü hedefler ve temel önermeler oluşturarak ve belli yöntemler kullanarak düzenli bilgiye veya bağımsız ilmi disiplinlere dönüşmesiyle İslam bilimlerinin kurumsallaşmaya başladığı görülmektedir. Başka bir deyişle İslam bilimi veya bilimlerinin doğası ve tarzı, bu aşamadan itibaren kendi öz kimliğine ve farklı karakterine kavuşmaktadır. Dolayısıyla İslam bilimleri temelinde, amacında, yaklaşımında, alanında ve tutumunda kendine özgüdür. Aslında Müslümanların, sadece İslam’ı anlamaya, yorumlamaya, savunmaya ve yaşamaya yönelik ilmi faaliyetlerde bulunmadıkları, buna ilaveten insan kapasitesinin kavrayabildiği bütün bilgi alanlarına yöneldikleri ve her alanda ilmi faaliyette bulundukları bir gerçektir. Genel anlamda belli metodlar kullanarak elde edilen savunulabilir sistemli bilgi için, kim tarafından üretilirse üretilsin, her hangi bir nitelemede bulunmaksızın ilim veya bugünkü tanımlamayla bilim kavramı kullanılabilir. Bu anlamda bilim, evrensel olup hiçbir dinin, milletin veya şahsın tekelinde değildir. Müslümanların anlamlı varoluşlarının gereği olarak, konusu, amacı ve yöntemi doğrudan İslam’ı anlamaya ve yaşamaya yönelik bizzat Müslümanlar tarafından gerçekleştirilen ilmi faaliyetlerin veya ilmi disiplinlerin tamamını İslam Bilimleri olarak tanımlayabiliriz. Bu bilimlerin konusunun doğrudan İslam olması nedeniyle, niteleyici anlamında ‘İslamî İlimler kavramı da kullanılabilir. Ancak İslamî nitelemesi, bilmek istediğimiz şeyin din olarak İslam’a mahsus olmasından ve ilmî faaliyetin İslam’a uygun olmasından dolayıdır, yoksa bilginin İslam açısından doğruluğunu (meşruiyetini) ve değerini ifade eden veya İslam’la aynileştirici bir niteleme değildir. Bu anlamda İslam Bilimleri yerine İslamî Bilimler tabiri kullanılabilir. Bilginin temel kaynaklardan birisi olarak dini metinleri (nass) kullanması, bunların sübut, delalet ve yorumlarını konu edinmesi ve bunlardan hareketle Müslümanların sorunlarına çözümler bulması dolayısıyla, İslam Bilimleri yerine tıpkı İslamî Bilimler gibi dinî veya şer’î bilimler de kullanılabilir. İslamî nitelemesi gibi, dinî ve şer’î nitelemesi de, bilginin doğruluğu ve değerini ifade etmez. Çünkü her iki durumda da, özne insandır. Müslüman öznenin ortaya koyduğu dini bilgiler, mutlak olmayıp özneldir ve dinin kendisiyle özdeşleştirilemez. Dolayısıyla İslamî, dinî veya şer’i nitelemesi, İslamla veya dinle ilgili olduğu anlamında bir nitelemedir. Şer’î ilimlerle, “matematik gibi akıl ile, tababet gibi tecrübe ile, dil gibi işitmekle bilinmeyip ancak Peygamber’den öğrenilen ilimler kastedilmektedir.” (Gazalî, 1975, 1, 48) Daha sonra Şerî ilimlerin kapsamı, Hz. Peygamber’den öğrenilenlerle sınırlandırılmayıp, kelam, mantık ve fıkıh usulünü de bu ilimler kategorisine dahil edebimek için Hz. Peygamber’den öğrenilen veya ondan öğrenilene dayalı olarak elde edilen ilimleri kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu çerçevede Temel İslam Bilimleri olarak görülebilecek disiplinler, kelam, fıkıh ve fıkıh usulü, tefsir ve hadistir. Bu bilimler, din olarak doğrudan İslam’a ait inanç, ibadet, ahlak ve haram-helal konularını incelemektedir. Hz. Peygamber’in hayatı(siyer), daha sonraki İslam tarihi, tarih boyunca ortaya çıkan düşünce ekollerini inceleyen Mezhepler Tarihi, İslam alimlerinin hayatlarını ele alan rical tarihi ve dini metinlerin anlaşılmasında kullanılan Arap Dili ve Belagatı ve diğer bazı bilimler yardımcı İslam Bilimleri veya dolaylı dini bilimlerdir. Bazı İslam bilginleri, klasik İslam bilimlerini, bir kısmının nakil yoluyla ve nesilden nesile aktarılarak gelmesinden hareketle naklî bilimler olarak da isimlendirmektedirler. Ancak naklî nitelemesi, aklînin karşıtı olarak kullanılmamaktadır. Çünkü nakli olarak gelen ilmi faaliyetlerin konuları arasında, akıl yoluyla tespit edilen ve aklı ilgilendiren pek çok husus bulunmaktadır. Dolayısıyla naklî nitelemesini bilginin kaynaklarından birisinin her hangi bir ayet veya hadise dayanması ve öğrenme yolunun nakil yoluyla olması şeklinde anlaşılmalıdır. İbn Haldun, nakli ilimlerle neyin kastedildiğini, Mukaddime adlı eserinde şu şekilde açıklamaktadır: “Bu ilimlerin her biri Peygamberden nakil ve rivayet edilen haberlere dayanır, bu ilimlerin esas ve usulleri öğrenilirken akla dayanılmaz, ancak meselelerini dal ve budaklarını asıllara bağlamak hususunda aklın yardımına başvurulur. Çünkü Peygamberler, dini hükümleri müminlerine bildirdikten sonra arkası arkasına pek çok hadiseler cereyan etti, genel olan asıl ve nakiller, konuluş amaçları itibariyle, bu hadiselere şamil değildir. Asıl ve metnin açık ibaresi her hadiseyi içine almaz. Bundan dolayı, ardı sıra cereyan eden hadiselerle ilgili olan hükümler için, Hz. Peygamberden nakil ve rivayet edilen haberlere (ayet ve hadis) başvurulur. Bu hadiseler, ayet ve hadislerdeki hüküm ve kaidelerle mukayese edilerek kıyas yoluyla halledilir. Bu naklî olan ilimlerin her birinin temeli ve dayanağı Kur’an ayetlerinden ve Tanrı Elçisi’in hadis ve Sünnetlerinden ibaret olan Şer’i delillerdir. .. Tanrının kitabını ve Elçisinin hadislerini anlatmak ve açıklamak üzere oluşturulmuş ilimler dahi şerî ilimlerden sayılır. ( İbn Haldun, 1986, 2, 455-56) İslam Bilimleri, İslâmın tabiatından çıkan, Kur’an ve Sünnet’ten kaynaklanan ilimlerdir. Bunlara nakli ilimler denilmesinin sebeplerinden biri, bu ilimlerle uğraşanların sadece nakil ve rivayette bulunmalarıdır. Örneğin genelde tefsirciler ve hadisciler, bilgiyi Resulullah’a kadar varan bir silsile içerisinde nesilden nesile aktarmakla ilgilenirler. Ancak, söz konusu asırda bu ilimlerin hepsine, ayet ve hadise dayalı naklî ilim denilmesi, pek yerinde bir isimlendirme olarak kabul edilemez. Çünkü bu asrın alimleri, görüşlerini ispatta akıl ve mantığa dayanmayı da caiz görüyorlardı. Hadisci akla ve mantığa aykırı olduğu için bir hadisin uydurma olduğunu söyleyebiliyordu. Müfti hakkında kesin delil bulunmayan fıkhî bir meselede, önceki müctehidlerin görüşüne uymasa bile kendi görüş ve ictihadına göre fetva veriyordu. Zaman zaman alimler, zahirde çelişik gibi görünen delillerin gelişinde özel bir halin gözetilmiş olmasına dayanarak onları tevil ediyorlardı. Onun için bu ilimlere, naklî ilimler yerine İslam Bilimleri demek daha uygun olacaktır. Kelam ilminin bu ilimler içerisinde sayılması ve kelamcıların ilmi hareket içerisinde en çok akıl unsurunu kullanmaları bunu desteklemektedir. (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, trz., 3, 379) Bu bağlamda, müslüman bilginler, Kur’an-ı Kerim’le ilgili ilimlerle diğer milletlerden alınan ilimleri birbirinden ayırarak birincisine naklî, dinî veya şerî ilimler, ikincilere ise, aklî veya hikemi/felsefî ilimler adını vermişlerdir. Bu sonunculara bazen yabancıların ilimleri yahut eski ilimler de denir. İslam Bilimlerinin Tasnifi İnsanlık tarihinde büyük filozof ve düşünür olarak kabul edilen her bilgin, ilim ve ilimlerin tasnifi üzerine eserler yazmıştır. Müslüman bilginler de, bu konuda pek çok eser yazarak onlarca tasnif geliştirmişlerdir. Her bir bilgin, içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal yapıya ve ihtiyaçlara göre ve döneminin ilim anlayışına göre, kendi dönemindeki ilimleri tasnif etmeye çalışmıştır. İslam düşüncesinde bu konudaki tasnifler incelendiğinde onlarca tasnif yapıldığı ve bu amaçla pek çok eser kaleme alındığı görülmektedir. Bu tasnifler genel olarak incelendiğinde ikili bir tasnif sistemi, bazen de üçlü bir tasnif sistemi kullanmıştır. Bu konuyu ele almadan önce İslam düşüncesinde kitap tasnif geleneğinin oluşmasını ele almakta fayda var. İslam düşüncesinde, bilimlerin kurumsallaşmasını ve gelenek oluşturmasını sağlayan belli konu ve bilimlere ait eser yazma geleneği üç aşamada gelişmiştir. I. Devre: En kolay ve en basit devredir. Bu, bir görüşün, bir hadisin veya önemli bir sözün müstakil bir sahifede kaydedilmesinden ibarettir. II. Devre: Her hangi bir konudaki benzer görüşlerin veya Hz. Peygamber’in hadislerinin bir kitapta toplandığı, tedvin edildiği devredir. Bu arada, bir kitapta toplanan fıkha ve tefsire dair haberlere de rastlanır. III. Devre: Tasnifle zirveye ulaşılan devredir. Çünkü bu dönemde, görüşler ve yazılanlar sıralanmış, düzenlenmiş, belli konular ve özellikler çerçevesinde dizilmişlerdir. Müslümanlar bu üçüncü devreye Abbasilerin I. Asrında ulaştılar. Daha önceleri alimler ya hafızalarından konuşuyorlar veya münferit bir konudaki bilgileri bir risalede topluyorlar ya da ilmi, düzensiz sahifelerden naklediyorlardı. Bu durum, Hicri 143/760-61 yılına kadar devam etti. Müslüman bilginlerin hadis, fıkıh, tefsir, Arapça, Tarih ve Megazi kitaplarını tasnife başlamaları bu zamana rastlar. Bu devirlerdeki en tanınmış musannifler; Muvatta’ı telif eden İmam Malik, Siyer yazarı İbn İshak, Fıkıh ve re’yi tasnif eden İmam-ı A’zam Ebû Hanife’dir. Alimleri bu konuda yönlendiren kişi Ebu Ca’fer el-Mansur olmuştur. Mansur ilim ve edebiyata büyük önem veren birisiydi. Bu dönemde ilk kitap tasnif eden kimseler arasında İmam Abdilmelik b. Abdilaziz b. Cureyc el-Basrî ( 155), Ebû’n-Nasr Saîd b. Ebî Arûbe (155), Rabi’ b. Mes’ud b. Sabîh ( 160), Ma’mer b. Raşid (179), Sufyanu’s-Sevrî ( 161), Malik b. Enes ( 179) ve Abdullah b. Mübarek (181) bulunmaktadır. (Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, trz., 3, 377) İslam düşüncesinde bilimlerin tasnif edilmeye başlandığı III.asrın sonları IV.asrın başlarına kadar pek çok siyasi ve itikadi mezhep oluşmuş ve farklı görüşleri destekleyen çok sayıda kelamî eser kaleme alınmıştı. İlimlerin tasnifinden önceki dönemde yazılan eserlerin büyük bir kısmı hadis, fıkıh ve kelamla ilgiliydi. İlim kavramının sıklıkla kullanıldığı ve merkezi bir yer işgal ettiği eserlerin başında hadis literatürü gelmektedir. Esasen ilk dönemde ilmin kapsamına Kur’an ve hadis hakkındaki bilgilerle fıkıhla ilgili dini bilginin girdiği anlaşılmaktadır. Fakat sonraları, Hadis taraftarlarınca, ilim kavramıyla daha çok hadis kastedilmeye başlandı. Fıkıh, kelam ve tefsir terimleri, daha sonraki dönemlerde, bağımsız bir bilim dalı anlamında teknik anlamlarını kazandılar. Aristo’nun eserlerinin Arapça’ya çevrilmesiyle birlikte, İslam dünyasında sistemli dini bilginin dışında Müslümanlara ait olmayan bilimlerin varlığı anlaşıldı ve felsefe ve diğer yabancı bilimler de ilimler sınıfına dahil edildi. Bu sayede, önceleri İslam dini hakkında bilgiler anlamında kullanılan ulûm terimi, bilimler, ilmi disiplinler manasına gelmeye başlamıştır. Kindi, beşerin entelektüel kapasitesiyle ortaya koyduğu ilimler için insan bilimleri (el-ulûmü’l-İnsaniyye) adını vermiş ve bu adla bir eser yazmıştır. (Kutluer, 2002, 22, 112) Kindi, Cabir b. Hayyan ve Farabiye kadar, bize ulaşan eserleri esas alacak olursak, bütün bilgi türlerini ve alanlarını içeren bir bilgi tasnifine veya bilimler tasnifine yer verilmediği gibi bu konuda müstakil eserlerin de yazılmadığını görmekteyiz. Felsefenin İslam dünyasına girmesiyle birlikte, bu üç bilginin çabaları sonucu, yazdıkları eserlerde bilimlerin tasnif edildiği ve bu tasnif şemasında İslam Bilimlerine bağımsız bilimler olarak yer verilmeye başlandığına şahit olmaktayız. Bu konuda eser yazan müellifler ve meşhur eserleri şunlardır: Câbir b. Hayân (VIII. Asrın sonu IX. Asrın başları), Risâle fî’l-hudûd; Kindî (870), Kitâb fî mâhiyeti’l-ilm ve aksâmihi, Kitâbu aksâmi’l-ilmi’l-İnsî; Farabî (950), İhsâu’l-ulûm; Âmirî ( 992), el-İ’lâm bi menâkıbı’l-islâm; el-Harezmî (997), Mefâtihu’l-ulûm; İbn Ferigun, Cevâmiu’l-ulûm; İbn Sinâ (1037), Aksâmu’l-Ulûmi’l-Akliyye; el-Âmiri, el-İ’lâm bi menâkıbı’l-İslam; İbn Nedîm (1046), el-Fihrist;Ebû Hayân et-Tevhîdî, Risâle fi’l-ulûm; İhvânu Safâ Risaleleri (X.Yüzyıl); İbn Hazm ( 1064), Merâtibu’l-ulûm; el-Beyzâvî, Risâle fî mevzûati’l-ulûm ve tarîfiha; İbn Hind, Tezkire bi cumali’l-felsefe; Gazzalî (1111), İhya; el-Abyûrî, Tabakâtu’l-Ulûm; İbn Haldûn ( 1406), Mukaddime; Taşköprüzade ( 1560), Miftâhu’s-saade; Hacı Halife ( 1656), Keşfu’z-Zunûn; et-Tehanevî ( 1745), Keşşâfu istilâhâti’l-fünûn; Kutbuddîn Şirâzî (1311), Durrat al-Tâj li ghurrat al-Dîbâj fi’l-Hikma ( Pearls dwof the Crown, the Best Introduction to Wisdom); Molla Lütfi, Risâle fî ulûmi‘ş-şer’iyye ve’l-arabiyye; Nevî, Netâyicü’l-fünûn; Saçaklızade, Tertibü’l-ulûm. Bilimler tasnifiyle ilgili eserler incelendiğinde bilimler genelde, öznesi, amacı, kaynağı, kökenleri, dili, bilgi alanları, kullandığı yöntemler, işlevleri veya özelliklerine göre ikili bir tasnifle, nadiren de üçlü, dörtlü veya yedili tasnifle ele alınmaktadır. İlimler tasnif edilirken kimi zaman konu, gaye ve yönteme göre birbiri arasındaki ilgiyi göstermek, kimi zaman da ilimleri öğrenmede mantıklı bir yöntem izlenmesi için kolaylık sağlayacak sıralama tercih edilmiştir. ( Vural, 2004, 185) Bu tasnif şemasında İslam bilimleri, bağımsız bilimler olarak veya diğer bilimlerin altında çeşitli adlarla yer almaktadır. Bu ikili tasnifler, Yüce İlimler-Yardımcı/Aşağı İlimler; Pratik İlimler-Nazari İlimler; Akli İlimler-Dinî İlimler; Dünyevî İlimler-Dinî İlimler; Aklî İlimler-Şerî İlimleri; Şer’î İlimler- Şer’î olmayan ilimler; Arabî İlimler-Acemî İlimler; Dinî İlimler-Felsefî İlimler; Millî ( şerî-dinî)- hikemî ( Felsefî) ilimler; İlâhî İlimler-İnsanî İlimler şeklinde; üçlü tasnifler ise, duyma ile tahsil edilen ilimler, Nazari/Akli İlimler ve Şer’i ve Fıkhî Bilimler ya da Sırf Aklî ilimler, Sırf Naklî İlimler ve Fıkıh ve Fıkıh Usûlü gibi hem Aklî hem Naklî İlimler (aklın ve şerin/reyin ve şerin birleştiği ilimler) şeklinde yapılmaktadır. Burada zikredilenler, konuyla ilgili yapılan bazı ikili ve üçlü tasniflerdir. Bu tasnifleri artırmak mümkündür. Bütün bu tasnif şemaları incelendiğinde İslam bilimlerinin bu şemadaki yeri ile ilgili şöyle bir genel sonuç çıkarılabilir: İslam bilimlerinin ikili tasnifte hangi isimle yer alacağı ve hangi alt bilimleri kapsadığı konusunda ortak bir kanaat olmayıp dönemden döneme ve yazardan yazara farklılık arzetmektedir. Bazılarında İslam Bilimlerine meşruluk kazandırılmak için Akli veya Medeni bilimler altında zikredilirken bazısında, Felsefî bilimlere meşruluk kazandırmak için felsefe, mantık ve diğer bazı yabancı bilimler dini bilimler altında zikredilebilmektedir. Bir kısmında kelam, dinî ilimler dışında bırakılmaktadır. Tasavvuf’un İslam bilimleri arasında zikredilmesi konusunda görüş birliği yoktur. Tasnifler, yazarın meslekî veya mezhebî eğilimi ile içinde yaşadığı dini-siyasi atmosfere göre şekillenmiştir. Bununla birlikte tasnifler, bütün bilgileri, İslam’ın dünya görüşü çerçevesinde organik bir bütünlük içerisinde toplamaya yönelik birer teşebbüs olarak görülebilir. ( Bakar, 1992, 22) İslam Bilimlerinden söz edilirken, Din Bilimleri (el-Ulûmu’d-dîniyye), Naklî bilimler (Ulûmu’n-Nakliyye), Arap Bilimleri (el-Ulûmu’l-Arabiyye) veya Şer’î Bilimler (el-Ulûmü’ş-Şer’iyye) ve benzeri terimler kullanılır. Bu ilimlere gelenekçi çizgiyi takip eden kurumsallaşmış eğitimin içinde yer verilmiştir. Bu anlayış, Müslümanlar tarafından kabul edilmiş ve servet sahibi Müslümanlarca maddi olarak desteklenmiştir. İslamî İlimler ile yardımcı bilimler, mescidler/camilerin yanı sıra daha sonra gelişen medrese, ribat, darulhadis ve darulkur’an gibi kurumlarda okutulmuştur. Bunlar, tefsir ilmi ( Kur’an yorumu), kıraat ilmi ( Kur’an’ın farklı okunuşlarıyla ilgili bilim dalı), hadis ilmi/ilimleri, fıkıh usulü ilmi (hukuk teorisi ve metodolojisi bilimi), fıkıh ilmi ( hukuk bilimi) ve usuluddin( dinin temel esasları ve kaynakları) ilmidir. (Makdisî, 2004, 138-9) İlimlerin taksimi veya ulaşılabilir ve öğrenmeye değer görülen bütün bilgi dallarının sistematik olarak tasnifi IV/X. Yüzyılda sık sık rastlanan bir hadise haline gelmişti. Yaklaşık 366/976’da Harizmî tarafından, daha sonra Cabir b. Hayan, Farabî, Gazâlî ve diğer İslam bilginlerince yapılan tasnifler, -her ne kadar Müslümanların ilmi faaliyetlerinin bütün sahalarını yansıtmadığından eksik olsa da- İslam İlimlerinin yalnızca tertibini değil, menşeini de kendine özgü bir berraklıkla göstermekte ve bilimleri seçip düzene sokmanın mantığını telkin etmektedir. Ancak bu tasnifler içerisinde en ayrıntılı ve tutarlısı, -Kelam ilminin alt dallarını tasnif etmemesi açısından eksikse de- Taşköprüzade’nin Şer’î/dinî bilimler tasnifidir.( Taşköprüzade, 1, 20-25) Bunların ayrıntılarına girmek istemiyoruz. Klasik kaynaklarda İslam bilimlerinin nasıl sınıflandırıldığını tek tek ele almak yerine, bu konuda en çok etki bırakan Farabi ve Gazzali’nin İslam Bilimlerini tasnifini ele alacağız. Farabî(950)’nin Bilimler Tasnifi Ve Dinî Bilimleri Farâbî, İslam bilim tarihinde ilimler tasnifi yapan ilk Müslüman filozof ve bilgindir. O, bilim tasniflerinde Aristo’nun bilim anlayışından ve tasnifinden etkilendiğinden dini ve aklî bilimler ayrımı yapmaktan kaçınmıştır. Yetiştiği dönemde kelam ve akılcı düşünce taraftarlarına karşı olumsuz havayı ve baskıyı düşünecek olursak, Farabî’nin bilimler tasnif şeması ve bu şemada İslam bilimlerinin niçin müstakil başlık altında daha geniş yer almadığını daha iyi anlarız. Bazı gelenekçi çevreler, hadis ve fıkhın dışındaki dini bilgiyi, ilimler sınıfından saymamakta, kelam, felsefe ve akıl yürütmelerine dayalı ilimleri ilim olarak görmemektedir. Bu yaşanan duruma bir cevap olarak Farabî, ilimleri bir bütün olarak değerlendirmiş ve aklî yöntemleri kullanan İslam Bilimlerinden Fıkıh ve Kelam dışındaki bilimleri, bağımsız bir bilim olarak görmemiştir. Başka bir ihtimal de, o, sadece okuduğu veya kendi döneminde eğitimde mutlak okutulması gerektiği ilimlere tasnif şemasında yer vermiştir. Farabinin bilimler tasnifini yönlendiren temel ilkeleri şu şekilde tespit etmek mümkündür: Birincisi, tasnifle, farklı bilimlere genel bir kılavuz/rehber hazırlamak. Böylece öğrenciler kendileri için faydalı olan konularda/alanlarda eğitim görmeyi ve araştırmalar yapmayı tercih
edecektir. İkincisi, bu tasnif insanlara bilimler sıralaması hakkında bilgi edinebilmesini sağlamak. Üçüncüsü, çeşitli temel bilimler ve alt grupları meşru görülebilecek uzmanlaşmanın boyut ve sınırlarını belirlemeye yarayan araçları temin etmek. Dördüncüsü, tasnif, bir kimsenin belirli bir bilim dalında uzmanlık iddia edebilmesinden önce öğrenmesi ve araştırması gereken konular hakkında bilgi vermek. Beşincisi, farklı kültürlere ait ilimleri bütünleştirmek. Alt bilim dalları şeklinde bilimlerin ayrıştırılması, bilimlerin bütünlüğünü ve düzenini bozmamak şartıyla uzmanlaşmanın meşru bir çaba olduğunu gösterir. Önemli ve faydalı bilimler, tek ve dar bir disipline feda edilmemelidir. Yapılan tasnifler, bütün bilimleri kapsamak yerine genelde bilinenlerle sınırlandırılmıştır. Farabinin bilimler tasnifinde önem verdiği bilimler, İslam öncesi bilimlerdir. O, müslümanlar için yeni olan bu bilimleri, yani mantık ve felsefi bilimleri daha iyi tanıtmak ve daha fazla bilinmesini sağlamak için tasnifini oluşturmuştur. Farabi, felsefi bilimlerin dini bilimlerle ilişkisi açısından daha önemli bir yere sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Sadece fıkıh ve kelamı kendi bilimler listesine müstakil bir bilim dalı olarak sokmuştur. Farabi’nin tasnifinde ortaya konulmak istenen şey, hangi bilimlerin daha önemli veya daha faydalı, ya da daha doğru ve daha güvenilir ve etkili olduğudur. Sonuçta felsefi bilimlerin, metodolojik açıdan dini bilimlerden üstün olduğunu ortaya koymak istemiştir. Kesin bilgi ifade eden dini bilgiye sadece fıkıh ve kelamı dahil etmiştir. Böylece bu iki ilim, meşru bilim sıfatıyla mantık ve felsefi bilimler arasında zikredilmiştir. (Bakar, 1992, 124-5) Gazâlî’nin İhya Adlı Eserinde Şer’î Bilimler Tasnifi Gazalî de, bilimler ve bunun içerisinde Şerî/Dinî bilimler tasnifinde, tıpkı Farabî gibi, içinde yetiştiği siyasi, toplumsal ve dini ortamdan etkilenmiştir. O onun hayatında yaşadığı değişim ve dönüşümlerin, bu tasniflere yansıdığını görmekteyiz. Ancak o, Farabî gibi, konuyla ilgili müstakil bir eser kaleme almamış olup ilgili görüşlerini değişik eserlerinde yeri geldikçe işlemiştir Bu yüzden Gazâlî’nin eserleri incelendiğinde her bir eserinde farklı bilim sınıflandırması yaptığı görülecektir. Bazı tasniflerinde filozofların tesirinde kalarak İslam bilimlerini nazari ve ameli bilimler şeklinde tasnif etmiştir. Ama onun en kapsamlı ve muhtemelen en son yaptığı bilim tasnifine İhya adlı eserinde raslamaktayız. Burada bilimleri, Şer’î Bilimler ve Şer’î Olmayan Bilimler şeklinde ikiye ayırarak Şer’î Bilimlerin kapsamlı bir tasnifini yapar. Gazalî’ye göre, Şer’î İlimler, matematik gibi akıl ile, tababet gibi tecrübe ile, dil gibi işitmekle bilinmeyip ancak Peygamber’den öğrenilen ilimlerdir. Şer’î Olmayan İlimler ise, “ Diğer vasıtalarla elde edilen ilimlerdir.”. Şer’î İlimleri, kendi arasında Usûl, Furû, Mukaddimat (Başlangıç/Yardımcı ilimler) ve Mütemmimât (Tamamlayıcı bilimler) olmak üzere dört ana bölüme ayırır. Temel İlimleri (usûl), kendi içerisinde Kitap, Sünnet, İcma ve Sahabenin İlmi şeklinde; Ameli/Pratik ilimleri (furû) ise, dünya işlerini tanzim eden Fıkıh ve Ahiret işlerini düzenleyen Ahlak ve Tasavvuf olarak ikiye ayırır. Bunların dışındaki bilimleri Temel İslam bilimlerinden değil başlangıç ve tamamlayıcı bilimler olarak görür. Lüğat ve Nahiv’i başlangıç ilimleri içerisinde; Kur’an ve Hadis/haberle ilgili bilimleri ise, tamamlayıcı bilimler altında zikreder. (Gazalî, 1975, 1, 48) Gazalî’nin Şer’î/Dinî Bilimler tasnifini yönlendiren temel ilkeler şunlardır: 1. Aklî İlimlerden Felsefe ve Kelam’ın şer’i İlimlerden olmadığını ve gereğinden fazlasını öğrenmenin doğru olmadığını ortaya koymak. Çünkü kelam ilminin içine aldığı faydalı deliller Kur’an ve Hadis’te mevcuttur. Bidatçileri ilzam edecek kadar kelam öğrenmek farzı kifaye ilimler arasına girmiştir. Gazalî’nin bu tutumu, İslam dünyasında Felsefe ve Kelama olan ilgilinin azalmasına etkide bulunmuştur. Diğer taraftan Tasavvuf’un İslam bilimleri içerisine sokulmasıyla birlikte, İslam dünyasında kontrolsüz bilgi ve eleştiriye kapalı bilgi ve tecrübelere ilgiyi artırmıştır. 2. Dini yöne ağırlık vermek ve insanın nihai mutluluğu ile olan ilişkisi ve inananların bundan elde edecekleri dini yararı esas almak. 3. Sonuçlarına ve ilmi elde etmede başvurulan kaynak ve delilin gücüne göre ilimleri sıralamak. 4. Hakikati, dinî ve dünyevi olarak ele almak. İlimleri, kültür paradigmasına göre hiyararşik bir sıralamaya tabi tutmak insanlığın evrensel mirası olan Felsefe ve diğer akli bilimlerin dışlanmasıyla sonuçlanmıştır. Gazali’ye göre bu iki alan birbirinin zıddıdır. Birine ağırlık veren diğerinde zayıf kalır. Dünya ve Din İlimlerini bir araya toplamak herkese nasip olmaz. Bu ancak insanların dünyevi ve uhrevi işlerini idrak edecek olan peygamberlere nasip olmuştur. Dini İlimlerin çoğu taklit yoluyla peygamberden alınan ilimlerdir. Bu da Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini öğrenmek ve duyduktan sonra manalarını anlamakla mümkün olur. (Gazali, 1975, 3, 39-40;Vural, 2004, 195-196, 202) Yukarıda ele alınan iki tasnif ve burada yer verilmeyen diğer tasniflerden, özellikle Taşköprü zade’nin Dinî Bilimler tasnif şemasından hareketle Temel İslam Bilimleriyle ilgili şunlar söylenebilir: “Naklî/dinî İlimlerden tefsir, esas itibariyle Kur’an ilimleri denilen çeşitli disiplinlerin birikimi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu ilimler tefsir ilmi için bir bakıma usule ait disiplinlerdir. Tesir ilmi literatürü, kendi içinde rivayet ve dirayet tefsirleri olmak üzere iki kategoride değerlendirilmiştir. Hadis ilmi de rivayetü’l-Hadis ve dirâyetü’l-Hadis (ulûmü’l-Hadis) şeklinde ikiye ayrılır. Ulûmü’l-Hadis tabiri, Kur’an ilimleri gibi Hadis Usulünün temel disiplinlerini oluşturmaktadır. Fıkıh İlmi, şerî-ameli hükümlerin ferî denilen ayrıntılı kısmını incelerken fıkıh usûlü, bu feri hükümlerin kesinlik ifade eden icmalî delillerinden nasıl çıkarılacağını ortaya koyar. Fıkıh usûlü içinde alt disiplinler arasında cedel ve hilaf ilmi ve feraiz gibi disiplinler de vardır. Usûlü’d-Din de denilen Kelâm ilminin bölümleri ise, zaman içinde Felsefeyle imtizacın sonucu olarak Felsefi İlimleri andırır biçimde şekillenmiştir.” ( Kutluer, 2002, 22, 113) İSLAM BİLİMLERİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ İslam Bilimlerinin Doğuşunu Hazırlayan İç Etkenler Kur’an ve Hz. Peygamber’in ilme, bilgiye ve öğrenmeye teşvik eden buyrukları doğrultusunda, İslam düşüncesinin yavaş yavaş gelişerek dinamik ve canlı bir bünyeye kavuşan yapısı, toplumsal, siyasi, ekonomik ve ilmi açıdan içeriden önemli değişim ve dönüşümler yaşamaktaydı. Bu değişim ve dönüşümler, çeşitli fikri, itikadi ve siyasi ekollerin kurumsallaşmasına ve bağımsız bilim dallarının ortaya çıkmasına sebep oldu. İslam bilimlerinin doğuş ve gelişim sürecinde İslam toplumunun iç dinamikleri dış dinamiklerden daha etkili oldu. Hatta bu gelişmeler İslam bilimlerinin yapısını, muhtevasını, metodunu ve bilim dallarını belirlemede birinci derecede rol oynadı. Kur’an’ın İlme Teşviki Kur’an-ı Kerim, inmeye başladığı ilk günden itibaren, insanları ilme, bilmeye, öğrenmeye, varlıklar üzerinde düşünmeye ve düşüncelerini sağlam delillere dayalı olarak ortaya koyup tartışmaya davet etti. Bu tür ayetlerin sayısının 700’den fazla olduğu görülmektedir. Kur’an’a göre, bilgiye veya sağlam bilgiye dayanmayan, her hangi bir aklî veya vahyî temeli bulunmayan söz, fikir ve davranışlar geçersiz ve gerçek dışı kabul edildi. (25.Furkan, 5; 68.Kalem, 15; 83. Mutaffifin, 13) Bu açıdan değerlendirildiğinde, Kur’an’ın, gerçekliği doğru bir bilgi temeline dayandırmaya çalışan bir kitap olduğu rahatlıkla söylenebilir: “Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap gönderdik” (7. A’raf, 52) Kur’an, “Hiç bilenlerle bilmeyenler birbirine eşit olurlar mı?” (39. Zümer, 9) ayetiyle, bilgiyi başta insan olmak üzere bütün varlıklar ve toplumlar arasında en önemli güç ve üstünlük ölçütlerinden biri olarak kabul eder. İnsanın bilme yeteneği ve bu konudaki başarısı, onu melekler de dahil bütün yaratıkların üstüne çıkarmıştır. Hz. Âdem’in meleklere ve diğer varlıklara üstünlüğü, nesnelerin/varlıkların isimlerini saymasından dolayıdır ve tamamen bilgiye dayanmaktadır. Kur’an, pek çok ayette özellikle bilen, düşünen, akleden, ibret alan toplumları, düşünen toplum ve akleden toplum olarak övmektedir. (Örneğin bkz.: 30. Rûm, 21; 2. Bakara, 164) Bu konuyla ilgili ayetlerden sadece üçünü zikretmekle yetineceğiz: “Allah o su ile size; ekin, zeytin, hurma ağaçları, üzümler ve her türlü meyvelerden bitirir. Elbette bunda düşünen bir toplum için bir ibret vardır”. (16. Nahl, 11) “Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler; bir kökten çıkan çok gövdeli ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır ki hepsi aynı su ile sulanır. Ama biz ürünleri konusunda bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah’ın varlığını gösteren) deliller vardır.” (13. Ra’d, 4) “Ayetleri bu şekilde, çeşitli başlıklarla veriyoruz ki, "Sen ders aldın!" desinler, biz de bilen bir toplum için onu iyice açıklayalım.” ( 6. En’âm, 105) Kur’an, bilginin peşinden koşmayı, onu öğrenip öğretmeyi ve biriktirmeyi, zaman ve mekan sınırlaması yapmaksızın bireysel ve toplumsal yükümlülük kılıp, araştırmaya, incelemeye, akletmeye ve düşünmeye ibadet olarak bakar ve ona eşdeğer ahlaki ve dini bir anlamı verir. Bilgi, insan için bir erdem ve kalite işaretidir ve daima değişmeye ve gelişmeye müsait olduğundan dolayı her bilenden daha iyi bir bilen vardır.( 12.Yusuf, 76 ) Bu sebeple toplumun bütün bireylerinin ve katmanlarının bilginin üretilmesinde ve faydalı bir şekilde kullanılmasında etkin bir rol almaları istenmektedir. Kur’an’a göre, beşeri alanda olduğu kadar, metafizik alanda da akıl yürütme, düşünme ve tartışma, delile, burhana ve kesin bilgiye dayandırılmalıdır. Ancak Kur’an nazarında, bilgi, oldukça kapsamlıdır, salt beşeri ya da salt ilahi bilgi yoktur ve son tahlilde bilgi her ikisini de eşit şekilde içerir. İnsanın bilgiye erişiminin önünü açan Kur’an, insanı salt rasyonel ve empirik değer biçmelerin kıskacına hapsetmek yerine, onu da aşan, eşit şekilde metafizik alanı ve vahyi de içeren olabildiğince geniş kapsamlılıkta ortaya koyar.” (Yeşilyurt, 2004, 3) İslam Bilimleriyle uğraşan her Müslüman bilgin, araştırmalarında, mutlaka Kur’an’a dayanmaya çalışmıştır. Böylece Kur’an ve onun getirdiği dünya görüşü, İslam düşüncesinin ve biliminin her cephesini teorik ya da pratik açıdan etkiledi. ( en-Neşşâr, 1999, 1, 30) Kur’an’ın ilme teşvik edici emirlerine uymaya çalışan Müslümanlar kısa sürede dünyanın çeşitli yerlerinde İslam’ı yaymaya ve fethettikleri yerlerdeki insanlığın ortak birikimi olan ilmi mirası alıp değerlendirmeye ve onu geliştirmeye başladı. Ali Sami en-Neşşar, İslam düşüncesinin oluşumunu ele alan eserinde bu hakikati gayet veciz bir şekilde açıklamaktadır. “Kur’an ve Hz.Muhammed’in (s.a.v) ilme teşvik edici buyrukları sayesinde, Müslümanlar, fethettikleri ve galebe çaldıkları tüm bir dünyaya karşı, …. Kur’an’a yönelip onu okumaya ve üzerinde düşünmeye başladılar. Kur’an’ın ayetleri ise, “ çok yönlü anlamlar yüklü”ydü. Herkes “ ona istediği anlamı” veriyordu. İlahi nassın derinliklerine kadar inen bu tefekkür ve tedebbüründen sonra İslam düşünce yapısı şekillenmeye başladı. Bu çerçeve içerisinde insanlar değişik yollar ve metodlar izlemeye koyuldular. Ama her şeye rağmen tüm bu yolların dayandığı asıl kök birdi ve o da Kur’an’dı. İslami hayat, tümüyle Kur’an’ın yorumundan ibaretti. Kur’an’ın ameli (pratik) hayata yönelik kanunlarından fıkıh doğdu. Ona, metafiziği irdeleyen bir kitap olarak bakıldığında kelam ilmi ortaya çıktı. …. Bir lügat, bir dil olarak mütalaa edildiğinde ise dil ilmi diye bir etkinlik alanı ortaya çıkmış oldu. Bu şekilde örnekler artırılabilir. İşte İslami İlimler, Kur’anî çerçevede doğdular, aynı çerçevede olgunlaşıp geliştiler ve kemale erdiler. Karşılaştıkları değişik ümmetlerin sahip oldukları ilim alanlarına karşı eleştirilerini yahut desteklerini yine Kur’an’ın ışığında tespit ettiler. (en-Neşşar, 1999, 1, 319-320) Hz. Muhammed’in Teşvikleri İslam düşüncesinde, Kur’an’ın ilme teşviki ve insanlara ilmi bir zihniyet kazandırma çabaları önemli bir etki bırakmıştır. Hz. Peygamber de buna uygun olarak ilmi, ilim öğretmeyi, ilim öğrenmeyi, bilgi aramak için seyahat etmeyi, ilim adamını, ilim öğrenmek isteyen öğrencileri ve bu yolda çekecekleri sıkıntıları öven, her yaştaki insanı ilme teşvik eden sözler söylemiştir. İlk hadis külliyatının hemen hemen hepsinde İlim Kitabı adıyla bir bölüm konularak, bilginin dini değeri ve incelenmesi yüceltilmiştir. Alimler övülür. Bilginin hukuki, dini anlamı ve önemi gösterilir. Ders verme zorunluluğu, ders verme usulü, yazılı rivayet karşısında hıfzın rolü, bilgi ve amel arasındaki ilişki ve benzeri konular ele alınır. Hz. Peygamber’in hadislerinde ilim, her hangi bir konuya veya disipline hasredilmemiştir. Ancak bilgiyle amel/eylem arasında bir ilişki kurulduğu için, bazı bilginler hadislerde geçen ilmi belli alanlara hasretmek istemişlerdir. Bu yüzden ilk dönemdeki fıkıh ve hadis koleksiyonlarında, genelde ilim/bilgi daha çok hadisler ve hukuk ilkelerinin tesisi anlamlarında ve takva ve dindarlık doğuran dini bilgi için kullanılır. Mesela Buhari, bilgi, yani hadislere dair dini malumat öğretmenlerinin ve öğrencilerinin takip edecekleri usûlü ayrı ayrı tartışır. Daha çok bilgi ve eğitim ihtiyacı üzerinde durulur. (Rosenthal, 2003, 106-7) Bu durum, Müslümanların ilimden sadece bu iki bilgi alanını anladığı anlamına gelmez. Nitekim tarihte, Müslümanların her tür bilgi alanına ve bilim dallarına ilgi duyması ve bu konularda önemli eserler vücuda getirmeleri bunun böyle olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bazı hadis bilginleri, her ne kadar ilim kelimesiyle, hadis öğrenmeyi ve onunla ilgili bilgi alanlarında derinleşmeyi anlamak istemişlerse de, genel kanaat ilmin belli bir alanın bilgisiyle sınırlandırılmayıp her çeşit bilgiye teşvik olduğu şeklindedir. Müslümanları ilme, öğrenmeye, öğretmeye ve ilmi yaymaya teşvik eden pek çok hadis bulunmaktadır. İlk hadis koleksiyonlarının hemen başlarında, müstakil bir bab başlığı altında veya alt başlıklarda bu tür hadisler veya ilmi öven meşhur sözler bir araya toplanmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: “İlim öğrenmek, erkek ve kadın her mü’mine farzdır.” “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız.” “Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmeyerek yapılan çok ibâdetden daha iyidir” “Allahü teâlâ bir kimseye iyilik etmek isterse, onu dinde âlim yapar ve ona doğru yolu ihsân eder.” “Göklerde ve yerde olanlar, âlim için istiğfâr ederler.” “Ey Ali! Ya âlim ol, ya öğrenci ol, yâhut da dinleyici ol. Dördüncü olma, helâk olursun!” “İlmi, Çin’de de olsa, alınız!” Siyasi Etkenler Hz. Muhammed’e inen ilk vahiy, insanlık tarihinde ilk muhatabı olan Arap Toplumundan başlayarak bir dizi önemli siyasi ve toplumsal değişime sebep oldu. O insanların iç ve dış dünyalarını aydınlatmakla kalmadı, insana gerçek onurunu yeniden kazandırmaya çalıştı. Dağınık bir şekilde yaşayan Arap kabilelerini ve kendi içlerinde büyük ihtilaf ve çekişmeler yaşayan Yahudi ve Hristiyanları Tek Tanrı inancı çerçevesinde yeniden birleştirmek istedi. Kur’an’ın getirdiği bu inanç ve Hz. Muhammed’in uygulamaları merkezinde bir inanç topluluğu oluşturmak suretiyle bu dönüşümü büyük ölçüde başardı. İnanç ve ahlaktan başlayarak toplumsal hayatla ilgili bazı düzenlemeler getirdi. Bu dönemde karşılaşılan problemler Hz. Peygamber’in önderliğinde çözülmekteydi. Hz. Muhammed’in ölümüyle böyle bir çözüm yolu kapanmış ve yeni problemlerin çözümü Müslümanların kendi iradelerine bırakılmıştı. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra Müslümanlar, yeni bir takım siyasi sorunlarla karşılaştılar ve iman biriliği üzere kurulu olan toplumsal yapının istikrarı sarsılmaya başladı. Bu sorunların çözümü, ilk iki halife döneminde aşıldıysa da, üçüncü halife Osman döneminde yeni boyutlar kazandı. Onun öldürülmesine kadar söz konusu siyasi ihtilaflar gizli bir şekilde devam etti. Onun ölümüyle birlikte bilindiği gibi, siyasi çekişmeler patlak verdi ve meydana gelen olayların sonuçları ile ilgili tartışmalar yeni siyasi kamplaşmalara sebep oldu. İslam’ın çok farklı medeniyet, kültür, din ve felsefi sistemlere sahip topraklara açılmasıyla birlikte, pek çok farklı görüş ve düşünce Müslüman toplum arasına sızmaya başladı. Böylece meydana gelen toplumsal değişme ve gelişme din alanındaki kurumlaşmanın farklılaşmasını ve siyasi-dini hareketlerin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Hem siyasi ve itikadi mezhepler hem de fıkhi mezhepler bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıktı. Sonuçta her bir fikri ve felsefi ekol, kendi görüşlerini savunan, muhaliflerinin görüşlerini eleştiren kelamî ve siyasi eserler kaleme aldılar ve geniş bir literatür oluşturuldu. İslam bilimleri, bu düşünce ekollerinin etkili olduğu havzalarda ve kültür merkezlerinde gelişti. Bu durum her mezhebin kendine has fıkhı, kelamı, tefsiri ve hadis edebiyatının oluşmasıyla sonuçlandı. İslam Bilimlerinin gelişimine önemli bir dinamizm kazandıran bu düşünce ekolleri, İslam düşüncesindeki ilmi faaliyetlerin ve dini bilimlerin gelişmesinin aydınlatılmasında ihmal edilmemesi gereken bir husustur. Siyasi ihtilaflar neticesinde ortaya çıkan Şia, Mutezile, Ehl-i Sünnet kendine has bir kelam, fıkıh, tefsir ve hadis edebiyatı oluşturmuştur. Şii çerçevede İsna Aşeriye, İsmailiyye, yahut Zeydiyye biçiminde müteaddid yönleriyle ortaya çıkan dini edebiyat esas itibariyle siyasi bir temelden beslenip gelişmiştir. Yunan felsefesi ekolleri ile gnostik felsefe, Şia düşüncesine sızarak “ masum imam” görüşünün ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Şia, önceki ve sonraki tüm felsefi hüccetleri siyasi bir amaç için kullanmıştır. Yine biliyoruz ki Hariciler de siyasi bir etkenden çıkmıştır. Mutezile hem çıkış nedeni hem de gösterdiği gelişme çizgisi itibariyle siyasidir. Ebu Huzeyl el-Allaf döneminde ise, bu fırka siyasi bir niteliğe bürünmüştür. Daha sonraları siyasi iktidarın resmi görüşü halini kazanınca uzun süre egemen olmuştur. Bazıları daha ileri giderek Meşşai Felsefenin İslam dünyasına aktarılmasının bir amacının siyasi bir takım görüşlere destek sağlamak olduğunu söylemişlerdir. Bunu doğrulayan en güzel örnek de Farabî’dir. İslam dünyasında meydana gelen çoğu fikri çatışmalar ve dalgalanmalar sonuç itibariyle kelamı, fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerinin gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. Siyasi kanaatlerini itikadi alana taşıyarak inanç haline getirmek isteyenler bu bilimleri kullanmışlardır. (en-Neşşar, 1999, 1, 312-13) Emeviler döneminde, kabile çekişmelerinin ve rekabetinin tekrar toplumsal ve siyasi alanlarda etkin bir rol oynamaya başlamasıyla, Arap kabilelerinin kendi aralarında ve Araplarla Arap olmayan unsurlar arasında önemli çekişmeler ve tartışmalar meydana geldi. Emevîler döneminde, eski Arap şiir ve edebiyatının canlandırılmasına ve geliştirilmesine büyük önem verildi. Arap şair ve edipleri desteklendi. Böylece Arap şiir geleneği büyük çapta gelişti, Arap kültür ve edebiyatı bir araya getirildi. Goldziher’in de tespit ettiği gibi, “Abbasiler sadece edebiyatın şiir ve nesir türlerine destek vererek değil, aynı zamanda bilimsel literatürü (hikmet) büyük çapta geliştirerek kültür ve edebiyatın ufkunu genişletmişlerdir. Dahası, Abbasî hanedanının dini karakteri, dini literatür ve teolojinin büyük çapta gelişmesine yardımcı olmuştur. Abbasilerle birlikte gelen liderlik ve halk maneviyatındaki bu değişiklik edebiyatta yeni bir dönem başlatmıştır.” (Goldziher, 1993, 50) İktisadi etkenler İslam düşüncesinde ilmi faaliyetlerin ve çeşitli bilim dallarının ortaya çıkmasında etkili olan unsurlardan biri de ekonomik durumdur. Ancak İslam’da ilmi ve felsefî düşüncenin doğuşunu sadece iktisadi etkene bağlamak doğru değildir. Fakir halk yığınlarının yönlendirilmesinde büyük ölçüde etkili olan iktisadi durumun, Hz. Osman dönemindeki ayaklanmalarda ve fakir halk topluluklarının Hz. Ali’nin etrafında toplanmasında önemli rolü vardır. Hz. Ali, zengin sahabilerle fakir Müslümanlar arasında eşitliğin sağlanmasını istediğinde Zübeyr b. el-Avvam ve Talha b. Ubeydullah gibi bazı zengin sahabiler ona karşı çıkmıştır ve bir iç savaşa varan olaylar yaşanmıştır. İslam tarihinde büyük bir hareket olan Keysaniyye, Karamita ve Zenc haraketinin temelinde de ekonomik sebepler yatmaktadır. Mutezilenin doğuşunu hazırlayan bir takım örneklerde de görüldüğü gibi, Mutezilenin Emeviler ve Abbasilere karşı çıkışlarına esas teşkil eden neden de iktisadidir. Sultanın beytü’l-mal ( devlet hazinesi) daki malları gözetmemesi bunları, Müslümanlar arasında eşit biçimde paylaştırmaması önemli bir nedendi. Emevi devleti, uygulamalarını meşrulaştırmak için bazı bilginlere çeşitli konularda eserler yazdırmak istemiştir. Bu da Emevileri destekleyen ve onların politikalarını eleştiren siyasi ve kelamî bir edebiyatın doğuşuna sebep olmuştur. Bu konuyu Mabed el-Cüheni’nin şu ünlü sözü çok güzel ortaya koymaktadır: “ Şu melikler yok mu, Müslümanların kanlarını döküyorlar ve mallarına elkoyuyorlar ve sonra da yaptıklarımız Allah’ın kaderiyle olmaktadır diyorlar.” (en-Neşşar, 1999, 1, 313-14) Bu tartışmalar neticesinde Hasan el-Basri, Gaylân ed-Dımeşkî, Hasan b. Muhammed el-Hanefiyye, Ömer b. Abdilaziz ile Harici önderlerin belli konuları inceleyen eserleri meydana getirilmiştir. İslam’ın yayılmasıyla beraber, Müslümanların refah seviyesi de yükselmeye başladı. Bu da insanların farklı ilmi konuları merak etmesini ve onlarla ilgilenmesini teşvik etti. Arap olmayan Müslümanlar, genelde yerleşik hayattan gelmeleri dolayısıyla ilme, sanata ve edebiyata daha çok ilgi duydular. Özellikle dini ilimlerde uzmanlaşmak, toplumda önemli bir statü elde etmeye ve belli bir maddi ve manevi itibar kazanmaya sebep olduğu için bu insanlar ilme daha fazla ilgi gösterdiler. Emeviler döneminden başlayarak Abbasiler döneminde bazı bilginlerin, çeşitli konularda kitap yazmaları için iktisadi bakımdan devlet tarafından desteklendiği bilinmektedir. Hatta zamanla bazı şehirlerde mescitlerde veya onların etrafında oluşan mekanlarda bir kurumlaşmaya doğru gidildiği de görülmektedir. Basra’da Hasan el-Basri, Kufe’de Hammad b. Ebî Süleyman, Medine’de Cafer-i Sadık ve İmam Malik gibilerin etrafında güçlü ilmi faaliyetlerin, gerek eğitim ve öğretim, gerekse araştırma ve inceleme düzeyinde sürdürüldüğüne tanık olmaktayız. Bu tür kurumlaşmaların en önemli örneklerinden biri, Abbasi Devletinin halifesi Memun tarafından desteklenen Beytu’l-Hikme olmuştur. Burada farklı din ve felsefeye mensup bilginler görevlendirilmişti. Çeşitli konularda, eski din ve kültürlere ait eserler tercüme edilmekte ve araştırmalar yapılmakta idi. Bunlar halka açık tartışma meclisleri yoluyla yaygınlaştırılmaktaydı. Devletin resmi desteğini alan bu araştırma merkezinin son derece güçlü bir kütüphanesi de bulunmaktaydı. Bu kurumlar ve iktisadi destekler, yazı malzemesi bulma konusunda güçlük çeken kimselerin problemlerini çözme konusunda etkili olmuş ve ilmin önündeki maddi sıkıntı engeli aşılmaya çalışılmıştır. Zamanla resmi ve gayri resmi kişi ve kuruluşlar, Kur’an ve Hz. Peygamber’in ilim ve ilim taleb edenin desteklenmesine yönelik teşviklerine uyarak, eğitim-öğretim yapan medreseleri, talabeleri ve bilginleri destekleme konusuna öncelik vermişlerdir. Bunun sonucunda Müslümanlar, her çeşit ilmi birikimin araştırılması ve geliştirilmesine önemli katkıda bulunmuşlardır. Ekonomik sebeplerin de etkisiyle İslam toplumunun bünyesinde meydana gelen bu kıpırdanmalar, yani iç dinamikler, dış etkenlerle birlikte yeni bir sürece girilmesini gerekli kıldı. Kısaca İslam Bilimlerine dair ilmi faaliyetler, birinci derece iç dinamiklerden kaynaklanırken, ikincisi derece de İslamî unsurlara harici felsefi görüşlerin katılmasıyla birlikte büyük bir ivme kazanmıştır. İslam Bilimlerinin Doğuşunu Hazırlayan Dış Etkenler İslam bilimlerinin oluşmasını olumlu ve olumsuz yönde etkileyen bazı dış etkenler bulunmaktadır. İslam düşüncesinde ortaya çıkan kelam ekollerinin bir çoğu, dıştan gelen bu saldırılara karşı koymak için gelişip yayıldı ve çok sayıda eser kaleme alındı. Eskiden Yahudi ve Hrıistiyan veya başka dinlere mensup olup sonradan Müslüman olan bilginler, bu dış etkenlerin etkisinde kalarak, İslam’ın bünyesine uygun olmayan yabancı kültür ve görüşlerin bir biçimde İslam Kültür Havzasına sokulmasına aracılık ettiler. Tefsir’de İsrailiyyat bunun en tipik örneğidir. Ayrıca Şii kelamında, imamet anlayışında yabancı din ve kültürlerin etkisi de bu türdendir. İslam’ın geldiği dönemde, eski din, felsefe ve kültürlerin kendilerine ait yazılı kaynakları ve zengin bir edebiyatı vardı. Müslümanlar, baştan beri Yahudi, Hıristiyan ve diğer din mensuplarının sahip oldukları bu edebiyata, büyük ilgi duymuş ve onları okuyup tanımaya çalışmışlardır. Tekamülün tabiatından doğan ilmi olgunlaşma, telif ve tanzimde son derece ileri olan yabancı eserlere alaka, İslam düşüncesindeki ilmi faaliyetlerin tedvinden tasnife yönelmesinin en önemli sebeplerinden birisi olmuştur. Bu açıdan, bu dış etkenlerin ortaya konulması, İslam bilimlerinin oluşumunun anlaşılabilmesi için son derece önemlidir. Yahudilik Müslümanlar, Yahudilikle ilk gelişme döneminde Yesrib/Medine’de karşılaştı. Bu dönemde Yahudilerle dini konularda çetin bir mücadele başladı ve sert münakaşalar oldu. Kur’an ilk etapta, İsmailoğullarını tevhid dinine davet etti. Fakat İslam Medine’yle intikal edince, karşısında mutlak vahdaniyete inanmayan bir kavmi İshakoğullarını buldu. Bunlar sadece kendilerine özgü bir ilaha iman etmekte idiler. Uluhiyyet konusundaki akideleri teşbih ve tecsimi çağrıştıran aşırı fikirlerle karışmıştı. Vahye dayanan İslam, Yahudilerin Tevrat’ı değiştirdiklerini ve tahrif ettiklerini iddia ediyordu. Yahudiler, kendilerini seçkin bir topluluk saymaktaydı ve vahiy almanın sadece İsrailoğllarına ait olduğunu düşünmekteydi. Kendi peygamberleri dışında peygamber kabul etmedikleri için Hz. Muhammed’in peygamberliğini de tanımadılar. İşte Hz. Peygamberle Yahudi uleması (Ahbâr) arasındaki en önemli tartışmalardan birisini bu konu oluşturmaktaydı. Kur’an’da bu konuda ve diğer konulardaki tartışmaların izlerine rastlamak mümkündür. Yahudilerden biri İslam’a girip ilahi kitap olan Kur’an’ı tasdik edince şu ayet nazil oldu: “ .. İsrailoğullarından bir şahit de bunun benzerini görüp inandığı halde siz yine de büyüklük tasladınız….” Bu ilmi çatışma daha sonraları sıcak savaşa dönüşerek Yahudilerin Hicaz bölgesinden tamamen çıkarılmalarına ve Şam havalisine göç etmelerine sebep olmuştu. Çok geçmeden Müslümanlar Şam ve Yemen’i de fethettiler. Bu her iki ülkede de bir kısım Yahudiler bulunmaktaydı. Daha sonra çok sayıda Yahudi Müslümanların Kufe şehrini kurmasından sonra buraya gelip yerleştiler. Aşırı Şii gruplar, bunlarla sürekli irtibat halindeydi. Bu iki dinin uleması arasındaki çetin mücadele burada yeniden başladı. (en-Neşşar, 1999, 1, 73-74, 80) Yahudi ve Müslüman alimler arasındaki tartışma, uzun zaman devam etti. Müslümanlar kendi açılarından Tevrat’ın aslını ve şerhlerini araştırmaya koyuldular. Tevratın aslında Hz. Peygamber’in doğruluğuna delalet eden ayet ve işaretleri ihtiva ettiğini ispatlamaya çalıştılar. Bu sadece kelami alana yansımakla kalmadı Tefsirlere de yansıdı. Müslüman Müfessirler, şekil ve yazılış biçimi açısından Tevrat’ın tahrifata ve değişikliklere maruz kaldığını ve bir çok şeyin ortadan kaldırıldığını açıklamaya çalıştı. Yahudiler ve Müslümanlar arasındaki tartışmalar büyüyerek nübüvvetin hakikatı konusunu da içine aldı. Bununla daha önce Yahudi iken sonra Müslüman olan bazı Yahudi din bilginleri kanalıyla bazı İsrailiyat bilgileri, Kur’an tefsirine girdi. Böylece Yahudilik, bir dini kültür olarak Tefsir çalışmalarında şu ya da bu şekilde etkili olmaya başladı. (en-Neşşar, 1999, 93) Yahudiliğin olumsuz etkilerinin görülmesi üzerine, onların Tanrı ve nübüvvet anlayışlarını eleştiren pek çok eser yazıldı veya kelami eserlerde bu görüşleri eleştirilmeden geçilmedi. Hıristiyanlık Müslümanlar, başlangıçta Hırıstiyanlarla iyi ilişkiler kurmuştu ve Habeşistan’a göçen Müslümanlar Hıristiyanların desteğini görmüştü. Bununla birlikte Kur’an, Hz. İsa hakkındaki İslam inancına ters düşen Kelime ve Allah’ın oğlu gibi inançları savunan Hıristiyanlara sert eleştirilerde bulunmaktan geri durmadı. Bu eleştirilerden dolayı olsa gerek, Necran Hıristiyanlarından Medine’ye gelen bir heyet Peygamber’e bazı sorular sorarak tartışmalarda bulundu. Peygamber (sav) onları, doğruyu söyleyip söylemedikleri konusunda karşılıklı lanetleşmeye davet etti. Kur’an ayetleri Hz. İsâ’yı sade bir insan şeklinde tasvir ederek, hakkındaki uluhiyet iddialarını tamamen reddetmiş , Allah’ın birliğini ispatlamaya çalışmıştır. Peşpeşe inen ayetler Allah’ın Samed olduğunu tekid ederek şerikten, ortaktan ve oğul edinmekten O’nu tenzih etmiştir. Ne var ki kilisenin ileri gelenleri dinlerini müdafaa için devreye girdiler ve Mesih’in tabiatı etrafındaki teorilerini savunmaya başladılar. Bu noktada İslam düşünürleri ile aralarında Allah’ın birliği, tabiatı ve sıfatları etrafında sert münakaşalar ve tartışmalar başladı. İslam’ın Şam ve Mısırı fethettiğinde karşılaştığı ve tanık olduğu Mesihilikle, Necran Hıristiyanlarının Mesihiliği arasında fark vardı. Necranlı Hıristiyanlar, yorum yapmadan nasslara bağlı kalırken diğer ülkelerdeki Mesihiler akıl ve felsefeyi esas almakta ve büyük ölçüde panteizme meyletmekteydiler. İran ve Hind felsefesiyle ilişki içerisinde olan bu Hıristiyanlık, kendi arasında çeşitli kollara ve hiziplere bölünmüştü. İslam bilginlerinin bu Hıristiyan fırkalara karşı teker teker ve hepsine birden cevap vermeleri gerekiyordu. İşte burada İslam’da gerçek anlamda kelami ve felsefi düşünce de başlamış oldu. Artık Müslümanlar, kelami ve felsefi düşüncenin konularını ve Hıristiyan kelamı ve felsefesiyle olan ihtilaf noktalarıyla ilgili prensiplerini de belirlemeye koyuldu. Ali Sami en-Neşşar’ın Müslüman ve Hıristiyanlar arasında cereyan eden bu tartışmalar ve bunun neticesinde ortaya çıkan kelami edebiyatla ilgili yaptığı tasvir son derece önemlidir: “İslam’la Hıristiyanlık arasında başlayan tartışma, önceleri yumuşak bir seyir takip ederken, Emeviler döneminde, Allah’ın birliği ve Mesih’in tabiatı konusunda Müslümanlarla Şamlı Yuhanna arasında çetin bir mücadele ve tartışma şekline dönüştü. Yuhanna ed-Dımaşkî, İslam’ı felsefî bir akide olarak kabul ediyordu. Bu noktadan hareketle, İslam’a ve onun getirdiği akideye karşı durmak için yeni bir diyalektik geliştirmeye başladı. Yuhanna ed-Dımaşkî, Emevi yönetiminde doktor olarak çalıştı. Kendi akidelerini serbestçe müdafaa etmek konusunda tam bir özgürlüğe sahip olan Hıristiyanlar Müslümanlarla bu hususu sersestçe tartışıyorlardı. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki bu tartışma, Mısırlı Hana el-Nakyusi’nin başlattığı münakaşalarla doruk noktasına ulaştı. Habeşistana giden en-Nakyusi, oradan Mısır ve çevresine mektuplar yazmaya başladı. Mektuplarında İslam’a girmemelerini tenbih ediyordu. Buna benzer tartışmalar Abbasiler döneminde de devam etti. İlk Mutezililer, Hıristiyan akidesine akli bir metodla karşı durdular. Bu tartışma biçimini Mutezile giderek geliştirdi. İslam muarızlarına özellikle de Hıristiyanlara karşı muarazada bulunmak geleneksel davranışlarındandı. Mutezile ekolü Hıristiyanların bütün mezheplerine karşı mücadele ederek bunları birer birer eleştiriye tabi tuttu. Kadı Abdulcebbar el-Muğnî adlı eserinde, Mu’tezile’nin en büyük üstadı sayılan Ebu Ali el-Cübbai’nin Mesihlik konusundaki münakaşalarını aktarmaktadır. Ehl-i Sünnet ve Şia ulemasının da bu konuda yazmış oldukları bir çok eserler vardır. Süryani kilisesi de dinlerini müdafaa yolunda bilimsel bir metod ortaya koymaya çalıştı. Mesihi olan el-Kindî’nin yazdığı risalede İslam akaidine karşı şidetli hücumlarda bulunuldu. Yahya b. Adiy’e ve başkalarına da nisbet edilen risale daha sonra Latinceye çevrilmiştir. Misyoner Hıristiyanlardan özellikle Katoliklerle Protesanlar bu eseri İslam’a karşı günümüze kadar kullanmışlardır.” (en-Neşşar, 1999, 1, 74, 123-124) Bu tartışmaların, Müslüman kelamcıları hem olumlu olumlu, hem de olumsuz yönde etkilediği inkar edilemez bir gerçektir. Bir kısım kelamcılar, Hıristiyanların bazı görüşlerini benimsemiştir. Diğer taraftan kelam akidelerinin oluşturulması ve savunulmasında kullanılacak metot konusunda onlardan istifade etmişlerdir. Kelam ilminin oluşması ve gelişmesinde, Hıristiyan ve Yahudilerle yapılan tartışmaların önemli katkısı bulunmakla birlikte İslam kelamının menşeini tamamen Yahudi veya Hıristiyan kelamına dayandırmak ilmi ve tarihi gerçekleri görmezden gelmektir. Yabancı Kültürlerden Yapılan Tercümeler Müslümanlar fethettikleri bölgelerde İslam öncesinde insanlığın ortak kültürü haline gelen bazı ilimlerle ve onların kitaplarıyla karşılaştı. Daha sonra bu ilimler Öncekilerin İlimleri ( ulûmü’l-evâil) veya Yabancı İlimler adıyla anıldı. Ancak ilgi daha çok tıp, kimya ve astronomiye ait kitaplara idi. Bu tür kitapların tercüme edilmesinin, Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebî Sufyan ( öl. 86) döneminde başladığı söylenmektedir. O, İskenderiye şehrinde yaşayan Yunanlılardan bir topluluğu çağırarak bazı Yunanca ve Kıptice eserleri Arapça’ya çevirmelerini istemiştir. Bu kitaplar, genelde kimya ile ilgili kitaplardı. Cabir b. Hayyân’ın kimya ile ilgilenmesi de bununla alakalı olabilir. Tıp ilmiyle ilgili kitaplar, örneğin Calinus’un kitapları da onun tarafından tercüme edilmiştir. Bunlara ilaveten Ömer b. Abdilaziz’in Süryanice’den Arapça’ya tercüme edilen bir tıp kitabı çoğalttığı kaydedilmektedir. ( Câbirî, 2000, 70) Eskilerin ilimlerine Müslümanların ilgi duymasının pek çok sebebi bulunmaktadır. Özellikle halifeler, kendi sağlıklarını koruyabilmek ve bazı hastalıklardan kurtulabilmek için eski tıp kitaplarıyla yakından ilgileniyorlardı. Astroloji-Astronomik ilminde uzman olanlar da sarayda çalıştırılırdı. Felsefeye olan ilgi bu ikisinden sonra olmuştur. Her ne kadar felsefenin sistemli bir şekilde tercümesi Memun döneminde başlamışsa da, Müslüman bilginler bundan çok önceleri Hıristiyan, Yahudi, Budistler ve diğer din mensuplarıyla yapılan tartışmalarda onların mantıkî usulleri ve felsefi yöntemleri kullandıklarını görmüştü ve bu ilimlerin önemini kavramıştı. Yabancı bilimlere karşı erken dönemlerde başlayan ilgi, Abbasî halifeleri Harun Reşid (halifeliği: 170-193/786-809) ve Memun (halifeliği: 198-218/813-833) döneminde artarak devam etti. Yunanca eserlerin Arapça’ya tercüme edilmesi ile ilgili ilk geniş çaplı çalışmalar Memun döneminde gerçekleştirildi. Bu konuda Dâru’l-Hikme (Hikmet Evi) adıyla bir enstitü kuruldu. Burada kitaplar tercüme ve istinsah edilirdi. Burada müracaat edilecek bir kütüphane tesis edilmişti. Bir iki asırlık bir zaman tercümeler yapılmağa devam etti ve eski tercümeler düzeltildi. III./IX.yüzyıldaki bu resmi politika, Huneyn b. İshak (ö.260/873) ve oğlu İshak b. Huneyn (ö.298/910)’in başını çektiği Nasturi mütercimler ile onların izinden giden ve başlarını Sabit b. Kurra (ö.299/901)’nın çektiği Harranlı Sabii alimlerin yetişmesini sağladı. (Makdisi, 2004, 139; Watt, 1968, 48-49) Müslümanlar, fethettikleri topraklarda Helen kültür ve felsefesinin öğretildiği önemli merkezlerle karşılaştı. Bunlar, genel olarak şöyleydi: İskenrderiye’de Grek okulları, Edessa ( Urfa), Nusaybin’de Nasturi okulları vardı. Süryanice konuşulun bölgede Amida ile Antioch’da Ya’kubi okulları; Pehlevice konuşulan bölgede ise Cundişapur (Huzistan’da) Nasturi okulu vardı. İslam medeniyetinin ve biliminin oluşumuna büyük ölçüde etkide bulunacak olan Süryani okulları öncelikle ilahiyatla uğraşan okullardı. Büyük bir kısmında dünyevi ilimlerin öğretimine ikinci dereceden bir uğraş gözüyle bakılıyor ve program da gramer, hitabet, felsefe, tıp, müzik, matematik ve astronomi ile sınırlı kalıyordu. (Baum, 1997, 4, 31) Yunan Felsefesi İslam bilimlerinin doğuşunu ve gelişmesini hızlandıran etkenlerden biris de Yunan felsefesi ve ona ait felsefi edebiyat idi. Müslümanlar, eski ilmi birikime karşı bir tavır takınmayarak, kendi evrensel dünya görüşüne destek olacak ve onu geliştirecek unsurları bünyesine almakta hiçbir sakınca görmedi. Müslümanların felsefeye ilgisi dolayısıyla veya Müslümanlarla daha fazla tartışma imkanı bulabilmek için bu felsefenin okutulduğu İskenderiye okulu, İslam’ın ilk dönemlerinde Mısır’dan Antakya’ya taşındı. Bu okuldan mezun olan biris Mervli, diğeri ise Harranlı olmak üzere iki kişiden bahsedilmektedir. Her ikisi de zengin bir kütüphaneye sahipti. Mervli olan, İbrahim el-Mervezi ve Yuhanna b. Haylan’ı; Harranlı ise, İsrail el-Askaf ile Kuveyri diye bilinen iki kişiyi yetiştirdi. Daha sonra bunların ikisi de Bağdad’a gittiler. İsrail el-Askaf, din işleriyle Kuveyri ise, öğretimle meşgul oldu. Yuhanna b. Haylan mensup olduğu dinin meseleleriyle uğraştı. Bağdat’a giderek orada ikamet eden İbrahim el-Mervezi, Meta b. Yunan’dan mantık tahsil etti. Farabi de, Yuhanna b. Haylan’dan ilim tahsil ettiğini zikretmektedir. İskenderiye okulu, yaklaşık olarak 130 veya 140 yıl Antakya’da devam ettikten sonra Harran’a göçtü. Harran Yunan kültürünün önemli merkezlerinden biriydi. Buradaki öğretim; astronomi, matematik, sihir ve felsefe gibi bilimleri kapsamaktaydı. İskenderiye Okulunun Antakya’dan sonra Harran’a intikalinin halife Mütevekil döneminde olduğu söylenmektedir. İskenderiye, Antakya ve Harran’da mevcut olan ilmi ve felsefî okullar, Müslümanların her hangi bir şekilde engeliyle karşılaşmadı. Urfa, Nusaybin, Medain ve Cündişapur’da bulunan ilmi ve felsefi okulları Nasturi bilginler idare ederken, Antakya ve Amid’de bulunan medreseleri ise Yakubiyye’den olan bilginler yönetiyordu. Müslümanlar, daha sonraları İslam öncesi bu iki medresenin mensuplarını ve okumuş oldukları kitaplarını öğrenmiş oldular. Müslümanlar, bu medreselerde pek çok Nasturi filozofla karşılaştı. (en-Neşşar, 1999, 1, 123, 145) Tercüme hareketi, Müslümanların Yunan Felsefesiyle ilişkiye içine geçmelerine doğrudan doğruya kapı açmış oluyordu. Yunan Felsefesi tercüme edilirken iki yoldan biri takip edilmekteydi.; eserler ya Yunanca’dan Süryanice’ye ve daha sonra da Arapça’ya çevriliyor, yahut doğrudan doğruya Arapça’ya tercüme ediliyordu. Her ne olursa olsun İslam düşünürleri Yunan felsefesini çeşitli merhaleleriyle birlikte öğrenmiş ve böylece eski bir felsefenin bulunduğunu keşfetmişlerdir. Bu en eski felsefeciler, tabiatçılar, yahut bazen de Dehriyyun diye isimlendirilmişlerdir. Bunları da Sofistler izlemiştir. Sonra Sokrat ile Eflatun’un düşüncelerini telif etmeye çalışırken ister bu iki filozof olsun, ister bunlardan daha öncekiler arasında olsun büyük düşünce ayrılıklarının bulunduğunu anlamışlardır. Sonra mantıkçı Aristo’yu en güzel şekilde anlamış oldular. Mantık kitaplarına karşı daha bir itina ve ilgi göstererek bunları Arapça’ya çevirdiler. Bu kitaplar arasında en ünlüsü İshak b. Huneyn’in Düstur adı altında Organon’un her cüzü için yapmış olduğu tercümedir. (en-Neşşar, 1999, 1, 151) Doğu Gnostik Düşünce Okulları Gnos veya gnosis kelimesi, Yunanca bir kelime olup marifet anlamına gelmektedir. Daha sonra bu kelime terim anlamı kazanmıştır. Gnos, terim olarak, metafizik bilgiye bir nevi keşif yoluyla ulaşmak demektir. Bu anlayışa göre, kişi marifete akli delillere başvurmadan doğrudan doğruya kendi nefsinde kavuşabilir. Gnos, ebedi bir kurtuluş, sürekli yenilenen bir vahiy ve yüce varlıktan sürekli gelen bir feyizdir. (en-Neşşar, 1999, 1, 255) Müslümanlar, fethettiği topraklar da bu düşünce okuluyla da karşılaştı. Irak’ta, İran’da ve Mısır’da söz konusu düşüncenin dayandığı düşünceleri düzeltmeye ve tashih etmeye çalıştı. İslam dünyasında çok sayıda gnostik yaşamaktaydı. Müslümanlar bütün bu eski kültürlerle uzaktan veya yakından ilişki içine girmişlerdir. Bu ilişki esnasında tabii olarak bu düşünce ekolleriyle aralarında tartışmalar ve hatta çatışmalar olmuştur. İmamî ve Şii grupların pek çoğu ( Batınıyye, İsmailiyye’nin aşırıları ve Karamita) bu anlayışın etkisinde kalmıştır. Gnostik düşünce, İslam’la pek çok konuda, doğrudan veya dolaylı olarak şiddetli tartışmalar yaşamıştır. Bundan dolayı, ilk kelamcılar gnostik gruplara sert biçimde karşı çıktılar. Öyle ki kelamcıların neredeyse çıkış nedeni bu gnostik akımlara karşı durmaktı. Abbasi halifelerinden Mehdi, kelamcılara İslam dünyasına sızan mülhitlere karşı ve Fars ülkesinden gelen gnostiklere cevap vermek için kitaplar yazmalarını emretti. Mutezile’nin mücadele ettiği grupların başında gnostik düşünceden etkilenen akımlar (Seneviye ve Zındıklık) gelmekteydi. (en-Neşşar, 1999, 1, 287) İslam’ın felsefi düşüncesi ve dini bilimler, işte bu ilmi araştırmalar süreci içerisinde oluşmuştur. Tasavvuf Felsefesi’nin gnostisizmden etkilenmiş olduğunda şüphe yoktur. Örneğin Hallac, Sühreverdi, Hemedani, İbn Seb’in, Şüsteri, İbn Arabi gibi bilginlerin yazdığı eserler bu etkilerin örnekleriyle doludur. Bu yolla Gnostikliğin etkisi İslam kültürünün içine kadar sızmıştır. Temel İslam Bilimlerinin Doğuşu ve Gelişimi (Genel Değerlendirme) Dinî İlimlerin omurgasını oluşturan fıkıh, kelam, tefsir, hadis ve kıraat konusundaki ilmî faaliyetler Medine döneminde ve Emevi çağının başlangıcında, temelde Kur’an ve Sünnet üzerindeki incelemelerle başlamıştı. Emevîlerin sonları ve Abbasilerin birinci döneminde, alimlerin çoğunluğu, dini ilimlerle meşgul oldu. Bu asırda iki tür alim tipi ortaya çıktı. Birinci grubun ilmi çalışmalarında, nakilcilik ve mevcut ilmi birikimi öğrenip aktarmak hakim idi. Bunlara Ehl-i Hadîs denirdi. İkinci grubun çalışmalarında ise, yeni görüşler ve aklî temellendirmeler üretme anlayışı hakimdi. Bunlara da akılcı denirdi. (Hasan, trz., 2/3, 149) İslam bilimleri, bu iki sınıf alim tipinin gayretleri ve çalışmalarıyla oluşmaya başladı. Zehebî’nin verdiği bilgiye göre, ikinci hicrî asırda, 143. yılından itibaren Müslüman bilginler hadis, fıkıh ve tefsir ilmini tedvin etmeye başladılar. Bu sebeple İslam düşüncesinde 143 yılı İslam bilimlerinin oluşmasının ve tedvin faaliyetinin başlangıç tarihi olarak belirlenmiştir. Bu tarih, birkaç yıl eksik veya fazlasıyla genel kabul görecek bir tarihtir. Aslında bu teşebbüsler, H. 136-150 yılları arasında hilafet makamında oturan Abbasi halifesi Mansur döneminde bizzat devletin gözetiminde başlatılan faaliyetlerdir. Bu çalışmalar, Mansur sonrası İslâm toplumunun sosyal ve düşünsel hayatınının yaklaşık bir asrına damgasını vurmuştur. Bu bir asrı aşkın hummalı düşünsel faaliyet dönemi Tedvîn Asrı olarak adlandırılmaktadır. Eğer Tedvinden sırf bazı meseleleri kaydetmek kastedilirse bunun için oldukça gerilere, ilk halifelerin ve Allah’ın Resulünün dönemine gitmek gerekir. Tedvin faaliyetinin başladığı belli başlı ilk şehirler veya kültür merkezleri Mekke, Medine, Şam, Basra, Kufe ve Yemen’dir. Ellerinde yazılı belgeler ve zihinlerinde İslâm mirasını taşıyan alimler, daha çok buralarda toplanmışlardı. Ancak onların sahip olduğu miras, belli konulara göre ayrılmamış, sınıflandırılmamış ve ayıklanmamış düzensiz bilgi, haber ve yorumlardan oluşuyordu. Bu alimlerin çalışmalarıyla, bu bilgi birikimi ele alınarak konularına göre ayrılmaya ve düzenlenmeye başlandı. Bu düzenleme ve sınıflandırmalar sonucunda, mevcut bilgiler tefsir, hadis, fıkıh, kelam, lügat ve tarih ilimleri olarak tasnif edildi. Alimler, bu dönemde hakim olan bir yöntem olarak, “ hafızalarından ve ellerindeki tertip edilmemiş sahih sahifelerden rivayette bulunmak suretiyle bu bilimleri oluşturuyorlardı. Bu dönemde alimlerin ellerinde bulunan yazılı metinler, düzenli ve gereken konu bütünlüğü, gözetilerek yazılmış metinler değildi. Burada önemli olan husus, ilmin üretilmesi değil, “ ilmin tedvin edilmesi ve bablara ayrılmasıdır. Bu yüzden ilmin tedvininden şu anlaşılmaktadır. Ortada teşekkül etmiş, hazır bir ilim vardır. Tedvin yapacak (=müdevvin) alime düşen görev; neredeyse bu ilmin toplanması ve sınıflandırılmasıyla sınırlıdır. İlim kavramı o dönemde genellikle hadis ve ona bağlı tefsir ve fıkıh için kullanılıyor idiyse de lügat, meğazî ve benzeri yardımcı bilim dalları için de ilim ifadesi kullanılabilir. (Câbirî, 2000, 65) Bu dönemde ilim, akıl yürütme yollarıyla elde edilen bilginin (re’yin) karşıtı olarak kullanılmıştır. Buna göre ilim, rivayetlerden ibaret olmaktadır. “Tedvin” kelimesinin bablara ayırma “ tebvîb” kelimesiyle birlikte yer alması şunu çağrıştırmaktadır: Konu , temelde İslam düşünce mirasının toplanarak çeşitli dallara ayrılması ve birbirlerinden bağımsız ilim ve felsefî düşünce dallarının oluşturulmasıyla ilgilidir. Ama “ ilmin tedvin ve tebvib”, sırf toplama ve tasnif etme anlamında olsa dahi “re’y” yani akıl devreye girmeden yapılamayacaktı. Çünkü söz konusu toplama ve tasnif işleminde re’ye başvurularak ayıklama, hazf, tashih, takdim veya tehir yapılacaktı. Tedvin, aynı zamanda aktarılmasında kolaylık sağlamak için mirası tasnif etmekle de sınırlı değildi. Aksine bu faaliyetin esas hedefi; söz konusu mirasın bir “kültür mirası” yani Müslümanların ona dayanarak eşyayı, insanı, evreni, tarihi ve toplumu tanımlayabileceği bir kaynak çerçevesi haline dönüştürüleceği bir yeniden yapılanma işlemi gerçekleştirmekti. Belli alanlarla ilgili bilgilerin toplanması, sınıflandırılması ve alt başlıklar halinde ele alınması beraberinde dini bilgi alanında belli bağımsız disiplinlerin ve bunlara ait epistemolojik ve metodolojik ilkelerin belirlenmesiyle sonuçlanmıştır. Bunlar da H. II. Asrın ortasından H. III. Asrın ortasına dek geçen Tedvin Asrı zarfında yaşamış hadisçiler, fıkıhçılar, müfessirler, nahivciler ve lügat bilimcileri tarafından konulmuş şartlardır. ( Câbirî, 2000, 66) III./IX yüzyıl temel dini ilimlerden tefsir, hadis ve fıkıh ilminin hızla gelişmesine tanık oldu; IV./X. Yüzyıl da büyük kelam okullarını ortaya çıkardı ve bu iki yüz yıl aynı zamanda felsefî ve ilmî serbest araştırmaların altın çağıydı. IX./XV. Yüzyıldan itibaren “dini ilimler” nadiren gelişme kaydetti. (Holt-Lampton-Lewis, 1997, 142-3) Dini ilimlerin daimi gelişmesi, Müslümanların zihni yapısının tabii bir sonucuydu. IV-V./X-XI. Yüzyıllar ve sonrasında İslamî disiplinlerin öğretildiği pek çok medrese ve külliye inşa edilmişti. Bu büyük camilerin civarındaki sahaflar; bu sahafların müdavimi olan öğrenci grupları ve onların şehirlerdeki sosyal ve siyasi hayat üzerinde önemli etkileri vardı. Dini ilimler ile ilgili çeşitli ekoller arasındaki tartışmalar, bu mekanlarda genelde halka açık olarak yapılmaktaydı. İslam düşüncesinde bilimlerin oluşumuyla ilgili olanların büyük çoğunluğu mevalidendir. Arap olmayan unsurlar, aslında Emevî döneminden başlayarak ilmî faaliyetlere girmişlerdi. Emevî dönemi fetihleriyle Arap olmayan pek çok savaş esiri, hilafetin merkezi bölgelerine getirildi ve bu kimseler oralarda İslam dinine girerek özgürlüğüne kavuştu. Arap olmayan Müslümanlara mevali adı verilmişti. Bunların çocukları ve torunları, Arap diline olduğu gibi Temel İslam Bilimlerinin oluşmasına büyük katkıda bulunmuşlardır. İslam toplumlarında, ilimlerin oluşum ve gelişim dönemlerinde ilim adamlarının çoğu Arap olmayanlardandır. Şeri ilimlerde olsun, akli ilimlerde olsun Arap asıllı alimlerin sayısı oldukça azdır. İlim adamlarının bazıları, Arap asıllı olsalar da milletin Arap, şeriat sahibinin de Arap olmasıyla beraber, bu alimler yetiştikleri yer ve hocaları bakımından acemdir. Arap olmayan hocalardan okumuşlardır. İbn Haldûn, ilim adamlarının genelde Arap olmayan Müslümanlardan olmasının sebebini şöyle açıklamaktadır: “İslam ümmetinin ilk devrinde, sadelik ve bedevilik halleri icabı, ilim ve sanat yoktu. O devirde insanlar, ancak Allah’ın emir ve nehiylerinden ibaret bulunan şeri hükümleri hafızalarında taşırlardı. Onlar şüphesiz ki, Peygamber (s.a.v.) ve onun arkadaşlarından öğrendikleriyle şeri hükümlerin iki kaynağı Kitab ve Sünnet’i tanımışlardır. O gün toplum yalnızca Araplardan ibaretti ve öğretim, telif ve tedvin nedir bilmiyorlardı. Onları bu işlere iten bir unsur olmadığı gibi her hangi bir ihtiyaç da onları bu işe sevketmemişti. Sahabe ve tabiin zamanında durum bu hal üzere devam etti. Onlar, şeri ahkamı bilmek ve kültürü nakletmekte hususiyet kazanmış kimselere kurra, yani Kur’an okuyanlar ismini veriyorlardı. Bedevi olmaları itibariyle, o sırada sahabenin çoğunluğu ümmî iken, bu kurra ümmî değildi. Bu sebeple bu duruma işaret etmek için Kur’an’ı hıfzeden alimlere kurra denildi. Bunlar Allah’ın kitabı ve Resul’ün sünnetini okuyan zevattı. Şeri hükümleri, ancak Kur’an’ı Kerim’den ve umumiyetle onun tefsir ve şerhi demek olan Hadisten öğrenmişlerdi. Daha sonraları başlangıç dönemlerinden uzaklaşıldıkça aktarılan bilgilerin zayi olmasından korkulduğu için Harun er-Reşid devrinden itibaren Kur’an tefsirlerinin yazılmasına ve hadislerin kaydedilmesine ihtiyaç duyuldu. Daha sonra da sahih isnadla sahih olmayanı birbirinden ayırmak için senetlerin ve ravilerin adalet durumlarının bilinmesi gerekli oldu. Gittikçe, Kitap ve Sünnet’ten olayların hükümlerini çıkarma faaliyeti arttı. .. Dolayısıyla, ilimler, hadarilikle/Medenilikle doğrudan alakalıdır. Araplar ise ilimler ve ilim çarşılarından uzak kalmışlardır. Bu devrin medenileri, Acemlerdir, ya da medeniyet, teknik ve sanatlarda onlara tabi olan mevali ve şehir hayatı yaşayanlardır. … Müslümanlar için hadisi korumuş olan hadis alimleri de böyledir. Onların da çoğu, ya Acem veya lisan ve yetişme tarzı bakımından acemleşmiş kimselerdir. Çünkü ilim ve sanatlar Irak’ta gelişmişti. Bildiğimize göre Usûl-i Fıkıh alimlerinin hepsi de gayr-i Araptır. Yine kelam alimlerinin tamamı ve müfessirlerin çoğu böyleydi. İlmin muhafaza ve tedviniyle ancak Arap olmayanlar uğraşmıştır. ( İbn Haldun, Mukaddime, 1986, II, 270-274; Hasan, 1985, 2/3, 145-147) İslam bilimlerindeki ve diğer ilimlerdeki gelişmeler, daha önce ele alınan dinî, sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel değişim ve dönüşümler ve bunlara uyum ve uyumsuzluklar çerçevesinde bir gelişme seyrine sahne olmuş bulunmaktadır. Bu gelişme seyri, Ünver Günay tarafından, bilgi sosyolojisinin verileri doğrultusunda şöyle tasvir edilmektedir: “Şüphesiz bu süreçler üzerinde yeni dinin beraberinde getirdiği yeni esaslar ve özellikle de dinamik ruhun çok önemli ve etkin rolüne de işaret etmek gerekir. Zaten, ilk dönemlerde kaydedilen büyük gelişme ve değişmeler ve bu çerçevede ortaya çıkan tartışma ortamına belli bir ölçüde egemen olduğu müsamaha zihniyeti de anlaşılan büyük ölçüde bu dinamik ruhun bir tezahürü olmaktaydı. … Her halükârda, İslamiyeti ve özellikle de konumuz bakımından İslam dünyasında kaydedilen ilmî gelişmeyi genel sosyo-kültürel bünye ve onun dinamiklerinden kopararak anlamaya çalışmak kadar, onu sürecin belli bir dönemine ve özellikle de gelişimin çok hızlı seyrettiği ilk birkaç yüzyıla indirgemek de oldukça yanıltıcı olmakta; bu anlamda, İslamiyet olgusunun yanı sıra İslam'da ilim hareketini de kesintisiz bir süreç şeklinde anlamaya çalışmak uygun düşmektedir. Nitekim, olaya böylesine kesintisiz bir süreç olarak baktığımızda onun tarih içerisinde muhtelif devrelerden geçtiğini ve sürecin kesintisiz olarak bir şekilde zamanımızda da sürdüğünü önemle belirtelim. Gerçi, zamanla İslam dünyasına Sünnîlik büyük ölçüde hakim olduğundan İslâmî ilimler de onun zihniyetinin damgasını taşıyan normatif bir yapıda şekillendi. Ancak ona, Şiilik, Tasavvuf, Mutezile, Haricilik ve Felâsife gibi akımlar da eklendi ve onlar kendi din, hayat ve insan anlayışlarına ve zihniyetlerine göre kendi ilim anlayışlarını ortaya koydular. Bununla birlikte, başlangıçta bu eğilimler pek belirgin değildi. Bu bakımdan, başlangıçta olay el-Fıkh'ül-Ekber (Büyük ilim) adı altında bütün ilimlere şamil küllî bir ilim şekli altında bir hareket aldı; ancak kısa zamanda toplumsal gereksinimler ve gelişmeler çerçevesinde farklılaşma olayı gerçekleşmeye başladığından bilimler de muhtelif kollara ayrıldılar. İslam ilahiyatının pratik cihetini içeren sosyal, hukukî ve ahlâkî meseleler Fıkıh bilimi çerçevesinde şekillenirken, akîdevî sorunlar ve apolojetik tavırlar Kelâm ilminin çatısı altında toplandılar. Tefsir, Kuran'ın açıklanması ve yorumu ve Hadis de Peygamberin Sünnetinin tespiti işini üstlendi. Tasavvuf, ahlâkî ve ruhî problemlere ağırlık verirken Felsefe aklî meselelerin spekülatif yorumuna yöneldi. Her halükârda, İslam'da ilim hareketi ve dolayısıyla da İslâmî ilimler, bilim sosyolojisi perspektifinde İslam tarihi içerisinde belli bir dönem ve özellikle de "kuruluş ve kurumlaşma dönemi" diye adlandırabileceğimiz ilk birkaç yüz yılın şartlarının, sorunlarının ve zihniyetlerinin ürünleri olarak görünmektedir. (Günay, 2003, 143-146) Emevî ve Abbasî dönemlerinin dinî toplumsal ve kültürel şartlarında ortaya çıkan temel İslam bilimlerinden Kelam, Fıkıh, Tefsir ve Hadis’in kaynakları, konuları ve edebiyatı açısından gelişimini ve bir disiplin haline gelişini genel hatlarıyla ele almaya çalışacağız. Kelam İlminin Doğuşu Ve Gelişimi Kelam, sölükte, söz, ibare ve görüş anlamlarına gelmektedir. Bir bilim olarak, konusu açısında şöyle tanımlanmaktadır: “Kelâm İlmi, Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatlarından, peygamberlik ve onula ilgili meselelerden, yaratılmışların başlangıçtaki ve sonuçtaki durumlarından İslam esaslarına göre bahseden bir ilimdir.” Gayesine göre de, Kelam ilmi, Kur’an’da ortaya konulan inanç esasları ve ilgili konuları, aklî ve naklî (vahiy) deliller getirmek suretiyle, sağlam bir şekilde kanıtlamaya ve savunmaya çalışan bir bilimdir.” Kelam ilmi, ilahî birliğin (tevhid) bilgisi anlamında Tevhid İlmi veya inanç esaslarını delillerle ortaya koyan anlamında Usûlu’d-Din İlmi olarak da bilinmektedir. Kelam İlmi’nin en temel konuları, bilginin tanımı, imkanı ve yolları; varlık kategorileri; Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatları (Uluhiyyet), Peygamberlik ve Peygamber’in vasıfları; melekler, cin ve şeytan; ve vahye dayalı kutsal kitaplar; insan fiilleri, kaza ve kader; iman, küfür, fısk ve benzeri kavramların açıklanması ile büyük günah işleyenin bu dünyada ve ahiretteki durumu; öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, Cennet ve Cehennem ve Ahiretle ilgili diğer meselelerden oluşmaktadır. Siyasi liderlik (İmamet/Hilafe) Şia tarafından; Adalet ve İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla ilgili kounlar ise, Mutezile tarafından Kelam’a sokulmuştur. Bundan dolayı Sünni kelam eserlerinde, bu iki mezhebin görüşlerini eleştirmek için bu konularla ilgili konulara da yer verilmiştir. Kelam İlminin menşei ve gelişimi, bu ilmin konuları, önde gelen bilginleri, literatürü ve kelamî düşünce ekolleri esas alınarak incelendiğinde, bu ilmin asıl köklerinin Kur’an’a ve Hz. Peygamber sonrası Müslümanların yaşadıkları siyasi, dini ve toplumsal anlaşmazlıklara kadar uzandığı rahatlıkla söylenebilir. Kelam ilmi, dayandığı temeller ve işlediği konular açısından konusunu Kur’an’dan alır, fakat özünde yine metafizikle ilgilenme vardır. Örneğin, tevhid, nübüvvet, İnsan fiilleri, ahiret, iman, küfür, günah ve diğer pek çok konu Kur’an’da yer almaktadır. Başlangıçta Müslümanlar bu konuları, Kur’an ve Hz. Peygamber’in açıklamalarından hareketle temellendirmişlerdir. Ancak daha sonra anlaşılması zor veya birbirine benzer müteşabih ayetlerin izahında farklı görüşler ortaya atılmış, ayrılığa düşülmüştür. Bu münakaşalar bilginleri, ayet ve hadislerden ziyade aklî deliller ileri sürmeye sevketmiştir. Bu çekişme ve münakaşaların bir sonucu olarak Kelam ilmi teşekkül etmiştir. (İbn Haldûn, 1986, 2, 530) Aslında Müslümanlar tabiatları gereği felsefi ve metafizik konulara eğilmişlerdir. Çünkü Kur’an ve Hadis onlara metafizikle ilgili temel bir kavram getirmiştir. Allah zattır ve onun isimler vardır. Bu noktada Müslümanların zat ve esma kavramlarının hakikatını sorgulamaları gerekiyordu. Bu ikisi arasındaki münasebetin sırrını belirlemeli idiler. Allah ve Onun Zatıyla sıfatlarından hareketle alem konusunu araştırmaya yöneldiler. Bu alem yoktan yaratılmıştı. O halde maddenin hüdusu konusunu araştırmaları ve bu konuda felsefi bir görüş ortaya koymaları gerekiyordu. Kur’an, insanın hem özgürlüğünden hem de özgür olmadığından ve söz etmişti. Bu sebeple Müslümanlar, bu konu ve kelamın yukarıda sayılan konularında Kur’an’ın belirlediği ilkeleri ortaya koyabilmek için Kur’an’a yöneldiler. Böylece Müslümanlar arasında insan irdadesinin özgürlüğünden yahut böyle bir özgürlüğün bulunmadığından bahsederek görüş serdeden düşünce okulları ortaya çıktı. Müslümanlar, bu konularda çeşitli kelamî görüşler ortaya attılar. Felsefi düşüncenin hiçbir yönünü araştırma konusu dışında bırakmadılar. Bütün bu çalışmaları, Kur’an’a dayanan gerçek bir felsefi ruhun verdiği güçle yaptılar. (en-Neşşar, 1999, 71-72) Bu açıdan Kelam ilmi, konuları açısından ve benimsediği yöntem açısından Kur’an’dan beslenmiştir. Özellikle Kur’an’ın inançsızlarla, Yahudi, Hıristiyan ve diğer inanç mensuplarıyla girdiği diyalektik yöntem, Kelam’ın doğuşu ve sitemleşmesinde önemli bir rol oynadı. Kelam İlmininde yapılan tartışmaların nüveleri Peygamber sonrası Hz. Ali ve ona muhalif olanlar arasında yaşanan Cemel ve Sıffîn olaylarının sebebiyet verdiği doktrin bunalımına kadar uzanmaktadır. Bu olayların sonuçlarıyla ortaya çıkan, iman, küfür, büyük günah, mümin fasık, kader ve siyasi liderlikle ilgili problemler, Emevi döneminin en ateşli tartışmalarıydı. Bu tartışmalarla ilgili ortaya konulan görüşler etrafında Hariciler, Mürcie, Şia, Mutezile veya Kaderiye adıyla bir takım ekoller ortaya çıktı ve kendi görüşlerini savunan eserler kaleme aldılar. Dolayısıyla Kelam ilminin temelleri, Müslüman mezheplerin karşılıklı tartışmaları ve ortak çabalarıyla atılmıştı. Bu konularda ilk kelami metinler olarak Harici Nafi b. el-Ezrak’ın muhaliflerine yazdığı mektuplar; Harici Salim b. Zekvan’ın Sîre adlı eseri, Mürcii Hasan b. Muhammed’in İrcâ Risalesi; Hasan Basri, Ömer b. Abdilaziz ve Gaylan ed-Dımeşkî’nin Kaderle ilgili risaleleri; Ebû Hanife’ye nisbet edilen eserler; Hişam b. Hakem ve diğer bazı Şii alimlerin İmamet konusunda yazdığı eserler ve Mutezili alimlerin Tevhid ve adalet başta olmak üzere beş temel esaslarıyla ilgili yazdıkları ilk metinler sayılabilir. Kelam ilminin oluşmasında en önemli zaman dilimi ilimlerin tedvîn edilmeye başlandığı Hicri II. Asırdır. Çünkü bu asırda Müslümanlar arasındaki görüş ayrılıkları artmış, özellikle siyasi ve itikadi nitelikli hareketler tarih sahnesine çıkmaya ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak daha sistemli, derinlikli ve daha kapsamlı tartışmalar yaşanmıştır. Mutezile Ekolünün oluşması ve yabancı külktürleren yapılan tercümeler ile başka fikir ve düşünceler de İslam aleminde yayılmaya başlamış ve yeni bir tartışma ortamı yaratmıştır. Bu dönemde, İslam’ın inanç esaslarını savunmak konusunda eski yöntem ve temellendirmeler yetersiz kalmış, yeni yöntemlere, aklî ve felsefî temellendirmelere ihtiyac duyulmuştur. Kelam bilimi, II. Asırda Haricilik, Şiilik, Mürcie, Mutezile gibi mezheplerin ortaya çıkmasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Bu yeni mezheplere mensup kimseler sosyal hayatta tutunabilmek, taraftar kazanabilmek, kendi görüşlerini savunmak ve karşı oldukları görüşlerin yanlışlığını ispatlayabilmek amacıyla yoğun bir faaliyetin içine girmişlerdir. Özellikle aklı ön planda tutan alimlerin çok ciddi faaliyetleri olmuştur. Bu dönemde kelami tartışmaların büyük günah meselesi etrafında yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca İmamet, Kur’an’ın yaratılıp yatılmadığı, Allah’ın görülmesi meselesi, Allah’ın sıfatları ve yorumu, Kader meselesi en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Bu aşamada ağırlıklı olarak bir Mutezili Kelam’ının varlığından söz edilebilmektedir. (Onat-Aydınlı-Demir, 2003, 18) İslam Kelam’ının oluşmasında ve gelişmesinde, ilk dönemlerde en fazla paya sahip olanlar Mutezililer idi. Mutezile’nin Kelam ilmine dair en sistematik ve kapsamlı eseri, Kadı Abdulcebbar’ın Muğnî’sidir. Onların çalışmalarını müteakip Şii ve Sünni çevrelerde sistematik kelam eserleri ortaya konulmaya başlandı. Mutezile’nin mahkum edilmesinden sonra Hadis Taraftarların; Kalanisi, Küllabî ve Muhasibi’nin katkıları önem kazanmaya başladı. Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere birçok Hadis Taraftarı, akaidin özellikle uluhiyyet konusuyla ilgilenmeye başladılan ve kelam metoduna karşı sert bir tutum geliştirdiler. Bu sebeple ilk dönemde Hadis Taraftarlarının Kitabu’l-İman, Kitabu’t-Tevhid, Kitabu’s-Sünne, Risaletü’l-‘Akide başlığı altında akaide dair yazdıkları eserleri, genellikle kelam metodunu kullanan alimlere karşı reddiye niteliği taşımakla beraber, Kelam ilminin oluşmasında önemli bir yere sahiptir. Kelam ilmi, üç merhaleden geçerek bir bilim hüviyeti kazanmıştır. Hz. Peygamber, Hulefa-i Raşidin ve sahabe dönemi, tarihi kesit olarak Hicretin birinci asrı, Kelam biliminin teşekkülünde ilk merhaleyi oluşturmaktadır. İşte bu devirde Kur’an’ın ortaya koyduğu iman konuları ve Müslümanlar arasında meydana gelen kimi sosyal ve dini problemler kelam ilminin doğuşunu hazırlamıştır. Bu döneme Kelamın Başlangıç dönemi denebilir. Hicri birinci asrın sonlarından başlayarak ikinci asrın başlarından itibaren İslâm toplumunda fikir ayrılıkları derinleşmeye ve bunun sonucunda farklı siyasi ve itikadi ekoller doğmaya başladığı dönem ise, Kelamın Kuruluş dönemi olan ikinci merhaleyi oluşturmaktadır. Bu dönem, ilimlerin tedvin edildiği tedvin dönemine denk düşmektedir. Bu dönemde farklı görüşler benimseyen mezhepler birbirlerini eleştirmeye hatta tekfir etmeye yöneldiler. Farklı din ve milletlerden olan kimselerin Müslüman oluşları ve daha önceki düşüncelerini İslâm kisvesi altında İslam kültürüne taşımaya çalışmaları, tercümeler yoluyla felsefenin İslâm kültürüne girişi sonucunda kelam ilminin teşekkülü ivme kazandı. Hicri üçüncü asırda ise, Haricilik, Şia ve Mutezile gibi büyük mezheplerin doğuşundan ve kendilerine has kelami sistemler oluşturmaya başladıktan sonra bunlara bir tepki olarak, Eşarilik ve Maturidilik olmak üzere sünni kelam ekolleri tarihteki yerlerini almıştır. Hicri III. ve IV. Asrı kapsayan bu dönem, kelam ilminin Olgunluk Dönemi olarak isimlendirilebilir. Kelam ilmi, Ehl-i sünnet çevrelerinde, bağımsız bir ilim olarak gerçek hüviyetine III./IX Asrın sonları IV./X Asrın başlarında Basralı Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ( 324/935-6) ve Semerkantlı Ebû Mansûr el-Mâturîdî (333/944/5)’nin çabalarıyla kavuştu. Bu iki bilginin fikirleri ve yazdığı eserler etrafında, Maturidilik ve Eş’arilik adıyla bilinen iki farklı kelami gelenek oluştu. el-Eş’arî, 55 eser yazmış, ancak bunlardan bir kaçı günümüze kadar gelebilmiştir. Onun son ve en önemli kitabı, daha sonra gelen bütün kuşakların ilahiyatla ilgili çalışmaları üzerinde kalıcı bir etki bırakmış olan Kitâbü’l-İbâne an Usûlü’d-Diyâne adlı eseridir. Eş’ari Kelamının iki önemli temsilcisi, 52 kitap yazmış olan Ebû Bekr el-Bakıllânî (403/1012/13) ile Ebû’l-Meâli el-Cüveynî ( 478/1085-86)’dir. el-Bakıllânî’inin en önemli eserleri, Kur’an’ın güzel uslubu hakkında mevcut en iyi eser olan İ’câzu’l-Kur’an ve teolojik tartışmaların bir el kitabı niteliğindeki Temhîd adlı eserleridir. El-Cüveynî ise, Kitâbu’l-İrşâd ve Kitâbu’ş-Şamil adlı eserleriyle çağının en büyük ilahiyatçısı olarak değerlendirilmiştir. Öğrencisi Gazali tarafından geride bırakılmıştır. Gazâlî ( 505/1111) ve Fahruddîn er-Râzî(606/1209)’nin eserleriyle Eş’arî Kelam İlmi yeni bir devreye girmiştir. el-Maturidi’nin Kitabu’t-Tevhid adlı eserinde ortaya koyduğu kelamî sistem, Eş’arininkinden farklıdır. el-Maturidi’nin görüşleri, Ebu’l-Kasım el-Hakîk es-Semerkandî (324/953-54)’inin es-Sevâdu’l-A’zam adlı eseriyle Ebû Hafs Ömer en-Nesefî ( 537/1142-43)inin Umde Akîdeti Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa adlı eserinde özetlenmiştir. Ebû’l-Muîn en-Nesefi (508/1115)’nin et-Tabsıra ve diğer eserleri ise Maturidi’liğin en geniş yorumunu oluşturur. ( Golziher, 1993, 63-64) Kelam ilmi, ileriye yönelik hamleleriyle, daima diri ve canlı tartışma üslubu görünümüyle tamamen İslam toplumunun yapısından kaynaklanmış ve giderek nihai şeklini almıştır, Kelam ilminde diğer dinlerin eleştirisine yönelik yazılı metinlere bakılırsa, bu ilmin ortaya çıkmasında harici bir etken de söz konusudur. Bununla birlikte Kelam’ın ortaya çıkışına sebep oluşturması bakımından dış etkenler ikinci derecede etkili olmuştur. Müslümanlar, fethetmiş oldukları ülkelerede yaygın şekilde bulunan doğu kaynaklı bir çok düşünce okulunun, felsefi inançların ve çeşitli dinlerin felsefi düşüncelerinin hücumlarına maruz kalmışlardı. İslam kelamcıları, her ne kadar, bunlardan etkilenmiş olsalar da, kelam ilmi, beşinci hicri asra kadar genel olarak özünü ve İslamî karakterini muhafaza etmiştir. Bu tarihten sonra, İslam düşüncesine dışardan gelme bir takım unsurlarla karışan kelam ilmi, felsefi birtakım ilimlerle kaynaştı. Böylece Felsefi ilimlerle mezcedilmiş bir kelami dönem başladı. Tefsir İlminin Doğuşu Ve Gelişimi Tefsir, sözlükte, açmak, yorumlamak, açıklamak, üzeri kapalı bir şeyi açmak ve ortaya çıkarmak gibi anlamlara gelmektedirler. Tefsîr ilmi, teknik bir terim olarak, Kuran-ı Kerim’in anlaşılması ve açıklanması ile ilgili faaliyetleri konu edinen bir bilimidir. Kur’ân’ı anlama ve onun rehberliğinde bir hayat yaşama düşüncesi, Müslümanların zihin, duygu ve inanç dünyalarında sürekli canlı tutulmuştur. Çünkü Allah, insanların neye nasıl inanacakları, nasıl ibadet edecekleri ve hayatlarında gözetmeleri gereken temel ilkeleri bu kitabında toplamıştır. Bu yüzden Kur’an’ın tefsiri, anlaşılması ve yorumlanmasına ilişkin çalışmalar, Müslümanların ilmî faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturmuştur. Aslında insanın ve sözün olduğu her yerde, açıklama, anlama ve yorumlama faaliyetinin olması tarihsel ve insani bir olgudur. Bu sebeple İslam öncesindeki kutsal kitaplar ve diğer önemli edebi ve felsefî metinler de aynı süreçleri yaşamıştır. İslam düşüncesinde ortaya konulan pek çok ilmi faaliyette Kur’ân’ın tefsir ve yorumuna dair örneklerine rastlamak mümkündür. Müslümanlar, fikirlerinde, eylemlerinde, tutum ve davranışlarında doğruluğa ve hata etmemeye büyük önem verdiklerinden, onların doğru olup olmadıklarını Kur’an’a uygunluğuna göre tespit etmeye çalışmışlardır. İslam düşüncesinde Kur’an Tefsiriyle ilgili ilmî faaliyetler, Hz. Peygamber devrine kadar gerilere gitmektedir. Hz. Peygamber ve Sahabe dönemindeki ilmi faaliyetler Başlangıç Dönemi olarak tanımlanabilir. Kur’ân’ın indirildiği dönemlerde Hz.Peygamber, değişik vesilelerle Kur’ân ifadeleriyle ilgili birtakım açıklamalar yapmıştır. Fakat Hz.Peygamber, Kur’ân’ın tamamını tefsir etmemiştir. O halde Kur’ân’ı ilk tefsir edenin Hz.Peygamber olduğu söylenebilir. Hz.Peygamber’in vefatından sonra Kur’ân’ı açıklama işiyle bu konuda öne çıkmış bilgili ve kavrayışlı sahabîler meşgul olmuşlardır. Sahabe, tefsir faaliyetini, ya müşahedelerine dayalı veya kişisel bilgi ve kavrayışlarına göre yapmaktaydılar. Sahabîlerin Kur’ân Tefsiri kaynakları, Hz.Peygamber, Arap Dili ve Edebiyatı, müşahedeleri ve Yahudi ve Hrıstiyan âlimleri olarak sayılabilir. Bu çerçevede sahabe’nin, âyetlerin nüzûl sebepleri ve mübhemat’la ilgili açıklamaları sonraki nesiller için Kur’ân Tefsiri açısından önemlidir. Tefsir denilince, sahabîler arasında Abdullah b. Abbas ismi öne çıkar. Sahabe dönemine dayanan tefsirle ilgili görüşlerin ve açıklamaların büyük bir kısmı Abdullah b. Abbas’a isnad edilir. Öte yandan özellikle İbn Abbas ve öğrencilerinin re’y tefsirine de öncülük ettikleri söylenmektedir. Tefsirdeki bu yönelişi daha ileri noktalara götüren İbn Abbas’ın öğrencisi Mucâhid’dir. Sahabe arasında Tefsir alanında şöhret bulmuş diğer isimleri şöyle sıralayabiliriz: Abdullah İbn Mes’ûd; Ali b. Ebi Tâlib; Ubeyy b. Ka’b; Ebu Musa el-Eşarî; Zeyd b. Sâbit; Ebû Hureyre ve Abdullah b. Zubeyr. (Albayrak, 1998, 91-93) Sahabe neslinden sonra doğal olarak tabiîler Kur’ân tefsiriyle ilgilenmişlerdir. Kur’ân hakkında bilgi sahibi sahabîler, bu konudaki bilgi ve müşahedelerini tabiûn nesline aktarmışlardır. O dönemlerde ilmî konularda Arap olmayanların ön plana çıktıklarını biliyoruz. Dolayısıyla tefsir alanında mevalî denen bu grup çeşitli beldelere dağılan sahabîlerin bilgi ve tecrübelerinden önemli ölçüde yararlanmışlardır. İbn Abbas’la başlayan bu süreç tabiûn müfessirlerince devam etmiştir. İlk bir buçuk asır çerçevesinde tefsir sahibi olduğu bilinen müfessirlerin adları kronolojik sırayla şöyledir: Saîd b. Cubeyr (95/714) , Mucâhid b. Cebr (104/722) , Ed-Dahhâk b. Muzâhim (105/723) , El-Hasenu’l-Basrî (110/728); Atiyye b. Sa’d (111/729); Atâ b. Ebî Rebâh (114/732); Katâde b. Dâime (118/736); Muhammed b. Ka’b el-Kurazî (118/736); Atâ b. Dînâr ( 126/744); İsmail b. Abdirrahman es-Suddî (128/745); Atâ b. Ebî Muslim el-Horasânî (135/757); Er-Rabî’ b. Enes (139/756); Alî b. Ebî Talha (143/760); Muhammed b. Es-Sâib el-Kelbî (146/763); Mukâtil b. Hayyân (150/767); Mukâtil b. Suleyman (150/767) Yukarıda isimlerini saydıklarımız arasında mevcut bilgilerimize göre sadece Mukâtil b. Suleyman’ın tefsiri Kur’ân’ın tamamının tefsiri mahiyetindedir. Müstakil eserleri olmamakla birlikte Tefsirle uğraşan diğer pek çok kişi bulunmaktadır. Örneğin İkrime ( 105/723), Ebu’l-Âliye (90/708), Zeyd b. Eslem (136/753), Katade (ö. 90/708), Mesrûk ( 63/683), Rabi’ b. Enes (140/757), İbn Cureyc, (150/767) Muhammed b. İshâk, (151/768) ve diğerleri sayılabilir. Hicrî II. ve III. Asrın başları, yani Emevilerin sonları ve Abbasilerin ilk dönemleri diğer bilimlerde olduğu gibi Tefsir ilmi için Oluşum Devresi veya Tedvin Dönemi diye adlandırabileceğimiz yeni bir döneme girmiştir. Bu dönemdeki tefsir faaliyetlerinden hareketle, Tefsirin Rivayet Tefsiri şeklinde ortaya çıktığı söylenebilir. Çünkü bu dönemde tefsir rivayetlerini toplayan bazı müstakil eserler yazılmıştır. Böylece ilk tefsirler, hicrî ikinci asırdan itibaren ortaya çıkmıştır. Günümüze kadar gelebilen ilk tefsir sahifelerinin sahipleri şöyle sıralanabilir: Ali b. Ebî Talha (143/760), Mukatil b. Süleyman (150/767), Sufyân es-Sevrî (161/778), Yahya b. Selâm (200/815) ve Abdurrezzâk b. Hemmâm (211/827) . Bu dönemde hadis tedvini çerçevesinde de özellikle Hz.Peygamber’e isnad edilen açıklamalar başta olmak üzere tefsire ilişkin haberler de toplanıp yazılı hale getiriliyordu. İlk dönemlerde müsnedlerde karışık bir biçimde yer alan bu haberler, sonraları çeşitli musannaflarda, câmilerde ve sünenlerde ‘kitâbu’t-tefsir’ başlığı altında ayrı bir bölümde yer almaya başlamıştı. Ancak hadis kaynaklarında Kur’ân Tefsiri’ne ilişkin bu haberler, rivayet tefsirlerinde yer alan haberlere oranla sayıca çok azdır. (Albayrak, 1998, 94-96) İslam düşüncesinde, Tefsir ilmi ile ilgili Müslümanlar tarafından oluşturulan zengin bir edebiyat oluşmuştur. Bu edebiyat, Kur’an’ı tefsir eden kimselerin ilmi kapasitesine, kavrayış derecesine, ihtisasına, mesleki durumuna ve içinde yaşadığı toplumun siyasi, iktisadi, ahlaki, ilmi, felsefi ve mezhebi atmosferi içerisinde şekillenmiştir. Tarih içinde yazılan tefsir eserleri belirli özellikleri dolayısıyla değişik sınıflamalara da konu olmuşlardır. Kimi fıkhi ayetlere ağırlık verdiği için fıkhi tefsir olarak adlandırılmıştır. Dil ve belagata ağırlık verenler edebi tefsir olarak adlandırılmıştır. Tasavvufi boyutu öne çıkaranlar işari tefsir şeklinde adlandırılmıştır. (Onat-Aydınlı-Söylemez, 2004, 83) Belli bir mezhebi esas alanlar ise mezhebi tefsir olarak adlandırılmışlardır. Bununla birlikte Kur’an’ın Tefsiriyle ilgili ilmi faaliyetler rivayet ve dirayet olmak üzere iki yaklaşım doğrultusunda gelişmiştir. a) Rivayet Tefsirleri: Bu tefsirler, ayetlerin tefsirine ilişkin Hz.Peygamber’den, sahabe’den ve tâbiin’den nakledilen rivayetleri bünyesinde toplayan tefsirlerdir. İlk dönemlerde Kur’an ayetleri açıklanırken Peygamber veya sahabenin açıklamaları, isnad zincirine dayalı olarak rivayet ediliyordu. Bu rivayetler önceleri şifahi yolla sonraki nesillere aktarılırken, müstakil tefsir eserleri vücuda gelmeye başladığı dönemlerden itibaren yazılı hale gelmiştir. Giderek bu yazılı malzeme büyük bir rivayet külliyatı haline geldi. Bu alandaki rivayet külliyâtını hicrî üçüncü asrın sonları ile dördüncü asrın başlarında yaptığı çalışmalarla Muhammed b Cerîr et-Taberî (3l0), Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’ân adlı 30 cüzlük tefsirinde toplamıştır. Öte yandan Taberî’nin çağdaşı İbn Ebî Hâtim (327)’in de benzer bir çabayla büyük bir tefsir vücuda getirdiğini bilmekteyiz. Bu iki eser rivayet tefsir geleneğinin en önemlileridir. Bu rivayet malzemesi sadece Hz. Peygamber ve sahabenin tefsire dair rivayetlerinden oluşmamaktadır. Ayrıca bunlara müfessirlerin kendi yaklaşımları da eklenmiştir. Rivayet tefsirleri arasında yer alan diğer tefsirler şunlardır: Ebu’l-Leys es-Semerkandî (ö.383/993)’nin Tefsir’i; el-Vâhidî (ö.468/l075)’nin el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîz’i; el-Bağavî (ö.5l6/ll22)’nin Meâlimu’t-Tenzîl’i; İbn Atiyye (ö546/ll5l)’nin el-Muharreru’l-Vecîz fî Tefsir-i Kitâbi’l-Azîz’i; İbn Kesîr (ö.774/l372)’in Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm’i; Celâluddin es-Suyûtî (ö.9ll/l505)’nin ed-Durru’l-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr’u; Cemâluddin el-Kâsımî (ö.l332)’nin Mehâsinu’t-Te’vîl’i. Rivayet Tefsirleri, uydurma haberlerin çokluğu; İsrailiyyâta yer verilmesi ve isnâdların zikredilmemesi gibi sebeplerden dolayı eleştirilmiştir. (Albayrak, 1998, 99-102) b) Dirayet Tefsiri: Bu tefsir geleneğine, Re’y tefsiri de denmektedir. Nakilden ziyade akla başvurularak yapılan tefsirdir. Dirayet tefsiri Hz.Peygamber’den beri varolan bir olgudur. Aslında tefsir faaliyeti bütünüyle bir dirayet işidir. Bazı tefsir yazarları, Dirayet tefsiri sınıfına giren tefsirlerde müfessirler âyetleri açıklarken Arap dili ve edebiyatı, tarih, dinler tarihi, felsefe, tabiî bilimler, tıp, matematik, astronomi, gibi pek çok disiplinin verilerinden yararlanmışlardır. Onlar içinde yaşadıkları kültürün, ilim ve fikir çevrelerinin, mensup oldukları ekolün izlerini ve etkilerini taşıdıkları için doğal olarak bu tür unsurları da tefsirlerine taşımışlardır. Bu anlamda her mezhep mensubu müfessir, kaçınılmaz olarak kendi mezhebinin görüşleriyle Kur'ân ifadeleri arasında paralellikler kurma çabası içinde olmuşlardır. Tefsir Tarihi çerçevesinde bakılınca dirayet tefsiri yazarlarının hepsinin bir mezhebe veya bir görüşe bağlı olduğu görülür. (Albayrak, 1998, 102 vd.) Dirayet tefsirlerinin başında İmam Maturid’inin Te’vîlâtu’l-Kur’an adlı eseri gelmektedir. Maturidi, bu eserinde Kur’an ayetlerini genelde aklî esaslara göre yorumlamaktadır. Şiî, Mutezilî ve diğer mezhep mensuplarının mezheplerini savunma faaliyetlerinin bir parçası olarak yazdıkları tefsirlerin bir çoğu bu kısma girmektedir. Mutezile, akla dayalı tefsir yapmaları dolayısıyla dirayet tefsirine büyük katkılarda bulunmuştur. Ebû Bekir el-E’sam ( 240/854), İbn Cerv el-Esedî (387/997) en meşhurlarındandır. Bu türün en meşhur eserlerinden biri de, Ebû’l-Kasım Mahmud ez-Zemahşerî (538/1143-44)’nin, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl adıyla bilinen filolojik tefsiridir. Bu alanda ortaya konmuş daha büyük ve daha esaslı bir eser ise, Fahruddin er-Râzî (606/1209-10)’ın Mefâtihu’l-Gayb adlı eseridir. Abdullah b. Ömer el-Beydâvî (658/1286-87)’nin yaygın bir şekilde kullanılan Envâru’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl’i ez-Zemahşeri’nin kitabı temel alınarak ortaya konulmuştur. ( Golziher, 1993, 56-7) Tefsir literatürü sırf Kur’an’ın baştan sona veya bir kısmını yorumlayan eserlerden oluşmamaktadır. Bu alanda Kur’an ilimleri denen bir çok disiplin ortaya çıkmıştır. Söz konusu ilimler, Kur’an’ın anlaşılması ve tefsir edilmesi için gerekli olan ve daha sonraki dönemlerde tefsir usulünün temel meselelerini teşkil eden Resmü’l-Mushaf, Kıraatü’l-Kur’an, Esbâb-ı Nüzûl, Nasih ve mensuh, Garîbü’l-Kur’an, İ’câzü’l-Kur’an, Aksâmü’l-Kur’an, İ’râbü’l-Kur’an, Vücûh ve’n-Nezâir, Fezâilü’l-Kur’an gibi disiplinlerdir. Bu alt disiplinlerin her biriyle ilgili pek çok müstakil eser yazılmıştır. Ferrâ ( 207/822)’nin Meâni’l-Kur’ân’ı, Ebû Ubeyd Ma’mer b. Müsenna (210/825)’nın Mecâzü’l-Kur’ân’ı ve İbn Kuteybe’nin Garîbu’l-Kur’ân’ı bunlardan bazılarıdır. Haris el-Muhasibi’nin el-Akl ve Fehmü’l-Kur’an’ı, İbnü’l-Merzübân el-Muhavvelî’nin el-Hâvî fî ulûmi’l-Kur’an’ı, Ali b. İbrahim el-Havfî’nin el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân’ı gibi eserler ise, Kur’an ilimleri kavramını geniş kapsamıyla kullanan ilk eserler olarak kabul edilmektedir. Özellikle Suyuti’nin kaleme aldığı İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an bu alanda en meşhur olanıdır. ( Kutluer, 2002, 22, 111) Hadis İlminin Doğuşu Ve Gelişimi Hadis, sözlükte, konuşulan söz, kıssa, haber ve yeni anlamına gelmektedir. Terim olarak, Hz. Muhammed’in söz, fiil ve takrirlerini bildiren haberlerin tamamı demektir. Takrir, Hz. Muhammed’in başkalarında görüp de itiraz etmediği davranışlar için kullanılır. Hatta bazı hadis alimleri bu bilim dalının kapsamını, Hz. Peygamber’in fiziki yapısı ile sahabe ve tabiinin yani sahabeden sonra gelen neslin şahsi beyan ve fetvalarıyla ilgili haberlerini de içine alacak şekilde genişletmişlerdir. Bu durumda Hz. Peygamberden rivayet edilen hadislere merfu, sahabeden rivayet edilenlere mevkuf ve tabiinden gelen rivayetlere ise maktu hadis veya haber adını vermişlerdir. Hicri I. Asrın sonlarından itibaren Hz. Peygamber, sahabe ve tabiinden gelen haberler, belli bir ayrıma tabi tutulmaksızın genel anlamda eser olarak da adlandırılmaktadır. Yine Hadis ile Sünnet kimi bilginler tarafından farklı olarak mütalaa edilmesine rağmen çoğu zaman her ikisinin de Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri için eş anlamda kullanılması yaygınlaşmıştır. (Kandemir, 1997, 15, 27-28) Hadis İlmi, hadis veya haber olarak gelen rivayetlerin Hz. Muhammed’e ait olup olmadıklarını, isnad zincirini ve onları rivayet edenlerinin ahlak ve adalet sıfatlarını inceleyerek tespit etmeye çalışan bir bilimdir. Ravilerin adalet, hafıza gücü (zabt) ve güvenilirlik meziyetleri ve eksik yönlerini inceleyen Cerh ve Ta’dil İlmi; Ravilerin biyografileri, durumları ve tabakalarını inceleyen Hadis Ravileri İlmi, hadislerde görülen mana ihtilaflarını inceleyip çözüme kavuşturan Muhtelifu’l-Hadîs; hadisin senedinde, metninde ve her ikisinde birden bulunan kusurları inceleyen İlelü’l-Hadis; hadislerin anlaşılmasını güçleştiren bir takım kelime v edeyimleri açıklayan Garîbu’l-Hadis; hükmü kaldırılan ve onun yerine konulan yeni hükümleri inceleyen Nasih ve Mensuh İlmi; hadislerin yazım aşamalarını inceleyen Kitabetü’l-Hadis gibi hadis ilmi içerisinde ele alınan alt dallar oluşmuştur. (Kandemir, 1997, 15, 60-62) Hadislerin toplanması ve yazılmasıyla ilgili ilk teşebbüslerin Hz. Peygamber döneminde başladığı bilinmektedir. Bazı sahabiler, Hz. Peygamber’in her söylediğini, bazısı ise bir kısmını yazarak korumak arzusundaydı. Ancak hadislerin Kur’an-ı Kerim’le karışması endişesi ve okur-yazarlığın çok gelişmemiş olması dolayısıyla genel olarak böyle bir şeye Hz. Peygamber izin vermemişti. Çünkü yazı yazmayı bilenler genelde Kur’an’ın yazımı ile ilgilenmekteydiler. Kur’an’ı Kerim ayetlerinin ekserisi nazil olup bir çok hafız tarafından ezberlenince ve artık başka bir şeyle karışması hususundaki endişeler ortadan kalkınca, Hz. Peygamber belli kişilere, bazı sözlerini yazmalarına izin vermişti. Bazı sahabilerin Hz. Peygamber hayatta iken bir takım hadisleri yazdıkları kesin olarak bilinmektedir. Mevcut umumi yasağa rağmen hususi izin alarak yazma devam etmiştir. Hz. Peygamber’in hayatının sonlarına doğru, hadislerin yazılması hakkında, okuma yazma bilenlere, muhtemelen ezberleme konusundaki zaaflarından dolayı izin vermesi sonucunda bazı sahabiler topladığı hadisleri yazmıştır. Sa’d b. Ubade el-Ensârî, Abdullah b. Ebî Evfa, Semure b. Cündeb, Cabir b. Abdillah’ın Resulullah’ın bazı hadis ve sünnetlerini topladıkları sahifelere sahip oldukları söylenmektedir. Vehb b. Münebbih, Cabir b. Abdillah’ın ders halkasında yazdırdığını söylediği bazı hadisleri rivayet etmektedir. Bu nüshaların hiç birisi elimizde mevcut değildir. Bu dönemde yazılan sahifelerin en meşhuru, Abdullah b. Amr b. el-As’ın bizzat Resulullah’dan yazarak topladığı Sahife-i Sâdıka’dır. Bu sahife, İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer almış bulunmaktadır. (es-Salih, 1981, 13-17) Her ne kadar, Sünnet’in çok cüzi bir kısmı, Hz. Peygamber hayatta iken, bazı kimselerce yazılmışsa da, Kur’an-ı Kerim gibi onların tamamı bir araya toplanmamıştı. İlk dört halife döneminde de, genelde, şifahi rivayete önem verilerek hadislerin yazılmasına ve bir araya toplanmasına karşı çıkılmıştı. Hadislerin yazımına karşı gelişen bu tavrın kaynağı, genelde, daha önce olduğu gibi, Allah’ın kitabına bir başka kitabı eş tutmak veya Kur’an’dan başka bir kitapla Kur’an gibi meşgul olmak kaygısıydı. Sahabe sonrasında hadislerin araştırılması ve bir araya toplanarak yazıya geçirilmesi konusunda faaliyetlerin artarak devam ettiği görülmektedir. Bu faaliyetlerin artmasının dini, toplumsal ve siyasi pek çok sebebi bulunmaktadır. Ancak en önemli sebep, muhtemelen, Müslümanların Hz. Peygamber ve Ashabı’nın izlerine (asar) olan samimi bağlılıkları idi. Kur’an ve Hz. Muhammed’in emir ve buyrukları doğrultusunda bir hayat yaşama konusu, Müslüman bilinci tarafından sürekli canlı tutuldu ve Peygamber’in davranış ve tutumları (sünnet), toplumun gelenekleri olarak yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sebeple, Ku’ran’a ilaveten, Peygamber’in bütün söz ve eylemlerini, onun en yakın arkadaşları yoluyla ilk ve özgün şekliyle araştırmak ve sünnetin somut unsurları olduklarından onların toplamak ve daha sonraki nesillere aktarmak ilk Müslümanların en önemli görevlerinden birini oluşturdu. Çünkü Kur’an’ın hukuk malzemesi, fetihler dolayısıyla daha karmaşık hale gelen toplumsal ilişkileri ve devlet meselelerini düzenlemekte artık yetersiz kalıyordu. Dolayısıyla hadisler, Kur’an’ın yanı sıra İslam dininin ve hukukunun kaçınılmaz tamamlayıcısı olarak görülmeye başlandı. ( Golziher, 1993, 50-1) Hadis ilminin doğuşunu hazırlayan sebeplerden biri de, Müslümanlar arasında yaşanan siyasi anlaşmazlıklar ve bunların neticesinde Hz. Peygamber adına uydurma haberlerdeki artıştır. Hz. Osman’ın şehid edilmesinden hemen sonra Havaric ortaya çıkmış ve Emevî-Haşimi çekişmeleri siyasi hayatta iyice derinleşmiştir. Bu da beraberinde daha sonra Şia olarak isimlendirilecek olan bazı aşırı grupların doğuşunu getirmiştir. Hicri I. Asrın sonlarına gelindiğinde Mürcie, Şia, Mutezile ve diğer bazı siyasi fırkalar toplumsal hayatta etkili olmaya başlamıştı. Bu mezhep ve fırka taraftarlarının kişisel görüşlere aşırı başvurmaları, görüşlerini takviye etmek amacıyla hadis uydurmaları ve işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, hadisleri toplamakla meşgul olan kişileri, konu üzerinde düşünmeye ve önlem almaya sevketmiştir. Özellikle Şia’nın kendi grupları, daha sonra Abbasî hilafeti taraftarlarının halifeler lehinde rivayetler uydurmaları, ayrıca bazı menfaatçilerle ırk ve mezhep taassubuna kapılmış cahillerin ve İslam aleyhtarlarının kendi düşünceleri doğrultusunda hadis uydurup yaymaları, bazı kimselerin iyi niyetle de olsa bunlara hadis uydurarak karşılık vermesi tedvine taraftar olmayan muhaddislerin bu konuya yaklaşımlarını değiştirmiştir. Ayrıca bu tür gelişmeler onları dikkatsiz ve samimiyetsiz ravilere karşı daha temkinli davranmaya, rivayet ettikleri hadisleri kimden aldıklarını sormaya, bidatçilerin rivayetlerinden kaçınmaya sevketmiş ve I./VII. Yüzyılın ilk yarısından itibaren rivayette isnad konusu gündeme gelmiştir. (Kandemir, 1997, 15, 32) Bütün bu gelişmeler ve sonraki gelişmeler incelendiğinde Hadis ilminin doğuşu ve gelişimi, üç merhalede gerçekleştiği söylenebilir. Birincisi, Doğuş veya Başlangıç Devri olup hicri ikinci asrın ilk çeyreğine kadar olan bir dönemi kapsamaktadır. Bu döneme Sahabe asrı denilmektedir. Ancak tabiin döneminin bir kısmını da bu döneme katabiliriz. Hadis ilminin kısa zamanda ve büyük bir emek mahsulü olarak gelişmesini Ashab’ın dini gayretlerine bağlamak gerekir. Zira Hz. Peygamber’in tebliğini öğrenip amel eden Ashap için en zevkli iş, öğrendiklerini Müslümanlara ulaştırmak ve sünnetin yayılmasına vasıta olmaktı. Hz. Peygamber’in sözlerini duyup, onu koruyarak başkalarına aynen ulaştırmak bilincine sahip olan sahabe, Resulullah’ın sözünü bizzat kendisinden duymak ve onu ezberleyip kendilerinden sonraki nesle sıhhatli bir şekilde aktarmak bakımından hadis ilminde hayati önemi haiz bir rol oynamıştır. Bu dönem şifahi rivayetin hakim olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, sahabeyi gören kişiler olan tabiiler, hadis tarihinde ikinci halkayı oluştururlar. Büyük tabiiler devrinde, bir çokları hadislerin yazılmasına muhalefet etmiştir. Bunların başında Ubeyde b. Amr es-Selman el-Muradî (72/691), İbrahim b. Yezid et-Teymî ( 92/710-11), Cabir b. Zeyd (93/711-12), İbrahim b. Yezid en-Nehai ( 96/714-15) gibi kimseler gelmektedir. Bunlar hadisleri yazmayı gerektiren bir sebep görmüyorlardı. Bunların hadislerin yazılmasına karşı çıkmalarının bir başka sebebi de şahsi fikirlerin yayılmaya başlaması ve hadislerle karışması tehlikesi korkusuydu. Tabiin arasında, orta yaşlı ve yaşça daha küçük bazı tabiilerin, önce hadislerin yazılmasına karşı oldukları, ancak daha sonra fikir değiştirerek, hadislerin yazılmasını teşvik ettikleri bilinmektedir. Hatta hadislerin yazılması resmi makamlarca da desteklenmiştir. Bu konuda ilk ciddi ve resmi teşebbüs Ömer b. Abdilaziz’den gelmiştir. Ömer, bütün eyaletlere emirler gönderek hadisleri tedvin için çalışma yapılmasını istedi. Medine valisi Ebû Bekir Muhammed b. Hazm’e gönderdiği mektupta, Resullulah’ın hadislerini, sünnetlerini Amre’nin rivayetlerini araştırıp yazmasını istedi. Tedvinle ilgili başlatılan kampanya sonunda Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zührî de derlediği ilk hadis mecmuasını Halife’ye takdim etmiştir. “Ömer b. Abdilaziz de toplanan bu hadisleri çoğaltarak çeşitli bölgelere göndermiştir. II. Yüzyılın başlarında orta yaşlı tabiilerin bir çoğu hadisleri yazıya geçirmekte bir mahzur görmedikleri gibi, talebelerine de bu hususta izin verdiler. Sa’îd b. Müseyyeb (105/723) , Şa’bî (104/722), Ata b. Ebî Rebah ( 114/732), Katade b. Diame es-Sedusi (118/736) bunlardandır. Bu dönemde hadislerin toplanması ve yazılmasını gerektiren pek çok yeni durum ortaya çıkmıştı. Öncelikle Resulluhan’ın sözlerinin kaybolmasından veya onlara başka sözlerin karışmasından korkuluyordu. Çünkü muhtelif fırka ve siyasi uygulamaları desteklemek için hadis uydurmacılığı başlamıştı. Aradaki zaman boşluğu sebebiyle senetler uzadı ve ravilerin çoğalması yüzünden tarikler arttı. Böylece hadislerin sayısı çoğaldı ve rivayetlere gizli-açık bir takım illet ve zaflar girdi. Bu olumsuz gelişmeler İslam alimlerini bir takım tedbirler almaya sevketti. Bu durum Hadislerin tedvin edilmesi çalışmalarını gündeme getirdi. ( Kandemir, 1997, 15, 32) İkincisi, Hadis İlminin Oluşum veya Tedvin dönemi olup II./VIII. asrın ortalarından III./IX. Asrın ortalarına kadarki bir dönemi kapsamaktadır. Bu dönem, çeşitli adlarla bilinen büyük hadis kolleksiyonlarının ortaya çıktığı bir dönemdir. Aslında II./VII. Asrın başından itibaren İslam bilginlerinin en önemli görevlerinden biri, hadis diye sunulan malzemeyi eleştiri konusu yapmak ve bu hadislerin hangilerinin gerçek olduğunu ve olabileceğini, diğer taraftan da hangilerinin uydurma olduğunu belirleyip bunları ayıklamak olmuştur. Her hadis iki kısımdan oluşmaktadır. Hz. Muhammed’den hadisi işiten raviye kadar uzanan raviler zinciri (silsile) olan isnad ya da sened; hadisin metni, yani Hz. Peygamber’in sözünün metni. Hadisin eleştirel incelenmesinin amacı, içinde kronolojik uyuşmazlık ya da güvenilemeyecek isimlerin geçip geçmediğini belirlemektir. Tamamen güvenilir bir ravi zincirine sahip kusursuz hadislere sahih adı verilmiştir. İçinde zayıf bir halka bulunan, ama başka paralel bir varyantıyla güçlendirilmiş olanına hasen denilmekte ve geriye kalan diğer bütün hadisler zayıf (daif) olarak kabul edilmektedir. Müslüman bilginler, bu amaca uygun araştırmaları daha önce II./VIII. asırda başlatmışlardır; ancak araştırmalar, en yüksek düzeyine bir sonraki yüzyılda erişebilmiştir. İşte bu yüzyılda bazı seçkin hadis bilim adamları sistematik hadis koleksiyonları oluşturmuşlardır. Topladıkları hadisleri bilinçli bir biçimde inceleyip gözden geçirdikten sonra yalnızca doğru (sahih) olarak kabul ettiklerini bu koleksiyonlarına almışlardır. ( Golziher, 1993, 52-53) Hadis İlminin Tedvin dönemi olarak bilinen ikinci dönemine ait eserlerde tek bir yol izlenmek yerine birden fazla yol ve yöntem denendiğini görmekteyiz. Bu eserlerin bir kısmı belli bir konuya hasredilmiş türden eserlerdir. Örneğin Abdullah b. Mübarek (181/797)’in Kitâbü’z-Zühdü, Ebu Ubeyd Kasım b. Selâm’ın Kitabu’l-İmân’ı, Züheyr b. Harb’in Kitabu’l-İlm’in, Buhari’nin Edebü’l-Müfred’i ve Tirmizi’nin Şemâilü’n-Nebi’si sayılabilir. Hadisleri, konularına ve sahih oluşlarına göre değil de sahabe adlarına göre sıralayan müsnedler denilmektedir. Bunların başında Ebû Davûd et-Tayâlisî (204/819) Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî ( 219/834) Ahmed b. Hanbel (241/855 )’in Müsnedleri gelmektedir. İkincisi Müsned geleneğinin en iyi ve kapsamlı örneğidir. Hadislerin, konu başlıklarına göre tasnif edildiği eserlere Musannef denilmektedir. Hicri ikinci asırdan itibaren gün yüzüne çıkan Musanneflere Cami’, veya Sünen denilen eserler de dahildir. Bunların en ünlüleri ise Abdurrezak es-San’anî (211/827)’nin ve Ebû Bekir b. Şeybe’nin Mussannef’leri, İmam Malik(179/795)’in Muvattaı, Ma’mer b. Râşid(153/770)’in Câmi’i ile Buharî(256/870)’nin, Müslim(261/874)’in, Tirmizî(279/892)’nin, Câmiu’s-Sahîh adlı eserleridir. Cami’ler musanneflerin aksine bütün konuları içermektedirler. Musannefler ise daha sınırlı konuları ele almaktadır. Bu dönemin en önemli ilmi çalışmalarından biri de Sünenler ve Ahkâm türü eserlerdir. Bunlarda bilinen en önemlileri Evzâî(157/774)’nin Kitâbu’s-Sünen’i, İmam Şafiî’nin es-Sünenü’l-Me’sûre’si, Ebû Dâvûd (275/888)’un, en-Nesâî (303/915)’nin, İbn Mâce (273/886) ve Dârimî (255/868)’nin Sünen’leridir. Bu çalışmaların sahiplerinden bazıları eserlerinde yer verdiği hadislerin ravi zincirinde yer alan kimselerle ilgili incelemelereni Ricâl, Târîh ve Tabâkat adlı eserlerinde toplamışlardır. Bunların en kapsamlı ve gelişmişleri sonraki asırlarda meydana getirilmiştir. Hadis İlminde, IV./X. Asırdan itibaren daha önceki çalışmalardan derleme ve özetleme ya da Mu’cemler, Müstedrekler ve Müstahrecler adıyla bilinen daha kapsamlı tamamlayıcı çalışmaların yapıldığına şahit olmaktayız. Sahabiler veya ravinin şeyhi, yani hocası esas alınarak, ya da ravilerin şehir ve kabilelerine göre tasnif edilen eserlerden Mu’cemler bu dönemde ortaya çıkan eserlerdir. Örneğin Taberanî (360/971)’in Mu’cemleri bu türün en ilk ve ünlü olanıdır. Müstedrek, özellikle cami’ ve sünen türü eser yazarlarının şartlarına uyduğu halde gözlerinden kaçtığı için eserlerine almadıkları hadisleri içeirirken, müstahrec ise meşhur bir hadis kitabında yer alan bir hadisi çeşitli varyatlarla daha da güçlendirmek için kaleme alınmış olan eserlerdir. Bunlar, genel’de Buhari ve Müslim’in Sahihleri üzerine yapılan tamamlayıcı eserlerdir. IV. Asırdan itibaren Hadis İlmi çalışmalarında, en önemli bir başka gelişme ise, Hadis Usulü türünden eserlerin kaleme alınmasıdır. Örneğin, Hakîm en-Nisâbûrî (405/1014-15)’nin Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadis’i ilk örnektir. Fakat bu bilim alanının en mükemmel eseri Hakim’inkindenbir buçuk asır sonra yazılmış olan İbnü’s-Salâh eş-Şehrezûrî(643/1245-46)’nin Kitabu Ma’rifeti Envâ’i İlmi’l-Hadîs’idir. Hadis biliminin metodlu bir şekilde gelişmesi, kullanımla ilgili çok önemli bir görevin yerine getirilmesini mümkün kılmıştır. (Golziher, 1993, 54) Bu özelliklerinden dolayı, Hadis İlmi’nin IV./X. Asırdan sonraki dönemine Olgunlaşma Dönemi diyebiliriz. Şii bilginler de kendi (ekseriya ahbar adı verilen) hadis mecmualarını oluşturdular. Bunlarda Hz. Ali nesli ve onların ümet içindeki rollerini vurgulayan bir çizgi hakimdir. Başlıca Şii mecmuaları IV./X veya V./XI. Yüzyıl tarihlerini taşır ve bunlar, Kuleyni, Kummi, Muhammed Tusi ve Ali el-Murtaza tarafından yazılmışlardır. Fıkıh İlminin Doğuşu Ve Gelişimi Fıkıh, sözlükte bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak anlamına gelmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinde fıkıh kelimesinin kullanımı bu sözlük anlamını korumakla beraber, genelde, Kur’an ve hadis merkezli dinî bilgi ve anlayışı ifade eden bir kavrama dönüşmüştür. Fıkıh, dinî bilginin gelişip çeşitli bilim dallarının ortaya çıkmasına paralel olarak II./VIII. Yüzyılına sonlarından itibaren terim anlamını kazanmıştır. Bu bağlamda Fıkıh ilmi, İslam’ın ferdî ve ictimai hayata dair amelî hükümleri bilmeyi ve incelemeyi konu edinen bir bilim dalı olarak tanımlanmaktadır. (Karaman, 1996, 13, 1) Fıkıh Usulü İlmi ise, belli usul ve yöntemler kullanarak Kur’an ve hadisten hüküm çıkarmanın yollarını öğreten bir bilim dalıdır. (İbn Haldun, 1986, II, 456) Fıkıh ilmi de, diğer İslam bilimleri gibi, merhalelerden geçerek kendine has yapısına kavuşmuştur. Aslında ferdi ve ictimai hayata dair hükümler koyma faaliyeti, ilk defa vahiyle ve Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla başlamıştır. Bu bakımdan Fıkhın, doğuşu ve gelişmesi açısından Peygamber dönemi kuşkusuz bu devrelerin en önemlisidir. Çünkü bu dönemden başlayarak vahye dayalı bir hukuk sistemi oluşturulmaya çalışıldı. Bu yapı, daha sonraki dönemler için hem başlangıç hem de örnek teşkil etti. Bundan sonraki ilgili ilmi faaliyetler ve gelişmeler, bu genel çerçevenin yol göstericiliğinde gerçekleşti. Peygamber dönemini, fıkıh tarihi açısından Mekke ve Medine dönemi olarak iki aşamada incelemek gerekmektedir. Mekke döneminde, sosyal ilişkilerin düzenlenmesinden çok, inanç, ibadet ve ahlak üzerinde durularak fıkıh için bir anlamda alt yapı oluşturulmuştur. Bu dönemde gusül, necaset, taharet, namaz ve Cuma namazı gibi önemli ibadetler konuldu. Medine dönemi, İslam’ın ilk defa toplumsal hayata yönelik yeni düzenlemeler getirmeye başladığı dönem olması bakımından, fıkıh tarihi açısından son derece önemlidir. Çünkü Medine’de devlet kuruldu. Bunun sonucu olarak, yeni kurulan bir devlette, bireysel ve toplumsal hak ve yükümlülükler yeniden belirlendi. Dolayısıyla bu dönemde Hz. Peygamber bir taraftan ibadetler, cihad, aile, miras diğer taraftan da anayasa, ceza, muhakeme usulü muamelat, devletler arası ilişkiler alanında yeni bir takım düzenlemeler yapmıştır. Bu bakımdan, İslam Fıkhının usul ve füruna dair temelleri Hz. Peygamber döneminde atılmıştır. Çünkü fıkıhla ilgili hükümler fıkhın ilk iki kaynağı Kur’an ve Sünnet tarafından doğrudan bildirilmiştir. Bu iki kaynak birbirini tamamlayıcı bir şekilde çalışmıştır. Diğer kaynaklar ve hüküm çıkarma usulleri ise, ya kullanılmış veya ileride kullanılması teşvik edilmiştir. Fıkıh tarihinin ikinci dönemini, İlk Dört Halife ve Emeviler dönemi oluşturmaktadır. Bu dönemde sahabe nesli fıkıh alanında belirleyici bir role sahiptir. Emevilerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte siyaset-fıkıh ilişkisi önemli bir dönüm noktası oluşturur. Çünkü siyasi istikrar, maddi gelişmeler ve siyasî muhalefetin güçlenmesi fıkhın toplumsal hayatını problemleriyle yakından ilgilenmesine ve onlara çözümler üretmesine zemin hazırlamıştır. Vahyin sona ermesiyle birlikte fıkhî faaliyetler, Kitap ve sünnetin sınırlı nassları ve ictihada dayandırılmaktadır. Daha sonra düzenli bir şekilde kullanılacak olan dini bilgi üretme mekanizmaları adı konulmadan kullanmaya başlandı. Sahabenin farklı bölgelere yayılması ve buralarda çok çeşitli problemlerle karşılaşmaları onların, bulunduğu ortamlara uygun çözümler üretmelerine ve ictihadların çeşitlenmesine sebep olmuştur. Sahabe arasında fetva ve ictihad sahibi meşhur sahabiler, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Talha, Zübeyr ve Ebû Musâ, İbn Mes’îd, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe’dir. Sahabe dönemi fakihlerin tamamına yakını Arap olmasına karşılık tabiin fakihleri arasında çok sayıda Arap olmayan vardı. İslâm toplumunun yeni sosyal şartlar çerçevesinde yüz yüze geldiği, bireysel ve toplumsal sorunlar Hz. Peygamberin ve bizzat Kur’anı Kerim’in yol göstericiliğinin ışığında akıl ve ictihada dayalı olarak çözülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde özellikle İslâm mezheplerinin yavaş yavaş tarih sahnesine çıkması ve mezhepler arası çekişmelerin meydana gelmesi, farklı etnik unsurların İslâm dinini kabul etmeleri ve geçmişlerinden getirdikleri sosyal ve dini sorunlar, İslâm toplumu içerisinde bir değişmenin veya bir dönüşümün meydana gelmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda da İslâm fıkhında büyük bir gelişme yaşanmıştır. Hz. Peygamber zamanına kadar uzanan fıkıh çalışmalarıyla birlikte, küçük ebatta veya tek sayfalık fıkhî konuların yazımı başlamış, sahabe döneminin sonlarına geldiğinde bu hareket belli fıkhî konularla ilgili risaleler yazımına dönüşmüş ve Emeviler döneminde gelişerek devam etmiştir. Fıkhî incelemelerde üstad, muhit ve yönteme bağlı olarak daha sonraları Hadis Taraftarları ve Re’y Taraftarları olarak isimlendirilecek iki farklı yaklaşım belirginleşmeye başladı. Birisinin imamı Said b. el-Müseyyeb, ikincisinin imamı ise İbrahim en-Nehai idi. Bunlar, Kufe ve Hicaz okulu olarak da bilinmektedir. Hatta büyük şehirlerde , bazı fıkıh alimleri önderliğinde önemli çalışmalar yapılmaktaydı. Bu dönem, İslâm fıkıh ekollerinin doğmasına zemin hazırlayan bir dönem olmuştur. Abbasiler dönemi, farklı fıkıh ekollerinin ortaya çıktığı ve kendilerine ait fıkıh geleneklerini oluşturduğu bir dönemdir. Bu dönemde Abbasi halifeleri fakihlere maddi destek vermiş ve yargıyı baş kadılık makamı altında örgütlemiştir. Ebû Yusuf, bu makama tayin edilen ilk başkadır. Bu dönemde fıkıh yeni boyutlar kazanmıştır. Kur’an ve Sünnet’in yanı sıra sahabe, tabiin ve sonraki neslin fıkhî ictihadları artarak devam etmiştir. Nazari fıkıh çalışmaları hızlanmıştır. Problemlerin çözümünde farklı örf, adet ve kültürlerden de yararlanmışlardır. İctihad faaliyetinin gelişmesi için özgür ortamın oluşması sağlandı. Böylece birden fazla fıkıh ekolü doğup gelişti. Hadis Taraftarları ve Re’y Taraftarları bu dönemdeki fıkhî incelemelere damgasını vurmuştu. İlk fıkıh ekolü olan rey ekolü, yani Hanefilik ile günümüze kadar yaşamaya devam eden diğer üç büyük fıkıh ekolü yani Maliki, Şafii ve Hanbeli mezhepleri bu dönemde kuruldu. Daha önceki dönemde fıkhın münferid bir konusu incelenirken bu dönemde fıkhın bütün konularıyla ilgili sistemli ictihadlarlar yoluyla hükümler konuldu. Bu ictihadlar belli kitaplarda toplanarak bunlara ulaşma ve yararlanma kolaylığı sağlandı. Hadis ve Re’y taraftarları arasındaki ilmi tartışmalar, fıkhın gelişmesini ve bu ilme olan ilgiyi artırdı. Bu tartışmalar her ekolün kendi imam ve müctehidlerinin görüş ve ictihadlarını yazıya geçirmelerine ve kendilerine has fıkıh usûlü geliştirmelerine sebep oldu. Bu dönemle birlikte Fıkıh ilmi oluşum dönemini tamamlayarak olgunlaşma çağına girmişti. Abbasiler döneminde fıkh ve fıkıh usûlü ilimlerinin tedvini önemli gelişmeler gösterdi. Fıkıh ilminin, genelde uygulamaya yönelik somut problemler (furû) ve bu problemlerin teorik yönden incelenmesine (usûl) yönelik çalışmalar, bu dönemde nitelik ve nicelik bakımından zirveye ulaştı. Aslında Fıkha dair ilk eserler I./VII. Yüzyılın sonları ile II./VIII. Yüzyılın başlarında yazılmaya başlandı. Bu eserlerden pek çoğu günümüze maalesef gelmemiştir. Sadece Süleyman b. Kays el-Hilalî’nin bir eseri ile Katade b. Diame ve Zeyd b. Ali’nin Hacc’a dair olarak kaleme aldıkları risaleleri ve yine Zeyd b. Ali’nin el-Mecmu’ adlı kitabı günümüze kadar gelmiştir. II./VIII. Yüzyılın ortalarından itibaren fıkıh mezheplerinin teşekkül etmesiyle birlikte mezhep imamlarına ait görüşler, derlenerek belli bir sistematiğe kavuşturuldu ve önemli fıkhi metinler ortaya çıktı. Özellikle fıkhın somut problemleriyle ilgili eserlerde, II./VIII. Asrın ikinci yarısından itibaren, nitelik ve nicelik açısından önemli gelişmeler kaydedildi. Bu gelişmede fıkıh mezheplerinin imamları ve onların öğrencilerinin payı büyüktür. Daha sonraları ise fıkha dair eserler, mezhep imamları veya onların öğrencilerinin yazdıkları çerçevede gelişerek devam etmiştir. Bu zengin edebiyattan sadece Hanefilik, Malikilik, Şafiilik ve Hanbelilikle ilgili fıkhın oluşum ve tedvin döneminden itibaren oluşan bazı eserlere yer vermekle yetineceğiz. Ebû Hanife (150/767), fıkıh konusuyla yakından ilgilenmesi ve bu konuda bir çığır açmasına rağmen, kendisi bu incelemelerini yazmadı. Sadece derslerde öğrencilerine bazı konuları imla ettirdi. Öğrencileri, imamlarının ölümünden sonra onun görüşlerini toplayarak büyük eserler meydana getirdiler. Ebû Yusuf (182/798-9)’un Kitâbu’l-Harac’ı bu mezhebin ilk eserlerinden olması bakımından önemlidir. Öğrencilerinden Hasan eş-Şeybânî ( 189/805)’nin derlediği ve ondan da tevatür yoluyla nakledildikleri için Zahirü’r-Rivâye (el-Usûl) olarak anılan eserler Hanefi fıkhının ilk ve en güvenilir kaynaklarını oluşturur. Bu eserler, el-Asl (el-Mebsût), es-Siyerü’l-Kebîr ve es-Siyerü’l-Kebîr, ez-Ziyâdât, el-Câmiü’l-Kebîr, el-Câmiu’s-Sağîr’den oluşmaktadır. Günümüze kadar ulaşan bu eserler üzerine, tarih boyunca pek çok şerh yazılmıştır. Bunlardan ilk üçü, bir çok defa basılmıştır. Bu eserleri bir araya getirerek Hakîm eş-Şehîd (334/945) el-Kâfî adıyla önemli bir eser kaleme aldı. Şemsüleimme es-Serahsî (483/1090) ise, bu esere el-Mebsût adıyla geniş bir şerh yazdı. V./XI. Asra kadar Hanefi fıkıh edebiyatına eklenebilecek önemli iki eser daha vardır. Birisi Ebû Ca’fer et-Tahavî (321/933)’nin el-Muhtasar’ı, diğeri ise Kudûri (428/1037)’nin el-Muhtasar’ıdır. Bu asırdan sonra Hanefi fıkhına dair, pek çok önemli eserler yazılmıştır. Maliki mezhebine dair ilk fıkıh eseri, İmam Malik(179/796)’in el-Muvattaı’dır. Bu eser, bütün mezhepler açısından İslam fıkıh literatüründe birinci yeri işgal eder. Kitap, hadis derleme çalışmalarından, kelimenin tam anlamıyla fıkıh incelemesine bir tür geçiştir, bu durum, eserin, ravilerin ravi zincirini (isnad) bırakıp , hadislerin sadece metinlerini veren yönteminde açıkça görülmektedir. Bu eser, II./VIII. yüzyılda Medine bilim adamlarının fıkhi görüşlerinin ve hukuksal uygulamalarının iyi bir özetini vermektedir. Muratta’ın değişik rivayetleri ve çok sayıda şerhleri bulunmaktadır. En meşhur ilk şerhleri arasında, İbn Abdilberr’in İstizkâr ve Temhid’i ile Ebû Velîd el-Bâcî’nin el-Müntekâ’sı sayılabilir. Maliki mezhebinin Muvatta’dan sonra ikinci temel kaynağı Sehnun lakabıyla tanınan Abdüsselam b. Saîd et-Tenûhî (240/854)’nin el-Müdevvene’sidir. Eser, İmam Malik’in en seçkin öğrencisi Abdurrahman b. El-Kâsım ( 191/806-7)’ın verdiği dersler esas alınarak, yazılmıştır. Maliki mezhebinin diğer iki önemli el kitabı Faslı Ubeydullah b. Abdurrahman b. Ebî Zeyd el-Kayrevânî ( 390/999-1000)’nin Risâlesî ile Kahireli Halil b. İshak el-Cündî ( 767/1365)’nin Muhtasar’ıdır. ( Golziher, 1993, 59) Şafii mezhebinin ilk fıkıh ve fıkıh usûlü metinleri, mezhebin kurucusu kabul edilen İmam Şafii(204/820)’ye aittir. İmam Şafiî’nin er-Risâle adlı eseri, ilk fıkıh usûlü eseridir. İmam Şafii’nin görüşlerinin ve bunların dayandığı delillerin yer aldığı en hacimli eseri el-Ümm’dür. Şafii mezhebinin en önemli diğer iki eseri, İmam Şafii’nin iki öğrencisi Buveytî ve Müzenî’nin el-Muhtasar adıyla yazdığı eserlerdir. V./XI. Asırda Şafii fıkıh edebiyatı zenginleşerek devam etmiştir. Örneğin el-Cüveynî (478/1085)’in Nihâyetü’l-Matlab’ı, Gazalî(505/1111)’nin el-Basît, el-Vasît ve el-Vecîz’i, Ebû İshak eş-Şîrazî( 476/1083)’nin et-Tenbîh ve el-Mühezzeb’i bu dönemin en ünlü eserleridir. Hanebiliğin kurucusu Ahmed b. Hanbel (241/855), fıkha dair bir eser yazmadığı gibi öğrencilerine de yazdırmamıştır. Kendine nisbet edilen bazı küçük eserler bulunmaktadır. Ancak bu eserlerin bir kısmı doğrudan fıkıhla ilgili olmayıp daha çok itikadi sorunlarla ilgilidir. Hanbeli bezhebinin ilk fıkıh metinleri Ebû Bekir el-Hallâl ( 311/923) tarafından Kitâbü’l-Cami adlı bir eserde toplanmıştır. Daha sonra Gulamu’l-Hallâl adıyla bilinen öğrencisi, Zâdu’l-Müsâfir adlı eserini, hocasının eserini tamamlamak için yazılmıştır. Aslında Hanbeliliğin ilk fıkıh kitabı Ebû’l-Kasım el-Hırakî (334/945)’nin el-Muhtasar’ıdır. Bu eser üzerine pek çok şerh kaleme alınmıştır. Ebû’l-Hattab el-Kelvezânî (510/1116)’nin el-Hidâye’si de, V./XI. Asrına ait bu mezhebin en önemli fıkıh metinlerinden birisi olarak burada zikredilebilir. (Özel, 1996, 13, 14-22) Fıkıh tarihinde Fıkıh Usûlü ili ilgili eserlerin Ebû Hanife ile başladığı bilinmekle beraber ilk dönemlerde İmam Şafiî’nin bu ilmin temellerini attığı er-Risâle adlı eseri dışında bize ulaşan başta bir eser bulunmamaktadır. Genel de Şafiî, Maliki ve Hanbelî çevrelerde Usûl ilmi bu çalışma çerçevesindeki yorumlar veya bağımsız çalışmalarla devam etmiştir. Fıkıh İlminin Olgunlaşma Devri diyebileceğimiz IV./X. Asırdan itibaren Fıkıh Usûlü ile ilgili zengin bir edebiyat oluşmuştur. Özellikle Hanefi çevrelerin bu konudaki katkıları son derece önemlidir. Bu alanda onların ortaya koyduğu önemli eserlerin başında Ali el-Pezdevî(482/1089-90)’nin Kenzü’l-Vusûl ilâ Ma’rifeti’l-Usûl’ü ve Sadruşşerîa Ubeydullah b. Mes’ûd (747/1346-7)’un Tenkîhu’l-Usûl’ü gelmektedir. Buna paralel olark Şia-Onikiimaiyye Şiası, İsmaililik ve Zeydilik- Mutezile, Zahirîye ve İbadiyye mezhepleri de kendilerine has Furu ve Usûl eserleri oluşturmaya çalışmışlardır. | |
30966 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |